GÖZ YAŞLARI ÇALINAN ÇOCUK

 

          İçerden yine onu çağırıyordu babası.  Çekinerek oturma odasına doğru ilerlerken içini o aynı korku bürümüştü.  Yine dövecekti onu babası, ama o kötü birşey yapmamıştı.  Bütün gün odasında babasından saklanıyordu.  Kafasını oturma odasının kapısından içeri uzatıp, önce bir etrafı gözetledi.  Babası koltuğa kurulmuş, elinde o Allahın belası tas vardı.

                “Gelsene ulan buraya!” diye haykırdı babası onu kapıda görünce.  Biliyordu, babası onu yine dövecek ve onu ağlatmaya çalışacaktı.  Bir türlü anlamıyordu babasının  gözyaşları ile ne yapacağını.  Yanına gelmediğini gören babası biran yeninde fırlayıp, kulağından kapıp onu koltuğun oraya doğru sürüklemeye başladı. 

                “Eşşek sıpası, ben gel dediğimde geleceksin!”  Çocuğun gözleri dolu dolu olmuştu.  “Hergele, bir boka yaramıyorsun, bu evde ancak yük oluyorsun” diye bağırmaya başladı babası ve ardından suratının ortasına bir şamar indiriverdi.  Çocuk artık gözyaşlarını tutamadı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.  Babası hemen tası kapıp çenesinin altına tutmaya başladı.

                “Tasın içine ağla ulan, boşa gitmesin gözyaşların” diye seslendi.  Baktı çocuğun ağlaması kesildi, bir iki tekme ve birde kafasına bir yumruk geçirdi. 

                “Ağlasana len!”

                Çocuğun gözlerinden gözyaşları hemen boşalmaya başladı.  Yanaklarından aşağıya akan gözyaşları tası doldurmaya başlamıştı.

                “Tamam tamam, bu kadarı yeter.  Hadi şimdi çek git de beni yalnız bırak.”

                Çocuk odasına koşarak kaçtı ve kendisini yatağın üstüne fırlatıp ağlamaya devam etti. 

                “Bak hanım! İnşallah senin arkadaş haklıdır.  Birisinin gözyaşlarını içersen zengin olacaksın dedi, ama bir aydır hergün bu hergelenin gözyaşlarını içiyorum, elime para filan geçmedi,” diye sızlandı adam, elindeki tası bir güzel içtikten sonra.

                “Aaahh!  Olur mu Bey?  Kadın iki vakte kadar demişti , daha bol bol içmen gerek.  Zaten bizim çocuğun bir işe yaradığı yok, bari zırlaması işe yarasın.”

                Bir ay daha hergün dövülerek ve ağlayarak geçirdi günlerini bizim çocuk, ama ne para geliyordu eve ne de huzur.  Hergün babası onu dövüyor, söyleniyor sonra da toplamış olduğu gözyaşlarını içiyordu.  Artık yavaş yavaş alışmaya ve aldırmamaya bu günlük olaydan.  Gün geçtikçe daha az ağlıyordu ve odasına dönünce kendisini yatağa atacağına yarıda kalmış oyunlarına dönüyordu.

                “Ulan hergele!  Gel bakalım buraya” diye yine çağırdı onu babası.  Bu sefer içinde ne bir korku ne de bir düşünce vardı.  Sallanarak gitti babasının yanına ve boş gözlerle gözlerinin içine bakarak durdu.  Babası başladı bir sürü laf söylemeye.  Çocuk hiç kıpırdamadan, ağlamadan durdu babasının karşısında.  Ağlamadığını gören babası başladı tekme tokat gİrmeye çocuğa, ama nafile, çocuk ağlamıyordu.  Daha da sinirlenen babası başladı onu bir güzel dövmeye,  yüzünden kanlar akıyor ama bir damla gözyaşı yoktu.  Artık ağlamasından ümidi kesen babası bütün sinirini onu döverek almaya koyuldu.  Her zaman oturup onları seyreden annesi bile kalkıp ona vuruyordu.

