![]() ![]() |
... |
|
Cumhuriyetçilik,
Demokrasi ve Türkiye Bu
sunuşta üç ana önerme ele alınacaktır: “cumhuriyetçi-hürriyetçi
paradigma,[1]
demokrasi paradigmasını gerektirir, ama ondan ibaret değildir, onu aşar”; ii)
“demokrasi paradigması eğer cumhuriyetçi-hürriyetçi paradigmanın üzerinde
durmuyorsa, bununla beslenmiyor ve desteklemiyorsa, yetersiz ve istikrarsızdır”; iii)
“Türkiye’deki çok partili demokrasi tecrübesinde, cumhuriyetçi-hürriyetçi
paradigmayla demokrasi arasındaki ilişkide ağırlık, giderek,
cumhuriyetçi-hürriyetçi gelenek aleyhine, çıplak, şekli bir demokrasiden yana
kaymıştır”. Cumhuriyetçi-hürriyetçi
paradigmayla demokrasi paradigması arasındaki farklılık, her ikisini ayrı ayrı
tanımlamak ve karşılaştırmak yerine, bir üçüncü kategori olan ‘siyasi
sorunsalın gündemi’ ele alınarak da belirginleştirilebilir. Siyasetin farklı
eksenlerde sergilediği muhteva kesitleriyle, ‘siyasi sorunsalın gündemi nedir?’
sorusuna cevap aramak, cumhuriyetçi-hürriyetçi paradigma ve programın, demokrasi
paradigması ve programını niye ve nasıl aştığını görmemize yardımcı olur. ‘Siyasetin
gündemini oluşturan mesele nedir?’ sorusuna birinci, ‘kim yönetmeli?’ sorununun
çözümlenmesidir diye verilebilir. Ki bu sorun, büyük ölçüde, ‘buyurma erkinin
(iktidarının) meşruluğunun kaynağı nedir?’ sorunuyla çakışır. Homo
Sapiensler hep toplum halinde (state of society)
yaşamışlardır. Bu nedenle insan ırkının yüz binlerce yıllık tarihinde, herhangi
bir toplumsal örgünün olmadığı bir doğa halinde (state of nature) yaşama hiç söz konusu
olmamıştır. Ama avcı-toplayıcı, göçebe-otlatıcı kültürlerde neolitik tarım
devrimini izleyen ilk bin yıllarda, bu örgü, belirgin bir siyasi iktidar yapısı
oluşturmayacak kadar gevşek kalmıştı. Siyasi sorunsalın ve örgütlenmenin
belirginlik kazanması, tarım temelli şehir kültürleriyle başlamıştır. Ve ortaya
çıkan bu yeni sorunsal yani devlet sorunsalı, son altı bin yıldır insan
kültürünün en önemli meselelerinden biri haline gelmiştir. Toplum halini, bunun bir
özel hali olarak siyasi topluma (political society)
dönüştüren devlet, yani kurumlaşmış bir yönetme-buyurma süreci ise nadiren sadece
zora dayanmıştır. Bu kurumlaşmış yönetme süreci, genellikle, hangi kültür söz
konusu ise o kültürün parçası olan bir meşruiyet anlayışına dayanır. Bu
anlayış değişmediği ve yönetenin buyurması, bunu meşru kılan belirli bir dünya
görüşü anlayışından kaynaklanmanın dışına taşmıyor sanıldığı sürece,
insanlar bu erke tabi olmaya rıza
gösterirler. Cumhuriyetçi paradigma aşikardır ki zora dayanan kurumlaşmış yönetme
süreçlerini dışlar. Ama, kültürün bir parçası haline gelmiş her rıza kaynağı,
her siyasi meşruiyet anlayışı cumhuriyetçi değildir. Siyasi
meşruiyet anlayışlarını, önce yönetenin yönetilenlerce seçilmiş olmasını
gerektirip gerektirmediklerine göre ikiye ayırabiliriz. Yönetilenlerce seçilmediği
halde yönetenin buyurma erkinin meşru sayıldığı kültürlerde, bu meşruiyet,
mutlaka, yönetilenlerin ortak duyu (common sense)
ve akıllarının ermediği, yetmediği sanılan aşkın-deneyüstü (transcendental) bir kaynakla bağlantılıdır. Bu
anlayışın en eski geleneği olan Mezopotamya-İran kültür alanında, yönetme erkinin
belirli bir kişide bulunması ya da bir başkasına geçmesi, sadece Tanrı’nın
