...
Main Page
CV
Publications
Online Arts
Yeni Binyil Articles
Photo Gallery
Poems
Links
Contact
Search

     Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyetçilik

 

Bu anfiye Hasan Saka adının verilmesi bütün Türkler ve Trabzonlular için onurlu bir kadirşinaslık örneğidir. Burada konuşmaktan hem bir Trabzonlu, hem de Hasan Saka'nın öğrencisi ve öğretim üyesi olduğu Mülkiye'nin bir mensubu olarak büyük mutluluk duyuyorum. Bu güzel fırsatı sağladıkları için Karadeniz Üniversitesi'nin değerli rektörü sayın Profesör Kemal Gürüz'e ve Üniversite'nin yönetim kurulu ve senatosunun değerli bilim adamlarına minnet borcumu ifade etmek istiyorum.

                   Bu konuşmada iki temayı ele alacağım. Birinci tema, 1923'te Mustafa Kemal Atatürk'ün arkadaşlarının ve Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı Cumhuriyet'i kurma kararının, hangi tarihi gelişmelerin, hangi var-kalma mücadelesinin sonucu olduğu sorusuna yöneliktir. İkinci tema ise, evrensel bir siyasi medeniyet üslubu olarak Cumhuriyetçilik'in temel ilkeleri ilişkilidir. Hasan Saka, hem Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna katılmış, hem de bu Cumhuriyet'e milletvekili, Mülkiye öğretim üyesi, Maliye ve Dışişleri Bakanı ve nihayet Cumhuriyet'in başbakanı olarak, tertemiz kalmış bir namus ve vicdanla, şerefle hizmet etmişti. Büyük Atatürk'ü, ve Hasan Saka'yı andığımız, Hasan Saka'nın adını Karadeniz Üniversitesi'nde edebileştirdiğimiz bugün, cumhuriyetçilik konusu en uygun konulardan biridir kanaatindeyim.

2.1.             Osmanlı İmparatorluğu, en parlak diye bilinen 1520-1580 döneminin hemen ardından fevkalade ağır bir sosyal, iktisadi, mali ve siyasi krize girdi. 1520-1580 arasında, İmparatorluğun bugünkü sınırlarımız içinde kalan kısmında, toplam nüfus % 60, nüfusu 10 bini aşan şehirlerin nüfusu % 100'den fazla artmıştı. Kanuni'nin saltanat yılları, Osmanlı Devleti'nin 'muhteşem' kelimesinin her alanda ima ettiği çağrışımlarla algılandığı bir dönemdir.

                   Ne var ki 1580'ler ve 1620'ler arasındaki 50 yıllık süre içinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun para sisteminde büyük bir çöküntü, birbirini tamamlayan vergi ve Tımarlı Sipahi sisteminde bir dağılma meydana geldi. Önce taşra şehirlerinde medrese öğrencisi (suhte) karışıklıkları şeklinde başlayan sosyal çalkantılar, daha sonra Celali isyanlarına dönüştü. Celali kargaşasının sonuçlarına o dönemde verilen ad 'büyük kaçgun'dur. Çünkü bu isyanlar sırasında hem isyancılar hem de onları bastıran Osmanlı kuvvetleri, Anadolu'nun yerleşik düzenini adeta hallaç pamuğu gibi dağıttı. İnsanlar büyük bir 'kaçgun' içinde darmadağın oldu. Bir çok şehrin nüfusu 1520'lerdeki düzeyin altına düştü. On binlerce ova köyü terk edildi. Yüz binlerce köylü ailesi dağlara, ormanlara sığındı. Yer yer göçebeliğe geri döndü. Zaten zayıf bir para olan akçenin gümüş değeri 1560'lar ve 1600'ler arasında % 80 düşürüldü. 17. yüzyılda Rumeli ve Anadolu'da geçer para, artık Avusturya 'taler'leri, 'guruş'ları ve diğer Avrupa paralarıydı. Bu iktisadi-sosyal-siyasi dağılmaya çok sayıda örnek vermek mümkündür. Ama, asıl konumuza dönmek için bunlarla yetiniyorum.

