SONUÇ (veya Gazzâlî’nin İfadeleriyle Ehl-i Sünnet‘in Görüşleri)
Mezhepler, tarih boyunca
birbirlerine karşı çeşitli değerlendirmeler
yapmışlardır. En mutaassıbından  en kapsayıcısına bir
sıralamaya koyacak olursak Hariciler başı çekmekte, Mürcie ise sonda yer almaktadır. Mezhepler, birbirleri
hakkında hüküm verirken en çok, dinin temel esaslarıyla
uyuşmayan inançları, büyük günah meselesini ve kendi
görüşlerine muhalefeti dikkate almaktadırlar. Biz, bu alanda
yazılmış kitaplarda bu konuyla ilgili bilgilerden bir derleme yapmaya
çalışacağız.
Hariciler ehl-i biat fırkalarının en sert ve
mutaassıbıdır[1]. Diğer Müslümanlarla ilişkilerinde mutaassıp
bir tavır sergilemişler, hasımlarını imtihan etmeye
başlamışlar, bütün hallerini araştırır
olmuşlardır. Kendileri son derece katı ve şiddet
taraftarı oldukları için herkesten nefret etmeye
başlamışlar, diğer Müslümanların memleketlerini “dâru’l-harb” saymışlar
ve onları esir etmeyi, hatta öldürmeyi helâl görmüşlerdir.
Kendilerine muhalif birini buldukları zaman önce onu imtihan ederler,
hakikaten muhalif olduğunu tespit ederlerse öldürürlerdi[2].
Hz. Ali ile Muâviye arasında
meydana gelen “Sıffîn Savaşı”nda, Hz. Ali tarafı galip gelmek üzereyken, Muâviye tarafından durumun hakemlere havale edilmesi
önerilmiştir. Hâricîler’den ilk grup el-Muhakkimetü’l-ûlâ, “tahkîm”
meselesinde hem Hz. Ali, hem de Muâviye
tarafının “tahkîm”i kabul etmekle “kâfir” olduklarını iddia
etmişlerdir. Muhaliflerini müşrik değil kafir kabul ederler.
Ayrıca kendi görüşlerinden olup birlikte hareket etmeyenleri
tekfir etmezler[3].
Nâfi’ b. el-Ezrak’a
uyanların oluşturduğu Ezârika, Hâricî
fırkalarının sayıca en kalabalık ve en kuvvetlisidir.
Hemen herkesi dışlamışlardır. Onlara göre (1)
kendi görüşlerini paylaşmayan Müslümanlar, (2)
görüşlerini paylaşsalar bile, birlikte harekete geçmeyen, onlar tarafına hicret etmeyenler, (3)
müşriklerin kadınları ve çocukları müşriktir. Bütün bu
gruplar dinen öldürülebilir ve malları yağma edilebilir. Onlar,
kendi askerlerini bile imtihan ederler: esir ettikleri muhalif bir müslümanı
öldürmesini isterlerdi. Öldürmezse münafık ve müşrik
olduğuna karar verirler ve onu öldürürlerdi[4].
Hâricîlerden Necedât fırkasının lideri Necde b. Âmir’e göre kim küçük bir günah
işler veya küçük bir yalan söyler ve bunlarda ısrar ederse, o
kimse müşriktir. Fakat ısrar etmeksizin, zina eden,
hırsızlık yapan ve içki içen bir kimse, kendisine uyarsa Müslümandır. Dinde kendisine muhalefet eden
kişinin cehenneme gireceğini iddia etmiştir. Kendilerine hicret
etmeyip yerlerinde kalanları (“kaade”yi) küfürle
suçlayan ve Nâfi’nin imametini kabul eden Ezârika grubunu tekfir etmişlerdir.
Sufriyye fırkasının görüşleri, esas
itibariyle Ezârika’nın görüşleri
gibidir: yani bunlara göre de günah işleyenler müşriktir. Ancak Sufriyye, muhaliflerinin çocukları ile
kadınlarını öldürmeyi kabul etmez.
Hâricîlerden İbâdiyye’ye göre İslam ümmetinden
kendilerine muhalif olanlar, hem şirkten, hem de imandan uzak olup ne
mümin ne de müşriktirler. Ancak onlar kafirdir. Bunların
şahitliklerini caiz görmüş; gizlice öldürülmelerini ve
kanlarını haram kılmışlar, ama bunun açıkça
yapılması halinde helal olduğunu söylemişlerdir.
Ayrıca onlarla nikahlanmayı ve onlardan miras almayı kabul
etmişlerdir[5].
