|
KURUMLAŞMIŞ SÜREÇ OLARAK
EKONOMİ
KARL POLANYI[1]
"The
economy as instituted process" başlıklı bu makale ilk kez 1957'de K. Polanyi, C.
M. Arensberg, H. W. Pearson'un editörlüğünü yaptığı Trade and market in the early
empires: economies in history and theory (New York, NY: The Free Press) içinde; 1968'de
ise G. Dalton'un editörlüğünü yaptığı Primitive, archaic, and modern economies:
essays of Karl Polanyi (Garden City, NY: Doubleday & Co) içinde yayınlandı.[2]
Bu
yazıdaki ana amacımız "iktisadî" terimine bütün toplum bilimlerinde
tutarlı bir şekilde atfedilecek anlamı belirlemektir.
[Bunu
sağlamaya yönelik][3]
bütün çabaların başlamak zorunda olduğu nokta, insan eylemlerine atıfta
bulunulduğunda, iktisadî teriminin bağımsız köklerden gelen iki anlamın bileşkesi
olduğu vakıasıdır. Bunlara öze ait (substantive) ve şeklî
(formal) anlamlar diyeceğiz.[4]
İktisadî
[teriminin] öze ait anlamı, insanın yaşamı için doğaya ve diğer kişilere
olan bağımlığından kaynaklanır. Maddi ihtiyaçlarını tatmin etmenin araçlarını
ona sağladığı ölçüde, (kişinin) doğal ve toplumsal çevresi ile olan
alış-verişi [etkileşimi) ile ilişkilidir.
İktisadî
[teriminin] şeklî anlamı, "iktisatlı olma", "ekonomik"
terimlerinde görüldüğü gibi, araç-amaç ilişkisinin mantıkî niteliğinden
kaynaklanır. Belirli bir tercih durumuna - ki araçların yetersizliğinden dolayı o
araçların değişik kullanımları arasında yapılması gereken tercihe işaret eder.
Eğer araçların tercihine hükmeden kurallara rasyonel eylem mantığı dersek,
mantığın bu tipini, kendi geliştirdiğimiz bir terimle, "şeklî" iktisat
olarak adlandırabiliriz.
İktisadî
[teriminin] öze ait ve şeklî [olmak üzere bu] iki kök anlamının ortak hiç bir
yanı yoktur. İkincisi mantıktan, birincisi olgudan (fact) kaynaklanır. Şekli
anlamı, yetersiz araçların alternatif kullanımları arasında tercih yapılmasıyla
ilişkili bir kurallar kümesini ima eder. Öze ait anlam ise ne tercihi ne de araçların
yetersizliğini ima eder. İnsanoğlunun geçimi tercih yapmanın gerekliliğiyle ilgili
olabilir de olmayabilir de; ve eğer tercih [olgusu] varsa, bunun ortaya çıkmasının
nedeni araçların "kıt"[5] olmalarının sınırlandırıcı etkisi olmayabilir.
Gerçekten de hava, su ya da seven bir annenin yavrusuna düşkünlüğü gibi insan
yaşamının en önemli fiziki ve toplumsal koşullarından bazıları, ilke olarak, hiç
de o kadar sınırlı değildir. Bir durumda söz konusu olan inandırıcılıkla diğer
durumdaki, kıyas (syllogism) gücünün yerçekimi gücünden farklı olması gibi
farklıdır. Bu anlamlardan birinin kanunları zihnin, diğerininki ise doğanın
kanunlarıdır. Bu iki anlam birbirinden alabildiğine uzaktır; anlambilimsel (semantically)
olarak pusulanın zıt yönlerinde yer alırlar.
İktisadî
olanın sadece öze ait anlamının, bugünkü ve geçmişteki bütün ampirik
ekonomilerin incelenmesi için toplumsal bilimlerce gereksinilen kavramlara yol
açabileceği bizim [bu makalede öne sürmekte olduğumuz] önermedir. Bu nedenle,
kurmaya çalışacağımız genel çerçeve konunun öze ait terimlerle ele alınmasını
gerektirmektedir. Yolumuzda hemen [karşımıza çıkan] engel, iki anlamın, önce de
belirtildiği gibi, öze ait ve şeklî anlamların safça (naively)
birleştirilmiş olmasında yatar. Sınırlandırıcı etkilerinin farkında olduğumuz
sürece bu birleşimin elbette ki itiraz edilecek bir tarafı yoktur. Fakat iktisadî
olana dair cari kavram, iktisadî teriminin "geçinme" ve "kıtlık"
anlamlarını, bu karıştırmanın berrak düşünmeye getireceği tehlikelerin yeterince
farkında olmadan birbirine karıştırmaktadır.
Terimlerin
bu beraberliği mantıksal olarak uygun koşulların var [olduğu bir ortamda] doğdu. Son
iki yüzyıl, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da, tercih kurallarının tek başına
uygulanabilir olduğu [bir] insan'ın geçiminin düzenlenmesi [ortamını] yarattı.
Ekonominin bu biçimi, bir fiyat belirleyen piyasalar sisteminden oluşuyordu. Böyle bir
sistemde, mübadele eylemleri, tarafları, araçların yetersiz olmasının uyardığı
tercihlerin içine soktuğu için, sistemin kendisi de, "iktisadî" teriminin
şeklî anlamına dayandırılan yöntemlerin uygulanmasına elverişli bir kalıba (pattern)
indirgenebilirdi. Ekonomi böyle bir sistemle denetlenmekte olduğu sürece, şeklî ve
öze ait anlamlar da pratikte çakışacaktı. Sokaktaki adam bu bileşik kavramı doğal
olarak kabul etti; bir Marshall, Pareto ve Durkheim da buna katıldı. Sadece Menger,
ölümünden sonra yayınlanmış eserinde bu terimi eleştirdi. Fakat ne o, ne de ondan
sonra Max Weber ve Talcott Parsons, bu iki anlam farkını ayrıştırmanın sosyolojik
çözümlemedeki önemini anlayabildiler. Gerçekten de, bir terimin, (kendi ekonomimize
uygulandığında) pratikte çakışmaya mahkûm[muş gibi görünen] iki kök anlamını
birbirinden ayırmak için sanki hiçbir haklı neden yok gibiydi.
Böylece,
iktisadî olanla ilgili iki anlamı günlük söylemimizde birbirinden ayırmak sadece
ukalâlık sayılacak olsa da, ikisinin tek bir kavramda birleşmesi, toplumsal bilimlerde
kusursuz bir metodoloji yaratılmasını engelledi. İktisatçılık (economics)
doğal olarak, bir istisna oluşturdu. Çünkü kullanılan terimlerin yeterince
gerçekçi olması, piyasa sistemi altında, kaçınılmaz bir şeydi. Fakat, her biri
ekonominin insan toplumlarında işgal ettiği yerle uğraşan antropolog, sosyolog veya
tarihçiler, piyasalardan başka, insan geçiminin içinde yattığı birçok kurum
çeşidi ile karşılaşıyordu. Bu yerle ilgili sorunlar, özgül (specific)
piyasa öğelerinin varlığına dayanan özel bir ekonomi tipi için geliştirilmiş bir
analitik yöntemin yardımı ile ele alınıp incelenemezdi.[6]
Bu
[sunuş] tartışmamızın kapsayacağı güzergahı kabaca belirler.
Şimdi
"iktisadî" [teriminin] iki anlamından türetilmiş kavramların daha yakından
gözden geçirilmesini, önce şeklî'den başlayıp daha sonra öze ait'e geçerek, ele
alalım. Bunu yaptıktan sonra, - ister ilkel ister arkaik olsun - ampirik ekonomileri,
iktisadî sürecin kurumsallaşmasının tarzına göre betimlemek olanaklı hale
gelecektir. Ticaret, para ve piyasanın oluşturduğu üç kurum, [şeklî ve öze
ait anlamların farklılığının ortaya konmasında] test edici unsurlar olacaktır.