                   17. yüzyıl Osmanlı devlet görevlilerinin bu büyük bozulma karşısında "ne oldu bize?" sorusunu yoğun bir şekilde düşündükleri görülmektedir. Padişahlara verilen çeşitli 17. yüzyıl layihalarında önerilen çözüm ise 'bozulmadan önceki düzene geri dönelim meselelerimiz çözümlenir" şeklindeydi.

                   17. yüzyılda eski düzenin restorasyonuna yönelik icraat bu yüzyılın sonundaki büyük şoku önleyemedi. Bu büyük şok, 1683 Viyana kuşatmasından 1699'a kadar süren savaşları Osmanlı askeri gücünün büyük ölçüde yetersiz kalması, İmparatorluğun kazanılması yüzyıllar sürmüş bölgenin birkaç yıl içinde kaybedilmesi, Osmanlıların ilk kez bir barış antlaşmasını kaybeden taraf olarak imzalamak zorunda kalmasıydı. Bu savaşlar sırasında Osmanlı devlet sistemi, para, vergi, iktisadi kaynak, asker toplama bakımından da acz içinde kaldı. Saraydaki kıymetli metalden yapılmış bir çok eşya para yapılmak için eritildi. İmparatorluğun dört bir yanında geniş bölgeler hatta eyaletlerde, daha önce merkezi devlete ait olan hükümranlık hakları, para ve asker toplama karşılığında mahalli güçlü aileleri, ayan ve derebeylerine terk edildi.

                   Osmanlı devlet erkanının bu ikinci büyük şokun da üzerinde büyük bir kederle derinlemesine düşündüğü ve çareler aradığı bilinmektedir. Bu ikinci büyük şokun sonucunda bir çok devlet adamı, Osmanlı ile Avrupa'nın arasında Avrupa lehine olan bir farkı kabul etmeye, bu farkın giderilmesi için, Avrupa'da olup da Osmanlı'da olmayan bazı şeylerin Osmanlı İmparatorluğu'nda da var edilmesini gerekli görmeye başladı. Bu dışarıdaki yeni çağa ayak uydurma ihtiyacı Osmanlı-Türk tarihinde önemli bir yeni durum - önemli bir başlangıçtır.

                   Burada vurgulamak istediğim şudur. Bu başkalaşma isteği o dönemde Osmanlıların yok olmamak - siyasi- askeri varlıklarını sürdürebilmek ihtiyacından kaynaklanmıştır. Bir büyük yenilgi şoku, Osmanlıları, dışlarındaki dünyaya çok farklı bir şekilde bakmaya zorlamıştır.

                   Bu başkalaşma ihtiyacını karşılamak için 'batılılaşma' terimi yerine 'çağdaşlaşma' terimini kullanmanın daha doğru olduğu kanaatindeyim. 'Çağdaşlık'ı şöyle tanımlıyorum. Bir milli toplum ve kültür sistemi, içinde yaşadığı çağın en etkili sonuç veren bilgi, teknik, estetik ve etik değerlerini kendi içinde spontan bir şekilde-kendiliğinden üretebiliyorsa çağdaştır. İçinde yaşadığı çağın en etkili bilim, teknik, estetik ve etik değerlerini üretemediğini hisseden bir milli kültür sisteminin, bu değerleri üretir hale gelmeye yönelmesi ise 'çağdaşlaşma arayışı'dır.

                   Osmanlıların, gaza-cihad anlayışının malubiyetler nedeniyle anlamsız hale geldiği bu yeni dış ilişkiler konjonktüründe - iradi bir şekilde çağdaşlaşma çalışmalarının ilk önemli örnekleri, 18. yüzyılda kurulan ve askeri ihtiyaçları karşılamaya yönelik kara ve deniz mühendislik okullarıdır. Bu okullarda Avrupa dillerinin, kartezyen matematiğin-geometrinin, Newton fiziğinin okutulmasıyla, Osmanlı devlet ve düşünce hayatı, ilk kez kendini, eleştirici aklın süzgecine ve sadece eleştirici aklın süzgecine tabi olan bir yeni medeniyet anlayışına açmış oluyordu. Ve gene vurgulamak isterim ki, bu açılış, bir keyfi tercih, "acaba elma mı yesem portakal mı yesem" rahatlığı içinde yapılmış bir keyif tercihi değil, bir siyasi-kültürel varlık olarak yok olma tehlikesinin kapıya dayandığı bir ortamda, Osmanlıların mecburiyet içinde yaptığı, bir var-kalma mücadelesinin kendilerine dikte ettiği bir tercihtir. Ki, Osmanlı Devleti'nin varlığının uzatılabilmesine imkan yaratan, bu arada bu imparatorluk içindeki Türklere bir toparlanma fırsatı, bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kurabilecek şekilde tarih içinde varlıklarını saklı tutma fırsatını sağlayan, bu yeni ve çağdaş medeniyet üslubu içinde yetişen askerler, devlet adamları, düşünürler olmuştur.

