Karınca
Kanuni Sultan Süleyman, Şeyhülislam Ebüssuud
Efendi’den, manzum bir beyitle, Topkapı Sarayının bahçesindeki meyve
ağaçlarına zarar veren karıncaların yok edilmesinin dinen mümkün olup
olmadığını sormuş. Beyit şöyle:
Dırahta ger ziyan etse karınca
Günah var mıdır ânı kırınca?
Şairliği de bulunan Ebüssuud Efendi, manzum soruya manzum bir cevap
vermiş:
Yarın Hakkın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca.
Şans yaver olunca...
Kanuni Sultan Süleyman, kızı mihirmah sultanı; zekî, hırslı, geleceği
parlak bir devlet adamı olan Rüstem Paşa’ya vermek istiyormuş. Rüstem
Paşa bu sırada Diyarbakır valisi imiş. Kanuni sarayın hekimbaşını
çağırarak cüzam hastalığının en çok tanınan belirtisinin ne olduğunu
sormuş. Hekimbaşı cüzamlı bir kimsede bit barınamayacağını söylemiş.
Bunun üzerine Diyarbakır’a adamlar gönderilmiş. Bunlar gizlice Rüstem
Paşa’nın çamaşırlarını kontrol etmişler ve bu sırada bir bite
rastlamışlar. Böylece Rüstem Paşa’nın cüzamlı olmadığı anlaşılmış. Bu
olay üzerine devrin bir şairi şu iki dizeyi yazmış:
Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlihi yâr
Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun işine yarar.
Ademsiz cennet...
Divan edebiyatının en büyük şairlerinden olan Bâki, Edirne’yi bir
ziyareti sırasında; Emrî, Mecdî gibi tanınmış Edirneli şairlerle de
görüşüp konuşmuş. Bu esnada yerli şairler Edirne’yi o kadar çok
övmüşler ki Bâki’ye bu övgülerden gına gelmiş. Bununla da yetinmeyip,
Bâki’nin Edirne hakkındaki düşüncesini öğrenmek istemişler. İçinden
kızgın olan Bâki, bu vesileyle Edirneli şairlere hadlerini bildiri
vermiş:
“Gerçekten şehriniz çok güzel, cennet gibi bir yer. Ama ne yazık ki
içinde Adem yok.”
İltifat...
Divan edebiyatının en şiddetli hicivlerini yazmış ve bu uğurda kelleyi
de vermiş olan Nefî’ye, zamanın önde gelen şahsiyetlerinden Tâhir
Efendi “kelb” (köpek) demiş. Bunu duyan Nefî şu dörtlüğü yazmış:
Bana kelb demiş Tâhir Efendi
İltifâtı bu sözde zâhirdir.
Mâlikî mezhebim benim zira
İtikadımca kelb Tâhirdir.
(Tahir: temiz) *Tahir Efendi’ye hem iltifat hem hakaret edilmiş
böylece...
Görgü...
Ünlü divan şairi Nâbi aslen Urfalıdır. İstanbul’a gelip tahsil terbiye
görmesinden, iyi bir şair olup adını sanını duyurmasından sonra
Urfa’dan bir tanıdığı İstanbul’a kendisini ziyarete gelmiş. Urfalı bu
vatandaş, Nâbi’nin saraya gidip geldiğini, padişahın dostluğunu
kazandığını görünce kendisini de bir defa saraya götürmesini, padişahı
göstermesini istemiş. Nâbi, hemşerisini, söz ve davranışlarına dikkat
etmesi, kendisini mahcup etmemesi konusunda uyararak götürmeyi kabul
etmiş. Saraya gidip huzura alındıklarında, padişah, Nâbi ile birlikte
misafirine de itibar göstermiş. Bu arada kendilerine lokum ikram
ettirmiş. Nabi’nin hemşerisi lokumu alıp cebine koymuş. Ayrılırken de
lokum bulaşığı elleriyle padişahın elini tutup öpmüş. Nâbi
hemşerisinin tutumundan son derece mahcup olmuş. Bu olay üzerine şu
beyti söylemiş:
Nâbi’yi nâbi yapan hüsn-i nazar
Urfa’nın köylüsünde nezâket ne gezer!