Bunlar, daha önce sadece şeklî terimlerle tanımlanmışlardı; böylece piyasa
yaklaşımından başka yaklaşımlar engellenmişti. Bu kurumların öze ait terimlerle
ele alınmaları, bizi istenilen evrensel referans çerçevesine daha çok
yaklaştıracaktır.
"İktisadî" [Teriminin]
Şeklî ve Öze Ait Anlamları
Şeklî
kavramları, akılcı eylem mantığının nasıl şeklî iktisadı yarattığı ve bunun
da ne türden bir iktisadî çözümlemeye yol açtığına bakarak inceleyelim.
Akılcı
eylem, burada, araçların amaçlara göre tercihi olarak tanımlanmaktadır. Araçlar,
ister doğa kanunları ister oyunun kuralları neticesinde olsun, amaca hizmet etmeğe
uygun herhangi bir şeyden oluşur. Böylece, "akılcılık" amaçlarla ya da
araçlarla değil, araçları amaçlarla ilişkilendirmeyle ilgilidir. Örneğin yaşamak
isteğinin ölmek isteğinden, ya da yaşamak istenildiğinde uzun bir hayatı bilimsel
araçlarla sağlamaya çalışmanın hurafelerle sağlamaya çalışmaktan daha akılcı
olduğu varsayılmaz. Hangi amaç için olursa olsun, araçları uygun bir şekilde
seçmek akılcıdır; ve araçlara gelince, kişinin kendi[sinin] inanıyor olup
olmamasından başka bir teste göre davranması akılcı olmayacaktır. Böylece,
intiharda [intiharcının] ölümünü sağlayacak araçları seçmesi, ya da eğer kötü
büyüye inanan biriyse, aynı sonucu elde etmek için bir büyücüye [yapacağı büyü
için] para ödemesi [bu yaklaşıma göre] akılcıdır.
Bu
durumda, akılcı eylem mantığı, insanın ilgilendiği neredeyse sonsuz
çeşitlilikteki konuyu kaplayan, akla gelebilecek bütün araçlar ve amaçlara
uygulanır. Satranç ya da teknolojide, dinsel yaşam ya da felsefede amaçlar en
basmakalıp olanlardan en belirsiz ve karmaşık olanlarına kadar büyük çeşitlilik
gösterebilir. Benzer bir şekilde, amaçların anlık bir susuzluğun giderilmesinden
yaşlılıkta dayanıklı bir bünye sahibi olunmasına kadar; ve bunlara tekabül eden
araçların da bir bardak sudan, temiz havalı yerlerde yaşamaya kadar farklılık
gösterdiği ekonomi alanında da [aynı çeşitlilik söz konusudur].
Tercihi
araçların yetersizliğinin ortaya çıkardığı varsayıldığında, akılcı eylem
mantığı tercih kuramının "şeklî iktisatçılık" dediğimiz türüne
dönüşür. Bu hâlâ insan ekonomisi kavramıyla mantıksal olarak ilişkili değildir,
ama ona bir adım daha yaklaşmıştır. Dediğimiz gibi şeklî iktisatçılık,
araçların yetersizliğinden ortaya çıkan bir tercih durumuna tekabül eder. Bu
kıtlık varsayımı denilen postulate' dır.[7] Birinci olarak, araçların yetersizliğini; ikinci olarak,
tercihin bu yetersizlik tarafından uyarılmasını varsayar. Amaçlara göre araçların
yetersizliği, [araçların] herkese yetecek kadar olup olmadığını gösteren basit
"tahsis etme" (earmarking) işlemi ile belirlenir. Yetersizliğin tercihi
uyarması için, sıralanmış amaçların, yani yeğleme dizisine göre sıralanmış en
az iki amacın varlığının yanında araçlar için birden fazla kullanım yerinin de
verilmesi gerekir. İki koşul da olgusaldır. Araçların sadece bir şekilde
kullanılabilmesinin sebebinin alışkanlıklar ya da teknolojiden kaynaklanması konu
açısından ilgisizdir; aynı şey amaçların yeğleme derecesine göre sıralanması
için de doğrudur.
Böylece
tercih, yetersizlik ve kıtlığı uygulanabilir (operational) terimlerle
tanımladıktan sonra, yetersizliğin olmadığı yerde amaçlar arasında tercih
olabileceği gibi, tercih olmadan da araçların yetersizliğinin olabileceğini görmek
kolaydır. Tercih, doğru ile yanlış karşısında doğrunun yeğlenmesi (ahlakî
tercih), varmak istediğimiz yere giden ve aynı avantaj ve dezavantajlara sahip iki ya da
daha fazla yolun birleştiği bir kavşak noktasının uyardığı bir tercih (uygulamaya
dönük tercih) olabilir. Her iki durumda da, araçların çokluğu tercih yapmanın
zorluklarını azaltmaz, aksine arttırır. Elbette ki, kıtlık akılcı eylemin tüm
alanlarında varolabilir de olmayabilir de. Felsefenin tümü sadece hayalci bir
yaratıcılık değildir; bir varsayımlarla iktisatlı olma (economizing) meselesi
de olabilir. Ya da, insan'ın geçim alanına dönersek, bazı uygarlıklarda kıtlık
durumları neredeyse istisnai gibi görünürken, diğerlerinde acı verecek kadar genel
bir hal olarak görünebilir. İki durumda da, yetersizliğin nedeni ister Doğa ister
Hukuk olsun, kıtlığın varlığı ya da yokluğu bir olgu sorunudur.
Son
fakat aynı derecede önemli olarak iktisadî çözümlemeye bakalım. Bu disiplin,
şeklî iktisatçılığın belirli bir tip ekonomiye, ki bir piyasa sistemine
uygulanmasının bir sonucudur. Ekonomi burada, bireysel tercihlerin, iktisadî süreci
oluşturan birbirine bağımlı hareketleri ortaya çıkarmalarına sebep olan kurumların
içinde vücut bulur. Bu, fiyat belirleyen piyasaların kullanımının
genelleştirilmesiyle elde edilir. Emeğin, toprağın ve sermayenin kullanımı da dahil
olmak üzere bütün mallar ve hizmetler, piyasalarda satın alınmaya hazır olarak
mevcuttur ve, bu nedenle de, bir fiyata sahiptir. Bütün gelir biçimleri mal ve
hizmetlerin satışından elde edilir - ücretler, rantlar ve faiz, sırasıyla, fiyatın
satılan kaleme göre farklı ortaya çıkışıdır. Elde etmenin yolu olarak satın alma
gücünün genel bir şekilde işin içine sokulması, ihtiyaçların karşılanması
sürecini, alternatif kullanımları olan yetersiz araçların, ki özellikle paranın
tahsisine dönüştürür. Bundan da, hem tercih koşulları, hem de tercihin
sonuçlarının fiyatlar biçiminde niceliklendirilebilir olduğu çıkartılır. Fiyat
[olgusunun] üzerinde, en saf şeklîyle (par exellence) bir ekonomik
olgu olarak durmakla, şeklî yaklaşım yönteminin, ekonominin tam bir betimlemesini,
yetersiz araçların uyardığı tercihlerin belirlemesi şeklinde sunduğu öne
sürülebilir. Bunun yapılmasında kullanılan kavramsal aletler iktisadî çözümleme
dediğimiz disiplini meydana getirir.
Bundan,
ekonomik çözümlemenin bir yöntem olarak etkili olabileceği alanın sınırları
çıkar. Şeklî anlamın kullanımı, ekonomiyi, bir iktisatlı (economizing)
davranışlar sıralamasına, yani kıtlık durumlarının uyardığı tercihler
sıralamasına indirger. Bu tür davranışlara hükmeden kurallar evrensel olduğu halde,
bu kuralların belirli bir ekonomiye ne ölçüde uygulanabilir olduğu, ekonominin
gerçekten de bu tür davranışların bir sıralaması olup olmamasına bağlıdır.
Niceliksel sonuçlar üretmek için, ekonomik sürecin oluştuğu mekânsal (locational)
ve sahiplenmeyle ilgili (appropriational) hareketler, burada kendilerini mutlaka
toplumsal davranışların, yetersiz araçların uyardığı ve sonuçta ortaya çıkan
fiyatlara yönelik işlevleri olarak ortaya koymaları gerekir. Böyle bir durum [ise]
sadece piyasa sisteminde geçerlidir.