                   19. yüzyıl, Osmanlı devlet erkanı arasında, sadece askeri örgütlenmelerde bazı çağdaş uygulamaların gerçekleştirilmesinin yetmediği, askeri yenilgilerin dahi, Osmanlı devlet ve toplum düzeninin bir bütün olarak çağdaşlaştırılmasına bağlı olduğu düşüncesinin giderek güçlendiği bir yüzyıldır. Sırp ve Yunan milliyetçilik akımları, çok dinli, çok dilli, çok cemaatli nüfus yığınlarını üstten yöneten eski Mezopotamya-İran devlet geleneği üzerindeki Osmanlı Devleti'ni, milliyetçilik olgusunu anlamaya zorladı.

                   Sened-i İttifak ve Tanzimat Fermanı, Osmanlı İmparatorluğu'nda, devletin hukuk ve idare kurumlarının çağdaş örnekler ve fikirlerle yeniden kurulması, yeni bir devlet sisteminin oluşturulmaya çalışılmasının başlangıcıdır. Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet, bu yönde atılmış önemli adımlardır. Ama 19. yüzyılda Osmanlı devlet adamları milli devlet hedefine yönelmemişlerdir, önlerindeki sorunsal bir imparatorluğun korunması olarak kaldığı sürece de yönelemezlerdi. İmparatorluğun Birinci Dünya Savaşı'nda nihai dağılmasıdır ki, var kalma mücadelesi veren Türkleri tek ve son çare olarak bir çağdaş milli devlet kurmaya yöneltmiştir.

                   Cumhuriyet işte 1580'lerde başlayan bu tarihi sürecin sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti bu uzun süreli 'yok olmama-var kalabilme' mücadelesinin en büyük başarısıdır.

                   Eğer bugün Edirne'den Kars'a, İzmir'den Hakkari'ye kadarki alanlarda bir Helen, bir Ermeni devleti değil, bir Türk devleti varsa, kesinlikle inanıyorum ki, bu durum, Türkiye Cumhuriyeti ile noktalanan uzun ve çetin bir çağdaşlaşma mücadelesini sürdürenlerin sayesinde olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazından bir gün iftihar ettiğimiz cumhuriyetimizin doğmasına imkan veren, binlerce devlet adamı, subay, hakim, hekim, mühendis, öğretmen, düşünür, yazarı, Mustafa Kemal Atatürk ve Hasan Saka'nın kişiliklerinin sembolleştirdiği çağdaşlık arayışı için minnet ve rahmetle analım.

                   Cumhuriyetçilik, çok kez yapıldığı gibi, saltanat'ın karşıtı olarak tanımlanabilir ki bu, bu kategorinin bir negatif tanımı olur. Kategoriye bu negatif tanımla yaklaşmak yanıltıcıdır. Çünkü bir kere, saltanat olmayan ama cumhuriyet de olmayan bazı devlet ve toplum düzenlerine cumhuriyet denilmesi yanılsamasına imkan verebilir: Bir takım Bolşevik parti despotluklarına halk cumhuriyeti denmesi gibi. Ayrıca, devlet başkanlığı şekli bir saltanat olduğu halde, cumhuriyetçilik’in en başarılı örneklerini oluşturan toplum ve devletler gözden kaçırılabilir: İsveç ve İngiltere gibi. Bunun içindir ki, cumhuriyetçilik'in bir devlet başkanlığı meselesini aşan siyasi bir medeniyet tarzı olarak pozitif bir yaklaşımla ele alınmasında, cumhuriyetçilik'in temel-kurucu unsurları aracılığıyla tanımlanmasında fayda vardır.

