yassı boşlar

Filmin 15 inchlik monitördeki saçtığı flashlarla yüzündeki bira artıklarını farkedebilmeme rağmen gözlerini seçemiyordum uzandığım yerde. Sinirlerimi  geriyordu bu. Onda ulaşabildiğim şey dolgun dudaklarının kenarlarındaki beyaz köpüklerdi, kirpiklerinin arasında yatan kocaman bir gezegen umarken. Bir çocuğu çağrıştıracak kadar masum ve kirli ayakları.. Sanki en kaba ve aynı anda en dişi olma hakkı sadece ona verilmişti.

Ruhu duygularla tedavi etmek, duyguları ruhla tedavi etmek istediğini anlatmaya koyuldu... Ama bilmediği şey hangisinin tedavi edileceği imiş. Damarlarındaki fahişe kanını atmaya çalıştığını ama kendisine ait olmayan organların kanını bir sünger gibi emdiğini ve her sabah tuvaletinde saman rengi birçok yüzle karşılaştığını anlatıyordu anlatıyordu anlatıyordu...ve anlattıkça korku yüzünü ekşitiyordu. İhtiyacı olan şey konuşmaktı ama birşeyler her kelimenin boğazındaki kılçığa dönüşmesine nedendi. Ve bu birşeyler, onun benim yaşamım hakkında herhangi bir şey bilmesi değil aksine benim onun hayatı hakkında herşeyi bilmemdi. Ama anlatmaktan zevk alıyordu daha doğrusu bu canını yakan şeyden..

Teninin kokusu ile sarhoş ağzının yaydığı koku hoşuma gitmişti. Kimbilir aslında bu kimyasal koku vucuduna ilk defa farklı bir gözle bakmama neden olmuştu. Bu onu daha yuvarlak yapmıştı, daha yassı, daha dokunalısı.. yumuşak. İçimden ona katılmak geliyordu. Daha doğrusu ona dokunmak için sarhoş olmak gibi salakça bir bahane edinmiştim kendime. Belki ancak bu, yaşayacağımız şeyin bahanesi olabilir diye.

Kalp kırıklıklarından bahsediyordu. Ardı arkası kesilmeyen kırılmalardan. Halbuki onun yassılığı ile ilgileniyordum o sıra.

Yalnızlıktan bahsediyordu. Yalnızlığı ona insanların verdiğini anlatıyordu. Kendisinin veremediği içinde bunu kendinde bir özür olarak görüyormuş. Derinlere inmiş korkularını kendi eleriyle dışarı çıkaracak cesareti olmadığını anlatıyordu...

Aslında onunla olan ilişkisi de sadece cinsel boyuttaymış. Hep kendisi ruhunu veriyor diye ona karşılığında ancak bedenini sunabiliyormuş. Ruh dediği şey bir kız çocuk gibi ağlamakmış. Ağladıktan sonra damlalarını midesinde potasyuma, sodyuma parçalamakmış. Ruh dediği şey dostların kıskanacağı neşeymiş. Ruh dediği şey eliyle birşeye; genellikle sigarasına sarılmayacak kadar kendine duyduğu güvenmiş.. Hayatında bir kez bile ruhuna tanık olamamış. Hep başkasının ruhlarına.. başkaları da onun bedenine..

Üst üste gelişiyor gibiydi beynimde cümleleri. Sanki o cümleler beynimde bir inşaat kurmaya başlamıştı. Sanki bundan sonra birşeyler ya patlayacaktı ya da kaybolacaktı. Utanma hissi bürümüştü biryerlere, dediklerinden kendime de pay çıkarttığım için belkide. Hiçbir sözünü kafa yoracak kadar dinlememiştim son 2-3  cümlesi hariç. Ve o kadarı yetiyordu bana. Ama ona yetmemişti, zevk alıyordu.

Bana sordu.. neden Tanrı insanların üremesini teşvik etmek için yaşayabilecekleri en hoş zevklerden birini de bu sırada tatmalarını sağlamış.. ne gerek var dı ki bu teşviğe.. yoksa Tanrı bizim çoğalamayacağımızdan mı korkuyor??? Neden yanlız kalmamızı istemiyor. Yoksa O da bundan mı korkuyor. Bizsizlik.. Ya peki ben!.. Söylesene..