hikmet, irade ve keyfini ilgilendirirdi. Yönetim erkinin yönetilenlerin tercihinden
kaynaklanması gereği, bu anlam dünyasında anlamsızdı. Bu anlayış, yöneticinin
kendisinin Tanrı sayıldığı uç halinde (mesela eski Mısır ve İnka
kültürlerinde), ya da yöneticinin Tanrı’nın hikmetini bilme tekeline sahip
olduğuna inanılan örnekleriyle (mesela Katolik kilisesi ve İmamcı Şii geleneğinde),
insanlık tarihinde sık rastlanılan bir anlayıştır. Platonik ve Marksist
versiyonlarıyla, yönetme erkinin, aşkın-deneyüstü olduğu sanılan bilginin bir
kişi ya da grubun tekelinde olduğu inancından kaynaklanan ladini siyasi meşruiyet
anlayışları da, seçim gerektirmeyen siyasi meşruiyet ve yönetilmeye razı olma
anlayışları geleneğinin içinde kalır. Cumhuriyetçi
geleneğin, yönetenin yönetilenlerce seçilmesini gerektirmeyen, yönetilmeye razı olma
anlayışlarını da dışladığı açıktır. Ama cumhuriyetçi paradigma, yönetenin
yönetilenlerce seçilmesine bağlı bir meşruiyet anlayışını gerektirirse de,
yönetenin yönetilenlerce seçildiği her meşruiyet kültürü, zorunlu olarak
cumhuriyetçi değildir. Cumhuriyetçi paradigmanın diğer üç gerekli koşulu: i) siyasi
toplumu ya da toplum halinde yaşayan insanların siyasi ilişkilerini ilgilendiren
normların aşkın yani deney ve akıl üstü olmaması, ii)
bununla bağlantılı olarak, birey ölçeğinde insanın özel kişiliği ve
ilişkilerinin siyasetin kapsamı dışında kalması ve iii)
siyasi gündemin belirli bir etik (ahlaki), estetik ve epistemik programı da
içermesidir. Siyasetin
gündemini oluşturan temel meselelerden biri de, toplum halinde yaşayan insanların
siyasi ilişkilerinin tabi olacağı normların, yönetme erkine vücut veren uyulması
gereken kuralların varlık statüsü, belirlenme şekli ve içeriğidir. Normlar
kümesinin varlık statüsü ile belirlenme şekli, büyük ölçüde iç içe geçer.
Varlık statüsü ve belirlenme şekli hakkındaki temel kabullerin özellikleri
normların içeriğini de etkiler. Cumhuriyetçi
paradigmanın kurucu özelliklerinden biri, tek tek her insanın, siyasetin konusu
dışında kalan bir özel kişiliğe sahip olduğu, özel kişiler (private persons) arasındaki birçok ilişkinin de,
siyaseti ilgilendirmediği aksiyomudur.[2] Ki bu, birçok başka dünya görüşünün reddettiği bir
aksiyomdur. Bazı dinlerin bazı yorumlarında ve Marksist-Leninist ihtilalci gelenekte,
birey olarak insanın, sosyal aidiyeti, kendi dışında belirlenmiş toplumsal rolleri ve
var olduğu sanılan transandantel görevinden bağımsız bir özel kişiliği
olmayacağı öne sürülmüştür. Bu nedenle, bu bakış açılarında insan
yaşamının her yönü, her insan ilişkisi siyasidir ya da siyasi öneme sahiptir. Ya
da, en azından, siyasi yaptırımlarla desteklenen sosyal normlara tabidir. Buna
karşılık, eski Helen kültürünün kişinin bazı özel temel hakları olduğu
anlayışına kadar geri götürülebilecek olan ve asıl gücünü, Rönesans’ın
Aydınlanma Çağı’ndan itibaren, birey ölçeğinde insan varlığının herhangi bir
etik sistem için en üst moral değer olarak görülmesinden alan cumhuriyetçi
paradigma, insan hayatı ve kültürünün bütününü bir siyasi mesele gibi gören her
türlü totaliter bakış açısını dışlar. Cumhuriyetçilik, totaliter bir
insan-toplum-siyaset anlayışına yol açan, insanın var oluşunu, Tanrı’ya hizmet
görevi gibi akıl ve deney üstü transandantel bir amaçlılıkla açıklayan hiçbir