                “Ulan piç!  Senin yüzünden zengin olamayacağız.  Ağlasana be ağla!” diye haykırıyordu.  En sonunda çocuk yediği dayaktan hareketsiz bir şekilde,  her yanı kan içinde yere yığılıp kaldı.  Kendisine geldiği zaman halasının evinde buldu kendisini.  Halası gözleri  yaşlı bir şekilde yaşlı bir şekilde ona bakıyor ve yaralarını tedavi etmeye çalışıyordu.  Çocuk kıpırdayacak bir halde değildi ama hiç umursamıyordu. 

                Babası onun eve gelmesini istemiyordu artık.  O da halasında kalmaktan çok memnundu.  Günleri çok rahat geçiyor ve keyfi yerindeydi.  Birgün,  halası eve geldiğinde onu çok telaşlı gördü.  Sanki kötü birşeyler olacakmış gibi gelmişti ona.  Az sonra telefon çaldı, ama o konuşulanları duyamıyordu.  

                Bir baktı ki halası telefonu kapatınca ağlamaya başladı.  Birden içini müthiş bir korku sardı, hemen koşup ön kapıyı iyice kilitledi.  Bunu gören halası gözlerinde yaşlarla yanına koştu,

                “Ne oldu yavrum? Neden kapıyı kilitledin?” diye korkuyla sordu.

                “Ağlama Halacığım, yoksa babam gelir senin de gözyaşlarını çalar.”        

 

15/8/1997

Emirgan

 

 

 

YAŞLI ADAM VE KÜSMÜŞ DENİZ

 

                Akşamdan hazırlıklarına başlamıştı yaşlı adam.  Oltasını gözden geçiriyor, herşeyin eksiksiz çalışıp çalışmadığına dikkat ediyordu.  Torunu heyecanla yanına koşup, “Yarın balığa mı çıkıyorsun, Dede?” diye sordu.  Yüzünde, gelecek olan günün bütün umuduyla, bir gülümseme belirdi yaşlı adamın. “Evet yavrum, yarın senenin ilk balığına çıkıyorum.  Sana enfes bir balık getireceğim” diye coşkuyla konuştu adam.  “Yaşasın, yarın balık yiyeceğiz” diye haykırarak heyecanlandı çocuk.  Kendi kendine gülümseyerek, çocuğun heyecanı gibi bir heyecanla bütün hazırlıklarını tamamlayıp yattı yaşlı adam.

                Sabah kalktı, onun için özel kurulmuş olan kahvaltı sofrasına oturdu.  Karısı önceden kalkmış, herşeyi hazırlamıştı.  “Şu balık zamanı çocuk gibi oluyorsun Bey!  Sanki bizim mahalledeki gençliğindeki  gibi gözlerin ışıl ışıl oluyor,” diye takıldı ona karısı.  Gülerek kahvaltısını yemeğe devam ediyor ve aynı anda balığa çıkmanın o keyfini şimdiden hissediyordu.  Denizin kıyısında bir o bir de deniz, daha ne istiyebilirdi.

                Eski olta takımını yanına alarak evden dışarı çıktı.  Sağlığı yüzünden uzun zamandır balığa çıkamamıştı.  Çok özlemişti, denizin tuz kokusunu içine çekip hiçbirşey düşünmeden denize bakmayı.  Çoğu zaman onun balık tuttuğu yerde kimseler olmuyor, rahatça balık tutmanın zevkini çıkarabiliyordu.  Sokakta tanıdıklarla karşılaşıyor, gururlu bir şekilde onlara selam verip yoluna devam ediyordu.

                Deniz kenarına geldiği zaman gördüklerine inanamadı.  Bir sürü insan toplanmış, kimileri balık tutuyor, kimileri denize giriyordu.  İçi bir tuhaf olmuştu, nereden gelmişti bu kadar insan.  Biraz keyfi kaçmıştı ama biraz daha aşağılara doğru ilerlese tenha bir yer bulabileceğine emindi.  Yürüdükçe yürüdü yaşlı adam ama tenha bir yer yoktu deniz kıyısında.  Üzülerek kendine bir yer seçmeyi denedi.  Çantasını yere koydu ve oltasını çıkarmaya çalışırken, genç bir adam ona seslendi, “Yahu Dede! Burası çok kalabalık oldu, oltalar filan karışacak, sen başka bir yerde balık tut.”  Öylece kalakalmıştı yaşlı adam, pek sesini çıkarmadan alıp çantasını gitti.

