MUHTEMEL HUKUK TATBİKATIMIZIN TEMELLERİNE SONDAJ DENEMESİ

Kerim Bâkî

 

 

I- TEŞRİH VE İŞARET


1) Bu azîm meseleyi sağlam temeller üzerine istinad ederek vuzûha kavuşturmak için; Osmanlı ve diğer müslüman devletlerde hukukî eserleri ve tatbikatları ile öne çıkmış fukahânın mirasından istifâde edilmesi, günümüz hukuk tatbikatı ve nazariyatına dâir temel kaynaklarımızın tetebbû edilmesi gerekir.

2) Faydalı bir eser; doğru tatbikatın prensiplerini anlatan mecmua vesâir hiçbir malzeme; "aman efendim bunları herkes biliyor; klasik sözler, risâleler falan" misüllü istihfaf ve istihzâ dolu qîl u qâl ile bir kenara atılamaz. Haddizâtında, hukuk vicdanlarda teressuh etmiş, çağlara damgasını vurmuş ana kâidelerden neş'et ederse itibar bulur. Hukuk dâvâsı, ne onun-bunun keyfine ve hevâsına göre tercih edilmiş şâzz görüşlere, ne de katî ilkeleri, nassları tatbik edecek bir otoritenin mevcut olmadığı bir yerde dahi, "içtihad isterük!" nârâlarıyla ortalığı velveleye veren çilesiz kişilerin oyuncak çözümlerine itimad edilerek hâlledilir. Hukuk dâvâsı, nizâm dâvâsıdır. Nizâm dâvâsı ise sancıdır, azabtır; hele hele günümüzde, ancak harikulâde bir cesâreti, kuracağı nizâma muhalif güç merkezlerine karşı şiddetli bir isyânı, kor misâli kalbinde taşıyabilen dîvânelerin dâvâsıdır.

3) Gönlünde bu ızdırabı taşımayan bir nasibsiz, İslâm hukuk tarihi boyunca yazılmış bütün kitabları ezbere bilse, günümüz sistemlerinin "alınabilir ve faydalı" yönlerini tek tek işaretleyecek kadar literatüre hâkim olsa; -dikkat buyurunuz- onu güdecek ve temel ilkelerden saptığı zaman uyaracak samimi ve çileli bir baş mütehassıs kalkıp onun omuzunda dikilmedikçe, her ân inhıraf etmeye müsait ve şâzz kavilleri cem ile hevâsını hâkim kılmaya müteveccih bir "Bel'am" olarak zuhur edecektir karşınızda! Zîrâ, nasibsiz adamların çoğu, dâvâyı en başta yüreğinde kaybetmiştir. Bildiği şeylerin tatbik edilebileceğine aslâ inanmıyordur. Dolayısıyla böyle bir profesör, bir zamanlar okuduğu doğruları dahi, ağzını eğe eğe, muhatabından korka korka anlatır. Zîrâ nasibsiz ve ızdırabsız profesör ruhen mağlubtur; muhatabını etkileyeceği yerde, onun etkisi altına girer. Böyle birini uzaktan seyredin; panelin veya açık oturumun başında kem-küm ederek gûyâ savunduğu bazı hakikat kırıntılarını dahi tek tek satacak, yarım saat yahut bir saat sonra "kendi anlattığı şeyin özü, muhatabınınki ile aynıymış, arada bir fark yokmuş" gibi bir pozisyona düşecektir. Zîrâ, öteden beri o da inancını kaybetmiştir ağzında gevelediği şeylere; lâkin, takibçileri indinde nifakının ve fırıldaklığının gün yüzüne çıkması için, bu tür vesileler gerekmektedir. Bu fırıldak tipler, niye böyle davrandıkları soruldukta; "tebliğ için; kalbleri ısındırmak için mülâyim ve muvâfık kelâm eyledik" derler. Oysa İslâm, izzet dinidir; gücü, kudreti, cesâreti ön plânda tutan bir dindir. İslâm, gücü ele geçirmenin ve mazlumu zâlimin elinden kurtarmanın dinidir; gerektiğinde yalancılara ve alaycı züppelere karşı hakikati bir tokat gibi aşketmenin dinidir! Kaldı ki, "tebliğ, tebliğ" diyen pekçok ahmağın anlamadığı bir husus da şudur ki; kendi bâtıl dâvâsında samimi bir şekilde çalışan kafası karışık tiplere karşı nasıl yumuşak ve anlayışlı davranmak, meseleleri tedrîci olarak izâh etmek geçerli bir tebliğ metodu ise; alaycı, inkârcı hâinlere, zâlimlere karşı hakikati en çıplak, en güzel hâliyle haykırmak da geçerli bir tebliğ metodudur. Bazı salakların; hattâ hıyânet derecesinde tavizler veren ve bu tavizleri, "tebliğ yapıyoruz, bu kadar da olur" diyerek savunan pisliklerin malûmu olsun ki, beşer ruhu zaman zaman komplimanlara, yumuşak muameleye meyletse de, güce, gücün hakikati haykıran bir dil tarafından ete kemiğe bürünmüş hâline daha çok meyleder.

İslâm izzetin dinidir; süklüm püklüm duran; hakikati binbir yamuk te'ville örten korkakların dini değildir. Korkak adam, ezildikçe kâr ettiğini zanneder; oysa manevra sahasını daraltmış; sadece biraz mühlet koparabilmiştir küstah muhatabından! Muhatabı ona daha da yüklenecek; nihayet onu itibar edilmez bir gübre böceği derekesine indirecektir. Oysa cesur kişi hakikati savunur; ölürse bir kere ölür, kendinden sonra yüzlerce ölü ruha hayat verir; sağ kalacaksa vicdanı rahat ve Rabbiyle barışmış bir hâlde mücadelesine devam eder; etki çemberi de genişler... "Sosyal değişim" ise yukarıdan da olur, aşağıdan da! İdeal olanı, iki taraftan birden gerçekleşmesidir. Fazla yumuşak ve demokrat havasına bürünen avanak (yahut hâinler) bilmezler mi ki, dünyanın en yaman değişimlerinde şiddet kullanılmış ve tavanın tabanla lehimlenmesi için hiçbir fedâkarlıktan kaçınılmamıştır.

Hayatın "iki kere iki dört eder" kabilinden bazı sade hakikatleri vardır. Eğer bir ülkede ahlâksızlık ve sapıklık televizyonlarda sonuna kadar teşvik ediliyor; milyonlarca insan açlık sınırındayken kumar programı seyrediyor; generaller ve gavur politikacılar, bin yıllık özbeöz İslâm kokan bir tarih ve toplum önünde kuduz köpekler gibi şeriate saldırıyor; en temel haklar ihlâl ediliyor; doğum tarihi ülkeninkiyle aynı olan ve rejimin sembolü olan bir banka reklamında, vatanı soyup soğana çeviren sanayiciler, sabetayistler, gavurlaştırmada katalizör rolü oynayan sanatçı döküntülerinden başka kimse rol almıyorsa, o rejimin ve temsilcilerinin gerçek bir halk tabanı kalmamış demektir.