Şeklî
iktisatçılık ile insan ekonomisi arasındaki [bu] ilişki, gerçekte, olabilir de
olmayabilir de (contingent) bir ilişkidir. İktisadî çözümleme, bir
fiyat belirleyici piyasalar sisteminin dışında, ekonominin işleyişi ile ilgili
anlamlı bir araştırma yöntemi olmaktan büyük ölçüde çıkar. Piyasa dışı
fiyatlara dayanan merkezî planlı bir ekonomi bunun iyi bilinen bir örneğidir.
Öze
ait kavramının kaynağı ampirik ekonomidir. (Bağlayıcı bir şekilde olmasa bile)
kısaca, insan ile çevresi arasında, ihtiyaç-tatmin eden maddi araçların sürekli
sunumuyla sonuçlanan kurumlaşmış bir karşılıklı-etkileşme süreci olarak
tanımlanabilir. Eğer amaçların tatmin edilmesi için maddi araçlar kullanılıyorsa,
ihtiyaç-tatmini "maddi"dir; yiyecek ya da barınak gibi fizyolojik
ihtiyaçların belirli bir tipinde, bu sadece hizmetler denilenleri kapsar.
O halde
ekonomi bir kurumlaşmış süreçtir. Burada iki kavram ortaya çıkmaktadır; süreç ve
kurumlaşmışlık. [Şimdi] bu kavramların bizim referans çerçevemize ne gibi
katkıları olabileceğine bakalım.
Süreç,
hareket terimleriyle çözümleme ima eder. Hareketler ya mekân ya sahiplenme
değişimlerini, ya da ikisini birden işaret eder. Diğer bir deyişle, maddî öğeler
durumlarını ya yer ya da "el" değiştirerek başkalaştırır; gene, aksi
halde çok farklı olan bu konum kaymaları, birlikte ya da ayrı ayrı meydana gelebilir.
Bu iki hareket türünün, kendi aralarında, bir doğal ve toplumsal fenomen olarak
iktisadî sürecin kapsadığı olanakları tükettiği söylenebilir.
Mekânsal
hareketler, taşıma yanında üretimi de içerir, yani nesnelerin mekân değiştirmeleri
üretim için de gereklidir. Mallar tüketici'nin bakış açısından yararlılık
tarzlarına göre, daha düşük ya da daha yüksek bir sıradadır (order). Bu
meşhur "mallar sıralaması", tüketici mallarını, üretici malları
karşısında, ihtiyaçları doğrudan mı yoksa başka mallarla birleşerek dolaylı
olarak mı karşıladıklarına göre ayırır. Öğelerin bu hareket tipi, terimin öze
ait anlamıyla ekonominin aslî bir [özelliğini], ki üretimi temsil eder.
Sahiplenmeyle
ilgili hareket hem malların dolaşımı diye sözü edileni hem de idaresini kapsar.
Birinci durumda, sahiplenmeyle ilgili hareket alış-veriş muamelelerinin (transaction),
ikinci durumda ise düzenlemelerin (dispositions) sonucudur. Buna göre, bir
muamele taraflar arasında olan bir tahsisçi harekettir; bir düzenleme ise, gelenek ya
da kanun gücü ile sahiplenmeyle ilgili belirli etkilerin bağlı olduğu tarafın
tek-yönlü bir eylemidir. Buradaki "taraf" terimi özel şahıs ve firmaları
olduğu kadar kamusal kurumlar ve makamları da işaret etmeye yaramaktadır. Ki bunların
aralarındaki fark esas olarak bir içsel organizasyon sorunudur. Ne var ki, 19.
yüzyılda, kamusal taraflar çok kere düzenleme ile ilişkiliyken özel tarafların
genellikle muamele ile ilişkili oldukları hatırda tutulmalıdır.
Terimlerin
bu seçiminde ile birtakım başka tanımlar da ima edilmektedir. Sürecin bir kısmını
meydana getirdikleri ölçüde, toplumsal etkinliklere iktisadî denebilir; kurumlara da
içerdikleri bu tür etkinliklerin yoğunluk derecesine göre iktisadî denebilir;
[iktisadî] sürecin herhangi bir parçası iktisadî bir öğe sayılabilecektir. Bu
öğeler , birincil olarak doğal çevreye, mekanik donatıma ya da beşeri ortama ait
olup olmamalarına göre ekolojik, teknolojik ya da toplumsal olarak uygun bir şekilde
gruplandırılabilir. Böylece, eski ve yeni bir dizi kavram, ekonominin süreç yönü
sayesinde, referans çerçevemize girer.
Ne var
ki, bu ekonomik süreç öğelerin mekanik, biyolojik ve psikolojik bir etkileşimine
indirgendiğinde genel geçer bir gerçekliğe sahip olmayacaktır. †retim ve taşıma
süreçlerinin ve sahiplenmeyle ilgili değişimlerin çıplak iskeletinden başka bir
şey içermeyecektir. Bireylerin saiklerinin kaynaklandığı toplumsal koşulların
herhangi bir göstergesinin yokluğunda, sürecin bütünlüğü ve karalılığının
dayandığı hareketler ve hareketlerin tekrarlanmasının
karşılıklı-bağımlılığını sürdürecek pek bir şey kalmaz. [Böyle bir
indirgeme durumunda], doğa ve insanlığın karşılıklı-etkileşim içindeki
öğeleri, tutarlı hiçbir birim, sonuç olarak da, toplumda bir işleve ya da bir tarihe
sahip olduğu söylenebilecek hiçbir yapısal varlık oluşturamaz. Süreç, [bu
durumda], hem günlük hem de bilimsel düşüncenin, kuramsal ve ahlâkî değerlilik
olduğu kadar önemli bir pratik ilgi alanı olarak da insanın geçinme sorunlarına
yönelmesine sebep olan niteliklerden yoksun kalacaktır.
Ekonominin
kurumsal yönünün aşkın (transcending) önemi bundan kaynaklanır. Bir toprak
parçasının çapalanmasında insanla toprak arasında, ya da bir otomobilin yapımında
taşıyıcı kuşak (conveyor belt) üzerinde süreç düzeyinde
meydana gelen şey, yüzeysel görünüşüne göre (prima facie), sadece
beşerî ve beşerî olmayan (non-human) hareketlerin karışık bir
şekilde iç içe geçmesidir. Kurumsal bakış açısından ise, sadece, emek ve sermaye,
meslek ve sendika, işi yavaşlatmak ve hızlandırmak, risklerin yayılması ve toplumsal
bağlamın diğer anlambilimsel (semantic) birimleri gibi terimlerin
kastedilmesidir. Örneğin, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki tercih, modern
teknolojiyi, üretim süreci içinde kurumlaştırmanın iki değişik yoluyla ilgilidir.
Gene, [iktisat] politikası (policy) düzeyinde, azgelişmiş ülkelerin
sanayileşmesi, bir yanda alternatif teknikler ile, diğer yanda bu teknikleri
kurumlaştırmanın alternatif yöntemleri ile ilgilidir. Bizim kavramsal ayırımımız,
teknoloji ve kurumların, birbirlerinden göreli bağımsızlıklarının anlaşılması
kadar karşılıklı bağımlılıklarının anlaşılması açısından da hayatîdir.
Ekonomik
sürecin kurumlaşması bu sürece bütünlük ve kararlılık getirir; toplumda belirli
bir işlevi olan bir yapı yaratır; toplumda sürecin yerini değiştirir, böylece
tarihine anlamlılık katar; ilgi ve çıkarları, değerler, saikler ve politikalara
dayandırır. Bütünlük ve kararlılık, yapı ve işlev, tarih ve politika, insan
ekonomisinin kurumlaşmış bir süreç olduğu yolundaki iddiamızın içeriğini
işlemsel olarak açığa çıkarır.
