![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Türkçe|English | France |Spain ![]() |
::Nazım Hikmet Ran:: |
Nazım Hikmet Biyografi
Nâzım Hikmet serbest müstezatı, Fransız şiirinin serbest ölçüsünü biliyordu.
Batum'da "İzvestiya" gazetesinde gördüğü, büyük bir olasılıkla
Mayakovski'nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, merdivenli
istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini anlayamamıştı.
Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle
yazmaya giriştiği "Açların Gözbebekleri"ni hece ölçüsüne sokamadığını
görünce, "İzvestiya"daki
şiirin biçimsel çağrışımlarından güç alarak, daha serbest yazmayı denedi.
Ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan,
serbest bir ölçü çıktı. İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü
altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça
öğrenince, devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak
yazan genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin
başlattığı Gelecekçilik (Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi
yadsıyarak her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi. Bu dönemde yazdığı
şiirlerin bazılarını 1923'te "Yeni Hayat", "Aydınlık" gibi dergilere
göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek
istedi. 1924 ekiminde, çıkışında olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek
Türkiye'ye geldi. "Aydınlık" dergisinde çalışmaya başladı. İstanbul'da
polisçe izlendiğini anlayınca, bir basımevi kurmak için İzmir'e geçti.
Böylece gözlerden de uzaklaşmış oluyordu. 1925 şubatında Şeyh Sait
İsyanı'nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu
çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs 1925'te
yayımlanan bir bildirge dolayısıyla "Aydınlık" dergisi çevresindeki
yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara'da İstiklal Mahkemesi'ndeki dava 12
Ağustos 1925'te sonuçlandığında Nâzım'ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği
görüldü. Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir'den haziran ayı
ortalarında İstanbul'a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler
Birliği'ne gitti. Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan
af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport
isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu. Tekrar tekrar yaptığı başvurulara
olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan
bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla,
gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi. Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra
Elçilik'ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de
Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı. Aynı
yılın temmuz ayında da, gıyaben aldığı mahkûmiyetlerden temize çıkmak için,
gizlice sınırı geçerek Kafkasya'dan Türkiye'ye girdi. Arkadaşı Laz İsmail'le
Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde sahte pasaportlar vardı. Sınırı
izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek suçuyla Savcı'nın karşısına
çıkarıldılar.İki arkadaş yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden önce Hopa
Cezaevi'nde iki ay beklediler. Güneşsiz, havasız, karanlık bir koğuşta,
nerdeyse hepsi köylü olan tutuklularla birlikte yatıp kalktılar. İki
arkadaşın yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye gönderilmeleri
tutukluluklarının sona ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme suçunun
cezası üç gün hapisti. Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest
bırakılmaları gerekiyordu. Ama başka bir suçtan cezaları bulunup
bulunmadığını araştırmak için yapılması gereken yazışmalar uzun
süreceğinden, mevcutlu olarak Ankara'ya gönderilmelerine karar verildi. 4
Ekim 1928'de kelepçeli olarak İstanbul'a getirilişleri gazetelerde
eleştirilere yol açtı. İstanbul'da çıkarıldıkları mahkeme, bütün
suçlamaların birleştirilerek ele alınması için, iki arkadaşın Ankara'ya
gönderilmelerini uygun gördü. Basın yapılan onur kırıcı uygulamayı açıkça
eleştirmeye başlamıştı. Bir bağışlama yasası çıkarılmış, siyasal tutuklular
salıverilmişken, onların böyle bileklerinde kelepçeyle oradan oraya
dolaştırılmaları kınanıyordu. Ama yazılanların bir yararı olmadı. 14 Ekim
1928'de Nâzım ile Laz İsmail, Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri,
arkalarında jandarmalarıyla gittiler. Hemen sorgulanıp tutuklandılar. Önceki
yargılanmalarından gerekli bilgilerin, belgelerin toplanması biraz sürdü.
Ancak 4 Kasım 1928'de başlayan duruşmaları 23 Aralık 1928'de sona erdi.
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Nâzım Hikmet'in İstiklal Mahkemesi'nce verilip
bağışlama yasasıyla kaldırılan 15 yıllık cezasına dayanak olan belgeleri ele
alarak nerdeyse yeni bir yargılama yaptı. Sonuçta tutuklanma tarihlerine
göre, ikisinin de önceki sonraki, bağışlanmış bağışlanmamış bütün cezalardan
kurtuldukları anlaşıldı. Böylece, serbest bırakılmalarına, yüzlerine karşı,
oy birliğiyle karar verildi. Ankara'daki dostları, başta Şevket Süreyya
Aydemir olmak üzere, şairliğine inanan aydınlar, onun Halkevi'nde
çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu'yu dolaşmasını
istiyorlardı. Ama Nâzım Hikmet bu gibi önerileri benimsemeyerek İstanbul'da
Zekeriya Sertel'in çıkardığı "Resimli Ay" dergisinin yazı kadrosuna katıldı.
Bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş
değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. "Putları Yıkıyoruz" başlığı
altında 1929 ortalarında başlattığı yazı dizisinde Abdülhak Hâmit, Mehmet
Emin gibi şairlere yönelttiği saldırılar basında büyük yankılar uyandırdı.
Aynı yılın mayıs ayında yayımlanan 835 Satır adlı kitabı ise büyük
bir ilgiyle karşılandı. Bunu gene o yıl çıkan Jokond ile Si-Ya-U ,
ertesi yıl çıkan Varan 3; 1+1=1 adlı kitapları izledi.
Temmuz 1930'da
"Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirleri şairin kendi sesiyle Columbia
firmasınca plağa alındı. Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar
gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el
koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu firma plağın yeni basımlarını
yapmaktan vazgeçti.
1 Mayıs 1931 günü
bir sivil polisin getirdiği çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda
sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş
kitabındaki şiirlerinde "bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini
temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği" savıyla mahkemeye verildi. 6
Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15'te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde, Türk Ceza
Yasası'nın 311 ile 312. maddelerine dayanarak başlayan mahkemeye, Nâzım
Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla
gelmişti. Az sonra Avukatı İrfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini
aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı
bayanlarla tıklım tıklım doluydu.
Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi :
"İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist
olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu
muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş
olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler
nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf
halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir." Bundan
sonra yapıtlarını tek tek ele alıp yazılış amaçlarını açıklayan şair, bir
yerde, kendisini Batının emperyalist ülkelerinin mahkemeye vermesi
gerektiğini, bir yerde de, Türkiye'de ekonomik sıkıntı olduğunu rakamlarla
açıklayan Ticaret Odası Dergisi'ne değinerek, halkın durumundan söz etmek
suç ise, ekonomi bilimini ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi. Sorgulama
bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek, "Müdafaasına nazaran suç
için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep
ederim," dedi.
Bazı Şiirleri
Okunup dinlenmelerine herhangi bir yasal engel bulunmayan bu şiirlerin şairin adını çok yaygınlaştırdığı düşünülerek Odeon firması plağa yeni basımlar yapmaması için uyarılmıştı.
Okunup dinlenmelerine herhangi bir yasal engel bulunmayan bu şiirlerin şairin adını çok yaygınlaştırdığı düşünülerek Odeon firması plağa yeni basımlar yapmaması için uyarılmıştı.
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun...
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik.
Gözledik...
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta...
Hoş geldin.
Yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM.....
1932 Birinciteşrin 5, Çarşamba gecesi
BİRİNCİ BAP
YIL 1918-1919
Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar;
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar.
Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş:
düşmüş dövüşüyordu...
Ateşi ve ihaneti gördük,
Ve kanlı bankerler pazarında
Memleketi Alman’a satanlar,
Yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.
Ateşi ve ihaneti gördük,
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar ovası,
gördü uzun dişli İngiliz’i.
Ve Aksu’yla Köpsu,
Karagöl’le Söğüt gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, aşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız’ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve ayan ve mütehayyizanın çoğu
ve ağalar:
Bağdasar ağadan
Kellesi Büyük Mehmet Ağaya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklali yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
Kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makineli tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşam üstü
Ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.
Ateşi ve ihaneti gördük,
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir’de Aydın’da,
Adana’da dayandık,
dayandık Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.
Antep’liler silahşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı art ayağından vururlar
ve Arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antep’liler silahşor olur,
Antep’liler yiğit kişilerdir.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı,
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeye vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silahla olur,
Onun atı, silahı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
Ve böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce.
Düşman Antep’e girince
Antepliler onu
Korkusunu saklayan
Bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
Yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
İleri geri.
Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
Sıkışmışlardı
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan: Antep’in kanıydı.
Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan’ın
Karayılan olmazdan önceki siperi..
Bu fidan öyle küçük,
Korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namluya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antep’liler silahşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader
düz ovayı Antepliler
düşmana bırakacaklardı.
“Karayılan” olmazdan önce
umrunda değildi Karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler Antep’i
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzü koyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encamını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini:
“İbret al deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.”
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
seğirttiler peşince,
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olana:
KARAYILAN dediler.
“Karayılan der ki: Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür...”
Ve biz bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyen
Karayılan’ı
ve Anteplileri
ve Antep’i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destanımızın birinci babına koyduk.
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?
Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı sıcak.
Ben ordan geçerken biri:
'Amca, dese, gir içeri.'
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.
Eski takvim hesabıyle
bu sabah başadı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.
Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.
Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.
Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak:
Öleceğimizi bilip,
öleceğimizi mutlak.
Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?
Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.
Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...
(14 Mart 1956,
Moskova, Peredelinko)