![]() ![]() |
|
Osmanlı
Tarihinin Bilgisi İle Bugünkü Kimlik Sorunlarımız ve Dünyadaki İtibarımız
Meseleleri[1] Arasındaki İlişki ya da
İlişkisizlik Üzerine
İnsanların, özellikle kendi kültürlerinin
üstünde bulunduğunu sandıkları tarihi gelenekler karşısındaki tavırları, kendi
kimlikleri hakkındaki kanaatleri, endişeleri, iddiaları, kısaca kimlik meselelerinin
etkisinden tamamen bağımsız olamaz. Bu açıdan tarihi-toplumsal-beşerî konuların bilgisini üretmek işi, fizikî evrenin
bilgisini üretmek işinden önemli ölçüde farklıdır. İnsanların kendi
kimlikleriyle ilgili tavırları, fiziki evrenin bilgisinin üretilmesine bile müdahaleye
yol açmaktadır. Meselâ, Ortadoğu’nun ‘ahlaki’ dinler geleneğinin[2] bugünkü kolları
üstünde bulunanların bir kısmı, evrenin başlangıcı, oluşumu ve
başkalaşmasının yapısı ve sonu hakkında ‘inançlara’ sahip oldukları için, bu
konularda bilgi üretilmesi çabaları karşısında kayıtlıdırlar.[3] Üretilen bazı
bilgileri, inançlarıyla uyuşmadığı için sevmezler, yayılmasını engellemeğe
çalışırlar. Ama gene de, insanların büyük çoğunluğu için, evrendeki ‘kara
delikler’, ya da ‘quark’larla, içinde yaşadıkları beşeri-toplumsal dünyanın
nasıl olması, bu dünyada insanların nasıl yaşamaları gerektiği konusundaki
tavırları, tercihleri, talepleri, itirazları, mücadeleleri, kavgaları arasında
hiçbir ilişki yok gibidir. ‘Kara delikler’, ya da ‘quark’ların bilgisinin
üretilmesine yönelik çalışmalardan, bu
çalışmaların oluşturduğu söylemden ‘rahatsız’ olmaları ihtimali oldukça
zayıftır. Buna karşılık, bugünkü kültürler, dinler, toplumlar, siyasî sistemler
ve bunların tarihlerinin bilgisinin üretilmeğe çalışılması, bu konulardaki
bilgisel söylem, insanların kendileri, başkaları
ve dünya hakkındaki, insanı heyecanlandıran türden kanaatlerini çok daha yakından
ilgilendirir. Bugün dünyada var olan kültürler, içindeki insanların, kültürleri ve
tarihleri hakkında bilgi üretilmeğe çalışılmasından kaynaklanan söylemi ‘sakinlikle’ karşılayıp karşılamadıkları
açısından büyük farklar sergilemektedir. Bazı kültürlerin insanları,
taşıdıkları kültür ve tarih geleneklerinin ‘incelenmesi’nden duydukları
rahatsızlıkları, bu ‘incelemeyi’ fevkalâde zorlaştıran, zaman zaman imkânsızlaştıran bir şekilde ifade etmektedirler.
‘Rahatsızlık’ı ifadenin biçimi, ‘istenmeyen’ şeyleri söyleyenlerin ‘tehdit
edilmesi’, hapsedilmesi, sürülmesi, ve hatta öldürülmesi biçimini alabilmektedir.
Başka bazı kültürlerin insanları ise, kültürleri
ve tarihleri konusunda, kendi toplumlarında ya da dünyanın geri kalan kısmında
yaşayanların ‘değer’leri, ‘inanç’ları, ‘sanı’ları açısından
‘nahoş’ bulunacağı sanılan şeylerin söylenmesini fevkalâde sakin bir şekilde
karşılayabilmektedir. Böyle bir tavır ise, bu
kültürlerin ve tarihlerinin ‘bilgisinin’ üretilmesini kolaylaştırmaktadır.
Çağımızın bazı şanslı kültürlerinde, kültürlerinin ve tarihlerinin bilgisinin
üretilme çabasından doğan söylemde ‘nahoş şeyleri’ söyledi diye kişilerin
öldürülmesi, hapsedilmesi,
sürülmesi tehdit edilmesi artık tarihte kalmış ‘nahoş’ bir şey haline
gelmiştir.
Türkiye’de bugün içinde yaşadığımız kültürler ‘bir
aradalığı’nın bir çok bölgesindeki insanlar, kültürleri ve tarihlerinin,
‘serbest bir bilgisel tavır’la incelenmesinden ‘şiddetle’ rahatsız
olmaktadırlar. Kendi konumlarını ‘resmi Kemalist’ paradigmaya göre ayarlama
iddiasında olanlarımızın çoğu, başta kendi değerleri olmak üzere birçok konunun
‘serbest’ bir şekilde düşünülmesi, konuşulması, tartışılmasından rahatsızdırlar. Kendilerini ‘ilerici’ diye
sunan ‘Marksist’lerimizin çoğu, tarihimizde görülen en koyu ‘sinsi sansür’
alışkanlıklarından birinin örneğini vermişlerdir. Her şeyi konuşur gibi
görünürken, zihnî enerjilerinin büyük bir bölümünü, her konuda, müzakere ‘gündemi’nin denetimleri dışına çıkmasını önleme
çabasında harcamışlardır. Kendilerini ‘İslamî bir toplum kurma’ya adamış
‘dinci’[4]
insanlarımıın çoğu ise, ‘bu bizim inancımızı rencide ediyor gerekçesi’ni,
Türkiye’deki felsefi, bilimsel, siyasî söylemi, sanatı ve günlük hayatı, neyi
İslâmiyet sanıyorlarsa onun san-süründen geçirmenin, hayatı İslamiyet
sandıklarına ‘indirgeme’nin aracı olarak kullanmak istemektedirler.