O
halde, insan ekonomisi, iktisadî olan ve olmayan kurumlarla vücut bulur ve onları ağ
gibi sarar. Ekonomik olmayan (kurumların) dahil edilmesi hayatidir. Çünkü ekonominin
yapısı ve işleyişi için, din ve hükümet, malî kurumlar ya da emeğin meşakkatini
hafifleten alet ve makinelerin kendisi kadar önemli olabilir.
Ekonominin
toplum içinde kapladığı değişken yerin incelenmesi, bu nedenle, ekonomik sürecin
değişik zaman ve mekânlarda nasıl kurumlaştığının incelenmesinden başka bir şey
değildir.
Bu
[inceleme] ise özel bir aletler kümesi gerektirir.
Karşılıklılık,
Yeniden Dağıtım ve Mübadele[8]
Ampirik
ekonomilerin nasıl kurumlaştığı hakkında bir çalışma, ekonominin bütünlük ve
kararlılık kazanmasının yoluyla, diğer bir deyişle, parçalarının karşılıklı
bağımlılıklarını ve tekrarlanmalarını [oluşturan] yolla işe başlamalıdır. Bu,
bütünleştirme (integration) biçimleri diyebileceğimiz çok az sayıdaki
kalıbın (pattern) bileşimi ile elde edilir. Bunlar, değişik seviyelerde
ve ekonominin değişik sektörlerinde, yanyana ortaya çıktıkları için, bunlardan
birini, ampirik ekonomileri bir bütün olarak sınıflandırmak amacı ile başat olan
biçim diye seçmek çok kere olanaksız olabilir. Ama gene de, bu biçimler, ekonominin
sektörleri ve düzeyleri arasında bir ayırımı olanaklı kılarak, ekonomik süreci
oldukça basit terimlerle betimleme aracı sağlar ve böylece ekonomik sürecin sonsuz
çeşitliliğine bir düzenlilik ölçüsü getirir.
Ampirik
olarak, esas kalıpların karşılıklılık (reciprocity), yeniden dağıtım (redistribution)
ve mübadele (exchange) olduğunu görürüz. Karşılıklılık, simetrik
gruplandırmaların mütekabil (correlative) noktaları arasındaki
hareketleri ifade eder; yeniden dağıtım, önce bir merkeze, sonra bu merkezden
dışarıya doğru sahiplenmeyle ilgili hareketlere tekabül eder; mübadele ise, burada
bir piyasa sisteminde taraflar arasında yer alan iki yönlü hareketlerin ifadesidir.
Dolayısıyla, karşılıklılık, arka-planda (background), simetrik olarak
düzenlenmiş gruplandırmaları varsayar; yeniden dağıtım, grup içinde belirli bir
ölçüde merkeziliğin varlığına dayanır; mübadele ise, bütünlük sağlayabilmek
için, bir fiyat-belirleyici piyasalar sistemi gerektirir. Değişik bütünleştirme
kalıplarının, belirli kurumsal destekler varsaydığı açıktır.
Bu
noktada konuya biraz açıklık getirmek yararlı olabilir. Bütünleştirme şekillerine
atıfta bulunduğumuz karşılıklılık, yeniden dağıtım ve mübadele terimleri, sık
sık, karşılıklı insan ilişkilerini işaret etmek için kullanılmaktadır. Bu
nedenle bütünleştirme şekilleri, yüzeysel olarak, sadece her durumda söz konusu olan
kişisel davranış biçimlerinin toplamını yansıtıyormuş gibi görülebilir. [Öyle
ki], eğer bireyler arasındaki ikili karşılıklılık (mutuality) sık görünen
bir olgu ise, bir karşılıkçı bütünleştirme ortaya çıkacaktır; bireyler
arasında paylaşmanın yaygın olduğu durumda, yeniden dağıtımcı bir
bütünleştirme mevcut olacaktır; benzer bir şekilde, bireyler arasındaki sık
değiş-tokuş eylemleri, bir bütünleştirme şekli olarak mübadele ile
sonuçlanacaktır. Eğer bu böyle olsaydı, bütünleştirme kalıplarımız, gerçekten
de, kişisel düzeyde bu kalıplara denk düşen davranış biçimlerinin basit
toplamlarından başka bir şey olmayacaktı. Bu [yanılgıya düşmemek konusunda] emin
olmak içindir ki, bütünleştirici etkinin, sırasıyla, simetrik düzenlemeler, merkezi
noktalar ve piyasa sistemleri gibi belirli kurumsal düzenlemelerin varlığıyla
koşullandığında ısrar ettik. Fakat, bu tür düzenlemeler, nihai etkilerini
koşullandırdıkları varsayılan aynı kişisel kalıpların basit birer toplamını
temsil ediyor gibi gözükmektedir.
Önemli
olan olgu, söz konusu olan kişisel davranışların basit toplamlarının kendi
başlarına bu türden yapıları yaratamayacağıdır. Bireyler arasındaki karşılık
vermeci davranış, ancak ve ancak akrabalık (kinship) gruplarının simetrik bir
sistemi gibi, simetrik olarak düzenlenmiş yapılar var ise, ekonomiyi bütünleştirir.
Fakat bir akrabalık sistemi hiç bir zaman, sadece kişisel düzeyde karşılılıkçı
davranışın sonucu olarak ortaya çıkmaz. Yeniden dağıtım için de durum aynıdır.
Bu [biçim], toplumda sahiplenmeyle ilgili bir merkezin varlığını varsayar. Ne var ki,
böyle bir merkezin organize edilmesi ve meşruluk kazanması, sadece bireyler arasında
sıklıkla [tekrarlanan] paylaşma eylemlerinin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Son olarak,
aynı şey bir piyasa sistemi için de doğrudur. Kişisel düzeyde mübadele eylemleri
de, ancak ve ancak, hiçbir yerde sadece gelişigüzel mübadele eylemleri tarafından
yaratılmamış bir kurumsal düzenleme olan bir fiyat-belirleyici piyasalar sisteminde
ortaya çıktıkları takdirde fiyatları üretir.
Elbette
ki, bu destekleyici kalıpların, kişisel ya da bireysel davranışların dışında
hareket eden esrarengiz kuvvetler tarafından meydana getirildiklerini ima etmek
istemiyoruz. Sadece, veri herhangi bir durumda, bireysel davranışların toplumsal
etkilerinin, belirli kurumsal koşulların varlığına bağlı olduğu; bu koşulların,
bu nedenle kişisel davranışlardan türemediği konusunda ısrar ediyoruz. Destekleyici
kalıp, yüzeysel olarak, o kalıba denk düşen kişisel davranışların birikmesi
sonucu ortaya çıkmış gibi görünebilir. Fakat hayati öneme sahip organizasyon ve
meşrulaştırma öğeleri, zorunlu olarak, tamamen değişik tipte bir davranış
tarafından sağlanır.
Bildiğimiz
kadarıyla, bir yanda kişiler-arası düzeyde karşılıkçı davranış ile öte yanda
veri simetrik gruplanmalar arasında olgusal ilişki üzerinde ilk kez duran yazar, 1915
de Yeni Gine'nin Bánaro'sundaki evlilik sistemi üzerinde ampirik çalışma yürüten
antropolog Richard Thurnwald'dı. Bundan on yıl kadar sonra, Bronislaw Malinowski,
Thurnwald'a atıfta bulunarak, toplumsal olarak anlamlı karşılıklığın, düzenli bir
şekilde, temel toplumsal organizasyonun simetrik biçimlerine dayandığının
görüleceğini öngördü. [Malinowski'nin] Trobriand akrabalık sistemi ve Kula ticareti
ile ilgili kendi betimlemeleri bu noktayı destekledi. Karşınızdaki yazar,[9] simetriyi,
birçok destekleyici kalıptan sadece biri olarak görerek bu ipucunu izledi. Sonra,
yeniden dağıtımı ve mübadeleyi, yeni bütünleştirme şekilleri olarak
karşılıklığa ilave etti. Benzer bir şekilde, merkeziliği ve piyasayı da, kurumsal
desteğin başka örnekleri olarak, simetrinin yanına koydu. Bütünleştirici
şekillerimiz ve destekleyici yapı kalıplarımız böylece ortaya çıktı.