İbâdîler’in alt kolu olan Yezîdiyye,
Allah’ın Acem’den bir resûl göndereceğini, ona gökten bir
kitap indireceğini, onun dininin Kur’ân’da
zikredilen Sabiîlerin dininden
olacağını ve diniyle Muhammed (s.a.v.)’in dinini nesh edeceğini iddia etmiştir.
Meymûniyye, Yûsuf Sûresi’ni inkâr etmişlerdir[6].
Beyhesiyye’nin Avniyye (Avfiyye)
koluna göre bir grubun başkanları küfre düşerse
tebaası da düşer[7].
Abdulkâhir el-Bağdâdî Hariciler’in hükmü
için şunları söylemektedir:
“Yezîdiyye
ve Meymûniyye, mürtedlerden
sayılır. Onların diğer sınıfları gizli
kâfirlerdir. Fakat onlar müslümanlara
saldırmadıkça onlara saldırılmaz. Bizimle
savaşırlarsa onlarla savaşırız. Rivâyet
edilmiştir ki Ali (r.a.), onlardan birinin “Allah’ın hükmünden
başka hüküm yoktur” dediğini işitince, “Bu kendisiyle bâtıl
murâd edilen hak bir kelimedir” demiştir. Sonra
şöyle dedi: “Size üç şey yapmamız gerekir: Sizinle
savaş başlatmayız, gücünüz bizim gücümüzle olduğu müddetçe
sizi ganimetten menetmeyiz ve orada Allah’ın ismini andığınız
müddetçe sizi Allah’ın mescitlerinden menetmeyiz.”[8]
Bazı alimlere göre
Hariciler dalâlette kalmış fakat küfre girmemiş bir topluluktur.
Sahabeyi tekfir etmeleri sebebiyle tekfir edenler de olmuştur. Ayrıca
alt kollarından İbâdiyye’nin bir kolu olan Yezidiyye acemlerden bir peygamber gelip Hz. Muhammed’in şeriatını nesh edeceğini iddia etmeleri sebebiyle tekfir
edilmişlerdir. Yine Acaride Yusuf suresini kabul
etmemeleri sebebiyle tekfir edilmektedir[9].
Bu gün Zengibar
ve Kuzey Afrika’da bulunan İbâdiler Sahabeyi
tekfir etmedikleri müddetçe kendilerini tekfire sebep olacak bir inanç
içerisinde değillerdir. İbâdiyye’nin gulâtı olan Yezidiyye’ye
bağlı kişiler az da olsa bu gün vardır ve bunlar kafirdir[10]. 
Mu’tezile’den Ebu’l-Huzeyl’e
göre îmân, farz olsun nafile olsun bütün tâatlerdir.
Ona göre, günah ikiye ayrılır: Küçük, büyük. “Büyük günah” da
ikiye ayrılır: Küfür olan, küfür olmayan. O, insanların üç
durumda küfre düşeceklerini söylemiştir:
a) Allah’ı
yaratıklara benzetmek,
b) Allah’ın hükmünü
zulüm saymak veya O’nun haberini yalanlamak,
c) Müslümanların, peygamberlerinden
nass ve tevkîfî olarak icmâ
ettikleri hususları reddetmek.
Hişâm el-Fuvatî’ye göre de îmân,
farz olsun nâfile olsun bütün tâatlerdir. O,
îmânı ikiye ayırır: a) Îmân
billah, b) Îmân lillah. Îmân billah’ı terk etmek, Allah’ı inkârdır.
Îmân lillah’ın terki, bazen küfür olur,
bazen fısk olur. Namaz ve zekâtı terk gibi.
Bunları helâl görerek terk eden kimse kâfir olur. Haram olduğuna
inanarak terk ederse, bu küfür değil, “fısk”
olur[11].
Mutezile teaddüdü
kudema gerekçesiyle zât üzerine zaid
sıfatlar ve kulun fiilinin Allah tarafından
yaratıldığı görüşlerini savunanları tekfir
etmişlerdir. Allah’ın görüleceğini söyleyenleri tekfir
edenler de vardır. Kendi grupları, birbirlerini tekfir
etmişlerdir[12].
Abdulkâhir el-Bağdâdî’ye göre Mu’tezile
liderlerinden her birinin çeşitli yönlerden tekfiri gerekir:
Vâsıl b. Atâ,
amellerinde Allah Teâlâ’nın
dışında yaratıcı isbât
ettiği için kader konusunda ve fâsık
hakkında “el-menzile beyne’l-menzileteyn”
görüşünü ortaya çıkardığı için kâfir
olmuştur. O, Ali’nin şahitliği ve adâleti hususunda şüphe
etmiştir. Onun ve arkadaşlarının fâsık
olmalarını câiz görmüştür. Cemel
ashabının da fâsık olmasını
câiz görmüştür.