(Urfalılar kızmasın...)
Boynuzsuz koç...
Osmanlı imparatorluğunda yetişmiş bir iki kadın şairden biri olan
Fitnat Hanım ile çağdaşları olan Koca Ragıp Paşa ve Şair Haşmet
arasında geçtiği rivayet edilen bir çok olay anlatılmaktadır. Bu üç
kişi ellerine fırsat düştüğünde birbirini kıyasıya iğnelemekten de
geri durmazlarmış. Ragıp Paşa’nın da, Haşmet’in de Fitnat Hanıma aşk
duyguları besledikleri de bilinmektedir.
Bir kurban bayramı arifesinde, Fitnat Hanım kurbanlık almak için
Beyazıt çevresinde dolaşıyormuş. Şair Haşmet de oradaymış. Haşmet
gökte ararken yerde bulduğu Fitnat Hanımı görünce hemen önünde bir
reverans yapıp bir emri olup olmadığını sormuş. Fitnat Hanım bir emri
bulunmadığını, bayram için kurbanlık bir koç alacağını söylemiş.
Haşmet takılmadan edememiş:
- Bu bayram kulunuzu kurban etseniz olmaz mı?
- Maalesef olmaz, çünkü bu bayram boynuzsuz bir koç kurban edeceğim.
Mumla ararsın...
Fitnat Hanım, çok güzel, henüz sakalı bile çıkmamış bakkal çırağı bir
delikanlıya âşık olmuş. Bu nedenle bir bahane bulup sık sık bakkala,
delikanlıyı görmeye gelirmiş. Bunu duyanlar delikanlıya, “Fitnat Hanım
gelip sana dikkatle baktığı zaman ‘çok bakma güzel, âteş-i hüsnümle
(güzelliğimin ateşiyle) yanarsın’ de.” diye öğretmişler. Gerçekten
Fitnat Hanım gelip kendisine bakınca delikanlı bu dizeyi söylemiş.
Şair, hazır cevap Fitnat Hanım da hemen cevabı yapıştırmış:
Hattın (sakalın) çıkınca sen de beni mumla ararsın!
Kolayı var...
İmparatorluk dönemi şairlerinin en esprililerinden biri olan şair
Haşmet’in (18. yy.) kendine göre aptalca işler yapanların adını
kaydettiği gizli bir defteri varmış. Kim ahmakça, akılsızca bir iş
yapsa adını oraya işlermiş. Haşmet’in böyle bir defter tuttuğundan
haberdar olan padişah (3. Mustafa) bir yolunu bulup bu defteri elde
etmiş. Padişah zevk ve merakla bu defteri karıştırırken, aptalca işler
yapanların listesi demek olan bu defterde kendi adına da rastlamış.
Hemen şair Haşmet’in huzuruna çıkarılmasını emretmiş. Şair karşısına
çıkınca vakit kaybetmeden paylamaya başlamış:
- Bu ne küstahlık! Sen nasıl oluyor da benim adımı böyle aptallar
listesine kaydediyorsun?
- Efendimiz sakin olunuz, izah edeyim. Siz geçenlerde baş seyise yüklü
bir para vererek cins bir Arap atı almaya gönderdiniz. O kadar parayla
Arabistan’a gönderilen kimse artık geri döner mi? Bunun için sizin
adınız da orada bulunuyor.
- Peki, ya baş seyis geri dönerse?
- Kolayı var efendimiz, sizin adınızı siler onunkini yazarız...
Bu pislikleri neresinden çıkarıyor?