Bu,
iktisadî alanda, belirli kurumsal ön-koşulların yokluğunda, kişiler arası
davranışın niye çok kere beklenen toplumsal etkileri yaratmadığının
açıklanmasına yardımcı olmalıdır. Karşılık verici davranış sadece simetrik
olarak organize edilmiş bir çevrede herhangi bir öneme sahip iktisadî kurumlara yol
açacaktır; bireysel paylaşma hareketleri sadece tanzim edici merkezlerin kurulmuş
olduğu yerlerde yeniden dağıtımcı bir ekonomi meydana getirecektir; ve sadece fiyat
belirleyici piyasalar sisteminin varlığında bireylerin mübadele hareketleri, ekonomiyi
bütünleştirecek olan oynak (fluctuating) fiyatlara yol açacaktır. Aksi
halde, bu değiş-tokuş hareketleri etkisiz kalacak ve, bu nedenle, tekrarlanmamaya
başlayacaktır. Ticari davranış asla duygusal açıdan lakayt kalınabilen bir
davranış olmadığı ve, bu nedenle, tasvip edilen kanallar dışına çıkıldığında
hoşgörü ile karşılanmadığı için, eğer gene de gelişigüzel bir tarzda
tekrarlanırlarsa, bir namussuzluk ya da ihanet karşısında kalınmış gibi, şiddetli
bir duygusal tepki ortaya çıkacaktır.
Şimdi
bütünleştirme şekillerimize dönelim:
İktisadî
ilişkilerini kasıtlı olarak karşılıklılık esasına göre organize etmeye
çalışan bir grup, amacını gerçekleştirmek için, her birinin üyelerinin
birbirlerini bu şekilde tanıdıkları alt-gruplara bölünmek zorundadır. A grubunun
üyeleri B grubundakilerle ve B'dekiler de A'dakilerle, karşılıklılık ilişkileri
kurabileceklerdir. Fakat simetri ikililik (duality) ile sınırlı
değildir. İki ya da daha fazla eksene göre, üç, dört ya da daha fazla grup simetrik
olabilir; ayrıca, grup üyeleri birbirleri ile (doğrudan) karşılıklılık ilişkisine
girmek zorunda değildirler, benzer ilişkiler içinde oldukları bir üçüncü grubun
üyeleri ile uygun bir etkileşime de girebilirler. Trobriand'lı bir adamın mesuliyeti
kız kardeşinin ailesine karşıdır. Fakat, kendisi kız kardeşinin kocası tarafından
desteklenmez; ancak, eğer evli ise, karısının erkek kardeşi, yani kendisininkine
tekabül eden bir şekilde konumlanmış üçüncü bir ailenin bir üyesinden yardım
görür.
Aristo,
her türden topluluğa (koinonia), bu topluluğun üyeleri arasında var olan ve
kendini karşılıklılık (antipeponthos) içinde dışa vuran bir iyi niyet
türünün (philia) tekabül ettiğini düşündü. Bu, hem aile, kabile ya
da şehir devletleri gibi daha kalıcı topluluklar, hem de bunlar tarafından kapsanan ve
bunlara bağımlı olan daha az kalıcı topluluklar için doğruydu. Bu, bizim
terimlerimizle, büyük topluluklarda, alt topluluklarda karşılık verici davranışın
buna göre gelişebileceği bir çoklu simetri geliştirme eğilimi ima eder.
[İçindekileri] kapsayıcı topluluğun üyeleri ne ölçüde bir arada
toplandıklarını hissederlerse, mekân, zaman, ya da başka bir açıdan sınırlanmış
belirli ilişkilere göre karşılıkta bulunmacı davranışları geliştirme eğilimleri
de o ölçüde genel olacaktır. Akrabalık, komşuluk ya da totem, daha kalıcı ve daha
kapsayıcı gruplandırmalara aittir. Bunların sınırları içinde, askerî, meslekî,
dinî ya da toplumsal nitelikteki gönüllü ve yarı-gönüllü bir araya gelmeler (associations),
içinde üyelerinin, en azından geçici olarak ya da veri bir mekâna ya da tipik bir
duruma göre, üyelerinin bir çeşit müştereklik (mutuality) uyguladıkları simetrik
gruplandırmaların olacağı durumları yaratır.
Bir
bütünleştirme şeklî olarak karşılıklılık, yardımcı yöntemler olarak
yeniden-dağıtımı ve mübadeleyi kullanma kapasitesi sayesinde büyük güç kazanır.[10]
Karşılıklılık, işleri "sıra" ile ele almakta olduğu gibi, emek yükünü
belirli yeniden dağıtım kurallarına göre bir paylaşma yoluyla elde edilebilir.
Benzer bir şekilde, karşılıklılık bazen belirli gereklere yeterince sahip olmama
durumunda bulunan bir ortağın yararına, önceden belirlenmiş eşdeğerliklerle
mübadele yoluyla da sağlanır ki bu eski Doğu toplumlarında temel bir kurumdu.
Piyasa-olmayan (non-market) ekonomilerde bu iki bütünleştirme biçimi -
karşılıklılık ve yeniden dağıtım, genellikle birlikte ortaya çıkar.
Yeniden-dağıtım,
bir grup içinde, malların tahsisinin tek elde toplanması ve gelenek, kanun ya da ad hoc
[özel] merkezi karar yoluyla meydana gelmesi ölçüsünde meydana gelir. Bazen
bu, depolama ile yeniden-dağıtımın eşlik ettiği fiziki bir toplamadan ibarettir;
diğer zamanlarda, "toplama" fiziki değil, sadece sahiplenmeyle ilgilidir (appropriational)
- yani malların fiziki konumu üzerinde tasarruf haklarıyla ilişkilidir.
Yeniden-dağıtım, ilkel avcı kabilesinden eski Mısır, Sümer, Babil ya da Peru'nun
muazzam depolama sistemlerine kadar, bütün uygarlık düzeylerinde, bir çok sebepten
dolayı ortaya çıkar. Büyük ülkelerde, [ülkenin çeşitli bölgeleri arasındaki]
toprak ve iklim [koşulları] farklılıkları yeniden-dağıtımı gerekli kılabilir;
başka durumlarda, hasat ile tüketim arasındaki gibi [geçimle ilgili etkinlik ve
ihtiyaçların] zaman içindeki konum uyumsuzluğu [yeniden-dağıtıma] sebep olabilir.
Bir avda, burada sonucu sadece "işbölümü" sağladığı için, başka
herhangi bir dağıtım yöntemi avcılar sürüsü [horde] ya da grubunun [band]
parçalanmasına yol açacaktır. Satın alma gücünün yeniden dağıtımı kendisi
için, yani çağdaş refah devletinde olduğu gibi toplumsal ideallerin talep ettiği
amaçlar için değerli sayılabilir. İlke aynı kalmaktadır - bir merkezin içine
doğru toplamak ve oradan yeniden dağıtmak. Yeniden-dağıtım, bir bütün olarak
ekonomi nasıl bütünleşmiş olursa olsun, hane halkı (household) ya da
malikâne (manor) gibi toplumdan daha küçük gruplar için de geçerli
olabilir. En iyi bilinen örnekler Orta Afrika kraal 'ı,[11] Yahudi
ataerkil hane halkı, Aristo zamanında Yunan malikânesi (estate), Roma familia'
sı,[12]
ortaçağ malikânesi (manor) ya da tahılın genel olarak pazarlanması
öncesinde tipik geniş köylü ailesidir. Ne var ki, sadece tarımsal toplumun oldukça
gelişmiş biçiminde, ev halkı olarak yaşamak (householding) mümkün ve
oldukça genel hale gelir. Bundan önce, geniş yaygınlığa sahip "küçük
aile", yemek pişirme dışında iktisadî olarak kurumlaşmamıştır; otlak, toprak
ya da sürünün kullanımına hâlâ aile ölçeğinden daha geniş bir ölçekte
yeniden-dağıtımcı ve karşılık vermeci yöntemler hükmeder.