                   Cumhuriyet fikri, insanların toplum içinde -bir arada yaşamalarının bir normlar- kurallar ve müeyyideler sistemi- bir otorite yapısını gerektirmesiyle ilişkilidir. Bütün siyasi sistemlerin ve siyaset felsefesinin tarihi, insanların uymak zorunda olacakları bu normların, uymadıkları zaman karşılaşacakları bu müeyyidelerin meşruiyetinin - otoritenin meşruiyeti'nin nereden kaynaklandığı, meşru otoritenin doğasının ne olduğu sorunsalıyla ilişkilidir. Cumhuriyetçilik, bu otoritenin meşruiyeti ya da meşru otoritenin kaynağı nedir, nasıldır, nasıl olmalıdır? sorusuna verilen temel cevap ise, bir siyasi-toplumsal kültürün, ayrıntılara inen bütün nüanslarını sınırlar, bu nüansların hangi sınırlarının aralığı içinde oluşabileceğini belirler.

                   Bu soruya verilebilecek yanıtlar sınırlıdır. Bu yanıtlardan ikisi, otoritenin meşruiyetinin kaynağının insan üstü olduğunda, normların ve müeyyidelerin insanların tercihleri, düşünceleri, istekleri ve iradelerinden bağımsız bir kaynaktan kaynaklandığı, bu nedenle de insanların bu normlara ve müeyyidelere teslim olmaları gerektiği ön kabulünde birleşir. Fakat insanın tercihlerinden bağımsız sanılan bu kaynağın niteliği konusunda ayrılırlar. Bir üçüncüsü ise, ki cumhuriyetçilik bu yanıtla ilişkilidir, otoritenin meşruiyetini insanlar arasındaki müzakere, rıza, insan aklı ve tercihlerinden kaynaklanan toplumsal sözleşmede, insanda arar.

                   Otoritenin meşruiyetinin kaynağını  insan dışında arayan yanıtlardan biri Tanrı'nın vazettiği siyasi düzen fikridir. Diğeri ise kozmik olaylar -fenomenlerin, insan tercihi ve iradesinden bağımsız bir doğanın kuruluş düzeni ve özelliklerinden kaynaklanmasında olduğu gibi, tarihi-beşeri-toplumsal olayların da, insan tercih ve iradesinden bağımsız bir doğası olduğu yanılsamasına dayanır. Beşeri tarihin insanlardan bağımsız hareket yasaları olduğunu iddia eden bir kaba-sahte bilimselcilik bağlamında bilimsel-siyasi düzen fikridir.

2.2.             Teokrasi - ki Tanrı’nın (Teos’un) egemenliği demektir, teokrasinin insan aklı karşısındaki mantıki sınırları, otoritenin meşruiyeti problemini çözümsüz bırakmaktadır. Tarihi örneklerde de görüldüğü gibi, bu mantıki sınırlar ve çözümsüzlük ya bir cumhuriyet eğilimini zorlamakta, ya da bu dünyada bazı insanların keramet sahibi oldukları iddiasıyla desteklenen despotluklara dönüşmektedir. fiöyle ki, başlangıçta Tanrı'dan kaynaklandığı kabul edilen ve sınırlı bir ifadeyi oluşturan, yani belirli bir tarih ve kültür ortamında bir kere - sadece bir kere, belirli kelimeler cümleler kümesi halinde ifade edilmiş normlar-kuralların, daha sonraki bütün beşeri-sosyal-tarihi-siyasi durumlara, aşikar bir şekilde tekabül etmesi mümkün değildir. Eski normlara göre yeni ya da farklı bir durum karşısında normun ne olacağı ise, gene ilgili insanlar arasında müzakere, yorum ve karar gerektirir. Bu nedenledir ki, Hazreti Peygamberin ölümünden sonra, İslamiyet’in ilk dönemlerinde, Peygamberin yakın çevresi, hür Müslümanlardan oluşan cemaat içinde, insanlar arasında müzakere ve rey beyanına dayanan bir siyasi çözümde ısrar etmişlerdi. Eşitler arasında müzakere ve karar süreçlerinin dışında oluşturulan, kendilerini siyasetin dışına kovulmuş teb'a-uyruğa dönüştüren bir teokratik saltanata uzun süre mukavemet etmişlerdi. Selçuklular ve Osmanlılardaki devlet, İslamiyet’in ilk yıllarındaki, meşruiyetini hür insanlar arsındaki müzakere ve kararla oluşturulan rızadan alan devlet geleneğinin değil, Abbasi Halifeliğiyle müslümanlaşmış Mezopotamya-İran despotik devlet geleneğinin bir devamıydı.

