Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği
bir dostu olmalı insanın... "Nereden çıktın bu vakitte" dememeli,
bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
"Gözünün dilini" bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...
Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir
ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu
hissetmelisin. ihtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli,
kovuklarına saklanabilmelisin.
Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları
kanayan ruhuna merhem olmalı...
En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin;
gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...
Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli,
yanlış anlaşılmayacağını bilmeli. Alkışlandığında değil sadece,
asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin
ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin,
"hak ettim" diyebilmelisin.
Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi...
Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş... Gözbebekleri
bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında,
onun gözünden gelmeli yaş...
Böyle bir dostum var benim. Pek sık görmesem de hep yanımda olduğunu
bildiğim, yalansız riyasız dertleşebildiğim. Kuşağımın en iyisiydi
hilafsız... Beraber okuduk, birlikte koştuk son 20 yılın amansız
parkurunu... Katılasıya ağladık, doyasıya güldük yol boyu... Ekmeğimizi
ve acılarımızı bölüştük. Çocuklar doğurduk, büyükler gömdük. Sonunda
yara bere içinde oraya buraya savrulduk.
Buluştuk geçenlerde...
Bitaptı; kayan bir
yıldız kadar ışıltılı, bir o kadar yorgun:
"- N'apıyorsun" diye
sordum.
"- Seyrediyorum"
dedi; "çaresizce, öfkeyle, şaşkınlıkla ama sadece seyrediyorum".
Seyrettiği; kuşağımızın en kötülerinin, pespayelik yarışında ipi
ilk göğüsleyenlerin zirveye hak kazanmalarındaki akıl almaz gariplikti.
İyiliğin ve ustalığın bu kadar eziyet gördüğü, kötülüğün ve yeteneksizliğin
bunca ödüllendirildiği bir başka coğrafya var mıydı acaba? Okuldaki
ideallerimizden, gençlik coşkumuzdan söz ettik bir süre; tozlu raftaki
bir kitabı yıllar sonra merakla karıştırır gibi...
Ülkemizin kaderini değiştirmeye azimliydik mezun olurken; lakin
karanlığını boğmaya yemin ettiğimiz ülke, karanlığına boğmuştu bizi...
Pazarda görsek tezgahından meyve almayacağımız adamların cenderesinde
bir ömür geçirmiş, tünelden çıkış sandığımız ışığın, üstümüze gelen
kamyonun farı olduğunu çok geç fark etmiştik. Velhasılı ne sevebilmiş,
ne terk edebilmiştik. Krizde geçmişti bütün gençliğimiz; ve şimdi
çocuklarımıza tek devredebildiğimiz, çok daha ağırlaşmış bir kriz...
"- İşte" diye iç
geçirdi kadim dostum, "...bunları seyrediyorum bir kenardan sessizce..."
İşte en çok da böyle zamanlarda bir dostu olmalı insanın... Yıllarca
aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen
bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi
güvenle kenetlenmeli elleri...
"Parkurun bütün zorluğuna rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları
birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız" diyebilmeli...
Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda
yazdığımız kısa, ama ümitvar bir yazıyı, yüreğe benzer bir taşa
bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:
"Bunu da aşacağız!
İmza: Bir dost!.."
|