Şiir yazmaya hevesli zengin bir ağa, yazdığı
şiirleri uşağı ile incelemesi için meşhur şair Keçecizade İzzet
Molla’ya yollamış. İzzet Molla bakmış şiirlerin ipe sapa gelir yanı
yok, ağaya, “Perhiz yapsın” diye (az ve öz yazsın anlamında) haber
göndermiş. Aradan zaman geçmiş. Ağa İzzet Molla’ya bir tomar daha şiir
göndermiş. İzzet Mola yine “perhiz yapsın” demiş. Bir müddet sonra ağa
bir parti daha şiir yollamış. İzzet molla şiirlerin çokluğuna bakıp
ağanın perhize devam etmesini isteyince uşak, “Efendim, ağam o kadar
perhiz yaptı ki iğne ipliğe döndü, devam edecek hali kalmadı” demiş.
İzzet Molla parlamış: “ulan, ağan bu derece sıkı perhiz yapıyor da
bunca pislikleri neresinden çıkarıyor?...”
Nasıl olsa gülemez...
Çok zengin ama geçimsiz, dirliksiz bir adam, bir cariye satın almak
için esir pazarına gitmiş. Kendisine çok güzel bir cariye
göstermişler. Adam beğenmiş. Fakat güldüğü zaman çirkin dişleri göze
çarpıyormuş. Adam bu yüzden kararsızlığa düşmüş. Bu esnada yanında
bulunan meşhur İzzet Molla bu geçimsiz adama akıl vermiş:
- Efendimiz, bu cariyeyi kaçırmayın. Nasıl olsa devlethanenizde ona
gülmek nasip olmaz.
Can çekişme...
Büyük vatan şairi Namık Kemal, yazı ve konuşmalarında, İmparatorluğun
sürekli gerileyen, zayıflayan durumunu anlatabilmek için sık sık
“imparatorluk can çekişiyor” ifadesini kullanıyormuş. Bu ifade üzerine
bazıları kendisine sataşmışlar:
- Yıllardır “imparatorluk can çekişiyor” diye yazıp söylüyorsun, ama
hala ayakta duruyor, yıkılacak gibi de görünmüyor...
- Benim dediğim bakkal Mehmet ağanın can çekişmesi değil, koskoca
imparatorluğun can çekişmesidir. 600 yıllık İmparatorluğun can
çekişmesi elbette bir yarım yüz yıl sürer..
Kamuoyu...
Namık Kemal, kötü bir havada kayıkla Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçiyormuş.
Deniz bir ara iyice azmış ve kayığı alabora etmeye başlamış. Namık
Kemal “ah” “vah” diye korku belirtileri göstermiş. Kendisine refakat
edenlerden biri büyük şaire sitem etmiş:
- Üstadım, biz de kayıktayız; bizimki de can. Yalnız siz niye telaş
ediyorsunuz?
Namık Kemal, yazı ve konuşmalarıyla milletin sesini duyurmaya
çalıştığını hissettirecek şu karşılığı vermiş:
- Kendi canımı, sizin canınızı düşündüğünüzün çeyreği kadar düşünmem.
Benim endişemin sebebi, bu kayık batarsa onunla birlikte kamuoyunun da
batacak olmasıdır.
Taş...
19. yy. âlim ve şairlerinden Gaziantepli Hasırcızade Mehmet Ağa,
devrinin en nüktedan kişilerinden biriymiş. Dönemin devlet
adamlarından Fuat Paşa ile de tanışıklığı olan Hasırcızade Mehmet,
Paşayla görüştüğü bir gün, gözü onun parmağındaki yüzüğe takılmış.
Fuat paşa sormuş:
- Taşına mı bakıyorsunuz?
- Evet Paşam.
- Elmastır.
- Ne faydası var, yani ne getirir?
- Yüzük taşı ne getirecek Mehmet Ağa?
- Benim de babadan kalma iki taşım var, senede yüz altın getirirler.
- Yaa, ne taşı bunlar?
- Değirmen taşı paşam.
Gâzi...
Hasırcızade’den bir gün yeni Müslüman olmuş yoksul bir gayrimüslim
için yardım istemişler. Mehmet Ağa da o zamanın en değerli parası olan
iki tane “El-Gâzi” altını yardımda bulunmuş. Fakat arkasından bir
nükte savurmadan edememiş:
“Müslüman oldu bir Kâfir, şehid oldu iki Gâzi.”