Türkiye, tarihî bilgiye yönelik ‘müzakere’ ve ‘söylem’in serbest bir şekilde üretilmesinin kolay olmadığı bir ülkedir. Çok sayıda ‘etkili’ insan için, bugünkü kimlik meseleleri ve Türkiye’de yaşayan herkesin sürdürmesi gerektiğini sandıkları ‘doğru hayat’ açısından ‘uygun bir tarih resmi’ vardır. Aralarında çok sayıda ‘tarihçi’nin de bulunduğu bu insanlar için, yapılması gereken şey, bu ‘uygun tarih resmi’nin ‘yeniden-üretilmesidir’. Arzulanılan şey, bu ‘uygun tarih resmi’ni doğrulasın doğrulamasın tarihî bilginin üretilmesi değil, bu ‘uygun tarih resminin doğruluğunun’ teyit edilmesidir. ‘Resmi Kemalistler’, ‘Marksistler’ ve ‘dinci muhafazakârlar’, sahip oldukları ‘uygun tarih resimleri’ birbirine hiç benzemese de, bir varlık alanı olarak tarih ve bilgi alanı olarak tarihçiliği, kendi uygun tarih resimlerinin teyidi meselesi’ olarak ele almaları açısından birbirlerinin ikiz kardeşleridir. Türkiye’de tarihçiliği, birincil olarak, tarihî gerçekliğe yaklaşma meselesi olarak ele alabilmemiz, kendimizi üstünde sandığımız geleneklerde yaşamış, ölmüş, ‘tarih olmuş’ insanların yaptıkları ve söylediklerini, “kızkardeşimizin namusu” meselesi gibi ele almaktan vazgeçebilmemize, bu yapılan ve söylenlere insanlığın birikimli mirasındaki ‘hoş’luklar ve ‘nahoşluklar’dan kendi payını almış ‘ilginç’ bir serüven gibi bakabilmemize bağlıdır. Tarihi gerçeklik ne ise odur. Bizim ‘nahoş’ bulduğumuz için ‘silmek’ istediğimiz, ya da ‘hoş’ bulduğumuz için tarihi gerçekliğin tek içeriği gibi göstermek istediğimiz her şey, başka kültürlerdeki insanların da tarihi gerçekliğidir. İnsanlığın tarihi hafızasını kontrol edebilme gücüne sahip olmadığımıza göre, Fatih Sultan Mehmet ya da Kanunî Sultan Süleyman’ın, ya da Sadrazamların, ya da Yeniçerilerin ‘erdemi, namusu’ ve iffetini rekonstrükte etmek” gerekçesiyle[5], ya da (Osmanlı Devletinin kendisini barbarlıkla suçlayanları utandıracak bir hukuk devleti(!) olduğunu kanıtlamak”[6] gerekçesiyle yazılmış tarihçilik, sonunda sadece, üstünde olduğumuzu sandığımız gelenek hakkında bizim ürettiğimiz ‘tarih resmi’yle başkalarının ürettiği ‘tarih resmi’ arasındaki benzemezliği arttırır. Ve sonunda, insanlığın geri kalan kısmının paylaştığı tarihî hafızadan tamamen kopuk, özel bir ‘tarih resmi’ içine kendimizi hapsederiz. Bu da, dünyanın geri kalan kısmındaki insanlarla aynı çağdaşlığı yaşamak, kendi çağımızda yaşanan yeni serüveninde ‘arkadaşlık’ yapabilmek gücümüzü büyük ölçüde azaltır. Türkiye’de Osmanlı tarihî gerçekliğiyle ‘uğraşmak’, bu tarihî gerçeklikle doğrudan ilişkisi olmayan iki ‘mesele’den büyük ölçüde etkilenmektedir. Bunlardan biri, içinde yaşadığımız dünyada itibarlı bir kültüre sahip insanlar olmak ‘meselesi’dir. İkincisi ise, Osmanlı tarihî gerçekliğinin bir parçasının ‘iyi mi’, ‘kötü mü’, ‘isabetli mi’, ‘isabetsiz mi’ olduğu konusunda, bugün bizim aramızdaki ‘kanaat’ ve ‘değer farkları’, tartışmalar, anlaşmazlıklardır. Her ülkenin insanları gibi bugün Türkiye’nin insanları olarak bizlerin de, millî kimliğimizin bize dünyadaki başka insanlar nezdinde ‘itibar’ sağlamasını istememiz, ‘doğru’ ve ‘sağlıklı’dır. Bu isteğimizi gerçekleştirmenin yolu ise dünyamızın geri kalan kısmında yaşayanların önemli bir kısmının ‘itibarlı’ saydıkları değerlere göre ‘güzel’, ‘adil’, ‘barışçı’, ‘müreffeh’, bilimde, sanatta, felsefede, adalette üretken bir cari kültürü üretmemizden geçer. Türk olmayı içinde yaşadığımız dünyada itibarlı bir sıfat halinde yaşamak isteyen, böyle bir meselesi olan herkesin, böyle bir cari kültürü Türkiye’de üretmek için kendine düşeni yapması gerekir. Ama bu insanî ve onurlu isteğimiz ne kadar doğru ve sağlıklı ise, bu itibarı ‘erdemi, namusu, iffeti ile lekesiz bir ‘kendi tarihimiz’den türetmeğe kalkışmak o kadar yanlış ve sağlıksızdır. Türkiye’de Osmanlı tarihiyle uğraşmak işi, giderek, ‘bugün başkalarına onların beğenecekleri fazla bir kendi şeyini gösteremeyen birinin çoktan toprak olmuş dedeleriyle yalan yanlış öğünmeyle başkaları nezdinde itibar kazanma’ çabasına indirgenilmektedir. Hiçbir millî, hiçbir dini geleneğin tarihi, beşerî bir tarih olduğu için sadece ‘hoş’luklardan ya da sadece ‘nahoş’luklardan oluşamaz. Osmanlı imparatorluğunun tarihinde de sayısız ‘nahoş’luklar vardır. Vatikan’ın tarihi ya da İngiltere’nin tarihi ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihinde olduğu gibi. Bizim kendi çağımız ve dünyamızın başka insanları nezdinde itibarlı olmamızın, Osmanlıların ‘erdemi, namusu, iffetini rekonstrükte edebilme kabiliyetimiz’in bir fonksiyonu gibi görme yanılgımız, kendi hayatımızı, tarih karşısındaki tavrımızı katılaştırmakta, ‘biz’i ‘başkaları’ nezdinde, muhtemelen, ‘hoş’ olmayan