Amr b. Ubeyd, buna, kendi
ashabından biri ile Ali’nin şahitliğini reddetmeyi
eklemiştir. Sanki o, bununla onun fâsık
olduğuna hükmetmiştir. Kim Ali’nin fâsık
olduğunu söylerse, o fâsıktan daha
aşağı kâfirdir. ...
Sonuç olarak söyle
demektedir: Onların küfürlerini ancak Allah Teâlâ
bilir. Ashabımız onlar hakkında ihtilaf etmiştir:
Bazıları, onların hükmünün Mecûsîlerin hükmü gibi olduğunu
söylemiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), “Kaderiyye
bu ümmetin Mecûsîleridir.” demiştir. Bazıları da, onların
hükmünün mürtedlerin hükmü gibi olduğunu
söylemiştir[13].
Saim Kılavuz ise Mutezile’nin sünnî
kelam kitaplarımıza bakılarak tekfir edilemeyeceğini
vurgulamaktadır. Gerçi tenasuhu kabul eden Hadesiyye ve Habitiyye tekfir
edilmiştir. Mu’tezileye mensup şahıs
bidatçi sayılır. Sözleri tevil kaideleriyle
bağdaşıyorsa tekfirden sakınmak gerekir[14].
Mürcie’yi tek bir mezhep olarak değerlendirmemek gerekir. Mürcie, çeşitli alt gruplara ayrılır.
İslâm mezhepleri tarihi yazarları, Mürcie
fırkaları hakkında farklı sayılar ortaya
koymuşlardır. Hatta bunlar, kendilerine nispet edilen ekollerle – Hanefiyye, Cehmiyye, Kerrâmiyye vb. gibi- anılmaktadır. Bu yüzden olsa
gerek, bazı mezhepler tarihi kitaplarında Havâric’in
Mürcie’si, Kaderiyye’nin Mürcie’si, Cebriyye’nin Mürcie’si, Halis Mürcie gibi
tasnifler yapıldığı görülmektedir.[15]
Mürcie’den hiçbir fırka sahabeyi veya diğer müminleri tekfir
etme yoluna gitmemiş, kişinin durumu hakkında söz
söylemeyi ahirete
bırakmıştır. Kelamcılardan hiçbir kimse de Mürcie’yi tekfir etmemiştir[16].
Şîa’nın
büyük kolu olan İmâmiyye’ye göre Hz. Ali ile savaşan, kâfirdir. Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) “Ya Ali! seninle harp etmek
benimle harp etmek demektir” dediği rivayet edilmiştir. Peygamber’le
(s.a.v.) savaşanın kâfir olduğunda şüphe
olmadığı gibi Hz. Ali ile savaşan
da kâfirdir[17].
Hz. Ali’ye imâmet konusunda sadece muhalefet edenler
hakkında İmâmiyye âlimleri farklı
görüşler ortaya koymuşlardır:
Bir
kısım âlimler “onların da kâfir olduklarına”
hükmetmiştir. Çünkü dinde zaruretle sabit olduğunu bildikleri
şeyi; onun imâmetine delâlet eden açık, mütevatir
nassı kabul etmemişlerdir.
Bir
kısım âlime göre ise “onlar fasık
durumundadırlar”. el-Hillî’ye göre bu
görüş daha kuvvetlidir[18].
Muhaliflerin ahiretteki durumu hakında Şîî-İmâmiyye âlimlerinin üç farklı görüşü vardır: (1) Onlar cenneti hak etmedikleri için ebediyen cehennemde kalacaklardır Mesela Şeyh el-Müfîd’in Evâilü’l-Makâlat‘ındaki ifadelerine göre “Hz. Ali’den önce imamete geçenler sapık, fasık ve günahkar zalimdirler ve cehennemde ebediyen kalacaklardır. ”. Yine “imamlardan birinin imametini inkar etmek de kafirlik ve ebedi cehennemde kalma sebebidir”[19]. (2) Onlar cehennemden cennete çıkarılacaklardır. (3) Onlar cehennemden ebedi kalmalarını gerektirecek küfür olmadığı için cehennemden çıkarılırlar; sevabı hak etmeyi sağlayacak iman olmadığı için de cennete girmezler[20].
el-Hillî, “savaşmayan imâmette muhalefet edenlerin fasık durumunda oldukları” görüşünü
daha kuvvetli bulmaktadır[21].
Ona göre “fasık, iman tarifi içerisinde
olduğu için mümindir”[22].