                Nerede kurulmaya çalışsa, ya insanlar onu kovuyor ya da o gürültünün içinde bir türlü yerleşip balık tutmanın keyfini çıkaramıyordu.  Aldı çantasını ve bir bank buldu kendisine, denizi oradan görebiliyordu ve insanlardan uzaktaydı.  Öylece oturup eskileri düşünüyordu, gelip nasıl keyifle balık tuttuğunu.  Oradaki insanlara bakıyor ve içi burkuluyordu.  O deniz kıyısında bir ömür geçirmişti, ama şimdi insanlar deniz kıyısını mahvediyorlardı.  Sanki neredesin, beni niye korumadın dercesine duruyordu yaşlı adamın gözlerinde.  Yavaş yavaş bir yağmur yağmaya başladı.  Ama adam bunu bile farkedememişti.  İçindeki acı onu bütün dünyadan uzaklaştırmıştı.

                Bütün gün öylece oturmuştu bankta.  Evdekiler yağan yağmuru görünce onu merak etmişlerdi.  Karısı hem merkatan çatlıyor hem de gülüyordu.  “Çocuk gibi bu adam!  Balığa çıkınca ne havaya aldırır ne de saate.”  Diye kendini avutuyordu.  Yağmur damlaları heryerini ıslatmış ve içindeki burukluk gözlerini.  Gözleri önündeki yola bakarak yavaş yavaş dönmeye başladı evine.  Mahalleden geçerken bile kaldırmadı gözlerini.  Kimseye selam vermeden bir gölge gibi kayıp geçti mahallenin içinden.  Eve gelip, kapıyı açıp içeri girince, herkes merakla yanına koştu ama o onlara bakamıyor, konuşamıyordu.  “Bey, ne oldu sana böyle?” diye soran karısına, gözleri yaşlı bir şekilde baktı. “Mahvetmişler deniz kıyısını, mahvetmişler dünyamı.  Koruyamadım deniz kıyısını bu namussuzlardan, o da bana küsmüş almadı beni.”  Kapattı yaşlı adam yaşlı gözlerini, bir daha açmak istemiyordu.  O eski deniz kıyısını düşünmek ve keyifli günleri içinde tekrar canlanmasını istiyordu.  Karısı yanına oturup hiçbirşey söylemeden sildi yanağından düşen gözyaşını.

 

                                                                                                                16/8/97

                                                                                                                Emirgan

 

 

 

 

  

 

 

BEKLENMEYEN ÇOCUK

 

                Genç çift, yoksul evlerini salonunda oturup konuşuyorlardı.  Bu gece kesin karara varacaklardı.  Çocuk yapıp yapmayacakları hakkında.  Pek paraları yoktu ve adam çocuk fikrine pek sıcak bakmıyordu.  Kadın annelik duygularını derinden hissediyor ama çocuk yapmaktan korkuyordu.  Kesin kararları, çocuk yapmayacaklardı.  İkiside verdikleri kararın şüphesiyle, birbirlerinin koynunda bütün gece birbirlerini tutarak uyudular.

                Artık hayatları bu kesin kararın rahatlığıyla devam ediyordu.  Birden bütün hayatlarını değiştirecek bir haberin eve geleceğini bilmeden, evlerinde oturuyorlardı.  Gece geç vakitte gelen kapı tokmağı sesiyle irkildiler.  Gelen, teyzelerinin kapıcısıydı.  “Hayrola, ne oldu?  Bu geç saatte ve soğukta niye geldin?” diye merakla sordular.  “Teyzeniz…çok hasta” diye soluk soluğa konuşmaya başladı.  “Ölmekten çok korkuyor, onun için sizi hemen görmek istiyor.” Diye sözlerini bitirdi.  İkisi telaşla üzerlerini giyip, kapıcıyı at arabasına takip ettiler.