bir konuma itmektedir. Bugünkü ve gelecekteki dünyada itibarımızın, Fatih Sultan Mehmet ya da Kanuni Sultan Süleyman ya da Genç Osman’a tecavüz eden yeniçerilerin yaptığı ve söylediklerine değil, bizim yaptığımız ve söylediklerimize, ürettiğimiz ya da üretemediğimiz carî ve fiilî adalet, sanat, felsefe ve bilime kısacası uygarlığa bağlıdır. Bunu görmek bizi her bakımdan yumuşatacak, mensubu olduğumuz millî kimliğimizden ötürü dünyadaki başka insanların nezdinde itibarlı olma isteğimizi gerçekleştirebilme gücümüzü arttıracaktır. ‘Osmanlı Tarihi’ni ele alışımızı, bilgiye yönelik bir tarihçilik açısın-dan olumsuz yönde etkileyen ikinci ‘mesele’, Osmanlı tarihî gerçeklik yığını içindeki en ‘önemli’ parçalardan biri hakkındaki bugünkü ‘siyasal’ tavırlarımızla ilişkilidir. Bu parça, Lale devrinden itibaren, Osmanlıların dini ‘İslam’ ve konuştuğu dil Türkçe olanları arasında, Osmanlı tarihinin seyri kendi tarihi ortamlarında en ‘etkili’ knumlarda olan insanlardan bir kısmının, kendi ‘eski’ devlet, toplum ve dünya görüşü, değer ve kurumlarını ‘yetersiz’ bulması, bunların yerine, savaşım içinde oldukları ‘Avrupa’nınkilere benzer ‘yeni’ değer ve kurumları yerleştirmek istemesidir. Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye’de laik bir devlet ve çağdaş dış dünyaya açık laik bir kültür oluşturma girişimleri, 1710’lardan, 1910’lara kadar iki yüz yıllık Osmanlı tarihî gerçekliğinin temel eksenini oluşturan, ‘yenileşme’ ve ‘Avrupalılaşma’ girişimleri tarihinin bir uzantı-sıdır. Bu ‘yenileşme’ ve ‘Avrupalılaşma’ girişimlerinin ‘iyi’ ya da ‘isabetli’ mi yoksa ‘kötü’ ya da ‘isabetsiz’ mi olduğu konusunda bugün Türkiye’de yaşayanlar arasında ciddi bir uzlaşmazlık vardır. Kimimize göre bu girişimler, bütünleşmiş bir dünya gerçekliğinde, siyasal varlığa sahip bir ‘millî kültür’ olarak ‘hayatta kalabilmenin’ tek çıkar ‘yolu’ydu. Kimimize göre ise bu girişimler ‘biz’i ‘dinden saptırma’ya yönelik bir ‘ihanet’ti. Ama, aralarında Osmanlı tarihinin bu parçasının yaşanmış olmasından ‘hoşlanma’ ya da ‘hoşlanmama’ konusunda birbirinden ayrılanlar, bazı etkili ‘Osmanlı’lar tarafından Osmanlı kurumları ve değerlerinin yetersiz bulunmuş ve Avrupa’dakilerin benzeriyle değiştirilmek istenilmiş olmasının, Lale Devri sonrası Osmanlı tarihî gerçekliğinin temel ekseni olduğunda her halde birleşeceklerdir. Lale Devri sonrasıyla ilgili bu eksen, kaçınılmaz bir şekilde, hem Osmanlı tarihinin bilgisini üretebilmek için analitik kurgular oluşturmak zorunda olan tarihçi ve sosyal bilimcilerin, hem de bugünkü ve gelecekteki Türkiye’nin nasıl olması gerektiği konusunda tezi ve/veya davası olan insanların, Lale Devri öncesi Osmanlı tarihini ‘görmeleri’ni de etkilemektedir. Günümüz Türkiyesi’nde ‘kim olduğumuz’, ‘kim olmamız gerektiği’, ‘kim olabileceğimiz ya da olamayacağımız’ konusundaki ‘tartışma’, giderek artan bir şekilde, Lale Devri’nden sonraki ‘Avrupalılaşma’ tarihinin ‘resmedilmesi’ ve değerlendirilmesi ‘meselesi’yle, ayrıştırılması bir hayli güç bir ‘kör-döğüşü’ halinde, iç içe geçmektedir. Lale Devri’nden sonraki Avrupa’ya benzeyerek ‘yenileşme’ girişimleri lüzumlu muydu ve lüzumsuz muydu meselesi, eski Osmanlı değer ve kurumları yeterli miydi yetersiz miydi, bu eski değer ve kurumlarla, giderek daha çok bütünleşen bir dünyada, bir ‘Osmanlı’ ya da bir ‘Türk’ siyasal ve kültürel varlığı korunabilir miydi ‘mesele’sinden ayrıştırılamayacağı için, bugünkü Türkiye ile ilgili tez ve davalarımız, bütün Osmanlı tarihini, hatta bütün tarihi ele almamıza ‘müdahale’ etmektedir. Tarih, aslında bizim dışımızda var olan bir gerçeklik alanıdır. Tarihçilik de, bir kimlik deklerasyonu, ya da kimlik krizlerini çözmek için başvurulan bir ‘tedavi’ yöntemi, ya da farklı millî, dinî, siyasî kimliğe sahip olanlar arasında bir savaş aracı değil, biz istesek de istemesek de dışımızda var olan, ne ise o olan bir gerçeklik alanının bilgisini üretme işidir. ‘Tarihçilik’ yapmaya çalışırken, kendi kültürel, dinî, millî, siyasî, ideolojik kimlik meselelerini, dünyaya şekil verme, insanlığı yönlendirme tutkularını mümkün olduğu kadar bir parantez içine alıp bir rafa kaldıramayan kişi, başka bir çok şey olabilir ama ‘tarihçi’ ya da ‘beşerî’ ve ‘sosyal bilimci’ olamaz. Bu nedenledir ki, bir millî tarih ya da millî tarihçilik olamaz. Gayrı millî tarih ya da gayrı millî tarihçilik olamayacağı gibi. Türkiye’nin, ya da Türklerin, İslamiyetin, ya da Müslümanların tarihi olabilir. Ama Türkî tarih ya da İslamî tarih, ya da İsevî tarih ya da Mecuzî tarih olamaz. Türkî ya da İslamî sosyoloji, psikoloji, fizik, kimya, matematik olamayacağı gibi. Kişinin kimlik fırtınaları içinde yaşaması, bir tutku halinde, başka