Ağzından kelimeler gelişi güzel, bir sağa bir sola, bir aşağı bir yukarı, ufak tükürük tanecikleriyle beraber üzerime saçılıyordu.. güzelleşiyordu böyle.. sonra çirkinleşiyordu.. ama çirkinliği de çekiyordu beni. Söyledikleri canını yakar gibiydi. Ama bunun onu mutsuz ettiğini dahi hiç düşünmüyordum. Benden birşeyler bekler gibi bir hali vardı. Ama susuyordum. Beklediği buydu belki de. O anlattıkça mazoşistliğe, bense sustukça sadistliğe bürünüyorduk.

 Söylesene dedi.. ya peki ben..  Neden sevişirken aldığım zevkin dışında, bu hayatımda alabildiğim bir haz zerresi yok.. Neden zevki ben ancak o işi becerirken tadabiliyorum. Neden yaşamak, benim için sadece bunun için anlamlı.. Tanrının istediği de bu! değil mi?? kendimin ne kadar aciz olup olmadığımı görmemi sağlamak.. Acizim değil mi.. Bunu gördümde eline ne geçti Tanrı’m?  “Böyle olmasını istemiyorum artık” diye binlerce kez tövbe ettim de ne oldu.. ‘Böyle sürmemeli’ diyorum hep.. hergün dünün yaşattığı mutlak bir umutla uyanmak istiyorum. Ama artık yanlızlık seçimimi düşünmeliyim değil mi?..

Uzun süre konuşmadı. Bende bu anlam veremediğim sessizliği ‘kola istiyor musun’ gibi bir cümleyle bozmuştum ki birden bana yaklaşmak için doğrulur gibi olduğunda şunu sordu..

‘benimle yatmayı istiyorsun değil mi.. daha doğrusu benimle yatmayı istiyordun ama mideni bulandırdım iştahını kaçırdım değil mi. Şu şehvet iştahını..’

Gözlerime bakıyordu ağzımdan çıkacak kelimenin doğruluğuyla ilgilendiğinden. Oysa beynime şimşekler yıldırımlar düşmüştü. Utanç değildi bu. Bir tür hesaplaşmaydı. Aslında sessizliğimden alınmış bir intikamdı. Kendi kendime çelişkilerimle kalmıştım. Onu sessizlikte ne kadar isteyip İstemediğimin bilinmezlik çelişkisiydi. Onu istemek suçtu ve ben bu suçu işlemiş miydim. Ya peki şuan. Onu istemiyor muydum. Onu yassı dokunalısı hissetmiyor muyum? Şuan için onu istememek de suçtu. ‘Bilmemek nedir’i bilmeyen biri için bu tür çelişkilerle karşılaşmak, bir fikir sahibi bile olamamak, garip bir sancıya dönüşen bulantıydı. Birşeyler söylemekle yükümlüydüm. Ve söyleyeceğim şeyin doğruluğunu bilmemek bile yalan olacaktı.

Bana döndü ve ‘acıyorsun değil mi? Önce bana sonra kendine, değil mi’ dedi.

Bir piramit düşünün. Tabanında yosunlar, bir üstünde basit balıklar, bir üstünde basit balıklarla beslenen kefaller, bir üstünde kediler,  onun üstünde kaplanlar, filler diye gitsin..  Hep düşünürdüm en üstte hangi üstcanlı olabilir diye. En sonunda katil balinaların olabileceğini düşünmüştüm. Çünkü nadirdirler ve en başta doğuştan katildirler, zaten onları nadir yapan şey katil olmalarıydı. Katledecekleri birşey bulamadıklarında kendilerini katledecek kadar katildiler. Nasıl olduysa gözümde bu yaratılış piramitinde ki kuyruğunu arayan bir kediden, bir katil balinaya terfi etmişti. Kendinide, herşeydeki kesinliğimide katlediyordu. Ve bana cevabını bildiği ama benim bilemediğim sorularla geliyordu. Ayrıca beni de bu kadar nasıl bilebilirdi.. Korkuyor muydum ne? Bu kadar olabildiği için.

Yaklaştı, tam o sırada bir çok kelime için telafuza geçmeye hazırlanan ağzımı kapadı ve üzerime ağırlığını verdi..

Sabah.. Güneşin yüzümde ki yanık ışınlarını hissediyordum. Çevremde kimse yoktu. Kalkıp biraz dolandım. Heryer tertemizdi. Gecenin ardından boş cd kutuları dışında, cips poşetleri, şişeler, kültablaları da ortalıkta yoktu.

Bir süre boşlukta gibiydim. Boş şişeler gibi şişkince, boş. Aldırmadan buzdolabını kurcalamaya başladım, kahvaltımı yaptım, doydum, sonra ellerimi yıkadım.  Ve tekrar uyudum.

D.n