                   İnsan aklına göre müzakere, yorum ve karar gerektiren bir konunun çözümünün, insan üstü bir keramet sahibi olduğunu iddia eden birinin eline bırakılması, cumhuriyetçilik'in temel ilkeleriyle uzlaşmaz bir zıtlık oluşturur. Hem de bir cumhuriyette bütün yurttaşların, ilke olarak, cumhuriyet'in yasalar önünde birbirine eşit kurucuları olduğu ön kabulleri, (ki bunlar bir cumhuriyetin olmazsa olmaz ilkeleridir) keramet sahibi olma iddiasının meşru bir otorite kaynağı gibi görülmesini imkansızlaştırır.

                   Genel eğitimin yaygınlaştığı, bazı toplumlarda çağdaş üniversite eğitiminden geçenlerin nüfusun üçte birini oluşturduğu bizim kendi çağımızda, bir insanın ya da bazı insanların Tanrı ile özel bir ilişki içinde oldukları iddiasına dayanan bir siyasi otoritenin, meşruiyeti savunulabilir bir otorite olabileceğine inanmıyorum. Üstelik bu otoritenin, iddianın tekelci tarzından ötürü, zulme dönüşmesi ihtimalinin de çok yüksek olduğunu vurgulamak istiyorum.

2.3.             Olması gereken devlet ve toplum düzenin, insan isteği ve tercihinden bağımsız, insan üstü bir doğal gerçeklikten kaynaklandığını iddia eden bu nedenle insanı böyle oyduğu sanılan bir siyasi otorite karşısında eriten bilimsel-siyasi düzen fikri ise, teokrasiciliğin aksine, bizim çağımızda bir hayli yaygındır. Bu geleneğin bugünkü temsilcisi Marksizmdir.

                   Bilimsel olduğunu iddia eden bu geleneğin en büyük hatası, insanı ve insanla ilgili bütün sosyal, siyasi, kültürel velhasıl bütün tarihi olayları, Newton fiziğinin ölü doğasında mekanik bir determinizm ile ele alınan olgular-fenomenler gibi ele almasıdır. August Comte'la birlikte birçok 19. Yüzyıl düşünürü ve siyasi aksiyoncusu, ve bu arada özellikle Marks, 19. Yüzyılda bir fetiş haline getirilmiş Newton fizikçiliğinin mekanik determinizmini, beşeri tarihin açıklanmasında da kullanılabilir, bir genel doğru bilim felsefesi sandılar. Bu naturalistik sapkınlık, bütün insan tarihinin belirli ve tek bir hareket çizgisi üzerinde zorunlu bir hareketi olduğunu, bu hareketteki bütün safhaların zorunlu bir şekilde birbirini takip ettiğini, doğru sosyal-siyasi bilimciliğin bu hareketin insan-üstü, insan-dışı doğasını bilmek olduğunu iddia etti. Bu anlayışta siyasi otorite bu tarihi hareketin yasalarını bilmek, bu nedenle de tarihi doğru yönde akıtmak yanılsaması olan bir iddiadan kaynaklanıyordu. Lenin, Marksizmin bu iddiasını, Plato'nun mistik bilgi anlayışını izleyerek, keramet sahibi bir parti, ve partinin gerçek(?) keramet sahibi ermiş lideri modeliyle pekiştirdi. Lenin'in iddiası, tarihin hareket yasalarının hangi siyasi kararları gerektirdiğine sıradan insanların aklının eremeyeceği, bu yasaları en doğru bilen tek insanın kendisi olduğu, bu nedenle doğru kararları ancak kendinin alabileceği, tarihin akışına karşı koymak istemeyen herkesin kendisini izlemesi gerektiği yanılsamasından kaynaklanıyordu. Görüldüğü gibi, sıradan insanların aklının eremeyeceği sanılan tarihin zorunlu hareket yasalarının gerektirdiği doğru siyasal kararlar, transandantel (aşkın) hikmete ermiş tek bir insan-üstü insan(?) gerektiriyordu. Bu gereksinmeye dayanması nedeniyledir ki Bolşevizm Tanrısız bir teokrasidir. Tanrısız olduğu için de ahlaksız bir teokrasidir. Bolşevizm hükmettiği toplumlarda fertleri siyasetin dışına kovulmuş teba'a-uyruk durumuna düşürür. Hem siyasi normları, insan aklının süzgecine tabi tutulması gerekmeyen tartışılamaz tabii gerçeklikler sayması yanılsaması nedeniyle, hem de toplumda yaşayan insanların temel varlık statüleri ile eşit yasal haklara sahip yurttaşlar olarak görmediği için, Bolşevik devlet düzeni - bilimselci siyasi düzen de cumhuriyetçi değildir, olamaz.