bakış açısıyla uzlaşamaz. Cumhuriyetçi
paradigmada, yönetme erkine vücut veren uyulması gereken normların varlık statüsü
insan-üstü değildir. Bu kurallar, müzik, mimari, edebiyat gibidir. İnsanlarca
üretilen beşeri kültürün bir parçasıdır. Üstelik, cumhuriyetçi bakış açısı,
siyasi toplumu oluşturan kurallar kümesinin, ‘Tanrı’nın buyruğu’ ya da
‘Tarih’in hareket yasaları’ gibi, insanların ortak duyu, deney ve akıllarının
dışında kalan bir varlık statüsüne sahip olabileceğini reddeder. Cumhuriyetçi
paradigma dinsizliği ya da ladini metafiziksizliği gerektirmez. Ama dini ya da ladini
metafizik inançları, birey olarak insanların kabul ya da reddedebilecekleri, özel
kişiliğe ait bir tercih sorunu olarak görür. Yönetme
erkini meşru kılan bütün siyasi normlar, makul, anlamlı, kabul edilebilir,
savunulabilir olup olmadıkları açısından, ortak insan duyusu, deneyimi ve aklının
eleştiri süzgecine tabidir. Varlık statüsü deney-üstü olan hiçbir siyasi kural
olamayacağı için hiçbir kural eleştirici insan aklının denetiminin dışında
tutulamaz. Eleştirici insan aklının denetimi dışında kalan siyasi kural olabileceği
inancı, cumhuriyetçi paradigmaya tamamen aykırı bir inançtır. İnsanların akıllarını ve deneyimlerini
kullanarak, müzakere, münazara ve mücadele yoluyla ürettikleri ve üstünde, anlamlı bir ölçüde,
rıza birliği (consensus) oluşturdukları
siyasi normlara göre yönetme erkinin delege edildiği, seçimle belirlenmiş ve seçimle
değiştirilebilir bir iktidar kurumu, cumhuriyetçi geleneğin sivil[3] hükümetidir (civil government). ‘Sivil
hükümetin işlevi nedir?’ ya da, ‘sivil hükümetin varlığında siyasetin
gündemini oluşturan mesele nedir?’ sorusu bizi, cumhuriyetçi-hürriyetçi
paradigmayla demokrasi paradigması arasındaki farkı yakalamaya daha da yaklaştırmış
olur. Bu soruya
verilebilecek cevaplardan biri, ‘sivil hükümetin işlevi, sosyal mühendislik
gerektiren sorunları çözmek, buna yönelik önlemler almak, eksiklikleri gidermektir’
olabilir. Bu mühendislik anlamında siyasi sorunların başında, hem birey ve aile hem
de toplumsal yaşam ölçeğinde kıtlık sorununu hafifletmek ihtiyacı gelir. Kişi
başına düşen mal ve hizmet tüketimini artırmak, insanlarımızın eğitimi için
öğretmen ve okul, tedavisi için hekim ve hastane sayısını çoğaltmak,
şehirlerimizin ve köylerimizin suyunu sağlamak, kirli hava gibi bir arada yaşamanın
getirdiği olumsuz fiziki sonuçlara karşı bir şeyler yapmak ..., bunların hepsi
siyasi gündemin mühendislik anlamında çözüm gerektiren sorunlarıdır. İç ve dış
zorbalığın durdurulması ve dar anlamda adalet ihtiyacının, yani kişi ve grupların
zorbalığından ya da kişiler arasındaki özel uyuşmazlıklardan kaynaklanan adalet
ihtiyacının karşılanması da sivil hükümetin sosyal mühendislik anlamındaki işlev
alanına giren sorunlardır. Siyasetin,
çözümü için mühendislik-vari yaklaşım ve çare gerektiren bu sorunlarının bazı
ortak özellikleri vardır. Bunlar insanın hazlarını artırmaya, bedeni-fiziki
mahrumiyetlerini azaltmaya yönelik amaçlar ima eder. Açlığın ve hastalığın
giderilmesi gibi amaçlar insanın fiziki varlığıyla doğrudan ilişkili oldukları
için temel amaçlardır. Herhangi bir siyasi sistemin kabul edilebilirlilik
koşullarının başında elbette ki bu temel amaçların gerçekleştirilmesi gelir. Ama