                Büyük teyze, çok zengin bir kadındı.  Şehrin dışında koskoca bir malikhanede oturuyordu.  Çok katı bir kadındı.  Hiçbir zaman evlenmemiş ve çocuğu olmamıştı.  Malikhaneye geldiklerinde, hasta kadını yatağında, onları o katı gözlerle beklerken buldular.  Kadının ölmesinden mi yoksa söyleyeceklerinden mi korkuyorlardı belli değildi.  Teyze, genç kadını el  hareketleriyle yanına çağırdı.  Kısık bir sesle başladı konuşmaya.  “Seni her zaman çok sevmişimdir, ailede başka hiç kimseyi sevmemişimdir.  Duyduğuma göre çocuk yapmıyorsunuz.  O yüzden teyzen olarak senden bir tek şey istiyorum.  Bir çocuk yapacaksınız.  Bir kız olursa benim adımı, erkek olursa babamın adını koyacaksınız.”  Kadın teyzesine cevap vermek istercesine ağzını açtı ama teyze bir el hareketiyle onu susturdu.  “Eğer istediğimi yaparsanız, herşeyimi size bırakırım, eğer hayır diyorsanız, sakın mezarıma veya buralara bir daha gelmeyin.” Diye sertçe bitirdi sözlerini.  Bunları duyan kocası, sefaletin getirdiği bıkkınlık ve gelecek paranın zevkiyle karısına kabul etmesi için başını salladı.  Karısı, teyzesine korkarak kabul ettiklerini söyledi.

                Yaşlı teyze öldüğünde, kadın hamile kalmıştı bile.  Bunun üzerine malikhaneye yerleşmiş, yeni buldukları hayatın zevkini çıkarıyorlardı.  Aslında çocuğun doğumunu sabırsızlıkla bekliyorlardı.

                Çocuk doğmuş, bir kızları olmuştu.  Kız çocuğu bakıcıların gözetiminde büyüyordu.  Karı  koca buldukları yeni lüks hayatın keyfini çıkarmak istiyorlardı.  Davetleri, yemekleri, dansları hiç kaçırmıyorlardı.  Çocuk neredeyse annesinin babasının kim olduğunu unutacaktı.

                Kız çocuğu biraz daha büyümüş artık bahçede oynamaya başlamıştı.  En sevdiği yerdi burası, doğayla iç içe olmak.  Bahçeden geçen nehir en güzel yerdi.  Annesi babası evde oldukları zaman, küçük kızlarının bahçede oynamasını seyretmeye bayılırlardı.

                Yine birgün, kız bahçede tek başına oynamaya çıkmıştı.  Annesi, babası camdan onu seyrediyordu, fakat beklenmeyen bir misafirleri gelmişti.  Hemen onunla ilgilenmeye başlayıp, kızlarını bahçede unuttular.  Hava bozmaya başlamıştı, kapkara bulutlar gökyüzünü sarmıştı.  Havanın bozmuş olduğunu gören misafir, küçük kızın nerede olduğunu sordu.  Birden karı kocayı bir korku sardı.  Dışarı baktılar ama kızlarını göremediler.  Camı açıp onu çağırdılar ama kızdan bir yanıt gelmiyordu.  Telaşla onu aramaya koyuldular, bahçede ve malikhanenin her köşesinde.  Küçük kız hiçbir yerde yoktu.  Malikhane bahçesinin duvarındaki kapının açık olduğunu farkettiler birden.  Küçük kız dışarıya mı çıkmıştı diye meraklandılar.  Koşarak nehrin üstünden geçen köprüden geçtiler ve kendilerini gerçeklerden saklayan malikhane duvarının dışına attılar.  Yol boyunca heryere baktılar, seslerini olacak yerlere yaydılar ama kız yine ortalarda yoktu.  Köprüden geçerken görmemişlerdi, nehirin dibinde sanki güle güle dercesine duran küçük eli.  Taşların arasında sıkışmış kalmıştı küçük kız.  Yolun sonuna vardıklarında batmaya başlayan güneş etrafı hüzün dolu renge boğmaya başlamıştı.  Kadın dizlerinin üstüne çökerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.  Küçük ilgisizlikten onu tek isteyen teyzesinin yanına gitmişti.