Yeniden-dağıtım
da, devletin kendisinden geçici nitelikteki birimlere kadar, her düzeyde ve her
süreklilik derecesindeki grupları bütünleştirmeye elverişlidir. Burada da,
karşılılıkta olduğu gibi, kapsayıcı birim ne ölçüde bir arada iyi örülmüş
ise, içinde yeniden-dağıtımın etkili olarak işleyebileceği alt bölümler de o
ölçüde çeşitli olacaktır. Plato devletteki yurttaş sayısının 5040 olması
gerektiğini düşünmüştü. Bu rakam, birden ona kadar ki ilk sayılar da aralarında
olmak üzere, 59 değişik şekilde bölünebiliyordu. Plato’nun açıklamasına göre
bu rakam, vergilerin tarhına, iş muameleleri için grupların meydana getirilmesine,
askeri ve diğer görevlerin "sıra" ile yerine getirilmesine en uygun imkân
aralığını sağlayacaktı.
Mübadele,
bir bütünleştirme şeklî olarak iş görmek için, bir fiyat- oluşturucu piyasalar
sisteminin desteğini gerektirir. Bu nedenle, mübadelenin üç çeşidi birbirinden
ayrıştırılmalıdır: taraflar arasında "yer değiştirme"nin
[oluşturduğu] basit mekânsal hareket (işlemsel mübadele); ya önceden tespit edilmiş
bir oranda (kararcı (decisional) mübadele), ya da pazarlıkla ortaya çıkmış
bir oranda (bütünleştirici (integrative) mübadele) sahiplenmeyle ilgili
mübadele hareketleri. Önceden tespit edilmiş bir oran üzerinden mübadele söz konusu
olduğu sürece, ekonomi piyasa mekanizması ile değil, bu oranı tespit eden faktörler
tarafından bütünleştirilir. Fiyat-oluşturucu piyasalar bile, ancak, fiyatların
etkisini, doğrudan etkilenen piyasaların dışındaki piyasalara da yayan bir sistem
içinde birbirlerine bağlanmışlarsa bütünleştirici olur.
Sıkı
sıkıya çekişmek, haklı olarak, pazarlıkçı davranışın özüne ait [bir
davranış] gibi görülmüştür. Mübadelenin bütünleştirici olması için
tarafların davranışlarının, bunların her birinin elde edebileceği kadar kendi
lehine sayacağı bir fiyatı üretmeye yönelik olması gerekir. Böyle bir davranış
önceden tespit edilmiş bir fiyatla yapılan mübadele ile keskin bir zıtlık
oluşturur. "Kazanç" teriminin muğlaklığı aradaki farklılığı gizlemeye
eğilimlidir. Önceden tespit edilmiş fiyatlarla mübadele, iki tarafa da, mübadele
yapma kararının ima ettiğinden daha fazla kazanç getirmez; oynak fiyatlarla mübadele
ise, taraflar arasında seçik bir çatışmacı (antagonistic) ilişkiyi
işin içine sokan bir tutumla ancak elde edilebilecek bir kazanca yönelir. Ne kadar
sulandırılırsa sulandırılsın, mübadelenin bu türüne eşlik eden
çatışma-zıtlık öğesinin önüne geçilemez. †yeleri arasındaki dayanışmanın
kaynağını koruma niyetinde olan hiç bir topluluk, yiyecek gibi, fiziki varoluş için
bu denli hayati olan ve bu nedenle de yoğun endişeleri ayağa kaldırabilecek bir konu
etrafında gizli husumetin gelişmesine izin veremez. İlkel ve arkaik toplumlarda yiyecek
ve benzeri ürünlerde kazanç sağlamacı bir özelliğe sahip muamelelerin evrensel
olarak yasaklanmasının nedeni budur. Yiyecek maddeleri konusunda sıkı sıkıya
pazarlık etme üzerindeki geniş bir yaygınlığa sahip yasaklama, otomatik olarak
fiyat- oluşturucu piyasaları, erken [çağlardaki] kurumlar dünyasının dışına
çıkarır.
Ekonomilerin,
başat bütünleştirme şekillerine göre [yapılan] bir sınıflandırmaya kabaca
yaklaşan geleneksel gruplandırılmaları aydınlatıcıdır. Tarihçilerin
"ekonomik sistemler" diye adlandırma eğiliminde oldukları şeyler bu kalıba
oldukça iyi oturmaktadır. Bir bütünleştirme biçiminin başatlığı, burada, bu
biçimin toplumdaki toprak ve emeği kapsamasının derecesi ile teşhis edilmektedir.
Vahşi toplum diye adlandırılagelmiş olan [toplum tipinin] özelliği, toprak ve
emeğin, akrabalık bağları aracılığıyla ekonominin içine [alınıp]
bütünleştirilmiş olmasıdır. Feodal toplumda, sadakat bağları, toprağın ve
toprakla beraber bulunan emeğin kaderini belirler. Sel-suyu (floodwater)
imparatorluklarında, toprak, genellikle, mabet ve saray tarafından dağıtılmış ve
bazen yeniden-dağıtılmıştı; ve, en azından bağımlı şekli ile emeğin [durumu]
da böyleydi. Piyasanın ekonomide hükmedici bir güç haline yükselmesinin izi, toprak
ve yiyeceğin [piyasada] mübadele yoluyla seferber edilmesi ve emeğin piyasada satın
alınmak üzere serbest bir meta haline dönmesinin derecesi araştırılarak
sürülebilir. Bu, Marksizmde geleneksel olan, [fakat] tarihsel olarak savunulamaz
[durumda] bulunan, kölelik, serflik ve ücretli emek aşamaları kuramının
anlamlılığını açıklamakta yardımcı olabilir. Ki Marks'ın bu gruplandırması,
ekonominin niteliğinin emeğin statüsü tarafından belirlendiği inancından
kaynaklanmıştı. Halbuki, toprağın ekonomiye bütünleştirilmesi diğerinden daha az
hayati addedilmemelidir.
Her hal
ve durumda, bütünleştirme biçimleri gelişme "aşamalarını" temsil
etmezler. Burada zamanda bir sıralama ima edilmemektedir. Başat olanın yanında, ona
tabi diğer şekiller de aynı zamanda mevcut olabileceği gibi, başat biçim geçici bir
gözden kaybolma arasından sonra yeniden ortaya çıkabilir. Kabile toplumları
karşılıklılığı ve yeniden dağıtımı uygularken, arkaik toplumlar, bir ölçüde
mübadeleye de yer vermelerine karşın, temel olarak yeniden dağıtımcıdır. Bazı
Melanezyalı[13]
topluluklarda başat rol oynayan karşılıklılık, (hediye ve karşı-hediye ile
sürdürülen) dış ticaretin hâla büyük ölçüde karşılıklılık ilkesine göre
organize edildiği yeniden-dağıtımcı arkaik imparatorluklarda, önemsiz olmayan ama
yeniden-dağıtımcılığa bağımlı bir nitelik olarak meydana gelir. Gerçekten de,
savaşın yarattığı acil durum sırasında, yirminci yüzyılda, aksi halde piyasalama
ve mübadelenin başat olduğu toplumlarda ödünç verme-kiralama (lend-lease)
adı altında yeniden devreye sokulmuştur.[14] Kıyaslandığında, [yeniden-dağıtım] yanında
mübadelenin ancak küçük bir rol oynadığı kabile toplumlarında ve arkaik
toplumlarda egemen yöntem olan yeniden-dağıtım, geç dönem Roma İmparatorluğu'nda
büyük önem kazandı ve bugün bazı çağdaş sanayi devletlerinde etkisini
arttırmaktadır. Sovyetler Birliği bunun aşırı bir örneğidir. Diğer tarafta,
hiçbir zaman ondokuzuncu yüzyıldakiyle kıyaslanacak kadar geniş bir arazi
ölçeğinde ya da kurumsal kapsayıcılıkta olmasa bile, piyasalar, daha önce insanlık
tarihinin akışı içinde, ekonomide, bir kereden daha fazla rol oynamıştır. Ne
var ki, burada da gene bir değişme farkedilebilir. Bizim yüzyılımızda, altın
standardının çökmesi ile birlikte, piyasaların evrensel rolünde, ondokuzuncu
yüzyıldaki zirveye göre gerileme meydana geldi. Ki, bu bizi başlangıç noktamıza,
yani sosyal bilimcinin iktisadî alanı incelemesinin amaçları açısından, sınırlı
piyasalama tanımlarımızın giderek artan yetersizliği konusuna geri götüren bir
trend değişikliğidir.