Sadece ve sadece İslâm'ın bir emrini savunduğu için bir kadını tartaklayan polis, akşam evine geldiğinde acaba hangi hâlet-i ruhiye ile televizyonunu açar? Kalbinde bu ülkenin temel inanç manzûmesine zerrece yer vermemişse, bir sömürge idaresinin paralı eniği gibi zevkle seyredecektir o görüntüleri! Ama kum tanesi kadar imânı varsa ya intihar etmelidir; yahut kendisini bu yaman çelişkiye düşüren büyükbaşları bir "kurt" gibi takib etmeli ve boş ânını bulduğu ânda gereğini yapmalıdır! Eğer bu safhaya gelmişse polislikten çıkmak yok! Gerekeni gerektiği gibi yapmak vacib olmuştur ona! Allah'a imân eden ve mahşerdeki hesabı düşünen her mü'min, elindeki imkânı tam zamanında kullanmak zorundadır.

"Böylesine teorik ve serinkanlı yazılması gereken bir mevzuda, niçin bu kadar hissiyatlı kalem oynattığımız" suâli vârid olursa, az önce zikrettiğimiz cümleyi tekrarlarız: "Hukuk dâvâsı, nizâm dâvâsıdır. Nizâm dâvâsı ise, aradığımız nizâmın olmadığı yerde, direniş, koğuşturma ve işkenceye mevzu olacak bir dâvâdır!" Bu son saydıklarımızı hangi adam soğuk ve ruhsuz bir üslûbla anlatabilir ki? Gûyâ "kendi yurdu"nda üçbuçuk dönme kadar hayat hakkı olmayan; tarihinden, vicdanından, inancından, benliğinin tâ derinliklerinden gelen talebleri dilinin ucuna bile getirmekten menedilen bir topluluk ve bu topluluğun çilekeş ferdleri isyân etmesin de, kim isyân etsin? Gerektiğinde Hazret-i Ömervâri bir hiddeti gösteremeyeceksek, hangi yüzle çıkarız "Rûz-ı Mahşer"e?..

"Devlet", "hukuk", "ana ilkelerden sapmadan yenilenme" gibi mefhumları her ağzına dolayan -ilâhiyatçı yahut gazeteci; öğrenci yahut vâiz herkes-, derhal Hazret-i Ömer'i misâl verir de, ondaki nizâm ve hukuk anlayışının yüzyıllarca dilden dile aktarılışındaki ana müessiri; o "Ömervâri şiddeti" kimse anlatmaz. Anlatan varsa da azdır. Hukuk tek kelimeyle "adâlet" dediğimiz şeydir. Hakiki adâleti ancak aşkla, sevdayla tutabilirsiniz içinizde ve çevrenizde. Ve ancak bu işin kara sevdalısı iseniz, Hz. Ömer gibi şiddetli, Hz. Ömer gibi merhametli olabilirsiniz!

4) Gönlünde bu ızdırabı taşıyan nasibli ve çileli âlimler, zaman zaman hatâlar yapmış ve birbirlerini kıyasıya tenkid etmiş olsalar dahi, artık ellerini şakaklarına götürmeli, dizginleri ele almalıdırlar. Nasibli ve çileli âlimlerden kasdımız: Ehl-i Sünnet itikadına bağlı; ilâhiyata dalmış münkir bir tasavvufu değil, Şerî ölçülere mutabık bir tarikat ve tasavvufu tasdikleyici; yaşadığı cemiyetin ana meselelerinden haberdar; hukukun tüm sahalarında, yahut belli sahalarında derinleşmiş; kendi tarihini iyi bilen, ne zaman kimden tekme yediğinin, hangi hâinler tarafından köle ve sürü hâline getirildiğinin farkında olan; şu âna kadar hiçbir şey yapamamış olsa dahi, daima gerekli yerlere karşı hıncını muhafaza eden; olgun, seçkin, kaliteli ve cesur adamlardır. Ve bu adamlar belirli meselelerde çözüm üretme seviyesine çıkmış olsalar dahi, -zîrâ mutlak içtihad artık mevzu bahis değildir-, şu ânda iktidar ve nizâmın İslâm'da olmadığını bildikleri için, zâlimlere karşı isyân hâlindedirler; televizyonlara çıkıp, pişkin pişkin içtihaddan bahsetmezler.

Kısaca biz, teyze adamları, sistem yağcılarını, tarihî geleneğimizin gereği olan nisbetleri hiçe sayıcı; sürekli şâzz ve qîle temelli görüşlere saplanıcı; ruhu münharif, suratı şabalak, gönlü öfkesiz, bedeni sarsak, şiî borazanı, vahhabî hayranı, Osmanlı düşmanı tipler istemiyoruz. Bu tiplerin mebzûl miktarda bulunduğunun da farkındayız. Bu tip "pürüfüsür"lerden "tevbe-i nasûh" ile ıslah olanlar çıkarsa, onların da ancak "teknik mevzular"da istihdam edileceği, aslâ belirleyici ve yön tayin edici mevkîlere konulmayacağı kanaatindeyiz. Zîrâ bu tiplere karşı hiçbir güvenimiz kalmamıştır. Biz gençler olarak, onlara ne kadar kredi verdiysek, hepsini bitirdiler, çarçur ettiler. Zaman zaman erkekçe çıkan seslerinin bir müddet sonra sisteme dönük yağcılık ve sapkınlık histerisi ile hünsâvârî mırıldanmalara tahavvül ettiğini gördük. Evet, Türküyle, Kürdüyle, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Arnavutuyla "genç adamlar" olarak talebimiz budur...

Kendine âit nizâmda yaşayamamış olmak hasebiyle, zaman zaman hâdiselere dar bir çerçevede, ama samimiyetlerinden gelen bir sakınımla bakan; ve bu bakış ile günümüze kadar temsilci yetiştiren Şark âlimlerine şükran borçluyuz. Yakın tarih okuyucuları bilir ki, İstanbul "dâru'l ilm" olma özelliğini kaybedip, münferid çabalar dışında verimsizleşmeye başladığı sıralarda; Şark'taki medreselerde, -bazı yönlerden eksik de olsa-, köklü bir eğitim devam etmekteydi. Bugün bile ilâhiyatlardan tutunuz da, hukuk fakültelerine kadar; eskimez yazıyı bilen, büyük hukuk âlimlerimizin Osmanlı Türkçesi'yle kaleme aldığı değerli risâleleri okuyabilen, Arabça ve Farsça'dan haberdar, kaliteli ve derin tetkikçiler, ya Şark usûlü medreselerde yetişmişlerdir, yahut bu tür medresede yetişmiş bir âlimin -bazı yeni usûlleri ve kitabları ekleyerek-, yürüttüğü güzel bir programdan geçerek eğitimini tamamlamışlardır. Bu gözler, sağlam bir itikada sahib, Şafiî mezhebine mensub öyle kaliteli, öyle cesur, öyle zekî Kürt âlimleri gördü ki, kimbilir onların çabaları olmasaydı; Osmanlıca, Arabça ve Farsça bilgisi, İslâmî ilimler eğitimi tamamen sekteye uğrayacak ve Anadolu halkı, Garb'ın gavurlaştırmaya yönelik saldırısı karşısında büsbütün dayanaksız kalacaktı. Dolayısıyla, "Biz" ve "Öteki" şuuru tamamen kaybolacak, yeni yetişen şen sıpa nesli, toptan Truva harabelerine, Hitit tabletlerine tapınarak, Oratoryo ve Opera dinleyen, şahsiyetsiz ve bunalımlı tipler hâline gelecekti. Hakikat şu ki, hareketin olduğu yerden bereket çıkar. Şark hareketliydi ve bereketli âlimler doğurdu.