bu amaçlar insanı diğer canlılardan farklı kılan özellikleriyle ilişkili
değildir. İnsanın herhangi bir canlı olmayı aşan, yücelme ve yaratma serüveninin
imkanı da elbette ki bu temel ve bu anlamda ilk-el (primary)
gereksinmelerin karşılanmasıyla birlikte başlar. Ama bu temel gereksinmelerin
karşılanması insanın yücelme serüvenine kendiliğinden yol açmaz. Üstelik, tarihte
bir çok kez olduğu gibi hipotetik olarak da, cumhuriyetçi paradigmadan çok uzak başka
toplumsal-kültürel-siyasi paradigmalar da, insanların beslenme ve sağlık bakımı
gibi temel gereksinmelerinin giderilmesinde, sosyal mühendislik anlamında başarılı
çözümler sağlayabilir. Bu gereksinmeleri demokratik bir hükümet yerine
getirebileceği gibi, paternalist-totaliter bir hükümet de yerine getirebilir. Bunun
içindir ki, bir sivil hükümetin işlevleri arasında aklımıza ilk gelen ve sosyal
mühendislik hizmetlerini örgütlemek ve üretmek diyebileceğimiz bu işlev, ahlaki ve
estetik değerler açısından yansız, bu anlamda herhangi bir ahlak ve estetik üslubu
açısından içeriği belli olmayan bir işlevdir. Ve tek başına kaldığında,
siyasetin, büyük ölçüde bir mekanik araç olarak algılanması, tasarlanmasına yol
açar. Tek başına ele alındığında, felsefi sapması, genellikle faydacılık (utilitarianism), faydacılığı besleyen bir
araççılık (instrumentalism) ve hazcılık (hedonism) yönündedir. Cumhuriyetçi,
sivil hükümetçi siyaset paradigmasını herhangi bir siyasi paradigmadan farklı ve bir
cumhuriyetçiyi öteki paradigmaları taşıyanlardan üstün kılan şey, bu
paradigmanın siyasete ahlaki, estetik ve epistemik bir amaçlılık, bir görev içeriği
yüklemesidir. Cumhuriyetçi-hürriyetçi geleneği, biçimsel demokrasi sorunsalıyla
sınırlı kalmış bir anlayışa göre daha büyük, daha üstte kalan bir muhtevayla
donatan, işte siyasi sorunsalın bu üçüncü düzeyi, felsefi düzeyidir. Cumhuriyetçi
görüşün felsefi platformda iki önermesi vardır. Bunlardan biri, birey olarak insanın etik (ahlaki), estetik
(güzellikle ilgili) ve epistemik (doğru bilgi anlamında hakikatle ilgili) amaçlara
sahip olması ve bu alanlardaki üretimiyle, diğer canlılarla paylaştığı
anima’sını aşması, yücelmesinin mümkün ve iyi
olduğudur. Hayatında etik, estetik ve epistemik bir arayış ve üretim programı da
olan insan moral bir kişidir (moral person).
Birey olarak insanın moral bir kişiliğe sahip olmayı istemesi, bunun için gayret
etmesi iyidir. İkinci önerme ise,
cumhuriyetin en üst işlevinin, hür (temel haklara ve özel hayata sahip)
yurttaşların, bu üç eksen üstünde bireysel kişilik ve toplumsal kültür
üretmelerine imkan veren ve haklılığı etik, estetik ve epistemik gerekçelerle
savunulan iyi düzenli adil bir toplumsal ve siyasi ilişkiler sistemini kurmalarının iyi olduğudur. Birey
olarak insanın ve bireyleri toplumsallaştıran kültürleri ile insan gruplarının
belirgin bir etik, estetik ve epistemik yücelme programıyla yaşaması biyolojik olarak
gerekli değildir. Tarihte ve hipotetik olarak görüleceği gibi, bireyler de, insan
grupları da, daha çok insanın animası düzeyinde kalarak yaşıyabilirler. Ama
cumhuriyetçi-hürriyetçi paradigmaya göre, insanın varoluşsal (existential) konumunun, ölümlülüğüne rağmen
ona verdiği fırsatları kullanmasına yol açan tek yaşama programı, böyle bir etik,
estetik ve epistemik üretim amacıyla yüklü olan yaşama programıdır.
