Nisan Mektupları....

Yarım kalmış mektuplardan, nisan mektupları. Belki de biten mektup yoktur, tüm mektuplar eksik kalana dairdir, kimbilir...

Yağan yağmurların ardından pırıl pırıl açan güneşin çevreye yaydığı toprak kokusu gibidir, nisan mektupları. Yarım kalmışlığın hafif ekşimsi çağla tadı vardır onlarda. Ekim ile yazışıp durur nisan. Biri sonbahar adına yazar tarçın kokulu mektuplarını, diğeri ıtırlı ilkbaharın sözcülüğünü yapar. Bu kokuların yarattığı bir eksiklik duygusu vardır o mektuplarda. Giden sonbahardır, terkeden nisan.

Boğazım yanıyor, salya sümük nezleyim, sürüyle iş var yapmam gereken. Sanırım kendimi önemsiz ve değersiz hissettiğim zamanlarda hep yaptığım gibi, yaşamıma, bulunduğum yere ve varlığıma bir anlam yüklemeye çalışıyorum yine.

Ansızın çocuksu bir düşe dönüşüyor her şey. Yatıp uyumam gerekiyordu oysa, düş görmek yerine. Büyümüştüm ya çoktan, bu nisansı çocukluk niye şimdi? Masmavi bir yağmur bastırıyor birdenbire. Geç kalmış yağmurlardan ıslanmanın o buruk sevinci, bu saatten sonra yağmaz diye şemsiye de almamışken, tümüyle korunmasızken üstelik! Boğazımda bir kedi pençesi, genzimi tırmalıyor, üşütmüşüm besbelli. Sonradan, çok sonradan sarınıp sarmalandım, ama boşuna! Bir yanım ürperiyor, bir yanım alev alev. İçimde bir yerlerde cam kırıkları, derin nefeslerde yüreğime batıp çıkan.

Bir balonun orta yerinde çirkin bir ot, ısırgan. Kırlardayken nasıl da farklıydı oysa, güzel bir çiçekti, gelincikti. Her şey yerli yerinde, hem de yakıştığı yerde olabilse! Güzelliği yarım kalmış bir gelinciğin balodaki dansı da bir nisan mektubudur, sonbahara cevaben yazılan. Gelincik, istemeden de olsa ısırgandır bir süreliğine. Bir an önce yeniden gelincik olacağının umudunu taşır bir yandan da gizli gizli. Geçmişini bir kenara bırakmış görünse, yeni kimliğiyle, ısırgan olarak yeni bir şöhret peşinde olsa bile.

Karabasan dedikleri bu olsa gerek. Ateşten mi bu sayıklamalar; düş nerede başlıyor, gerçek hangisi?

Gelinciğin resmi bir görevi vardır o baloda. Çıkış yolu bulamadığı için, kendi kendine istemeden verdiği resmi bir görev, belki de başkalarının ona verdiği, onun da kabullenmek zorunda kaldığı. Başka türlü olsa ciddiye almazdı kendisini bu kadar. Ya diğerleri, çevredekiler? Onların kim olduğunu anlamaya çalışır bir yandan. Öyle ya, kendisi gelincikten ısırgana dönüştüğüne göre, az ilerdeki pamuk, bir deve dikenidir belki de… Ya da lâleye benzeyen güzel çiçek, kötü yürekli bir karaçalı olabilir mi?

Ben neyim peki? Tavanın, duvarların köşeleri yuvarlaklaşıyor, keskin çizgiler yok oluyor gitgide. Ayrımlar, sınırlar belirsiz, her şey birbirinin içinde. Ne zamandır yağan yağmur dinmek bilmiyor. Saçaktan gelen ritmik sesin eşliğinde “çadırımın üstüne şıp dedi damladı” şarkısını söylüyorum durmadan. Başım çatlayacak gibi ağrıyor. Belli ki söylediğim şarkı bu ağrının nedeni, ama yine de engelleyemiyorum kendimi bir türlü. İçimde hep aynı ritmik şarkı, sustuğumda da devam eden. Bulunduğum oda gittikçe yuvarlaklaşıyor, ama ısırganla gelincik içiçe geçip tek bir varlık olamıyorlar yine de.

Gelinciğin kırlara geri dönmesi için çok az zamanı vardır. Kırlar karanlıktır şimdi, balolar hep geceleri olur nedense. Gelincik çıkar kapıdan, ısırgan kılığında, Sinderella misâli. Saat yirmi dört olmuştur ve o, yeniden gelincik, ama alışkın değildir karanlıklara, yolunu bulamaz bir türlü. Bir evin duvarındaki çatlağa yerleşir çaresiz, kök salar orada. Üstelik görevini de tamamlayamamıştır, bu şansın ona bir daha verilmeyeceğinin farkındadır. Üzgün üzgün durur, tüm beceriksizliğiyle. Artık ne ısırgan, ne gelincik. İlginç bulur sanat çevreleri onun duruşunu. Fotoğrafları yayınlanır çeşitli sanat dergilerinde, "çevre" konulu paneller için afiş olarak kullanılır, herkes tanır onu. Umurunda değildir artık ünlü olmak. Artık ne nisan, ne ekim. Hiçbir kimliğiyle şöhret olamamışlığı, kendisine verilen tek kullanımlık şansı kaçırmışlığı hayattan bezdirmiştir onu. Birden karşı evin duvarında bir ilan görür: Nisan sonunda büyük sınav! İnsan olma sınavı! Nisan - insan. Yalnızca iki harfin yeri değişik, bu iki kelimede. Bu benzerlik yüzünden mi, nisanda, insan olma sınavı. Hazırlanan var mı bu sınava? Keşke herkes hazır olsa, kimse sınava girmese, sınavsız insan olsa, nisanda.

Kalkıp giyinmeli. Birazdan nisan olmalı. Biraz daha nisan. Yazılacak mektuplar, dağıtılacak çiçekler var sırada. Acele etmeli, ancak yetişir ekime.

Yağmur altında, çıplak ayakla yürümek isterdim uzun uzun. Üstelik öyle kırlarda falan değil, onca kalabalığın içinde, bir sürü tanıdıkla karşılaşma olasılığı varken, Beyoğlu’nda örneğin. Üç gün daha sürecekmiş bu yağmurlar. Gerçek nisan üç gün sonra mı gelecek, yoksa biz çıplak ayakla yürümeye başlayınca mı, o kalabalık caddede? Sahi, ne zaman cesaret edeceğiz buna? "Çok mu istiyorum?" Evet, belki de çok. "Neden peki?" Nedeni yok, ya da nedeni çok. Belki de sırf nisan olsun diye, ya da sınava hazırlanmak için. "Sınav yoktu hani?" Var, ama biz girmeyince olmayacak.

O baloya gitmeyeceğim. Isırgana dönüşen gelinciğin başına gelenleri biliyorum ne de olsa, deneyimliyim! Neydi o balo saçmalığı, bir düş mü? Hasta yatağımda yatarken gördüğüm bir karabasan, şimdi de peşimi bırakmıyor bir türlü.

O baloya gitmeyeceğim, kesinlikle. Düşlerimde bile. Artık hiç sınav olmayacak yaşamımda. Hissediyorum, nisana az kaldı.

 

( MISRA)