Yine ona göre büyük günah sahiplerinin cezaları kesintili ve
sonludur. Buna “Kim zerre miktarı
hayır işlerse onu görür”[23]
ayetini delil getirmekte ve imanın hayır fiillerinin en büyüğü
olduğunu ifade etmektedir. Fasık,
imanı ile sevaba müstahak olmuştur; Allah’a şirk koşan gibi
ateşte ebediyen (mahleden) kalması
doğru değildir[24].
Kendi aralarında bazı farklılıklar olmakla birlikte İmâmiyye’nin akâid ve kelâm konularıyla ilgili kaynaklarında dinin temel esasları tevhîd, adâlet, nübüvvet, imâmet, ve meâd olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Ancak -imâmetin müstakil bir iman esası olarak kabul edilmesinin Müslümanların çoğunluğunu iman dairesinin dışında tutmak gibi bir sonuç doğurduğunu düşünen-[25] bazı yakın dönem Şiî kelâmcıları usûlü’d-dîni genel olarak vermek yerine, usûlü’d-dîn ve usûlü’l-mezheb ayırımına gitmişlerdir. Buna göre tevhîd, nübüvvet ve meâd usûlü’d-dîni; adl ve imâmet ise usûlü’l-mezhebi oluşturmaktadır[26].
Şia’nın Gulât’ı Hz. Ali’ye ilahlık atfetmeleri, hulûl, ibâhe gibi çeşitli görüşleri sebebiyle tekfir edilmiştir. İsmailiyye de aşırı tevilleri ve haramı helal sayan görüşleri sebebiyle tekfir edilmiştir. İmâmiyye’den sahabiyi tekfir edenler tekfir edilirken bunu yapmayanlar tekfir edilmemektedir. Zeydiler için de aynı şey söylenmektedir[27].
Bu
gün Gulât’tan Gurâbiyye
Irak’ta vardır. Bunlar İslam dışı
sayılmaktadır. Yemen’de oldukça yaygın olan Zeydiler
ise itikadda büyük ölçüde Mu’tezile’nin
görüşlerini benimserler. İnançlarında küfrü gerektiren bir
hususa rastlanmaz. İran, Irak ve Suriye’de yaşayan İmâmiyye-Caferiyye sahabeyi
tekfir etmedikleri müddetçe tekfir edilmezler[28].
İnternette özellikle Şia ile Vahhabiler
arasında reddiyeler çokça yer almaktadır. Mesela bunlardan
“Şia’nın Hükmü” başlıklı bir sayfada, alimlerin
Şia hakkındaki görüşleri derlendiğini görüyoruz.
Derlemeyi yapanların “tekfir edilmeleri ile ilgili
görüşlere ağırlık verdiği
anlaşılmaktadır. Buradaki ifadelere göre İmam en-Nenevî onları tekfir etmeyip bid’ad
ehli olarak değerlendirmektedir. Ancak Şia zamanla
değişmiştir. Onun zamanındaki şiiler,
sahabileri tekfir etmemiş olabileceğine
vurgu yapılmakta veya en-Nevevi’nin onların
bu tutumundan habersiz olabileceği söylenmektedir. Buna
karşılık İmam Malik, Ahmed, Buhari’den başlayarak bir çok ileri gelen alimin
onları tekfir ettiğine dair metinlere yer verilmektedir[29].
Nusayriler, Bâtınî davetçisi İbn Nusayr (v.245/859)’a nispet edilmişlerdir. Bu grubun hulûl, tenâsuh, ve bir takım haramları mubah kılan görüşleri vardır. Ahireti inkar ederler. Nasları tevil etmektedirler. Bunlar, tekfir edilmektedir[30].
Dürziler, Fatımî hükümdarlarından Hâkim bi-Emrihî’nin ilahlığına inanmaktadırlar. Onun iddiasını ilk tasdik eden Muhammed Durzî olduğundan ona nisbetle Dürzîler diye meşhur olmuşlardır. Dışarıdan müslüman gibi görünürler, namaz kılar oruç tutarlar. Ancak aşırı tevillerle dinin hükümlerini ortadan kaldırırlar. Tenasuha ve Allah’ın bazı şahıslara hulülüne inanırlar. Dürzilik’e giriş çıkışları yasakladıkları için misyoner bir yapısı yoktur. Sünnîlere Ehl-i zahir, Şîilere Ehl-i batın diyerek, Sünnileri münkir ve kafir, Şîileri müşrik sayarlar. İnançları İslamla bağdaşmamaktadır[31].