                   fiimdi cumhuriyetçilik'in iki temel-köşe taşını pozitif olarak tarif edebilecek bir noktaya gelmiş bulunuyoruz ki bu iki köşe taşı üçüncüsünü de üretmemize olanak sağlayacaktır.

                   Cunhuriyetçilik, bir kere, bir hür insanlar toplumunu oluşturan yurttaşların, bir arada yaşamanın gerekli kıldığı temel kuralları aralarındaki müzakere ile üretmeleri, siyasi iktidarın meşruiyetinin böyle bir toplumsal sözleşmeden kaynaklanmasıdır. Bir cumhuriyette temel kurallar, onları oluşturan hür yurttaşların tercih noktalarını birleştiren uzlaşma konturlarıdır. Yurttaşlar arasında, her biri üzerinde mümkün olan en geniş uzlaşmanın sağlanmış olduğu temel ilkeler, beraber yaşamanın rızaya dayanan temel-kuruluş sözleşmesini oluşturur. Önemli olan, her ilkeye her yurttaşın razı olmuş olması değil, toplumsal temel-kuruluşun, azami uzlaşmaları sağlayacak konturları arayarak, eşit yasal statülere sahip yurttaşlar arasında en geniş ve kendi içinde en tutarlı anlayış birliğini sağlamaya yönelik çabalardan kaynaklanmasıdır.

                   Bir toplumun temel siyasi kuruluşunun, hür yurttaşların irade ve rızasına dayanma durumunu sürdürebilmesi ise, kendisi de rızaya dayanan eleştirilebilir-değiştirilebilir bir hükümet sistemini gerektirir. Öyleyse bir cumhuriyet'in ikinci köşe taşı, hükümetin eleştirilebilir olması ve genel oyla değiştirilebilir olmasıdır. Genel ve hür oy, birden fazla siyasi programın ve örgütlenmenin varlığı, hükümet edeceklerin ve kanun koyucuların çoğulcu bir seçenekler yelpazesi üzerinden tercih edebilmesi, bu ikinci temel-köşe taşının işlevleri arasındadır.

                   Cumhuriyetçilik'in üçüncü temel-taşı, ilk iki ilkeyle uyumlu bir hukuk sisteminin, hukukun üstünlüğü ilkesine uygun bir şekilde, cumhuriyet'in kamusal alanlarında ve yurttaşlar arasındaki özel ilişkilerde hakim kılınmasıdır. Bir cumhuriyet durağan bir dünya içinde yaşayamayacağı için, bu üç temel-köşe taşını oluşturan normlar-kurallar dışındaki bütün normlar değişmeye açıktır. Ama bir arada yaşama isteği ve iradesine sahip insanların cumhuriyeti,

i) beşeri ve toplumsal sorunlarla ilgili kararların hür insan aklının eleştirici süzgecinden başka bir yetki iddiasına kaydırılması durumunda, veya

ii) hükümetlerin eleştirilebilir ve genel oyla değiştirilebilir olmasından vazgeçilmesi durumunda, veya

iii) bağımsız ve özel çıkarlar karşısında tarafsız bir hukuk sisteminin üstünlüğünün bozulması

durumunda ortadan kalkar.