 

                                                                                                                21/8/97

                                                                                                                Emirgan

 

 

KOCA DAĞIN AŞKI

 

                Birgün, küçük bir kafede otururken, bir adama rastladım.  Sırtı çökmüş, başı eğik duran yaşlı bir adamdı.  Öylesine konuşmaya başladık.  Eskiden dağcı olduğunu söyledi, uzun yıllar önce.  Bırakmak zorunda kalmış.  Merak ettim sordum, kaza filan mı geçirmişti.  Gözü yaşlı bir şekilde kafasını hayır dercesine salladı. “Keşke öyle olsaydı, evim olan dağ yok oldu , bir daha dağ tırmanamadım,”  diye başladı sözlerine  ve anlatmaya başladı koca dağın aşkını;

                “Bizim orada muhteşem bir dağ vardı, tepesi her zaman beyaz, gökleri delen kocaman kayalardandı.  Etrafındaki bütün dağlar ona saygıyla eğilirlerdi.  İşte bu dağ benim en sevdiğim yerdi.  Ne zaman bir derdim olsa, bu dağa tırmanır onunla dertleşirdim.  Zamanla oda bana alıştı ve benimle konuşurdu.  Uzaklarda bir dağ daha vardı, zarif, yemyeşil bir dağ.  Bütün gün Koca Dağ o dağı seyrederdi.  Birgün bahsetti ona olan aşkından.  Ona nasıl gölgesiyle uzanmaya çalıştığından ama gölgesinin ona hiçbir zaman erişemediğini söyledi.   Koca Dağ yavaş yavaş çöküyordu.  Aşkı onun içini parçalıyor, dağılmasına sebep oluyordu. Ne yapıp edip, bu dağa yardım etmem gerekiyordu.  Bu dostumu en gerektiği zaman nasıl yalnız bırakabilirdim.  Kaç gece düşünmekten uykusuz kaldım.  En sonunda etrafındakilere de sorayığım dedim.  Dağlarla, kuşlarla, ağaçlarla, nehirlerle konuştum.  Kuşlar güneşe uçup onun ufuktan kaybolmadan önce biraz havada asılı kalmasını isteyeceklerdi ki Koca Dağ’ın gölgesi o güzel dağa ulaşsın.  Bütün dağlar sularını nehire daha çok bırakacaktı, nehir daha gür ve kuvvetli aksın diye.  Nehir de Koca Dağı taş taş, parça parça o güzel dağın yanına taşıyacaktı.  Ağaçlar arkadaşlarına haber salıp, koca dağın toparlamasını sağlayacaktı.  Bütün bu planları Koca Dağa söyledim.  Razı olacak mıydı, eski ihtişamını kaybedecekti.  Koca dağ onun için herşeyi yapacağını söyledi.  Bizde planımızı uygulamaya koyulduk.  Kuşlar güneşe uçup anlattılar ona durumu. O gün günbatımında, güneş ufukta asılı kaldı.  Koca Dağ gölgesiyle uzandı, dokunuverdi o güzel dağa. İlk defa o ihtişamlı dağın gölgesini üstünde hisseden güzel dağ parlayıverdi.  Karşılık vermişti Koca Dağın aşkına.  Güneş ufukta kaybolup geceyi getirdi.  Gece bir mutlulukla yayıldı herkesin üstüne.”

                “Sabaha karşı etraftaki bütün dağlar sularını nehire bırakmaya başlamışlardı.  Nehir coşkulu bir şekilde akmaya başladı.  Koca dağın parçalarını koparıp, güzel dağın yanına götürmeye çalışıyorlardı.  Yavaş yavaş Koca Dağ parçalanıp çöküyordu ve güzel dağın yanında yeniden kurulamaya başlıyordu.”