Bâbîlik İslamiyet, Hıristiyanlık, Yâhûdilik ve Veseniliğin sentezinden meydana gelmiş karma bir din kabul edilmektedir. Kurucusu Mirza Ali Muhammed, el-Beyân isimli eserinde Kur’ân’ın hükümlerini kaldırdığını ve Allah’ın kendine hulûl ettiğini söylemiştir. Peygamberlik taslayarak, İslam dinini iptal ettiğini bildirdiği için tekfir edilmiştir. Bahâilik de bir çok din ve batınî fırkaların karışımıdır. Kurucusu Mirza Hüseyin, Bâbilik’in kurucusu Mirza Ali Muhammed’in öğrencisidir. İbadetleri değiştirmişlerdir. Haramlar ve helaller de değiştirilmiştir. Kitapları incelenecek olsa Kuran’daki apaçık nasları inkar ettikleri görülür. Bu tür inançlarından dolayı tekfir edilmişlerdir. Mısır Danıştayı Bahâîliğin semavi bir din olmadığı gibi bir din bile olmadığına hükmetmiştir[32].
Onlara göre bütün dinler sadece Baha’nın görüşleri ve zuhuru için birer başlangıç olarak gönderilmiştir; hepsi de noksandır ve ancak Baha’nın gelişiyle tamamlanmıştır. Ondan sonra da peygamberler gelecektir[33].
Kadiyanilik, Gulam Ahmed el-Kâdıyân tarafından Hindistan’da kurulmuştur. Kurucusunun ölümünden sonraki gelişmeler neticesinde iki gruba ayrılmışlardır. Lahor Ahmedîleri, Gulam Ahmed’in 14. hicri asrın müceddidi olduğunu söylemektedirler. Kadıyân Ahmedîleri ise Gulam Ahmed’in nübüvvetine inanmaktadır. Bu gruptan olan G. Ahmed’in oğlu Beşîrüddin Muhammed, el-Beyan isimli eserde G.Ahmed’in nübüvvetini inanmayanların kafir olacağını söylemektedir. Bundan dolayı Lahor Ahmedîleri dışındakiler İslam dışı görünümündedir[34].
Muhammed b. Abdulvehhab, Vahhabiliğe adını ve şeklini veren isimdir. 1703’te Uyeyne’de doğmuştur. Eğitiminden sonra yaptığı konuşmalar ve faaliyetler, gittiği yerlerde tepkiyle karşılanmasına sebep olmuştur. Sonunda 1744’te bu günkü Riyad’ın bir banliyösü durumundaki Deriyye’de Abdullah b. Suud ile anlaşmıştır. Bu, Suud Devleti için de en önemli aşamadır. Daha sonra çeşitli el değiştirmeler ve yıkılıp tekrar kurulmalar olmuştur. Bu gün yaşayan devlet, üçüncüsü olup, 1902’de Riyad’ın alınmasıyla başlatılmaktadır[35].
Vahhâbilik hakkında olumlu görüşler ifade edenler olmuştur. el-Menar dergisinde Vahhabiler hakkında çeşitli makaleler yayımlayan Reşid Rıza, Vahhabi hareketini yerinde ve lüzumlu görerek şunları söylüyor: "Bu dönemde toplum cahiliyet devrinden daha kötü bir cehalet içinde idi; ağaca, taşa, hayvana, ölüye, diriye tapar, namaz kılmaz, zekat vermez, başkasının malını gasp eder, adamı öldürmüş olmak için adam öldürürdü. Cenab-ı Allah bu topluma Şeyh Muhammed İbn Abdülvehhab'ı ve hafidini gönderdi, bunlar oralarda selefin akidelerini, esere dayanan tefsiri, hadis kitaplarını ve İmam Ahmed b. Hanbel'in fıkhını neşretmek suretiyle İslam'ı yenilediler. Bu hareketin tesiri ile halk dine öyle sarıldı ki memleketlerinde namazı terk eden, zekatı vermeyen, kötülüğü irtikap eden bir kimse kalmadı."[36]
Tevhîd, Vahhabi doktrinin ana temasını oluşturur. Onlar tevhidi çeşitli alt gruplara ayırırlar. Diğer müslümanlar hakkında yargıda bulunurken en çok başvurdukları esasları tevhid-i amelidir. “Tevhid-i ameli inanç boyutundaki tevhidin bizzat yaşayışta tezahür etmesidir. Çünkü iman ile amel bir bütündür. Tevhidin gereklerini yerine getirmeyen ve bidatten sakınmayanlar şirkten kurtulamazlar. Bu nedenle bir Vehhabi için bir kimsenin gerçek mümin olup olmadığını anlamak hiç de zor değildir.