Cumhuriyetçi-hürriyetçi görüşe göre, insan yaşamındaki nihaî iyi
(the good), böyle bir üretim amacına sahip olarak
yaşamaktır. Cumhuriyetçi-hürriyetçi görüşün erdem (fazilet) anlayışı budur. Ve birey olarak
insan isterse bu iyiyi seçebilir. Ona böyle
bir seçimi yapabilme potansiyelini veren, kendi öznelliği de dahil olmak üzere, geriye
dönüp insan durumuna bakabilmesi (moral reflection) ve biyolojik donanımı arasında
var olan, akli, vicdani ve estetik duyarlılık yetileridir. İnsan bu yetilerini
kullanırsa ve kullanmayı geliştirirse, kendini, içinde yaşadığı toplumu ve
kültürü, başka insanları, toplumları ve kültürleri değerlendirebilir,
yargılayabilir ve iyileştirmeyi isteyebilir. Etik, estetik ve epistemik eksenlerde,
kendi kişiliğini ve kültürünü üretmeye yönelmesi, bu yargılama ve daha iyiyi
isteyebilme imkanından kaynaklanır. Cumhuriyetçi
görüşte sivil hükümetin en üst işlevi, birey olarak insanların bu iyiyi
seçmelerinin toplumsal koşullarını sağlamaktadır. Bu görüşün sahip olduğu
en üst siyasi inanç ya da aksiyom, bireylerin bu seçimi yapmalarının nihai kamusal
iyi (the public
good) olduğudur. Antikite ve Rönesans’taki aydınlanma düşüncesini birbirine ve
her ikisini de günümüze bağlayan ortak inanç, aksiyom budur. Cumhuriyetçi
paradigmaya göre birey olarak insanlar bu iyiyi seçme şansını, ancak ve ancak bir
sivil toplumun üyesi ve sivil hükümetin ortağı oldukları zaman elde edebilirler. Bu
şansı kullanmaları da, büyük ölçüde, toplumlarının ve kültürlerinin,
insanları erdemliliğe yönelik olarak yaşamaya
teşvik ettiğine, siyasi düzenlerinin temelinde bir erdem arayışının bulunduğuna
inanmalarıyla ilişkilidir. Birey olarak insanın erdemliliğe yönelik olarak yaşamayı
anlamlı bulduğu toplumsal ortam ve siyasi düzen ise, geniş anlamda adaletin
sağlandığı, iyi düzenli adil toplumdur (well ordered just society). Geniş anlamda adaletin
öznesi, erdemlilik arayışıyla doğrudan bağlantılı bir hakkaniyet (fairness) sorunsalını da içerir. Devletin,
sivil hükümetin en üst işlevi, iyi düzenli adil bir toplum için gerekli kamusal,
toplumsal ilişkiler ve kurallar varlığını oluşturmaktadır. Dar
anlamda siyasi demokrasiyi yani yönetme erkinin seçilmişlerce ve insanlarca üretilmiş
kurallara göre kullanılmasını istikrarlı kılan, böyle bir iyi düzenli adil topluma
yönelik bir kültürel üretimin üstünde durması, ona dayanmasıdır. Birey olarak
insanların içinde yaşadıkları toplumsal ve siyasi düzeni hakkaniyetli bulmadıkları
ve bu nedenle beğenmedikleri, ona inanmadıkları bir ortamda, eğer bu düzen bireylerin
serbest reaksiyonlarına imkan veren bir siyasal demokrasi ise, bu demokrasinin
istikrarlı olması sağlanamaz. Çoğunluğun rızasına dayanan ve serbest seçimlerle
değiştirilebilir bir hükümet etme mekanizması, eğer aşikar temel değer olarak,
bireylerin etik, estetik ve epistemik yücelişlerini teşvik eden, hakkaniyet anlamında
adil, iyi düzenli bir toplum kurma fikrine, programına yönelik değilse, bir demokrasi
olduğu halde bir cumhuriyet değildir. Üstelik, sosyal mühendislik muhtevalı meseleler
ne ölçüde başarıyla çözülürse çözülsün, çoğunluğun rızası, siyasi
düzene inanma, onu adil yani hakkaniyetli bulmaya dayanmadığı için istikrarsızdır.