insanların da yaşamaları ‘gerektiği’ni sandığı insan olma tarzını yaşatmak için yanıp tutuşması, bir insanın, ‘diş tabibi’, ‘beyin cerrahı’, ‘kimya mühendisi’ olmasını engellemeyebilir. Ama, tarihçi ya da beşerî bilimci ya da sosyal bilimci olmasını imkânsızlaştırır. Tarihçilik, insanlığın birikimli mirasının her bölgesine, her kültür ve uygarlık geleneğinin bu miras içindeki payına sakin bir şekilde bakabilen, ‘bütün ve parçalar arasındaki ilişkileri, parçanın insanlığın birikimli mirasının oluşturduğu ‘muhteşem’ mozaiğin içindeki rengini anlamağa çalışma merakı ile bakabilen kişinin yapabileceği bir iştir. Bu nedenle tarihçilik, beşerî ve sosyal bilimcilik gibi, belirli bir ‘insanlık görgüsü’, yani insanlığın öyküsü ve mirasının bütünlüğünü görebilme terbiyesi gerektirir. Bu görgüye sahip olmayan, bu terbiyeyi edinememiş kişilerin, tarihçilik diye yaptıkları, çok kere, içlerindeki kimlik fırtınalarında esen rüzgarlarla sürüklenmek, ya da tarih hakkındaki söylemi sürdürdükleri kendi kavgalarında savunma ve yaralama silahı gibi kullanmaktır. ‘Tarihçilik’ diye yapılanın sağlıklı bir bilgi üretme işi mi yoksa, bilgi üretme işi açısından sağlıksız bir başka şey mi olduğunu belirlemenin en etkili, en kolay ve çabuk sonuç veren yolu, ‘tarihçilik söylemi’nin, sadece ve sadece, söylenenlerin ‘doğru’ mu ‘yanlış’ mı olduğunu ayıklamaya yönelik bir eleştiri süzgecinden geçip geçmediğine bakmaktır. Tarihçilik söyleminin değerlendirilmesinde başka hiç bir süzgecin, hiç bir millî, dinî, siyasî ‘uygunluk’ süzgecinin işlevi yoktur. Tarihçi, tarihçilik söyleminin karşısına doğruluk ya da yanlışlık ölçütünden başka hiç bir ölçüt çıkarmayan, başka ölçüt aramayı, başka ölçüt peşinde olmayı reddedebilen kişidir. Meselâ, Fatih Sultan Mehmet’in Balkanlar’daki ‘fetihleri’ sırasında çok kan döktüğünü, ya da Kanunî Sultan Süleyman’ın İmparatorluğu’ndaki Türklerden hoşlanmadığını ve ‘Çingenler’, ‘Acemler’ ve ‘Uruslar’la bir tuttuğunu kanıtlayarak söyleyen birine, bu söylenenlerin yanlış olduğunu kanıtlayamayan bir başkasının, ‘vay bre zındık, Türkler kan dökmez, Kanunî ise büyük bir Türk’tür, sen bu koskoca Türk hakanlarına nasıl küfredersin’ diye tepki göstermesi, anlaşılması kolay bir beşerî tavır olsa da bir tarihçilik tavrı değildir. Türkiye’nin bugün ve yarın nasıl ‘olması gerektiği’ hakkındaki tez ve/veya davalarımızın haklılığını, bunların tarihî zorunluluğunu ya da haklılığını ispatlamak için tarihle ‘oynayarak’ değil, ‘iyi’ bir dünyanın nasıl bir dünya olduğu hakkındaki kendi değer, düşünce ve önerilerimizle gerçeklendirmemiz gerekmektedir. Çağımızı yaşamanın gerektirdiği sorumluluğumuzu üstlenmenin yolu budur. İşimize gelen tarihler ‘uydurmak’ değil. ‘İyi dünya’nın, yalan yanlış bildiğimiz ya da çok kere hiç bilmediğimiz bir eski tarihi ortamda yaşanmış olan dünya olduğu sanısı, çok kere, bugünkü ve yarınki dünyamızın nasıl olması gerektiği konusunda tez ve/veya davalarımızın felsefi ve siyasi sorumluluğunu üstlenme vazifemizden kaçmak istememizin bir maskesi olabilmektedir. Bütün ‘milli birlik ve beraberlik’ söylemimize rağmen, Türkiye’de bugün kendi kimlikleri hakkındaki ‘imaj’ları, ‘dünya görüşleri’ birbirinden çok farklı olan insanlar yaşamaktadır. Bu nedenle de, insanlarımızın Türkiye’nin nasıl olması gerektiği konusundaki düşünceleri arasında uzlaşmaz gibi ‘görünen’ farklar vardır. Türkiye’nin nasıl olması gerektiği konusunda, belirgin bir yaygınlığa sahip farklı dünya görüşlerinden birbirine en aykırı olanları arasındaki ‘anlam dünyası mesafesi’ bir hayli büyüktür. Muhtemelen, meselâ İngiltere’de farklı düşünce sahipleri arasındaki ‘mesafeden’ çok daha büyüktür. Bu aynı ‘siyasi ve kültürel çatı’ altında yaşamamızı ve bunu sağlayacak toplumsal bütünleşme süzgeçlerini tehdit edebileceği için, bugün bu ülkede bulunan insanların aynı ‘siyasi ve kültürel çatı’ altında yaşamasını isteyenleri endişeye sevketmekte, hatta korkutmaktadır. Ama, nasıl ki korkunun ecele faydası yoksa, bir ‘millî berabercilik’ söylemini, Türkiye’de böyle bir mesafenin varlığını gizlemenin perdesi gibi kullanmanın da, uzun vadede, toplumsal ve kültürel bütünlüğümüzü korumaya bir faydası yoktur. Kendinin ‘Kürt’ olduğunu söyleyen birine, ‘hayır sen Kürt değilsin, kışın karda yürürken ayağın kart kurt sesleri çıkarttığı için sen kendini Kürt sandın’ diyerek, ya da ‘ben Müslümanım, yani Kur’an’ın Allah’ın buyruğu olduğuna inanıyorum, bugün Türkiye’deki hukuk düzeni Kur’an’la çelişiyor; ben Müslüman olduğum için bu hukuk düzeninin Kur’an’a dayandırılmasını istiyorum’ diyen birine, ‘Hayır yanılıyorsun, İslamiyet en son din olduğu için en ileri, en laik dindir, sen gerçek dinini bilmediğin için böyle