Vaaz ve irşad yoluyla şirk ve bidatten vaz geçmeyen insanlar, imamın verdiği yetki ve sağladığı güç sayesinde zor kullanılarak doğru yola getirilirler. Vahhabiler tarihte Şiiler, Hicazlılar, Osmanlılar gibi müslüman unsurlarla devamlı savaş halinde olmaları, söz konusu prensip gereğince yapmaları gereken cihadın bir neticesiydi. Vahhabi görüşleri kabul etmeyenlerin canları ve malları helal sayılır.
Vahhabi mezhebinin ortaya çıktığı tarihlerden itibaren birçok yazar, kitaplar kaleme almış ve söz konusu fikir ve uygulamaların yanlış ve tehlikeli olduğuna dikkat çekmişlerdir[37].
Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı Eyüp Sabri Paşa Vahhabiler ile ilgili eserinin daha ilk sayfalarında çok sert ifadelerle Muhammed b. Abdulvehhab’ın “yeni bir diyanet icad edip, bir takım batıl itikadi meseleler tertip etmesinden” bahsetmektedir yine onun Vahhabi şahıslar için zındık, mülhid, merdud gibi pek çok ifadeleri vardır[38].
Ehl-i Sünnet kelam kitaplarında “ehl-i kıbleyi tekfir etmeyiz”[39] ifadesiyle diğer gruplar hakkında oldukça müsamahakar ifadeler kullanılmaktadır. Bu konuyla ilgili görüşlerini Faysalü't-Tefrika[40] isimli eserinde dile getiren Gazzâlî mezhep taassubu içinde olanları eleştirmektedir.
Gazzâli “küfrün Eş’arî, Mu'tezile ve Hanbeli gibi muayyen bir mezhebe muhalefet etmek” olduğunu iddia edeni, ahmak ve budala olarak nitelemektedir. Gazzalî’nin tavsiyesi “onu düzelteceğim diye zamanı zayi etme” şeklindedir. (s.17) Eş’ariyye ve Mu’tezile ulemasının Allah’ın sıfatları konusundaki görüş ayrılıklarından örnekler vererek bu tür meselelerde farklı düşünceye sahip olanların birbirini tekfir etmemesi gerektiğini belirtmektedir. Nitekim –Eş’arî ile Bâkıllânî arasında olduğu gibi- bir mezhebin kendi içinde de farklı görüşler ileri sürülebilmektedir (s. 18-20).
Ona göre kelime-i tevhide samimi bir şekilde bağlı kaldıkları, bununla çelişkiye düşmedikleri müddetçe, yolları ne kadar farklı olursa olsun Ehl-i İslam’a dil uzatmaktan ve mezhepleri tekfirden kaçınmalıdır. Ne olursa olsun hiçbir mezhebin muhalifini delilde hata etti diye tekfir etmesi doğru olmaz. Fakat “dalaletçi” ve bid’atçı” demesi caizdir. Dalaletci demesinin sebebi; kendisine göre, doğru olan yoldan sapmış olmasından; bidatcı demesinin sebebi ise selef-i salihinin hakkında ne söylediği açıkça malum olmayan bir mevzuda yeni bir görüş ortaya atmış olmasındandır (s. 41) [41].
“Kurtuluşa erecek tek fırka olacağını” ifade eden hadisi değerlendiren Gazzâli “bunun hiç cehenneme girmeden doğrudan cennete gidecekler” şeklinde anlaşılabileceğini söylemektedir. Cehenneme girenlerden de oradan çıkarılıp cennete girecekler olacaktır. Hazzali bu hadisin aksine “sadece bir fırkanın helak olacağını ifade eden” başka rivayetlerin de olduğunu hatırlatmaktadır. (s. 73, 74)
Bir müslümana kafir diyen kimsenin imanî durumunun ne olacağı ile ilgili olarak Gazzali “Bana kafir diyene kafir derim, bana kafir demeyenlere ben de kafir demem” şeklindeki görüşü asılsız olarak değerlendirir.
Gazali, diğer grupları yargılarken kullanılan “sahabeyi tekfir ettikleri için...” prensibinin bir örneği olan “Hz. Ali’nin halifeliği ile ilgili muhalifleri tekfir eden Şia’nın tekfirinin gerekmeyeceğini” söyleyip onların bu yaptıklarını hata olarak değerlendirmektedir.
Hz. Peygamber kendi döneminde insanları
dışlamamış, İslam dışı olmakla itham
etmemiştir. Sonraki dönemlerde meydana gelen gruplar birbirleri
hakkında çeşitli yargılarda bulunmuşlardır. Ehl-i Sünnet içerisinde de (Abdulkahir
el-Bağdâdî gibi) gibi aşırı yargılarda bulunanlar
olmuştur. Ancak yine de bu konuda Mürcie’den
sonra en mutedil görüşleri Ehl-i Sünnet
alimleri ifade etmişlerdir. En katı ve dışlayıcı
görüşler Haricilere ve özellikle de Ezarika
koluna aittir. Bu gün ise Vahhabiler tevhid-i ameli prensipleri sebebiyle bir çok şeyi
insanların tevhidden uzaklaşıp
şirke düşme sebebi sayan tavırlarıyla dikkat çekmektedir.