Ticaret biçimleri,[15] para kullanımları
ve piyasa öğeleri
Piyasalamacı
yaklaşımın ticaret ve para kurumlarının yorumlanması üzerindeki kısıtlayıcı
etkisi keskindir; piyasa, kaçınılmaz olarak, mübadelenin yapıldığı yer, ticaret
fiili mübadele, ve para mübadelenin aracı gibi görünür. Ticaret fiyatlarla
yönlendirildiği ve fiyatlar da piyasanın bir işlevi olduğu için, [bu kısıtlayıcı
etkinin yol açtığı görüntüde] bütün paraların mübadele parası olması gibi,
bütün ticaretler de piyasa ticaretidir. Piyasa, ticaret ve paranın işlevleri olduğu
yaratıcı kurumdur.
Bu
fikirler, antropoloji ve tarihin olguları ışığında [görülür ki] doğru değildir.
Bazı para kullanımlarının da olduğu gibi ticaret insanlık kadar eskidir; piyasalar
ise, bir iktisadî niteliğe [sahip] bir araya gelmeler neolitik dönem kadar eski bir
tarihte meydana gelmiş olabilirse de, tarihin oldukça geç dönemlerine kadar önem
kazanmamıştır. Bir piyasa sisteminin tek kurucusu olan fiyat- oluşturucu piyasalar,
antik zamanların ilk bin yılından önce hiç bir bakımdan mevcut değildi, ve bu
tarihten sonra da başka bütünleştirme şekillerinin gölgesinde kalacak şekilde var
oldu. Ne var ki, ticaret ve paranın, bütünleştirmenin, özellikle
"iktisadî" biçimi olarak mübadele biçimi ile sınırlı olduğu
düşünüldüğü sürece, bu temel gerçekler bile gün ışığına çıkarılamazdı.
Karşılıklılık ve yeniden-dağıtımın tarihte uzun dönemler boyunca ekonomi[leri]
bütünleştirdiği ve modern çağlarda bile, önemli ölçüde, bu [bütünleştirme
işini] sürdürdüğü [gerçeği], kısıtlayıcı bir terminoloji nedeniyle [konunun]
sınırlarının dışına itilmiş oldu.
Bir
mübadele sistemi olarak bakıldığında, ya da, kısaca, ticari mübadele açısından
ele alındıklarında, ticaret, para ve piyasa bölünmez bir bütün oluşturur. Ortak
kavramsal çerçeveleri piyasadır. Ticaret, malların piyasanın içinden iki yönlü
hareketi gibi ve para da, bu harekete imkân sağlamak için dolaylı mübadele aracı
olarak kullanılan niceliklendirilebilir mallar gibi görünür. Böyle bir yaklaşım,
mutlaka, belirli bir anlamayı kolaylaştırıcı ilkenin aşağı yukarı zımnî olarak
kabulüne yol açar. Bu ilkeye göre, ticareti gösteren delillerin varlığında
piyasalar; ve parayı gösteren delillerin varlığında, ticaret ve dolayısıyla
piyasalar varsayılmalıdır. Bu, doğal olarak, aslında mevcut olmadığı yerlerde
piyasalar görmeye ve ticaret ve parayı var oldukları durumlarda piyasalar yok diye yok
saymaya yol açar. Bunun birikimli etkisi, mutlaka, daha az aşina olduğumuz zamanlar ve
yerlerin ekonomileri için, aslını biraz andıran veya ona hiç benzemeyen manzara
resimlerindeki gibi, bir stereotip[16] yaratılması olmalıdır.
Sıra,
bu nedenle, ticaret, para ve piyasaların ayrı ayrı incelenmesine gelmiştir.
1. Ticaret Biçimleri
Öze
ait (substantive) bakış açısından ticaret, hemen oracıkta elde edilmesi
mümkün olmayan malları sağlamanın göreli olarak barışçı bir yöntemidir.
[Ticaret de], avlar, köle yakalamak için çıkılan seferler, ya da korsan akınları
ile ilişkilendirmeğe alışık olduğumuz etkinliklere benzer bir şekilde, [ticareti
yapan] gruba [göre] dışsaldır. [Hem ticaret hem de zorla el koyma] durumunda, önemli
olan, malların elde edilmesi ve uzak mesafeden taşınmasıdır. Ticareti, oyun, ganimet,
yağma, ender bulunan tahtalar ya da egzotik hayvanlar peşinden koşmaktan ayırt eden ve
aynı zamanda ona barışçı ve oldukça düzenli niteliğini veren, hareketin
iki-taraflılığıdır.
Piyasa
noktasından bakıldığında, bütün ticaret, malların piyasa boyunca hareketidir.
Bütün metalar - satılmak üzere üretilmiş mallar - ticaretin potansiyel nesneleridir;
bir meta bir yönde, diğeri ise aksi yönde hareket etmektedir; hareket fiyatlarla
denetlenir: ticaret ve piyasa aynı sınırlara sahiptir (co-terminous).
Bütün ticaret piyasa ticaretidir.
Bundan
başka, yerel koşullar altında yapılan av, akın ya da sefer gibi, ticaret de bireysel
olmaktan daha çok bir grup faaliyetidir; bu açıdan, genellikle belirli bir uzaklıktan,
aşağı yukarı barışçı yollarla zevce temin etmekle ilişkili olan, kur yapma ve
evlenme organizasyonlarına birçok benzerlik taşır. Ticaret, böylece, değişik
toplulukların, amaçlardan birinin malların mübadelesi olduğu buluşmasında
odaklaşır. Bu türden buluşmalar, fiyat-oluşturucu piyasaların aksine mübadele
hadleri üretmez, aksine bu hadleri önceden varsayar. Ne tüccar bireylerin kişilikleri
ne de bireysel kazanç saiki işin içine girer. Bir reis ya da kralın üyelerinden
"ihracat" mallarını topladıktan sonra topluluk adına hareket edip etmediği,
ya da, grubun mübadele amacıyla karşı grupla sahilde vücut vücuda karşı karşıya
gelip gelmediklerinden [bağımsız olarak]- her iki durumda da işlemler temel olarak
kolektiftir. "Ticaretteki taraflar" arasında mübadele sık [rastlanılan bir
olgudur]; ama kur yapmak ve eşleşmekteki ilişki ortaklığı da sık rastlanılan bir
olgudur. [Her iki durumda da] bireysel ve kolektif faaliyetler iç içe geçmiştir.
Ticarette
kurucu bir öğe olarak "malların uzak bir yerden elde edilmesi" üzerindeki
vurgu, ticaretin erken tarihinde, ithal ilgisinin oynadığı başat rolü açığa
çıkaracaktır. 19. yüzyılda ise ihracat ilgisi geniş önem kazandı - ki bu bir tipik
piyasa fenomeniydi.
Bazı
şeylerin bir mesafe üzerinde ve iki zıt yönde taşınması gerektiği için, ticaret,
işin doğası gereği olarak, personel, mallar, taşıma ve iki- yönlülük gibi, her
biri sosyolojik ve terminolojik olarak anlamlı ölçütlere göre bölünebilen bazı
kurucu öğelere sahiptir. Bu dört faktörü takip ederek ticaretin toplumda değişen
yeri hakkında bazı şeyler öğrenmeyi umabiliriz.
Önce ticaretle uğraşan
kişilere bakalım.
"Malların
uzak bir yerden elde edilmesi", ya ticareti yapanın toplumdaki mevkii ile ilişkili
ve, kural olarak, görev ya da kamu hizmeti öğeleri içeren saiklerle (statü saiki)
yapılabilir; ya da söz konusu olan satın alma ve satma muamelesinden kişinin eline
geçecek kazanç amacı ile yapılabilir (kâr saiki).