5) Savunmacılığın ve yaranmacılığın vakti doldu! Efgânî ve şürekâsının tezgâhından geçmiş aydınlar, yazarlar ve bilgiçler, İslâm dünyasına hiçbir ciddi ve kalıcı zafer kazandıramamıştır. Bilakis, kalıcı fitnelerin, USÛLSÜZLÜKLERİN, metodsuzlukların müsebbibi olarak daha da sapkın aydın bozuntularının ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır.

6) Topyekûn dirilişin, nihayetinde bir metod, eylem ve imân meselesi olduğu; hukukun da bu diriliş içinde belirli bir metod dahilinde ortaya konulabileceği; hukukta metodu ve mezhebi olmayanların -kendileri telaffuz etsinler yahut etmesinler, farkında olsunlar yahut olmasınlar-, mefhum anarşisi ve "edebsizlik metodu"nu takib ettikleri; bu yolun ise gençler arasında çok ciddi bir inanç ve hukuk anlayışı erozyonuna sebeb olduğu artık bütün akl-ı selîm sahibleri nezdinde müsellem bir hakikattir.

7) Osmanlı Devleti'nin siyasette umûmiyetle Türk devlet geleneğine, hukukta Şeriat'a, yâni dört hak mezhebten Hanefîliğe; ve bu çerçeve içinde Şeriat'ın reddetmediği ÖRF'e istinad ederek, yüzyıllar boyu ayakta kaldığına; farklı ırkları böyle yönettiğine şâhid oluyoruz. Dolayısıyla bizim hukuk usûlümüzde, "Şeriat'ın temel ölçüleri ve bu temel ölçüler dahilinde çözüm üreten insanî selîm duygu ve fikir" esastır. (Bkz. Necib Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., s. 260) Tarihteki en yakın referansımız, bu çağı anlayıcı bir mantıkla ortaya konmuş "Mecelle"dir. Dikkat edilsin; Mecelle'nin derin mânâsında, Şeriat'a sarılmak ve özden kopmadan çözüm üretmek arzusu vardır. Bazılarının vehmettiği gibi "sekülarizasyon" talebleri vs. yoktur!

8) Bir anlamda Hanefîliğin ihyâsı gibi de anlaşılabilecek bu yenilenme, aslâ çözümsüzlük ve taassub mânâlarına çekilemez. Ân gelmiş, çok kavimli eski devletlerimizde belirli bölgelerin meyli ve örfü, o bölgelerde hüküm verecek hâkimlerin mahallî mezhebe ve örfe muttalî olmasını gerektirmiş; ân gelmiş, iktidarı elinde tutan Hakan ve âlimler bazı meselelerde, bir mezhebin görüşünü öne çıkarma selâhiyetini kullanmışlardır. Aynı şekilde, Başyüce de, Ulűlemr sıfatını hâiz olarak, hukuk âlimleri konseyinden aldığı rapor doğrultusunda, başka bir mezhebten de olsa münasib kavli tercih edebilir. Ne konseyin raporu, ne de Başyüce'nin tercihi, anarşi, telfik ve metodsuzluk olarak yorumlanabilir! Zîrâ ana esaslar yine belli bir metoda dayanmaktadır.

9) Kısaca; -bazı bölgelerde, dâimî pürüze sebeb olan mezhebî ihtilafların son bulması için-, icabettiğinde, âlimler konseyi başkanının, Başyüce'nin izni ve desteğiyle verdiği karar, tüm bölgelerde aynen ve teferruatıyla tatbik edilir; herhangi bir bölge halkının mezhebî temâyülü buna muhalif olsa bile! Zîrâ gerek Abbasîler'de gerekse Osmanlılar'da görüldüğü üzere, hukukî mezheb ve metod ihtilafı genelde problem çıkarmıyorsa da, zaman zaman farklı uygulamaların aynı ânda aynı şekilde öne çıkması ciddi krizlere sebeb olmaktadır. O hâlde; ihtilaf krize yolaçtığında âlimler konseyinin ortaklaşa vereceği karar hakem olacaktır. Bunun başka yolu yoktur. "Çok hukukluluk" vesâire fantazyaları ileri süren ahmak soylular bilmezler ki, iş pratiğe dökülüp koca bir devlet idaresi sözkonusu oldukta, teşrî yetkisi belirli bir merciin elinde olacak, sadece temel kararlarda tabiî olarak, muayyen bir usűl öne çıkacaktır. Müslüman olmayanlara ayrı bir hukukun tatbik edildiğini sananlar ise hayâl âleminde yaşamaktadırlar. Zimmîlerin durumu hukukumuzun büyük ve teferruatlı binâsı içinde yer alan bir bölmedir. Onların nelere mezun olup olmadıkları, hakları, v.s. yine devletin asıl sahibleri olan İslâm ehli tarafından tesbit edilir. Zimmîlerin kamuyla ilgili oldukları sahalarda (ceza hukuku vesâire) zaten devletin hukuku uygulanır onlara! Evlilik gibi kendi iç örflerine, inançlarına müstenid hâllerde ise kendi ritüellerini takib ederler. Lâkin nikahın ilânı ile haklar terettüb edeceğinden, yine bu hakların takibi vesâir mevzularda Başyücelik Devleti'nin hukukuna tâbidirler. Bazıları çok meraklı olabilir: Lâiklerin müslümanlara gösterdiği (müsâade ettiği) şeylerden daha fazlasını âdilce alacaklardır; itaat ve sadâkat şartıyla!!!

Gayrı müslimlerin "ayrı bir hukukları olduğu" yollu zanlar ve ifâdeler hiçbir ilmî temele dayanmamaktadır; hattâ, ruhen mağlub olmuş, kendini "eskiden gettolarda yaşayan" zimmî gibi gören ve "hiç olmazsa onun hakları bende olsun" diyen aydıncıkların lâf salatalarından ve yaranma ruhiyatı ile yumurtladıkları hezeyanlardan ibarettir.

10) Herşeyi yerli yerine oturtacak olan hukuk düşüncemiz ve tatbikatımız karşısındaki temel engeller, kanaatimizce şu maddelerde özetlenebilir:

a) Yürürlükte olan hukukî sistem, görüş ve uygulamaların en mütekâmil, en problemsiz, yahut problemleri çözebilme hususunda en başarılı sistem, görüş ve uygulamalar olduğuna dâir umumî zan. Bu zan, doğrudan güç sahibleri tarafından dâimî sűretle propaganda edilmekte, alternatif yollar arayan tetkikçileri de manevî zaafa uğratmaktadır. Dolayısıyla ismi müslüman, kendisi Türk, Kürt, v.s. olduğunu iddia eden nice tetkikçi, herhangi bir alternatif sunma çabasına girdiğinde, mağlub ruhiyatıyla, yamuk te'viller yapmaktadır. İslâm'ı yıkık bir binâ sanıp, dışkıyla sıvama ve tamir etme psikolojisi!

b) Alternatif olarak İslâm Hukuku'nu savunanların bir kısmı, tarihî gelenek, metod, mezheb gibi hususlarda hakikaten bir gaflet ve basiretsizlik numûnesi sergileyerek, tam anlamıyla dağınıklığa, fikir ve inanç anarşisine, mesuliyetsizliğe düşmüşlerdir. Dolayısıyla hukuk adına Vahhâbî, Şiî, v.s. yorumları benimsenebilmektedir.