Bu takdirde demokrasinin kendisi, demokrasiye imkan veren rıza birliğini her an
bozabilecek tehlikelere karşı savunmasızdır. Demokrasinin bu savunmasızlığı
nedeniyle, içerdiği çıplak hukuk düzeninin korunması ihtiyacı, sık sık zora
dayanan yönetimlerin ortaya çıkması sonucunu, yani demokrasinin tahribini tahrik eder. 1946
sonrasında Türkiye’de siyasetin gündemini, çok büyük ölçüde, ‘seçilmiş olan
çoğunluk desteğini korudukça yönetmeli’ ve ‘kıtlıktan kaynaklanan ve sosyal
mühendislik gerektiren ihtiyaçlar karşılanmalı’ konuları belirlemiştir. Olması
gerekenle ilgili tartışmaların çoğunluğu da, seçim sistemi meselelerinde olduğu
gibi, daha çok, mekanik meseleler düzeyinde kalmıştır. Siyasetin cumhuriyetçi
paradigma anlamındaki nihai amacı pek gündeme getirilmemiştir. Demokratik
olmayan siyasi önermelere, bu arada özellikle Marksist ya da dini siyasi düzen
önermelerine karşı felsefi, fikri üstünlüğü olan, dar anlamda demokrasinin kendisi
değil, üzerinde duracağı ve ancak bir parçasını oluşturduğu takdirde onu
canlandıracak olan cumhuriyetçi-hürriyetçi paradigmadır. Türkiye’de
nüfusun 60 yılda 4 kat artması, bugün yılda % 3 oranında büyümeye devam etmesi,
cumhuriyetçi felsefi ve fikri geleneklerin Türkiye’deki tarihi zayıflığı,
demokrasi arayışları ve uygulamalarını, cumhuriyetçi amaçtan uzaklaştırmakta,
daha çok popülist demagojiye doğru itmektedir. 1920’lerde,
Atatürk ve arkadaşları, 1683-1923 arasındaki 250 yıllık tarihin acı tecrübesi ve
birikiminin verdiği imkanla, Türkiye’de ciddi bir cumhuriyetçi programın temellerini
atmışlardır. Bu programın sürdürülmesi şansı, bugünkü genç kuşakların,
nüfus baskısına ve serbest düşünmeyi küçümseyen cari popüler kültüre rağmen,
cumhuriyetçi geleneğin kurucu aksiyomlarını bulmalarına ve sevmelerine bağlıdır.
Siyasi sorunsalın erdeme yönelik üstün amacının görülebilmesi için, felsefeye,
Platon’a, Aristoteles’e, Locke ve Kant’a bakmamız gerekir. Erdemlilik, güzellik ve
gerçeklik, üretilmesi gereken süreçlerdir. Parlemento
Dergisi, Şubat 1987 sayısında
yayınlanmıştır. [1]
Bir gerçeklik alanının belirli bir şekilde kavranılmasına yol açan belirli
bir bakış açısı - dünya görüşü. [2]
'Başka bir önermeye geri götürülemeyen ve tanıtlanamayan, böyle bir geri
götürme ve tanıtı gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için
öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önerme', B. Akarsu (1975) Felsefe Terimleri Sözlüğü (Ankara: Türk Dil
Kurumu yayını). [3]
Siyaset ve siyaset felsefesi tarihinde 'sivil'lik kavramı, 'askeri'liğin
karşıtı olarak değil, meşruiyetinin akıl ve deney-üstü, aşkın bir statüden
kaynaklandığı sanılan 'dini' devlet ve iktidar anlayışının karşıtı olarak
kullanılmıştır. Bugün Türkiye'de 'sivil toplum', 'sivil siyaset' terimleri,
yüzeysel bir şekilde ve, genellikle, 'askeri olmayan' anlamında kullanılmaktadır. |