kötü şeyler istiyorsun’ diyerek, ne Türkiye’de aykırı kimlik imajları ve dünya görüşleri arasındaki mesafe azaltılabilir, ne de Türkiye’de aynı ‘kültürel ve siyasi çatı’ altında yaşamamızın şansı arttırılabilir. Bu şansı arttırmanın yolu, bu mesafeden ürkmekten, herkesin neyi en doğru ‘dünya görüşü’ ve nasıl bir Türkiye’yi en iyi Türkiye sayıyorsa, onu rahat rahat ifade etmesi, serbestçe kendi görüşü ve önerisinin en doğrusu olduğuna dair başkalarını ikna etmeğe çalışmasından geçmektedir. Aramızda üstünde anlaşmamız gereken tek beraber yaşama oyunu kuralı, kendi görüşümüzü yaygınlaştırmağa çalışırken, hiç birimizin, Allah adına hareket ettiğimizi sansak dahi, başkalarının var ve farklı olmak hakkı üstünde, fikrî şiddet de içinde olmak üzere hiçbir zorlamaya başvurmağa hakkı olmadığı, buna kalkışanların, aramızdaki cumhuriyetçi sözleşmeye göre toplum adına cezalandırılacağı kuralıdır. Türkiye’de yaşamakta olan insanları, aynı siyasi ve kültürel çatı altında, kurucu üyesi olan yurttaşlarına her türlü düşünce ve inanca sahip olma, azınlık olma, farklı olma hakkını sağlayabilen bir hukuk devletinde, yani bir Cumhuriyette tutabilme işi, başarılması mümkün fakat ciddiyet gerektiren bir iştir. Tarihle uğraşmayı ciddi bir bilgi işi gibi ele almak, insanları, bugün ve yarınki Türkiye için ne istiyorlarsa bunu niye istediklerini, tarihî ‘masal’lar uydurarak değil, kendi ahlakî, estetik tercihlerinin gerekçelerini göstererek söylemek meburiyetinde bırakacağı için, fiilen Türkiye’de yaşamakta olan insanların, Türkiye Cumhuriyeti’ni, sözde değil, yaşattığı değerler ve kurumlarla gerçek bir Cumhuriyet olarak görmeleri, bunun için de içinde yaşamak istemeleri ihtimalini arttıracaktır. Türkiye’de farklı ‘kimlik imaj’ları, farklı ‘dünya görüş’leri ve farklı Türkiye teklifleri arasındaki mesafeden korkulmadan, herkesin bugün ve yarın için neyin en doğru olduğunu sanıyorsa onu serbestçe tartışması, bu tartışmanın dolaylı yollardan yapılması ihtiyacını azaltacaktır. Yıllardan beri, bu tartışmayı dolaylı yapmanın en yaygın biçimlerinden biri de, ‘tarih resimleri’ni, Lafonten masalları gibi, bugünkü ve yarınki Türkiye hakkında konuşmak isteyip de, şu ya da bu nedenle konuşamadığmız şeylerin ifade dili olarak kullanmak olmuştur. Meselâ Atatürk’e çok kızan bir çok kişi bu kızgınlığını Abdülhamit’i överek, ya da Atatürk’e kızanlara çok kızan bir çok kişi de bu kızgınlıklarını Abdülhamit’e söverek ifade etmektedir. Tarihî söylemin bu amaç dışı kullanımı, tarihe bilgi kaygısıyla yaklaşılmasını, tarihî bilginin kendisi için üretilen bir şey gibi görülmesini bir hayli güçleştirmektedir. Elbette ki, bir yanda insanların ‘kim’ oldukları hakkındaki kanaatleri ile diğer yanda sahip oldukları dünya görüşleri ve içinde yaşamak istedikleri kültürel, toplumsal ortam hakkındaki istekler ve öteki yanda ‘tarih resimleri’ arasında, kaçınılmaz karşılıkla etkileşmeler vardır. İnsanlar, kültürden kültüre değişen ölçüde de olsa, tarihî bir boyutu da olan bir ‘kimliğe’ sahiptir. İnsan kimliğindeki bu tarihî boyutun nispî önemi, yeri, kuvveti, kimliğin ne ölçüde bir tarih bilinçliliği içerdiği kültürden kültüre değişir. İnsanların kimlik imajlarında tarihî boyut, köylü kültürlerinde bir hayli zayıftır. Çok yakın tarihlere kadar, bir kaç istisnaî kişi dışında okur-yazarlığı barındırmayan, genelde yazılı bir belleğe sahip olmayan köylü kültürlerinde yaşayanların, zaman, mekân, kişi ve olay koordinatları ile ‘bilebilecekleri’ geçmiş, birkaç kuşağın tecrübesi ile sınırlıdır. Her yeni kuşak ortaya çıktığında, birkaç kuşak önceki geçmiş, ‘bilinebilir’ bir geçmiş olma özelliğini yitirir. Yaşayan köy kültürünün bilgisel hafızasından silinir. Efsanevî, şiirsel bir sözlü gelenek için erir gider. Köylü kültürlerinde kişilerin, ‘Peygamber’, ‘Hüsrev Anuşirvan’, ‘Churchill’, ‘İskender’, ‘Buda’, ‘Zerdüşt’ gibi insanlığın büyük serüveninin ‘kahraman’larını, birbirlerine göre, zaman, mekân ve kültür konumlarının oluşturduğu ilişkiler ağı üstünde tasarlayabilmek için herhangi bir imkânları yoktur. Bunun içindir ki köylü kültürleri, göçebe-otlatıcı ve avcı-toplayıcı kültürleri gibi, gayri tarihidir (ahistorical). Zaman tasarımları, geçmiş-bugün-gelecek bağlantıları, mahallî olanla evrensel olan arasındaki ilişki tasarımları, ‘bilgisel değil’ mitolojiktir.