c) Adı müslüman bir kısım hâin ise gönüllerinde şeriat ve hukukî geleneğimize zerrece itimad kalmadığı hâlde, "İslâm'ın müsamahası", "İslâm'ın akılcılığı" gibi birtakım klişe lâfların arkasına sığınarak, bugün halkı müslüman olan pekçok ülkede mer'î olan ve tamamen montaja dayanan yamuk hûk düzenini, sözde "dinî", "İslâmî" mefhumlarla meşrű hâle getirme temâyülleri içindedirler ki, haddizâtında İslâm'ın hukukî bir yönünün bulunduğuna ve umumî siyasete dâir emirler manzûmesine sahib olduğuna da inanmamaktadırlar. Din onların nezdinde ancak, biraz vicdan ve biraz "folklor"dan ibarettir! Onların kalblerindeki hastalık "İslâm'ın eksik olduğuna" dâir zanlarıdır.

d) Umumî temâyüllerine bakıldığında samimi, ama ilaç olarak sarıldıkları kitablara bakıldığında ise yitip gitmeye mahkûm zavallı, kafası karışık tipler... Bu fırka, şu ânki problemlere gözattığında çözümü derhal buluverir: İçtihad, mekâsıd, ahkâmın değişmesi, maslahat vesâire... Oysa mesele onların zannettiği gibi kolay değildir. İçtihad nârâsı bir borazan gibidir, kimin öttürdüğüne bağlıdır! 100 seneden beri İslâm dünyasında bangır bangır öttürülmekte, hattâ bazı tağutî(!) devletlerin resmî "söylem"i hâlinde ilân edilmektedir. Bugün Efgânî bereketsizinin açtığı yolda, "içtihad, içtihad" diye bağıranların ruh soyundan gelenler, neredeyse tüm İslâm âleminin ilâhiyatçı kadrolarını, yönetici tayfasının bir kısmını ve işkencehânelerde sorgu şâhidi olan istihbarat uzmanlarının danışmanlarını oluşturmaktadır. Mısır'ından Ürdün'üne, Fas'ından Cezayir'ine, devletin ve resmî eğitim müesseselerinin en yetkili ağızları, ya eski tüfek "içtihadçı", yahut yeni moda "tarihselci"dir. VE UMUMÎ OLARAK ÜLKELERİNDEKİ MAZLUMLARIN SAYHALARINA KULAK VERMEMEKTE, DİNİN TEMEL RÜKUNLARININ AYAKLAR ALTINA ALINMASINA BAĞIRA BAĞIRA İSYÂN ETMEMEKTEDİRLER! Dolayısıyla çözümü sadece içtihadda aramak ham hayâldir, hattâ aşırı gidilirse imân zaafına yol açar; cihad kaçkınlığının delili olur!

Mekâsıd; hani şu "usűl-ü fıkıh"daki mekâsıd bahsiyle, bu bahsin iyi anlaşılması ile "şıppadanak" dertlerimizin çözüleceğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bir kere bu bahis son derece spekülatiftir. İsteyen istediği yere çekebilir. Mekâsıd vesilesiyle Şâtıbî'ye durup dururken atıf yapan, olmadık yerde ıslahtan dem vuranların bilmeleri gereken bir gerçeği hatırlatmak isteriz: Tunus'ta mekâsıd işini kendi lehine kullanmak isteyen Burgiba namaz vakitlerini üçe indirmek, bu suretle, ibadet gibi bir sahada dahi "mekâsıd"a uygun davranılacağını(!) göstermek istemiştir. Yâni mekâsıd bahsini evirip çevirmek, ona buna bir misyoner ihtirasıyla anlatmakla paçayı kurtaramazsınız! Kaldı ki, "hükümlerin maksadları" bahsini kendi mantığıyla ele alan uyanık bir münâfık da, çaktırmadan Şeriat'ın ilgâsının gerekli olduğuna ve sizin "temel muhkem nass" dediğiniz şeylerin de, aslında birer ritüel olduğuna inandırabilir sizi. Zîrâ eskilerin "cevazın karnı geniştir" demesi gibi, bugün de "mekâsıd bahsinin karnı genişletilmiştir." Bazı küçük usûl hatâları olsa da, derin bir âlim olan İmam Şâtıbî'nin samimiyetinin zerresini taşımayan sözde din doktorları(!), Amerika'da, Tunus'ta ve Fas'ta mekâsıd adına Şeriat'ın neredeyse yekűnunu "şekil ve ritüel" olarak görmeye başlamış, "temel maksad insanın mutluluğu, varsın çekilsin önümüzden faiz, zekat ve siyasetle ilgili şeklî(!) hükümler!" demişlerdir.

Ahkâmın değişmesi meselesi ise ayrı bir fasıl! Şeriat'a gönül vermiş uzman bir hukukçu bilir ki, burada maksad; "örfe, maslahata, v.s. müstenid evvelki içtihadların; örfün, maslahatın, v.s. uğradığı tebeddülatla değişmeye açık olduğu" hakikatidir. Yâni değişen; zaman, zemin ve milletin değişmesiyle değişen örf! Buna bağlı olarak da eski içtihad! Yâni daha açıkçası, hiçbir muhkem nass değişmemektedir! Örf, zaten Şeriat'ın temel ilkeleriyle çelişmiyorsa referans olabilir! Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin ve mevzu uzmanlarının bu kâideyi hangi çerçevede nasıl anladıklarından haberi olmayanlar, (yahut haberi olup da kamuya bildirmeyenler), pörsümüş tarihçi döküntüsü malûm "lekeli yüz" gibi, ikidebir ekrana çıkıp, aziz İslâm hukukunu, "karaktersiz ve ilkesiz bir müsvedde" derekesine indirecek beyânatlar vermesinler! Örfle ilgisi bilindikten sonra elbet "Ahkâmın Değişmesi" bahsi, ilmî bir seviyede anlatılır ve kitablaştırılabilir. Böylesine söz yok!

"Maslahat" bahsini de ısıtıp ısıtıp sofraya koymanın, hukuk geleneğimize bir katkısı yoktur. Nizâmın ve devletin size âit olmadığı yerde, her önüne gelen, "maslahat şunu gerektiriyor" diyerek, nasslara tamamen aykırı, acâib zırvaları, "İslâmî tecdid", "büyük diriliş", "İslâm'ın evrenselliği(!)" vesâir kılıflarla ilâhiyat ve İslâmiyat dergilerinde çarşaf çarşaf yayınlatabilir ve "notatapar -dipnot otlanır bir inek nevî- basiretsiz ün heveslilerinin" iştahını kabartacak şekilde, yalan-yanlış, şâzz ve türrehat cinsinden referanslarla tezyin eyler! Siz de o dergiyi para verip alırsınız! Ne diyelim Allah akıl-fikir versin; imândan mahrum etmesin!

Arab dünyasını yakından takib edenler, eskilerden Necmeddin Tûfî'nin maslahatla ilgili karnı geniş risâle bozması yazındırığının, lâik (= ılmânî) aydıncıklar tarafından nasıl istimal ve istihdam edildiğini iyi bilirler. Hattâ, "maslahatı gözetmek dinin esasıdır" tezinden hareketle, cuma namazını pazara almanın hesabları bile yapılmıştır, Cezayirdeki 17. İslâm Düşüncesi(!) konferansında!.. Mısır'da Muhammed Nur Ferhad'ın faiz ve maslahat hususundaki sözleri ise tam anlamıyla zıvanadan çıkıştır.