                “İşte buraya kadar herşey iyi gidiyordu.  Ama ne yazık ki planda olmayan birşeyler oldu. Kaybolmasını ve nehrin beklenmedik bir şekilde gür akmasını gören insanlar, olayı araştırmak için adam gönderdiler oraya.  Bir baktık ki, onların arkasından bir sürü araç, gereç geldi ve Koca Dağ ile güzel dağın ortasında bir yerde baraj yapmaya başladılar.  Kocaman bir duvar ördüler ikisinin arasına, Koca Dağın parçaları, oracıkta oluşan gölcüğün içine dağıldı.  Artık güzel dağı göremeyecek bir şekilde çökmüştü.  Diğer dağların arasında kaybolup gitmişti.  Güzel dağ ise, aşkını artık göremeyince kurudu, ağaçları tek tek soldu gitti.  O görkemli dağların üstüne tümüyle bir hüzün çöktü.  Oraya gelen araştırmacıların konuşmasını duydum bir kere.  Anlayamamışlardı olup biteni.  Sözde, o baraj orayı yeşertmesi ve daha güzel yapması gerekirmiş.  Dayanamadım, ‘Siz doğayı bilmiyorsunuz, Koca Dağın aşkını öldürüp, gözyaşlarını kullandınız.  Burası, siz ne yaparsanız da yeşermez,’ diye haykırdım.  Hepsinin boş bakışlarının içinde kalkıp terk ettim oraları, dayanamazdım orasını o şekilde görmeye.  O gün bugündür nefretimin içinde saklanıyorum.”

                Dağcıya söyleyecek birşey bulamadım, bütün sözlerim boğazımda tıkalı kalmıştı.  Ayağa kalkıp bana acı dolu gözleriyle, sanki teşekkür edercesine bir baktı.  “ Aşk herşeyi yener derler” durdu, cümlenin sonunu getirmeden gülerek ve başını sallayarak dışarı çıktı.

 

                                                                                                                4/10/97

                                                                                                                Burdur   

 

 

 

 

 

 

 

HİLAL

 

                “Hadi Mehmet!  Oyuncak dükkanına gidelim,” dedi Bayan Kaya, Mehmet’in annesi.  “Biliyorum, o eski kırmızı kamyonunu kaybettiğin için üzülüyorsun, o zaman sana yenisi alalım.”

                “Olur anneciğim” diye haykırdı Mehmet ve kapıya doğru koştu.  Annesinin önerisine epeyce sevinmişti.  O eski oyuncağını bir yerlere bırakmıştı ve bir türlü bulamamıştı.  Kaybettiğine çok üzülmüştü, ama annesinin oyuncak dükkanına gidip, yeni bir oyuncak alma fikrini duyunca sevincinden deliye döndü.  Kırmızı kamyonuyla çok oynamıştı ve sıkça yeni bir kamyon alsa ne olur diye düşünmüştü.  Bu onun için iyi bir fırsattı.

                Bayan Kaya arabayı parkeder parketmez,  Mehmet arabadan atlayıp oyuncak dükkanına doğru olanca gücüyle koştu.  Annesi gülerek “Mehmet, anneni bekle yavrum.  Ben senin gibi koşamam ki.”  Annesi oğlunun bu kadar heyecanlı olması yüzünden çok mutlu olmuştu.  “Hadi Anne!” diye bağırdı Mehmet, dükkanın kapısında zorlanarak.  Annesi gelip, kapıyı onun için açtı.  “Hadi bakalım, dikkatli ol, birşeyi kırma.  Dikkatli ol dedim!”  Ama Mehmet onu dinlemiyordu, o kendi dünyasına dalmıştı.  Oyuncak mağazasına fazla gitmezdi, ender yaptığı ziyaretlerde, sadece oyuncaklara bakardı ve birşey almazdı.  O kırmızı kamyon tek oynadığı oyuncaktı.

                Ne istediğini çok iyi biliyordu.  Arkada duran kamyona doğru yürüdü.  Çok güzeldi, kırmızı, mavi ve beyazdı.  Tabi, bu kamyon diğer kamyonlardan daha gösterişliydi, parlak kolları vardı, ama onun ötesinde boştu.  Kırmızı kamyonunun küçücük adamları vardı.  Bazıları kamyonu kullanır, diğerlerini arkaya koyardı.  Mehmet bu kamyonla biraz oynasa, kamyondan daha da hoşlanacağını düşündü.