[7] Köylü kültürleri, binlerce yıldan beri, tarım-temelli fakat şehir merkezli, yazılı üst-kültür ve imparatorlukçu devlet geleneklerine sahip uygarlık alanlarının üstünde sürüp gelmiştir. Bu uygarlık alanları ise, çok eski dönemlerden, kesinlikle yazının keşfinden[8] beri önemli ölçüde karşılıklı olarak birbirlerini etkilemiştir. ‘Osmanlı Tarihi’nin bulunduğu Orta Doğu uygarlık gelenekleri bölgesi, bu karşılıklı etkileşmelerin dünyada en yoğun olduğu bölgedir. Büyük Kuruş’un kurduğu Pers İmparatorluğu’nda, bugünkü Bulgaristan’dan Pakistan’a, Afganistan’dan Libya’ya yayılan çok geniş bir alan üstündeki farklı dil ve dine sahip yüzlerce halkın yüzyıllar boyunca, aynı İmparatorluk serüveni içinde yüzmüş olması; Büyük İskender’in Makedonya’dan kalkıp, bugünkü Anadolu, Suriye, Irak, Mısır, İran, Afganistan, Pakistan’da yaşayan bu halkları hallaç pamuğu gibi silkeleyip, yüzyıllar sürecek bir ‘Helenistik’ serüvenin içine atması, Peygamber zamanında Arap aşiretleri arasında devletsiz bir yeni dinî hareket olarak başlayan İslamiyet’in içinden, Pey-gamberin ölümünden kısa bir süre sonra, Endülüs’ten Afganistan’a kadarki kültür, dil, din bakımından karmakarışık alanlara hükmeden kozmopolit bir imparatorlukçu devletin ortaya çıkması; bir aşiretçi beylik olarak başlayan Osman’ın Hane’sinin serüveninin, Bağdat’tan Buda’ya, Kars’tan Cezayir’e kadarki alanlarda yaşayan yüzlerce halkın kaderini etkilemesi, Orta Doğu uygarlık gelenekleri bölgesinin tarihinin ne ölçüde, mahalli değil evrensel, köylü değil kozmopolit çalkantılar ile şekillendiğini gösteren çarpıcı olguların başında gelir. Hem bu uygarlık alanlarının her birinin kendi üst kültür geleneklerinin tarihini hem de hepsinin bir arada oluşturduğu ‘ökimene’nin[9] evrensel tarihini bir genel tarihi fon olarak tasarlamamız, dünyanın uygarlık alanlarının içindeki herhangi bir ‘mahal’in tarihîni görebilmemizin, anlayabilmemizin, anlatabilmemizin ön koşuludur. Köylü kültürleri, ‘mahallî tarihler’e, uygarlık ve kültür bölgelerinde binlerce yıl süren üst-kültür geleneklerinin ve Ökimene’nin genel tarihinin fonu önünde bakabilmek açısından özellikle elverişsizdir. Köylü kültürü içinden, bilgisel tarihçiliğin üretilmesi, imkânsız olmasa da, bir hayli zordur. Köylü kültürü içinden, o köyde pişirilen yemeklerin, insanlığın lezzetli ve ‘uygun’ yemek çeşnisini tüketmediğinin, dünyanın başka bölgelerinde o köyde olmayan binlerce lezzetli meyve, sebze, kuş, balık, hayvan ya da böceğin olduğunun, bunlarla fevkalâde değişik ve lezzetli yemeklerin pişirildiğinin görülmesinin, imkânsız olmasa bile bir hayli güç olması gibi. Türkiye’nin bugünkü nüfusunda, binlerce yıldır olduğu gibi, ‘kimlik imajları ve dünya görüşleri’ köylü kültürleri içinde oluşmuş insanlarımız büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır. Şehirlerimizde yaşayanların toplam nüfusumuz içindeki payının yüzde elliye yaklaşması bizi yanıltmamalıdır. Başta İstanbul gibi ‘sayısal metropol’lerimiz olmak üzere şehirlerimizde yaşayanların büyük çoğunluğunun da ‘kimlik imajları’ ve ‘dünya görüşleri’, köylü kültürleri içinde şekillenmiştir. Ne var ki, özellikle 1940’lardan sonraki demografik ve demokratik süreçler sayesinde, ‘kimlik imajları’ ve ‘dünya görüşleri’ köylü kültürü içinde şekillenen büyük insan yığınları, binlerce yıldan beri dışında tutuldukları üst-kültür mekânlarının içine girmiş, yer yer bu üst-kültür mekânlarını sosyolojik olarak işgal etmiş, ‘köylüleştirmiş’tir. Bu süreç, sonuçları hoşumuza gitse de gitmese de, başlangıçtaki çok büyük köylü nüfusu çoğunluğu, yüksek bir nüfus artış oranı ve ‘bütün insanlar yasalar önünde eşittir ve bu nedenle seçmen olarak eşit oy sahibidirler’ diyen bana göre ahlâki olarak kabul etmek zorunda olduğumuz demokratik değer verildiğinde, önlenemez bir toplumsal değişme süreci olarak yaşanmıştır. Ama sayısal çoğunlukça köylü olan toplumların, nüfusları yılda yüzde iki buçuk gibi bir hızla büyürken demokratikleşmeleri, büyük uygarlık ve kültür maliyetlerine yol açar. Böyle bir nüfus patlaması sırasında demokratikleşen köylü toplumlarında, eski üst-kültür değer ve kurumları çok büyük ölçüde ortadan kalkarken, bunun yerini alabilecek yeni bir üst-kültürün oluşturulabilmesi bir hayli güçleşir. Meselâ ‘üniversiter’ yani ‘üniversal’-‘evrensel’ olana yönelme anlamında bir üniversite geleneğini oluşturabilmek bir hayli güç olur. Adına üniversite denilen ‘yüksek tedrisat’ ‘mekânları’ oldukça kolay bir şekilde oluşturulabilse ve bu mekânlarda adlarına ‘üniversite öğretim üyesi’ ve ‘üniversite öğrencisi’ denilen kişiler oldukça kolay bir şekilde toplanabilse, ‘adına tarih bölümü’ denilen yerlerde ‘tarihçilik’ olduğu söylenilen bir söylem oldukça kolaylıkla üretilebilse de, bunları üniversiter mekânlar, kaygular, uğraşılar ve söylemler haline dönüştürmenin, belki olanaksız olmasa da olağanüstü zor olduğu görülür. Yirminci Yüzyıl Türkiye’sinde olduğu gibi. Bir yanda, şehirde doğmuş olsalar da ‘kimlik imajları’ ve ‘dünya görüşleri’ gayri-tarihî köylü kültürleri içinde şekillenmiş