Benim asıl korkum ise, bazı samimi ama dikkatsiz tetkikçilerin, bilmeden bu mevzulara atlamaları, senelerce içtihad, mekâsıd, maslahat, ıslah deyu yırtındıktan sonra, kendilerine bu efkâr-ı bimisl-i acîbeyi ilhâm edenlerin dahi ortadan sıvışmasıyla şapa oturmalarıdır.

Elbette maslahat ve mekâsıd gibi bahislerin bir hakikati vardır. Ama hangi düzende ve ne için bu kavramları ağzınıza doluyorsunuz? Bazıları eski İslâm âlimlerinin mekâsıd bahsinde pek konuşmadıklarını, zîrâ "bu bahsi derli toplu ele alacak seviyede bilgi ve beceriye sahib ilim adamının az olduğunu" söylerler. Oysa işin hakikati şudur ki, mekâsıd gibi bir mesele üzerinde, her aklına esenin söyleyeceği zanlar, İslâm hukukunu usűlsüz, şahsiyetsiz ve "nereye yontsan gider" bir sistem hâline getirebilir. Kanaatimizce eski âlimler bu tehlikenin farkına vardıkları için, üç-beş kelimeyle geçiştirmişlerdir bu bahsi... Ve daha pratik, daha sarih, daha kesin neticelerin alınabileceği bahisleri işlemişler, mekâsıd bahsini dar ve sınırlı (mesul) bir çerçevede ele almışlardır.

11) Bir ülkede hukuk düzenini ortadan kaldırıp, kafaları *** etmenin en kestirme yolu, o ülke halkının handiyse genlerine işlemiş olan ahlâkının, örfünün, dininin temel ilkelerini; nasslarını imhâ etmektir. Bu ilkeler imhâ edilip sosyal hayatta karşılığı olmayan mevhum kelimeler hâline getirildikte iş tamam demektir. Artık şaşkın ve hafızasız kitlelere, idealsiz gençlere, dünyanın en kalitesiz hayat tarzını dahi sevdirebilirsiniz. Ancak karşınızdaki halk beynine yediği darbe ne kadar sert olursa olsun, zaman zaman, gayri ihtiyarî sendeleyerek ayağa kalkmak ve kim olduğunu; nerede düştüğünü bilmek isteyecektir. İşte tam bu soruyu soracağı zaman, derhal uyuşturucu niyetine ırkçılık, (dikkat; her insanda tabiî bir hâl olan millî şuur değil), seks vesâire pompalanacaktır. Bugünkü kanalizasyondan beter TV kanallarının asıl vazifesi budur: Mümkün olduğu kadar kısa zamanda ifsad etmek! Bu kanalların sahiblerinde ve program yapımcılarında nasıl bir hâlet-i ruhiye var dersiniz? Kur'ân-ı Kerim'de geçer; Lût kavminin ileri gelen azgınları, pisliğe batma psikolojisinde o denli derinleşmişlerdi ki, Peygamber ve çevresinde temiz hayat peşinde koşan bir avuç mü'minin imân ve ahlâk direnişine şâhid oldukça sinirden çatlar; "Biz bu pis hayatı seçmişken onlar hangi hakla tertemiz kalmak isteyebilirler ki?" meâlinde sözler söylerlerdi. "İnnehüm ünâsün yetetahharûn!" Bazıları hâlâ, "Allah'ın belâsı niye inmiyor?" diye soruyor! Bir ülke ki, imân ve İslâm adına "abilerine" para toplayan insanlar nihayet bir kanal kuruyorlar ve bu sözde milliyetçi kanaldaki programlarda, hünsâlar cirit atıyor! Bundan büyük belâ mı olur? Hele hele bu kanalın bir yandan tefsir derslerine, bir yandan arslan mehmetçikli yayınlara devam etmesi ise, "bu kadar çelişki, bu kadar kepazelik ve namussuzluk, ancak batması hak olan bir ülkede olur!" dedirtir samimi bir şâhide...

İşte nassları imhâ edilmiş bir halkın, neden gayretsiz, idealsiz kaldığı ortaya çıktı. Açık söylemek gerekirse, tarihinden haberdar, izzetine düşkün ve hafızasını yitirmemiş şerefli bir insan, bu ülkede ya delirir, yahut aşk ile "Allah!" deyip provokasyona gelir; bir sapığı temizler, bir pislik yuvasını, 15 katlı da olsa, 30 katlı da olsa, hâk ile yeksân eder ve cezaevini boylar! Şerefli bir insan, grup yahut müessese, saldırı karşısında korkmaz. HER YOLDAN hakkını arar; ferdî yahut örgütlü olarak!

Hukuk meyvesinin çürük, ham, *** vesâire olmaması için, ebedî nasslara ve sarsılmaz bir ahlâk mesabesinde sağlıklı bir çekirdeğe ihtiyaç vardır. Çekirdekte yüzyıllardır değişmeyen sabit nassları, ahlâkî ilkeleri olmayan, derme-çatma, anası-babası belirsiz *** bir hukuk ancak sonsuz bir anarşiye, kavgaya, çift karakterli, şahsiyetsiz insanların doğuşuna yol açar.

Kısaca hukuk, ahlâkın pıhtılaşmış hâlidir; bu yüzden -eğer saygı görmesi ve uygulanabilir olması isteniyorsa!- özü itibariyle, yüzyıllardır değişmeyen sabit ilkelere, nasslara sahib olmalıdır; kabuk usûlüne uygun bir biçimde renklenip değişse de! Hukuk sahasında, teorik yahut pratik meşguliyeti olan her insaf sahibi bize hak verecektir. Bazı salaklar hukukun dirençli ve normatif olduğunu unutup, sürekli değişen teknoloji gibi olduğunu zannederler de, aziz örfümüze ve Şeriat'ımıza, kadîm ve köklü olduğu için saldırırlar. Bilmezler ki, o çok müdafaa ettikleri medenî kanunun boşanma-evlenme gibi hükümleri, Avrupa'nın kilise geleneğinin bir parça şeytanî akılla bulanıp, İsviçre'ye yansımasından tercüme edilmiştir.

12) İnancımıza ve ahlâkımıza uygun; köklerimizle barışık; Başyücelik Devleti içinde, adâleti ve huzuru, dışında ise saygınlığını muhafaza edici; yeni ihtiyaçlara bihakkın cevab verici matlûb hukuk sistemimizin tatbiki için birinci şart; bu işin olabileceğine dâir inanç ve nefs emniyetidir. İkinci Şart; ne yaşadığımız topraklarda ne de dünyanın başka bölgelerinde, Batı'nın getirdiği sistemin devâ olmadığı; bilâkis buhran, sapkınlık, belâ, muvazenesizlik ve zulme yolaçtığına kanî olmak; muhatablarımızı da iknâ etmektir. Ancak, "bu kanaat oluşsun hele, zaman sukűnet ve muvâzaa zamanıdır" denilerek tavizler verilirse, bizi biz yapan yürek ateşimizi de söndürmüş oluruz. Biz bekleyici değil, kıvama erdirici soydanız!

Şimdi pratik olarak nelerin tetkik edilmesi gerektiğini ele alalım:

I- Hukukumuzun muhtelif dallarını derinlemesine araştıran va tatbikata dökülmesi için talebeler yetiştiren uzmanlar riyasetinde vakıflar ve üniversiteler kurmak. Burada ders veren ve yetişenler, başta tarihî geleneğimize tesir etmiş Hanefîlik olmak üzere, diğer mezhebler üzerinde de yoğunlaşabilmeli, geçmişle bugünü birbirine bağlayabilmelidirler. Eğitim sadece teorik değil tatbikata yönelik olmalıdır.