Bu nedenledir ki, kendi değerlerini ve müesseselerini yok etmeye yönelik saldırılara amansız bir şekilde karşı koyamayan devlet bir liberal cumhuriyet değil, bir saflık devletidir. Çağımızda, hürriyetçi cumhuriyetleri kendi değerleri ile çaresizliğe düşürüp yok etmek isteyen ihtilalci-Marksist demagoji, paylaşmadığı cumhuriyetçi değerleri kötüye kullanarak cumhuriyeti yok etme fırsatından mutlaka mahrum bırakılmalıdır.

3.                Mustafa Kemal Atatürk'ün, arkadaşlarının ve Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kurduğu cumhuriyet, Türkiye'nin bütün beşeri, sosyal sorunlarını, bütün değişme ihtiyaçlarını çözebilecek tek meşru devlet düzenidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun 16. Yüzyılından 1923'e varan uzun bir tarihi sürecin, bir milli var-kalma mücadelesinin ürettiği doğru çözümdür. Cumhuriyetçilik, içinde yaşadığımız çağda, bütün siyasi modellerin en ileri olanıdır. Adalet ve hürriyet koşulların bir arada yerine getirebilen tek devlet modelidir.

                   Birikimli medeniyet tarihi içinde üretilmiş en üstün insan değerleri hürriyet ve adalet idealleridir. Hürriyet ve adalet idealleri, biri olmazsa ötekinin de olmayacağı bir tamamlayıcılık ilişkisi üzerindedir. Ferdi hürriyetlerin ortadan kaldırıldığı bir toplum adil bir toplum olamaz. Öte yanda, içinde adalet meselesinin, bağımsız, özel çıkarlara karşı tarafsız, iktidarların da çığırtkan baskı guruplarının da baskısına karşı korunmuş, üstün bir hukuk sisteminde dayandırılamadığı bir ortamda ferdi hürriyetlerin işlevsel anlamı ortadan kalkar.

                   Çağımızda Marksist ihtilal fikrinin türettiği Sovyet deneyi, ferdi hürriyetlerin adalet ve gelişmenin engeli gibi gösterilerek ortadan kaldırılmasının yol açtığı acı sonuçlarıyla dikkat çekmektedir. Türkiye’mizde de, 1960'dan sonra, ferdi hürriyetleri sağlayan demokrasi gelişmenin ve adaletin engeli gibi gösterilmek istenmiştir. Bu telkin önemli bir ölçüde etkili de olmuştur. Öte yanda, sanki Osmanlı tarihinin acıları yaşanmamış, Türkiye'de üç yüzyıl süren bir ayakta kalabilmek mücadelesi verilmemiş, sanki bir ‘Sened-i ittifak’, bir ‘Vaka-i hayriye’, bir ‘Tanzimat’, bir ‘Birinci meşrutiyet’, bir ‘İkinci meşrutiyet’ olmamış, bir Cevdet Paşa, bir Namık Kemal, bir Tevfik Fikret, bir Ziya Gökalp, bir Mustafa Kemal Atatürk bu milletin tarihinde yaşamamış gibi, bir tarih bilinçsizliğiyle bir dini devlet özlemi, özellikle dışardan gelen telkinlerle, gençlerimize hayali bir kurtuluş yolu vaat etmektedir.

                   Türk milletinin medeniyet geleceği ne Bolşevizmin ne de teokratik despotlukların geçmişinde aranamaz. Bir sahte-bilimci devlet düzeni safsatası olan Marksizm, insan aklının doğruluğu yanlışlığı irdelenemeyecek keramet iddialarına teslim olmasını isteyen teokrasicilik, içinde yaşadığımız çağda anakroniktir, yani çağa uyumsuzdur. Türkiye 21. Yüzyılın sorumluluklarını üstlenecek olan gençlerimizin, yönelmeleri gereken tek siyaset felsefesi hedefi, insan aklının eleştiri süzgecinden geçebilen tek siyaset felsefesi olan cumhuriyetçiliktir.

 

Karadeniz Üniversitesi Oditoryum binasına "Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi" ve büyük anfiye "Hasan H. Saka" adlarının verilmesi münasebetiyle tertiplenen törende yapılan konuşma, 22 kasım 1985.

 
 
   

Home      Top       Online Articles

..