olan[10] insanlarımız, hem üniversite öğrencileri hem üniversite öğretim üyeleri arasında önemli bir ağırlık kazanmışlardır. Diğer yanda, Cumhuriyet dönemi devlet geleneğinde, devletin bir ‘uygun resmî tarih resmi’ni ayakta tutmaya çalışmayı işi sayması, Atatürk’ün iyi niyetli amatör tarihçilik merakı ve Türkiye’de yaşayan kültürler birlikteliğini ‘aynı siyasî ve kültürel çatı altında yaşamak isteyenlerin oluşturduğu bir millet’e dönüştürme arzusuyla başlamış ve Atatürk’ün ölümünden sonra devletin resmi bir alışkanlığı haline dönüşmüştür. Bugünkü Türkiye gerçekliğinin bu iki özelliği, Türkiye’de bir bilgi ‘meselesi’ olarak tarihçilik yapılması ihtimalini bir hayli zayıf kılmaktadır. Bu konuda yapılabilecek fazla bir şey de yoktur. Türkiye’de ‘siyasal ve kültürel çatı’nın, Türkiye’deki insanların büyük çoğunluğunu, aralarındaki farklara rağmen altında birlikte yaşamak istedikleri için sağlam bir çatı olduğundan çoğumuz emin oluncaya kadar, Türkiye’de kimlik ‘mesele’lerimizi ve nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz sorusuyla ilgili tez ve davalarımızı, yumuşak ve sakin üsluplarla ifade etmek konusundaki aksamalarımız sürecektir. Hem farklı kimlik imajı, dünya görüşü ve siyasi programa sahip sivil gruplar, hem de o sırada hangi grup ya da grupların siyasi etkisi altındaysa devlet, Türkiye’nin çoğulcu ve karışık bir dünyada çoğulcu ve karışık bir ülke olmasının, istense de istenmese de, hayatın kaçınılmaz bir özelliği olduğunu içine sindirinceye, böyle bir gerçeklikle yaşanılmasının kaçınılmazlığının terbiyesini edininceye kadar, tarihle uğraşmaya, daha çok, tekçi hakimiyet özlemleri, dünyada itibarsızlık endişeleri, bölünüp parçalanma korkuları gibi, bilgisel bir iş olarak tarihçilikle ilişkisi olmayan ama beşeri saikler yön verecektir. Türkiye’de ‘kendi’ tarihimiz ya da tarihlerimiz ve başkalarının tarihleri hakkında ‘biz’im çizdiğimiz ‘tarih resim’leriyle, ‘başkaları’nın bizim ve birbirlerinin tarihi konusunda çizdiği ‘tarih resim’lerin arasında bire bir, bir çakışma olması ne mümkün ne de gereklidir. Ama eğer tarihçilik dışımızdaki olgusal gerçekliğin bir kısmını bilmeye çalışmak işi ise, bizim ürettiğimiz resimler ile başkalarının ürettikleri arasında önemli bir benzerliğin olması gerekir. Günümüz dünyasında, içinde tarihin görüntüsünü yeniden üretme işinin büyük ölçüde bir bilgi işi gibi ele alındığı bazı kültürler vardır. Ama bazı başka kültürlerde, tarihin görüntüsünü üretmek işi bir bilgi meselesi gibi değil, başka amaçları sağlamanın aracı gibi ele alınmaktadır. Bunun için, biz kendi milli kültür ortamımızda kusursuz tarihçilik yapsak da, bizim ve başkalarının tarih resimleri arasında önemli farkların bir kısmının sorumluluğu başkalarına ait olacaktır. ABD Başkan’ı Bush’un, Ermeniler’in başına gelenler hakkında söylediklerini bilgisel tarihçiliğin çok dışında kalan kaygılarla söylemiş olmasında olduğu gibi. Ama bizim ürettiğimiz tarih resimlerinin, dünyanın geri kalan kısmında, özellikle birden fazla devlet ve millî kültür alanındaki insanlar arasında ortak bir tarihî gerçeklikmiş gibi kabul gören tarihî görüntülerden tamamen kopmaması konusunda bizim de önemli bir sorumluluğumuz bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, bütün imparatorluklar gibi, belirli bir siyasi-askerî-idarî merkezin, zor kullanarak yaptığı fetihlerle oluşmuş bir imparatorluktu. Bir millî ya da dinî devlet değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun görüntüsü, bugün kendini bu imparatorlukta fetihleri yapanların çocukları gibi sananlarla (ki bugünkü Türkiye Türklerinin önemli bir kısmı, doğru ya da yanlış olduğu tartışılması gereken bir şekilde, kendilerini Osmanlı Devleti’ni oluşturan fatihlerin çocukları gibi görmekedir), Araplar, Grekler, Sırplar, Bulgarlar, Boşnaklar, Ermeniler gibi, bu devletin zor kullanarak fethettiği halkların çocukları gibi görenlerin bakış açılarına göre farklı olmaya mahkûmdur. Bugünkü Türk tarihçilerinin Osmanlı İmparatorluğunun tarihi ile uğraşmalarında, bilgisel kaygı sınırları içinde kalmaları, hem onları hem de Türkiye’nin bugünkü insanlarını, dağılmış bir imparatorluğun sömürgeciliğini meşrulaştırmaya çalışanlar görüntüsüne düşmekten alıkoyacaktır. Değişen ve karışık bir dünyada zor iç meselelerle birlikte değişen ve karışık bir toplum olarak var olmamızın gündeme getirdiği ve geleceğe yönelik menfaatlerimiz açısından, Osmanlı tarihi başta olmak üzere tarihle uğraşma işini, içinde yaşamaya mahkûm olduğumuz kendi zamansallığımızda, çoğulcu bir dünyanın milletler, halklar ve devletler camiasına başarılı bir şekilde katılabilme gücümüzü azaltan bir iş haline dönüştürmemeye dikkat etmemiz gerekmektedir.