                “Evet, istediğin oyuncak bu mu?” diye sordu annesi.”Bilmiyorum…”  diye düşündü içinden, “Bu kamyon daha iyi ve gösterişli.  Aslında yeni, daha iyi bir şey almam gerekir,” en sonunda annesine dönüp “lütfen” dedi.  Annesi kamyonu eline aldı.  Birden gülümsemesi kesildi, oyuncağın fiyatını görmüştü.  “Şey… bunun ne kadar olduğunu biliyor musun?… Hayır, bildiğini zannetmiyordum.  Bu epeyce pahalı.  Bunu almamı istiyorsan bugün parka gidip oynayacağına, evde kalıp bana yardım etmen gerekiyor.  Tamam mı?”

                “Tamam, anneciğim!”  Bu yeni oyuncağı istiyordu.  Annesi yine gülümsedi ve beraber kasaya yürüdüler.  “Nasılsınız, küçük bey?” diye sordu kasadaki bayan ama Mehmet cevap vermedi.  O anda Hilal’i, eski kırmızı kamyonunu düşünüyordu.  O kamyonu çok severdi ve onu çok özlemişti, ama ondan sonra gülümsedi ve “iyiyim, teşekkür ederim.  Bu yeni kamyonu aldığım için çok mutluyum” dedi.

                Kasadaki kadın, bu geç gelen cevaba şaşırmıştı, ama Mehmet’e gülümsedi.  Annesiyle arabaya doğru yürürken, Mehmet dönüp annesine teşekkür etti.

                Eve giderken Mehmet hiç konuşmuyordu.  Annesi ona yeni kamyonu ve diğer şeyler hakkında sorular soruyordu, ama Mehmet yine kendi dünyasına dalmıştı.  Eve gidip yeni oyuncağıyla oynamak için can atıyordu. Önce gülümsüyordu, sonra suratındaki ifade değişti.  Hilal’i düşünüyor, o eski günleri hatırlayıp, onu ne kadar özlediğini farketti.

                Eve geldiklerinde Mehmet yeni kamyonuyla oynamaya başladı.  Abdullah Amcası gelene kadar mutluydu.  Amcası, “görüyorum o eski kamyondan kurtulmuşsun.  Artık bu yeni kamyonu gördükten sonra, o eski döküntüyü bir daha görmek istemezsin,” dedi düşünmeden.  Mehmet ona, anlamamış ve kızgın bir şekilde baktı.  “Hayır”, cevabı buydu, kısa ama sert.  Bu cevaba şaşıran amcası bir süre daha ısrar etti ve ondan sonra çekip gitti.  Annesi içeri girdi, “üzülme tatlım, Abdullah Amca, Hilal’in senin için ne kadar önemli olduğunu bilmiyor.”  Sonra eğilip onu öptü.  Mehmet, annesinin onu anladığı için çok mutlu olmuştu.  Annesine gülümsedi ve oynamaya devam etti.  Artık kamyonun içine koyabilecek küçük adamlar bulmuştu ve daha heyecanlı bir şekilde oynuyordu.

                Yemek saati gelmişti ve yemekte Mehmet sessizdi.  Yemekten sonra annesi onu odasına götürüp, onu yatağına yatırdı.  Annesi çok anlayışlıydı, onu rahatlatıyordu. “İyi geceler canım! Tatlı rüyalar.”

                Mehmet uykuya, Hilal’i ve yeni kamyonunu düşünerek daldı.  Annesi yanlıştı, hiçte tatlı rüyalar görmedi.  Rüyasında, Hilal’i bulduğunu ama artık onu beğenmediği için attığını gördü.  “HAYIR! HAYIR!” diye bağırarak uyandı.  Gözleri yaşlarla doluydu.  Kendi kendine Hilal’i hiçbir zaman unutmayacağına dair yemin etti.  Hiçbir zamanda unutmadı.

 

                                                                                                                ../../90

                                                                                                                Denver