II- Diğer hukuk sistemlerinin tarihî gelişimi, tatbik edildiği ülkeler, problemleri, ana ölçüleri, v.s. hususunda derin ve doğru tahliller yapabilecek uzmanlar nezaretinde, mukayeseli hukuk tarihi, nazariyatı ve tatbikatı derslerinin verildiği bölümler açmak gerekir.

III- İslâm ülkelerinde Şer'î hukukun bugün nasıl anlaşıldığı, ne kadarının, nasıl tatbik edilebildiği, ne gibi çözümler üretildiği vesâir hususları takib edecek, ilmî heyetler oluşturulmalıdır.

IV- Doğrudan tatbikata geçildiğinde, mevzuları bilen hukukçular, ihtiyaca cevab veremeyebilir. Bu yüzden lise seviyesinden, doktora seviyesine kadar çeşitli isimler altında hususî eğitim müesseseleri açmak, kaliteyi mümkün mertebe düşürmeden, bu müesseseleri bütün vatan sathına yaymak gerekir.

V- Halkın bilgilendirilmesi için kaliteli televizyon programları hazırlamak, hususî ve umumî seminerler vermek, tarih ve benliğimizle irtibatın en iyi şekilde kurulabilmesi için çeşitli vesileleri istihdam etmek, siyaseti iyi becermek gerekir.

VI- Ekonomi, bankalar ve finans müesseseleri gibi sahalarda, hem günümüzün müesseselerini, hem de bu sahalarla ilgili olarak, hukukumuzun ana ölçülerini bilen uzmanlar yetiştirmek, toplum vicdanında "haram kazanç-helâl kazanç" şuurunu diriltmek gerekir.

VII- Diğer ülkelerdeki müslüman hukukçularla yardımlaşmak için çeşitli faaliyetlerde bulunmak gerekir.

VIII- Yapılan çalışmaların ürünlerinin tatbik edilmesi ve gerektiğinde kanunlaştırılmaları için mevzuatı iyi bilen, hukuk diline âşina uzmanlardan istifâde etmelidir.

IX- Kanunlaştırma merhalesinde şu hususların gözönüne alınması gerekir:

A) Bazı meselelerin kanunlaştırılması gerekmeyebilir.

B) Kanunlaştırma işi ise iki türlü olur: Ya İslâm hukukunun mezheblerini bir bütün hâlinde, "kendisinden eşit derecede istifâde edilecek birikimler" olarak görmek (ki, bu tutum zâhirde iyi, kolay, çabuk netice verici gibi zannedilse de, ciddi metodoloji problemlerini beraberinde getirecektir), yahut gerektiğinde diğer mezheblerden faydalanmakla beraber, prensip olarak belli bir mezhebin birikiminden ve usûlünden istifâde ederek kanunlaştırma işini yapmak... Bu ikinci yol daha çok emek ve daha teferruatlı tarihî araştırmalar yapılmasını iktizâ etse de, neticede daha sâlim ve tutarlıdır. Aynı zamanda, o milletin, kendi tarihi tecrübesi, mizacı ve benlik kodları ile uyumlu bir ilişki kurması için gerekli bir usûldür bu! Nitekim, İslâm dünyasındaki ilk ciddi kanunlaştırma olan Mecelle'de, bu usûl takib edilmiştir. Mecelle öyle bir rahatlama sağlamıştır ki, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebine mensub fukahâ da, kendi bölgeleri ve devletleri için, kendi mezheblerinden istifâde ederek, gayet pratik kavâid ve hukuk mecmuaları teşkil edebilmişlerdir. Bizim mezheb hususundaki hassasiyetimizden tedirgin olanlar için söylüyoruz: Herhangi bir mezhebe mensub olmanız, sizin benliğinizi oluşturan müsbet kodlardandır; yeter ki taassub ateşine yol açıp, birbirinizi yemeye götürmesin. Kaldı ki, "mezheb mensubu olmak" kişiyi daha düzgün, teorik yapısı daha sağlam ve yöntemli bir çabaya itecektir. Şunu kesin olarak biliniz; hakîkaten köklerden kopmadan yenilenmek istiyorsanız, tek bir mezheb içinde kalarak da bunu başarabilirsiniz. Bazılarının görmek istemediği bir husus var: Bu sünnî mezheblerin hepsi itikadda sahihtirler. Amelde farklı oluşları ise, hukukun belli sahalarını paylaşıyor olmalarından ileri gelmiyor. Meselâ Henefîlik sadece ticareti, Mâlikîlik sadece ukűbatı, Hanbelîlik sadece ahvâl-i şahsiyyeyi ele alsa idi, o zaman hakikaten mezheblerin cem'i lüzum ederdi. Ancak her mezheb kendi birikim ve usűlü dairesince "hukukun tüm sahalarını" ele almakta ve çözümler sunmaktadır! Dolayısıyla kendilerine hâs sistem ve araçları vardır. Tarih içinde bu sistem ve araçlar, belli bölgelerin temâyülü ve âdâtı ile kökleşmişlerdir! Bizim realiteyi görmemiz ve ona göre davranmamız gerekir... Zaten bir kriz çıktığında, hukuk âlimlerinin o mevzu hakkındaki kararı her yerde geçerli olacaktır. O hâlde, bizim kendi sistematiğimiz dahilinde kendimizi yenilememiz, hem orijinalitemizi ortaya koyacak hem de metodik bir çalışmaya sevkedecektir bizi!

Muhkem nassların bildirdiği hususlarda, zaten hiçbiri diğeriyle ihtilaf etmiyor. Zîrâ, haram mı, haram, adam öldürmek kısası gerektiriyor mu, gerektiriyor... İhtilaf, içtihada açık sahalarda vuku bulmuştur. O hâlde, tüm dünya müslümanları tek bir bayrak altında toplanırsa, belirli bölgelerde yaşayan belirli cemiyetler ve gruplar, içtihadî hükümlerde yine kendi hayat tarzlarına, âdetlerine uyan ahkâmı veren ulemâyı dinleyecektir. O hâlde, mevcud yapıyı tenkid etmenin ve "aman efendim klasik mezheb taassubu" demenin bir mânâsı yoktur. Hattâ siyasî şuur açısından ciddi mahzurları vardır.

X- Biz "kendinden zuhur" ilkesini sistematik olarak dünya görüşünde, kavgasında, aksiyonunda, velhasıl hayatının her sahasında yansıtan, "Başyücelik Kadrosu" namzedi olarak, hukuk sahasında "kendinden zuhur"u nasıl gerçekleştirebiliriz?

Şahsımızın teklifi şudur:

A) Hanefî fıkhındaki "kavaid-i külliyye" tarzında, pratik hukuk zekâmızı geliştirici risâleleri kısa bir zamanda derlemek; İbn Nüceym gibi müelliflerin bu eserlerini, fihrist, indeks vesâir rehberlerle hukukşinasların istifâdesine arzetmek.