[1] ‘Sorun’ İngilizce’deki ‘problem’, karşılığı ise, İngilizcede ‘issue’ kelimesiyle karşılanan kavram karşılığında ayrı bir kelimeyi, ki burada ‘mesele’yi kullanmak daha doğru olacaktır. Semantik olarak önemli farklar içeren ve başka dillerde ayrı kelimelerle karşılanan kavramları, öz Türkçecilik uğruna tek kelimenin içine tıkmak bence yanlıştır. Dilde ‘ırkçılık’ kapısına çıkan yanlış bir ‘ilericilik’ anlayışı uğruna semantik zenginlikten vaz geçilmemelidir. [2] Mazdayasna (Mecuzîlik)-Yahudi-Hristiyan-İslâm dinlerinin oluşturduğu gelenek. [3] Katolik kilisesinin, kendi doktrinini teyid ettiğini sandığı için, evrenin başlangıcı hakkındaki ‘big bang’ teorisini benimsemesi, 1981 Jizvitlerin bu konuda Vatikan’da topladıkları ‘bilimsel konferans’ ve Papa’nın bu konferansa katılan bilim adamlarına “Big Bang’dan sonra evrenin evrimini araştırmanın sakıncası olduğu(nu) çünkü bunun Yaradılış anı ve bu nedenle Tanrı’nın işi olduğu(nu)” söylemesi için bak. Stephen Hawking (1988) A brief history of time (London: Bantam Books), s.50, 122 [4] ‘Dinci’ terimini, başka insanları, onlar isteseler de istemeseler de, kendinin ‘doğru din’ sandığı her neyse ona göre yaşatmanın, bu nedenle de toplumda, başka insanların kendinin ‘doğru din’ saydığının dışında yaşayabileceği alanları, eksenleri ortadan kaldırmanın kendi ‘dini’ görevi olduğunu sanan kişiyi ve tavrı belirtmek için kullanıyorum. Aşikârdır ki bu tavır, ‘dini’ bakımdan çoğulcu yani başka dinlerin mensupları ve dinsizlerden oluşan karışık bir dünyayla kavgası olmadan, böyle bir dünyada yaşamaya razı olmayı ‘estetik olarak güzel’ ve/veya ‘ahlakî olarak doğru’ ve/veya ‘pratik’ nedenlerle zarurî sayan bir insanın kendi dinselliğini yaşaması, yani ‘dindar’ olmasından temelde farklıdır. [5] Bunun tipik bir örneği, bir son dönem Osmanlı ‘tarihçisi’nin(!), II. Osman’ı tahttan indiren yeniçerilerin, öldürmeden önce onun bedenine yaptıkları tecavüzleri anlatan bir belgeyi, “milletimin çocukları böyle şeyler okumasın”lar gerekçesiyle imha etmesidir. Belgeyi imha edenin gerekçesi üstünde düşünülmeğe değer. Ama bu imha eyleminin değiştiremediği tarihî gerçeklik, yeniçerilerin II. Osman’ın bedenine, bize bugün ‘nahoş’ gelen tecavüzleri yapmış olmalarıdır. [6] Bu ifadeyi bir ‘tarihçi’ doçentin, Osmanlı ‘kanun’ metinlerini Çumhurbaşkanı Özal’a sunarken söylediği sözler olarak, TRT’nin 17 mayıs 1990 saat 20.00’de yayınladığı, 1. kanal haber bülteninde duydum. Osmanlı devlet geleneğinde de, yazının keşfinden bu yana geniş alanlara tarım temelli ‘eski’ kültürlerde yaşayan insanlara hükmeden yüzlerce devlet geleneğinde olduğu gibi, binlerce ‘kanun’, ‘yasak’tan gelen yasa’, ‘emirname’ mahiyetinde kurallar dizisi yürürlüğe koymak, yürürlükte tutmak istemiştir. Ama ‘kanun’ çıkartılması, çıkartan devleti ‘hukuk devleti’ yapmaz. Hukuk devleti yönetilen insanların, yönetenlere karşı, yönetenler istese de istemese de korunabilen ‘haklar’a, medeni haklara yani temel haklara sahip ‘yurttaşların’ oluşturdukları ‘siyasal toplum’ olarak ‘medine’nin, ‘şehir’in, ‘polis’in korumak için varolduğu haklara sahip oldukları bir gerçeklikle ilişkilidir. Tanzimat öncesindeki Osmanlı Devlet geleneğinin, bunun içindir ki, yüz bin, bir milyon, on milyon ‘kanun’ çıkartılmış olsa da, ‘hukuk devleti’yle bir ilişkisi yoktur. Osmanlı Devlet geleneğinin tarihçiliğini yapmak, kişinin, ‘Osmanlı Devleti’ni barbarlıkla suçlayanlara ‘karşı korumak’ gereksinmesini duymadığı ölçüde yapabileceği bir iştir. [7] Yeni Oxford İngilizce Türkçe sözlüğü “myth”i, “mit, geleneksel olarak yayılan ya da toplumun hayal gücü etkisiyle biçim değiştiren, tanrı, tanrıça, evrenin doğuşu ile ilgili imgesel, alegorik bir anlatımı olan halk öyküsü, mitos, efsane, söylence; hayali varlık; uydurma şey, masal” olarak açıklamaktadır [8] Mezopotamya’da, İÖ 4 bin yılın ikinci yarısında. [9] Eski Helence’de, dünyanın, üstünde uygar insanların yaşadığı kısmının tamamı anlamına gelen kelime. [10] Bu ifademin, bir elitçi kendini beğenmişlik işareti olarak ele alınmaması gerekmektedir. Yıllardan beri ders verdiğim öğrencilerimin önemli bir bölümü, üniversiteye gelinceye kadar oluşmuş ‘kimlik imajları’ ve ‘dünya görüşleri’ köylü kültürleri içinde şekillenmiş ve büyük bir kısmı zeki, çalışkan, dürüst ve cesur genç kız ve erkeklerdir. Bunların çoğunu, kendi evlatlarım gibi sevdim ve sahip olduğum her bilgimi onların emrine vermek en büyük haz kaynağım oldu. Bir Cumhuriyetçi olarak da, toplumsallaşma mekanı, aile, dil, din, mezhep, eğitim, meslek, gelir ve servet farklarımıza rağmen birbirine eşit moral değere sahip varlıklar olarak bakmamızın en temel değerlerimizden biri olduğuna inanmaktayım. Ama bütün bunlar, insanlarımızın önemli bir kısmının kimlik imajları ve dünya görüşlerinin, yazılı üst-kültür geleneklerini barındırmayan köylü kültürlerinde şekillenmiş olması ve bunun bugünkü Türkiye’de belirli toplumsal, kültürel, siyasi sonuçlar getirmesi gerçekliğini değiştirmemektedir.
Türkiye Günlüğü, Yaz 1990, sayı 11’de yayınlanan makale
|