Yine dikkat çeken bir husus herkesimden birlik, beraberlik, kardeşlik gibi
değerlere vurgu yapılmasıdır. Bunun önündeki en büyük
engel herkesin kendi görüşünün merkez olmasını
arzulamasıdır. Gerçi bu da bir yere kadar doğaldır.
Çünkü insan en doğruya inandığını
varsaymaktadır.
| http://www.oocities.org/maturidimezhebi/ http://www.maturidimezhebi.bz.tc/ http://www.maturidi.sayfasi.com/ http://www.blogcu.com/maturidimezhebi | 
  
[1]    Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, 7.b., İstanbul, 2000, s. 103.
[2]    İrfan Abdulhamid, İslâmda İtikadi
Mezhepler, çev. M.Saim Yeprem, 3.b., İstanbul, 1994, s. 91. 
[3]    el-Bağdâdî, Mezhepler
Arasındaki Farklar, çev. Ethem
Ruhi Fığlalı, Ankara, 2001, 60.
[4]    el-Bağdâdî, Mezhepler
Arasındaki Farklar, s. 60; eş-Şehristânî,
el-Milel ve’n-Nihal,
Beyrut, 1419/1998, s. 140.
[5]    el-Bağdâdî, a.g.e.,
s. 63-74.
[6]    el-Bağdâdî, Usûli’d-Dîn, s.
357.
[7]    Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 106.
[8]    Usûli’d-Dîn, s. 357.
[9]    Ethem Ruhi Fığlalı,
“Hâricîler”, DİA, s. 169-175; Ahmet Saim
Kılavuz, İmam Küfür Sınırı, s. 212 vd.
[10]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 226.
[11]  Ömer Aydın, Kelam
Ekollerinde İman-Amel İlişkisi, İstanbul, 2001, s. 52 vd.
[12]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 112.
[13]  el-Bağdâdî, Usûli’d-Dîn, s.
359.
[14]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 222-224.
[15]  eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, s. 
162.
[16]  eş-Şehristânî, el-Milel, s. 169; Ahmet Saim Kılavuz, İmam Küfür
Sınırı, s. 225.
[17]  İbnü’l-Mutahhar
el-Hillî, Keşfu’l-Murâd Fî
Şerhi Tecrîdi’l-İ’tikâd,
Kum (Mektebetü’l-Mustafavî, tarihsiz), s. 315.
[18]  el-Hillî, a.g.e, s. 315/505.
[19]  Bu kitabın metnine internetten
http://www.al-shia.com/html/ara/books/avael-maqalat/a01.htm adresinden
ulaşılabilir. İfadelerin Arapça metni şöyledir:
 æ ÇÊÝÞÊ ÇáÅãÇãíÉ æ ßËíÑ ãä
ÇáÒíÏíÉ Úáì Ãä ÇáãÊÞÏãíä Úáì ÃãíÑ ÇáãÄãäíä (Ú) ÖáÇá ÝÇÓÞæä æ Ãäåã ÈÊÃÎíÑåã ÃãíÑ
ÇáãÄãäíä (Úáíå ÇáÓáÇã) Úä ãÞÇã ÑÓæá Çááå (Õáøì Çááå Úáíå æÂáå æÓáøã) ÚÕÇÉ
ÙÇáãæä æ Ýí ÇáäÇÑ ÈÙáãåã ãÎáÏæä... æ ÇÊÝÞÊ ÇáÅãÇãíÉ Úáì Ãä ãä ÃäßÑ ÅãÇãÉ ÃÍÏ ÇáÃÆãÉ æ ÌÍÏ
ãÇ ÃæÌÈå Çááå ÊÚÇáì ãä ÝÑÖ ÇáØÇÚÉ Ýåæ ßÇÝÑ ÖÇá ãÓÊÍÞ ááÎáæÏ Ýí ÇáäÇÑ. 
[20]  el-Hillî, Keşfü’l-Murâd,
s. 315; Avni İlhan,
“Şîa’da Usulü’d-din”, Şiilik
Sempozyumu, İstanbul, 1993, s.
428.
[21]  el-Hillî, Keşfü’l-Murâd,
s. 315/505.
[22]  el-Hillî, a.g.e., s. 339.
[23]  Zilzal, 99/7.