B) İmam Kâsânî'nin Bedâiu's-Sanâi adlı eseri ve Serahsî'nin Mebsut'u gibi tertib ve tafsilat bakımından mükemmel kitabları derin tetkiklerden geçirmek. Büyük ilim konseyleri teşkil ederek, tahkikli, fihristli tercümelerini yapmak. Bu tür kitabları tanımak ve mevzuların nasıl ele alındığını bilmek daha önemli olduğu için, baştan sona terceme yapılmayabilir de... Yeter ki, bu eserler üzerine çalışılsın.

C) Hanefî usûlüne dâir Arabça, Farsça, Türkçe kitab, risâle, makale, ne varsa belirli bir sırayla neşretmek, tarih içinde gelişmeleri kaydetmek. Maslahat, örf, v.s. hangi mevzuların, hangi müelliflerde ve kadılarda öne çıktığını araştırmak. Bu hususlarda uzmanlar yetiştirmek.

D) Evvelce bir büyük himmet sahibi, genç bir âlim dostumuzun plânını çıkardığı ve ibtida ettiği azîm işi tamamlamak: Osmanlı'nın başından günümüze dek yazılmış fetva kitablarını, o dönemlerin kadıasker, şeyhülislâm ve müftîlerini tanıtarak tetkik etmek.

Bu çalışma her cildi 500 ilâ 700 sayfa civarında, yaklaşık 10 cild tutacak muhteşem bir iştir. İlk cildinde, her dönemin baş müftüsü, kadıaskeri ve verdikleri en önemli fetvalar incelenir. İkinci ve takib eden cildlerde, en önemli hukukî mercî olan fetva kitabları, fetva metinleri aynen konulur. Son 10. cildde ise arazi, ticaret, ukûbat, münâkahat, v.s. her sahadaki fetvaların indeksi çıkartılır; yâni isimler, mevzular, tarihler verilerek, "rehber kitab" ortaya konulur.

E) Osmanlı'nın başından günümüze kadar yazılmış fıkhî risâleler toplanır. Bu risâleler, aslında o dönemin sosyal ve hukukî problemlerini ele alan ve çözüm üreten ilmî dergiler mahiyetindedir. Risâleler elden ele dolaşmakta, birbirlerine cevab teşkil etmekte ve canlı bir fikir ortamının muhafazasını sağlamaktadırlar. Osmanlı içtimaî tarihini ve hukuk anlayışını tetkik eden uzman; Hadimî, Birgivî, Ebussuud, v.s. âlimlerin kaleme aldığı risâleleri incelemeden nasıl bir tez ortaya koyabilir ki?

F) 19. yüzyıl sonunda 20. yüzyıl başında yaşayan son uzman Hanefî kuşağının eserlerini, hususî bir itinayla incelemek şarttır. İbn Abidin, Ali Haydar Efendi, v.s. bizim için çok önemli isimlerdir. Zîrâ;

1) Bu zamanın pekçok problemini yakından görmüş ve usûle bağlı kalarak çözüm üretmeye çalışmışlardır.

2) Son derece zengin bir fıkhî birikimin son temsilcileri olarak, diğer mezheb mensublarından daha derin ve tutarlı çözümler sunmaya çalışmışlardır.

3) Doğrudan tatbik makamında olmalarından ötürü, yeni doğan problemi teşhis etme ve usûle bağlı kalarak çözme hususunda diğer âlimlerden daha başarılıdırlar. Kendi sistemlerine karşı güvenleri sarsılmamıştır. Bu yüzden, "içtihad olsun, problem bitsin" gibi kaçamak çözümlere pek meyletmemişlerdir. Zîrâ, ne o dönemin ne de bu dönemin ana problemi, içtihad kapısının kapalı olması değildir.

G) Mecelle ve Mecelle şerhleri üzerinde teferruatlı incelemeler yapmak; zinciri, koptuğu yerden tekrar bağlamak; eksiklerini tamamlamak; yenilenmesi gereken hususları yenilemek ve böylece cildler dolusu istifâdeye elverişli tarihî birikimi ile muhteşem bir hafızaya sahib, mükemmel bir "hukukçu ruhu" doğurmak.

İşte kendi ayakları üzerine basan adamın, kendini yenilemesi böyle olur! Zor teklifler sunduğumuzun farkındayız. Ama hukukun pratik uygulamalarının zaman içinde güzelleşmesi ve belli bir sisteme oturtulması için, ileri sürdüğümüz bu "hafıza tazeleme paketi"ne şiddetle ihtiyaç vardır. Zîrâ, bu tür bir "birikim tetkiki" yapılamazsa, sunduğunuz pratik hukukî kararlar zamanla, kendi iç bütünlüklerini zedeleyici bir yapıya bürünebilir ve ciddi bir usûl kriziyle karşı karşıya kalabilirsiniz.

Mazinizi bir kenara atıp, "üç kavil buradan, beş kavil şuradan" usûlü ile meseleleri çözemezsiniz. Mazinizi kendi sistematiğinizle yeniden tertib edecek ve bu birikimle yeni meselelere bakacaksınız.

Dikkatli bir fıkıh müşahedecisi, bugün piyasada, "ben içtihad ediyorum" diyenleri takib etse, onların, kelimenin hakiki ve mutlak mânâsıyla içtihad etmediğini; ya mezhebler arası telfık yaptığını, yâni usûlleri ayrı âlimlerin evvelce söyledikleri sözler arasında bir tercih yaptığını, yahut belirli bir meselede lokal bir çözüm ürettiğini farkeder. Yâni küllî olarak, yeni bir mezheb ortaya koymak ve hukukun tüm sahalarında uygulamaya geçmek diye birşey yoktur; o hâlde mutlak içtihad da yoktur bugün... Bu da tabiîdir. Çeşitli kitablarda bunun sebebleri kısaca anlatılır.

II- TEKLİF VE SARAHAT



Bu makalede hukuk nizâmımızın dayanacağı ana ilkeleri -kaynaklarımızdan istifâde ederek- tesbit etmeye çalışacağız. Teklif ettiğimiz çerçevenin esasa taalluk etmeyen kısımlarına yapılacak dostâne itirazlara hazır olduğumuzu belirtelim. Ayrıca "temas edilmemiş hususlar mevcuddur" diyenlerin takdim edecekleri fikirlere de açığız.



GİRİŞ

1) Hakikatte mülk Allah'ındır. İnsan kendisine verilen nimetlerden mes'ûldür. Bu âlemde sahib olduğu herşey emanettir. Emanet muhafaza edilir ve sahibine teslim edilir.

2) İnsanoğlu Allah'ın halifesidir. Yeryüzünün imârı ve eşyanın teshiri Hak Teâla nezdinden ona bahşedilmiş bir lütuftur.

3) Devlet Hakk'ın ölçüleriyle kurulur ve idâre edilir. Devleti kuran ve yöneten kişiler de dahil tüm idâreciler yaptıklarından mes'ûldürler. Başlıbaşına bir gâye olmayıp, adâletin zuhûru, hakkın ıkamesi ve Allah'ın kullarının huzuru için bir vasıta olan devlet de emanetler cümlesindendir; insanlar arasında el değiştiren bir nimettir. İdare mekanizmasında "şûrâ" esastır.

4) Başyücelik Devleti'nin kurucuları ve koruyucuları, Kanûnî'den başlayan donma ve gerilemenin farkındadırlar. Ve "Hakkaniyet" ölçüleri içinde hatâları ve savabları tesbit edilecek olan, Osmanlı Cihan Devleti'nin vârisidirler.