Ahali kalmıyor...
Hiciv (yergi) edebiyatımızın unutulmaz isimlerinden birinin Şair Eşref
(1847-1912) olduğu şüphesizdir. Eşref yalnız bir edebiyat adamı değil,
aynı zamanda bir idarecidir. Çeşitli ilçelerde maceralı kaymakamlık
yaşamı vardır. Eşref, Abdülhamit yönetimini, bu yönetimde
kaymakamlıklarda bulunmasına rağmen en ağır hicivlere hedef yapmaktan
çekinmemiştir.
Bu konudaki bir dörtlüğü şöyledir:
Padişahım bir dirahta döndü kim güya vatan,
Her gün bir baltadan bir şahı hâli kalmıyor.
Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi.
Git gide zulmetmeye elde ahali kalmıyor.
( diraht: ağaç – şah: dal – hâli: uzak )
Kâmil eşek...
Eşref, İzmir’in kazalarından birinde kaymakamken, İzmir valisi olan
Kâmil Paşa, o kazaya teftişe gelmiş. Vali kazaya geldiğinde Eşref bir
eşeğin sırtında tur atıyormuş. Eşref2i o halde gören Kâmil Paşa
Eşref’in dikkatini çekmiş:
- Aman dikkat et Eşref, eşek seni düşürmesin!
- Meraklanmayın paşa, eşek kâmildir.
( olgun, eğitimli anlamında)
Sokrat Ölüme mahkum edildiğinde, eşi:
- Haksız yere öldürülüyorsun, diye ağlamaya başlayınca, Sokrat:
- Ne yani, demiş. Birde haklı yere mi öldürülseydim!
-------------
Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü
filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka
hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri
kenara çekilmedikçe
geçmek mümkün değildir... Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
"Ben
bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen, kenara
çekilerek
gayet sakin şu karşılığı verir:
- Ben çekilirim!!
--------------
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için
Sheaksper' a gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı şu olur:
- Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye
yapın..
--------------
Meşhur bir filozofa:
- Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar
fakirsiniz?
diye sorulduğunda:
- Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan, demiş.
--------------
Dostlarında biri, Fransız kralı 15. Lui' ye:
- Majesteleri, demiş. Akıl vergisi almayı hiç düşündünüz mü? Hiç
kimse
budalalığı kabul etmeyeceğine göre, herkes böyle bir vergiyi seve
seve öder.
Kral, alaylı alaylı gülerek:
- Hakikatten enteresan bir fikir, cevabını vermiş. Bu buluşunuza
karşılık, sizi akıl vergisinden muaf tutuyorum.
---------------
Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile' ye hasımlarından biri:
- Efendim, demiş. Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil
mi?
Galile:
- Doğru, demiş. Benim kulaklarım bir insan için biraz büyük ama,
seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mı?
---------------
Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon' un bir muharebede
tenkide
kalkışıp parmağını harita üzerinde gezdirerek:
- Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini
zaptetmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye başlayınca, Napolyon:
- Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin gibi
yapardım.
----------------
Bir toplantıda bir genç M. Akif küçük düşürmek için:
- Affedersiniz, siz veteriner misiniz? demiş. M. Akif hiç istifini
bozmadan şu cevabı vermiş:
- Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?
-----------------
İdam edilmek üzere olan bir mahkuma:
- Diyeceğin bir şey var mı? diye sorduklarında:
- Bu bana iyi bir ders oldu!!
-----------------
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı
yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden
biri
ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş. Vezir:
- Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- Bende bilirim.
-----------------
Sultan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında
ilerlerken,
keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
- Bizde onlara yaklaşıyoruz.
-------------------
Bir filozofa sormuşlar: Şansa inanır mısınız?
Filozof: Evet, yoksa sevmediğim insanların başarısını neyle
açıklardım