[24]  el-Hillî, Keşfü’l-Murâd,
s. 328.
[25]  İlyas
Üzüm, “İsnâaşeriyye”, DİA, C:XXIII,
İstanbul, 1996, s. 147-149.
[26]  İlyas
Üzüm, İnanç Esasları Açısından
Türkiye’de Ca’ferîlik, (Doktora tezi,
Marmara Ü. Sosyal Bilimler E. Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Kelam Bilim Dalı
İstanbul, 1993),
s. 101.
[27]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 216 vd.
[28]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 227.
[29]  http://www.fnoor.com/fn0968.doc adresinde (15/06/2005). Başka bir sayfa için bk. http://www.oocities.org/antishia/sch/    (18/05/2005).
[30]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 232.
[31]  Mustafa Öz, “Dürzîlik”, DİA, C:10, s. 39-48; Ahmet Saim Kılavuz, İmam Küfür
Sınırı, s. 233.
[32]  Ahmet Saim Kılavuz, İmam
Küfür Sınırı, s. 230.
[33]  Ethem Ruhi Fığlalı,
“Bahâîlik”, DİA, C:4, s. 464-468.
[34]  Ethem Ruhi Fığlalı,
“Kâdiyânîlik”, DİA, C:24, s. 137-139; Ahmet Saim Kılavuz, İmam Küfür
Sınırı, s. 230.
[35]  Mehmet Ali Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vehhabilik,
İstanbul;Rağbet yay., 2004. s. 21, 31 vd.  
[36] Yusuf Ziya Yörükan, İslam Akaid
Sisteminde Gelişmeler, yay: Turhan Yörükan,
Ankara; Kültür Bakanlığı yay. 2001 s. 84 (Buradaki ifadelere
göre yazarın Vahhabiler hakkındaki bu
makalesi daha önce de yayınlanmıştır. "Vahhabilik", Ankara Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi,
1953. Sayı 1 s.51-67.).
[37]  Mehmet Ali Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vehhabilik,
s. 25-28. Büyükkara 34. dipnotunda Vahhabilere karşı yazılan reddiyelerin bir
listesine yer vermektedir. 
[38]  Eyüp Sabri Paşa, Tarih-i Vehhabiyan, s. 13 vd. Eserin
Osmanlıca orjinali, transkripsiyonu ve
sadeleştirilmiş hali üçü bir arada neşredilmiştir.
(İstanbul:Bedir yay., 1992).
[39]  Mesela önemli kelam kaynaklarından Şerhu’l-Mevâkıf’ta
“Ehl-i kıbleden muhaliflerin tekfirinin gerekip
gerekmeyeceği” bir başlık altında incelenmektedir. Onun ilk
cümlesi “Kelamcı ve fıkıhçıların çoğunluğu ehl-i kıpleden birinin
tekfir edilemeyeceği görüşündedir” şeklindedir. 
ÌãåæÑ ÇáãÊßáãíä æÇáÝÞåÇÁ Úáì Ãäå áÇ íßÝÑ ÃÍÏ ãä Ãåá
ÇáÞÈáÉ
Gerçi özellikle sahabiyi tekfir eden gruplarla ilgili farklı
görüşlere de yer verilmekle birlikte asıl prensip budur. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, Nşr. Abdurrahman Umeyra, Beyrut, 1998,
C:III, s. 560
[40] Eserin Arapça metnini internetten http://www.ghazali.org/books/fiysal-tafriqa-01.doc
adresinden (12/05/2005) ulaşılabilir. Eserin Türkçe’ye iki tercümesi
yapılmıştır; Birisi İslam
ve Sapıklık (trc. Ali Güzeldülger, İstanbul, 1973), diğeri İslam’da Müsamaha (trc.
Süleyman Uludağ. İstanbul, 1972; 1990)
adını taşımaktadır. Biz Uludağ’ın
tercümesinden yararlandık.
[41]
æßíÝãÇ ßÇä ÝáÇ íäÈÛí Ãä íßÝÑ ßá
ÝÑíÞ ÎÕãå¡ ÈÃä íÑÇå ÛÇáØÇð Ýí ÇáÈÑåÇä¡ äÚã íÌæÒ Ãä íÓãíå ÖÇáÇð Ãæ ãÈÊÏÚÇð: ÃãÇ
ÖÇáÇð¡ Ýãä ÍíË Åäå Öá Úä ÇáØÑíÞ ÚäÏå. æÃãÇ ãÈÊÏÚÇð¡ Ýãä ÍíË Åäå ÇÈÊÏÚ ÞæáÇð áã íÚåÏ ãä ÇáÓáÝ
ÇáÕÇáÍ ÇáÊÕÑíÍ Èå¡