İnkılâbımızın birinci mimarı Üstadımız'ın da belirttiği gibi: "Gerçek ve büyük ifâdesiyle altıyüz küsür senelik (kadim) devletimizin yarısında tam ve sıhhatli bir arslan, yarısının ilk yarısında dişleri ve pençeleri iltihab içinde bir arslan benzeri, yarısının son yarısında ise ne dişi ve ne pençesi kalmış bir kafes arslanı hayatı süren milletimiz hele son bir asrın sahte ve büsbütün kaybettirici birkaç davranışından sonra" ölmek yahut olmak sınırına gelip dayanmıştır.

5) Hayatın dinamik kanunu dâimî hareket; zıdların savaşı içinde süregelen muhteşem muvazene ve sukûnettir. "Zıt kutuplar arası muvâzenenin üstün nizâmı" olan İslâm'a mensûbiyetle şeref duyan Başyücelik kadrosu; okyanus gibi kâh sakin, kâh fırtınalı bir yüze, yine okyanus gibi derin ve mutmain bir gönüle sahibtir. Fethetmek onların yokedilemez arzularıdır. Bilgide, sevgide, maddede ve toprakta vücud bulan fetih sâikası yittiğinde pörsüme başlamış demektir. Büyüyen, güçlenen ve gücünü muhafaza eden her devlet ve millet, ruhunun derinliklerinde zillet ve muvâzaayı değil, fetih arzusunu diri tutmaktadır. Bu arzunun zulme ve tiranlığa tahavvül etmemesi, fâtihlerin hakkanî adâlet, öte dünya, mîzan ve mahşere inanmasıyla mümkündür. Hayatın zâhiri sulh değil mücadeledir.

6) Bu devlette hiçbir ırkın diğer ırka üstünlüğü yoktur. Herkes kendi anadiliyle konuşma, eğitim görme ve yayın yapma hakkına sahibtir ve bu faaliyetleri yürütürken aslâ ana ölçüleri zedeleme hakkına sahib değildir. Yine ana ölçülerin zedelenmemesi kaydıyla, fikir ve yayın hürriyeti mahfuzdur.

7) Gerek ahâlisinin çoğunluğu, gerekse yaslandığı tarihin mimarları Türk olduğu için, bu devletin resmî dili zengin Türkçe'dir. Türk'ün tarih boyunca büyümesi; kabile anlayışını aşıp başka ırklarla beraber hareket ederek, muayyen bir "Yüce Değerler Manzûmesi" peşinde koşmasıyla mümkün olmuştur.

8) Irkçılık, ruhî bir hastalıktır ve ana ölçüler manzûmemizce mezmûmdur. Kişinin kendi kavmine yakın durması, kendi soyundan gelenleri daha sıcak karşılaması ise tabiî bir hâldir. Hakk Teâla önünde, Türk'ün Kürd'e, Kürd'ün Türk'e, Arab'ın Acem'e, Acem'in Arab'a kendiliğinden (= "zâtî") bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak adâlet, iyilik ve takva vasıflarına sahib olandadır.

9) Devlet ve sosyal hayatın tüm müesseseleri, kendisini kuran kişilerin inancı ve hayat tarzıyla şekillenir. Dolayısıyla, inancın ve hayat tarzının devletten ve siyasetten ayrılması imkânsızdır. İnancın ve hayat tarzının devletten ayrılabileceği iddiası, ya safsata kabilinden bir lâf; ya kişinin hiçbir inanca sahib olmaması; yahut muayyen bir inanca ve hayat tarzına sahib muayyen bir kitleyi sistematik olarak erozyona tâbi tutmak için ortaya atılmış bir "tuzak kavil"dir.

10) Başyücelik Devleti'nin dayanağı olan ana ahâli müslümandır; İslâm ve devlet, et ile kemik gibidir. O hâlde, bu devlette yaşayan müslümanların ve "fitne çıkarmayacağına söz verip, can, mal, ırz, nesil, inanç vesâir emniyetine kavuşmuş" gayr-ı müslim ahâlinin hukukî istinadgâhı Şeriat'tır. Şeriat, huzur ve güvenlik demektir. Ancak kendini Tanrı gibi görüp putlaştıranlar, hırsızlar, tefeciler, müslüman bir halkı sömürge valisi gibi yönetmek isteyen generaller ve gavurlaşmış aydınlar, Şeriat'ten korkar. Şeriat'ın tam bir sistem bütünlüğü içinde, zaman ve zemine hâkim kılınmasındaki ana âlet; muttakî, cesur ve mevzuunda uzman olan hukukçular ve aydınlardır.

11) Hakk'ın iradesi ölçüdür. Halk Hakk'ın irâdesine itaat ederek hür olur. Hürriyet gâye değil, en güzele ulaşmak için vâsıtadır. İnsanlık Allah'ın Rahman ismiyle vucûda gelmiştir. Ve Allah'ın her isminde diğer isimlerinin mânâları mevcud olduğu vechi ile, Rahman isminde de, Hakîm, Azîz, Qahhâr, Qâdir, Münteqım ve Müheymin isimlerinin mânâsı ve tecellîsi mevcuddur.

12) Vatan işte bu; mahkemelerin âdil olduğu, ahâlinin karnının doyduğu, rűhen ve maddeten huzur bulduğu Başyücelik Devleti'nin topraklarıdır. Bu vatanın bir karışına bin can fedâ olsa yeridir.

Bu beyannâmedeki prensipler, Başyücelik Devleti'nin cesur ve sadık evlatlarına emânet edilmiştir.

www.saidaykut.up.to

DİĞER HABERLER

- Kemal Tahir'in Felsefî Düşüncesi ve Devlet Ana / Selahattin Hilav

- Bunları Biliyor muydunuz? -I-

- Bunları Biliyor muydunuz? -II-

- Bunları Biliyor muydunuz? -III-

- Bunları Biliyor muydunuz? -IV-

- Bunları Biliyor muydunuz? -V-

- Bunları Biliyor muydunuz? -VI-

- Bunları Biliyor muydunuz? -VII-

- Bunları Biliyor muydunuz? -VIII-

- Bunları Biliyor muydunuz? -IX-

- Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

- Edelman'ın fendi Cola Turka'yı Yendi

- Dünyanın İlk Standartlar

- İstanbul'un Fethi ve Ayasofya'nın Cami'ye Çevrilişi

- Filistin'de Okumak

- Zihin Yönlendirenler

- 4 Günlük Kıyamet Savaşı

- İsrail'i Sadece Hamas ve Hizbullah Kurtarabilir

- Halkın Gücünün Yeniden Dönüşü

- Bayram Ali Öztürk Hoca'nın Şehadeti

- Abdülhakim Arvasi Ramazan

- Saadettin Ustaosmanoğlu YeniHarman Röportajı

- Papa Bir Puttur

- Hayasız Herifler / Sadeddin Ustaosmanoğlu

- Düşman İçimizde /  Sadeddin Ustaosmanoğlu

- İlmihal - I

- İlmihal - II

- İlmihal - III

- İlmihal - IV

- İlmihal - V

- Kurtlar Vadisi / Alev Alatlı

- El-Kaide'nin Osmanlı'ya Bakışı

- Baudrillard ile 11 Eylül Üzerine Röportaj

- Bedeni Bir Faaliyet Olarak Spora Bakış

- "Kahramanlık" ve "Yiğitlik" üzerine... Galile etkisi

- Ehlullah Emrine Binaen / Saadeddin Ustaosmanoğlu

 

www.yeniakademya.org

www.akademya.up.to