Bir
tarafta şeref ve görev, diğer tarafta kâr, bu saiklerin birçok olanaklı bileşimine
karşın, keskinlikle seçik birincil saikler olarak kendilerini ortaya koyar. Eğer
"statü saiki", çok kere olduğu gibi, maddi yararlarla desteklenirse, bu
yararlar, kural olarak, mübadele sonucu elde edilmiş kazanç biçimini değil; daha
çok, kral ya da mabet ya da lord tarafından ticareti yapana mükafat olarak ihsan edilen
hazine ya da arazili gelir bağışları biçimini alır. Bu durumda, mübadele üzerinden
elde edilen kazançlar, becerikli ve tehlikelere başarılı bir şekilde göğüs geren
ticaretçiye lordu tarafından, taltif olarak verilen meblağla karşılaştırılamayacak
kadar değersiz [kalan] toplamlardan daha fazlasına ulaşamaz. Böylece, görev ve şeref
için ticaret yapan zenginleşirken, pis kazanç için ticaret yapan fakir kalır - arkaik
toplumlarda kazanca dönük saiklerin niye gölgede kaldığının bir başka nedeni de
budur.
Personel
sorusuna yaklaşmanın bir başka yolu, olaya, ait oldukları topluluk tarafından,
[ticareti yapanların] statüsüne uygun addedilen hayat standardı açısından
bakmaktır.
Arkaik
toplum, genel olarak, kural olarak, toplumsal merdivenin ya en üst ya da en alt
basamağına ait olan dışında hiçbir tüccar imgesi bilmez. Birincisi, ticaret
yapmanın siyasi ve askeri koşullarının gerektirdiği gibi, hükümdarlık ve hükümet
ile ilişkilidir; diğeri geçimini sağlamak için kaba taşıma emeğine dayanır. Bu
olgusal gerçek (fact), eski zamanlarda ticaretin organizasyonunun
anlaşılmasında büyük öneme sahiptir. En azından yurttaşlar arasında, orta-sınıf
ticaretçi bulunamaz. Burada dışta bırakmamız gereken Uzakdoğu haricinde, modern
zamanlar öncesinde geniş bir ticari orta sınıfın sadece üç belirgin örneği
vardır: doğu Akdeniz şehir devletlerindeki, büyük ölçüde metik [yani
bu şehirlere yerleşmiş yabancı] atalardan gelen Helenistik tacir; Helenistik denizci
geleneklerini pazarın yol-yordamı üzerine aşılayan, her yerde hazır ve nazır
Müslüman tacir; ve son olarak, Batı Avrupa'da, Pirenne'in "yüzen kir" (floating
scum) dediklerinin neslinden gelenler, Orta ‚ağların ikinci üçte birinde
ortaya çıkan bir tür kıta metiği olan tacir. Aristo tarafından övülen klasik Yunan
Orta sınıfı, hiçbir şekilde ticari bir sınıf değil, toprak sahibi bir sınıftı.
Üçüncü
yaklaşım tarzı daha yakından tarihseldir. Antikitenin tüccar tipleri, tamkarum,
metik ya da yerleşik yabancı ve "ecnebi" (foreigner) idi.
Tamkarum,[17] Sümerli
başlangıcından İslamiyetin yükselişine kadar - yani üçbin yılı aşan bir süre
boyunca - Mezopotamya sahnesine hakim oldu. Mısır, ‚in, Hindistan, Filistin, fetih
öncesi Mesoamerica, ya da yerli batı Afrika, başka hiçbir tüccar tipi tanımadı.
Metik önce Atina ve bazı diğer Grek şehirlerinde aşağı-sınıf bir tacir olarak
tarihî belirginlik kazandı ve [daha sonra] Hellenizm'le birlikte, İndüs Vadisi'nden
Herkül'ün Sütunları'na [Cebelitarık Boğazı'na] kadar, Grekçe konuşan ya da
Lövanten ticari orta sınıfın prototipi haline gelecek şekilde yükseldi. Ecnebi
ise, elbette ki, her yerde hazır ve nazırdır. Ecnebi tayfalarla ve ecnebi gemilerle
ticareti yürütür; ne topluluğa "aittir", ne de yerleşik yabancının
yarı-statüsünden yararlanır; aksine tamamen başka bir toplumun bir üyesidir.
Dördüncü
ayırım antropolojiktir. Bu, o garip kişiliğin, ticaret yapan ecnebinin (anlaşılması
için gerekli) anahtarı sağlar. Bu "ecnebilerin" ait oldukları "ticaret
yapan halkların" sayısı, her ne kadar göreli olarak az idiyse de, bunlar geniş
bir şekilde yaygınlaşmış olan "edilgen ticaret" kurumunu ortaya
çıkarmışlardı. [Bu halklar da] kendi aralarında önemli bir açıdan tekrar
farklılaşmıştı: tam ticaret yapan halk diyebileceklerimiz, Finikeliler, Rodoslular,
Kadeşliler, ya da bazı dönemlerde Ermeniler ve Yahudilerde olduğu gibi, geçimlerini
sürdürmede, bütün nüfuslarının uğraşmakta olduğu ticarete [bütün diğer
faaliyetleri] dışta bırakan bir şekilde bağımlıydılar. Sayıca daha kalabalık bir
grup meydana getiren diğerlerinin durumunda, ticaret, zaman zaman nüfusun önemli bir
kısmının, kısa ya da uzun dönemler için, bazen aileleri ile birlikte dış
seyahatlere çıkarak uğraştığı bir meşguliyetti; ama meşguliyetlerden sadece biri
idi. Batı Sudan 'daki Haussa ve Mandingo'lar bunun örnekleridir. Bu sonuncular, son
zamanlarda ortaya çıktığı gibi, sadece yurt dışında ticaret yaparlarken Duala diye
de bilinirler. Daha önceleri bunlar ticaret yaparken ziyaret ettikleri insanlar
tarafından bir ayrı halk sanılmaktaydılar.
İkinci
olarak, erken zamanlarda ticaretin organizasyonu, taşınan mallara, seyahat edilecek
mesafeye, taşıyıcılar tarafından aşılması gereken engellere, bu maceranın siyasi
ve ekolojik koşullarına göre de mutlaka farklılaşır. Başka bir sebep için olmasa
bile en azından bu sebepten ötürü, bütün ticaret başlangıçta özgüldür [yani,
özgül malları elde etmek için yapılan seferlerdir]. Mallar ve bunların taşınması
bunu böyle yapar. Bu koşullar altında, "genel olarak" ticaret yapmak diye bir
şey olamaz.
Bu
olgusal gerçeğe yeterli ağırlık verilmedikçe, ticaret kurumlarının erken
gelişmesini anlamak olanaksızdır. Belirli bir uzak mesafeden ve kaynak mahallinden
bazı mal çeşitlerini elde etmek kararı, başka bir yerden elde edilecek başka türden
mallarla ilgili [kararları etkileyecek] olanlardan farklı koşullarda alınacaktır. Bu
nedenden ötürü, ticaret maceraları kesintili bir meşguliyettir. Teker teker tasfiye
edilen ve sürekli bir iş haline gelme eğilimi göstermeyen somut girişimlerle
sınırlıdır. Roma societas'ı, daha sonraki commenda gibi,
tek bir girişimle sınırlı bir ticaret ortaklığı idi. Sadece iltizam ve ihaleyle
vergi geliri toplamak için kurulmuş olan societas publico-norum şirketleşmişti ki bu
tek büyük istisnaydı. Modern zamanlardan önce sürekli tecaret ortaklıkları
bilinmezdi.
Ticaretin
özgüllüğü, ithal mallarını ihraç malları ile elde etmenin gerekliliği ile,
işlerin doğal akışı içinde arttı. Çünkü piyasa-dışı (non-market)
koşullarda ithâlat ve ihracat değişik rejimlere tabi olma eğilimi gösterir. İhracat
için malların bir araya getirildiği süreç, çok kere ithal malların yeniden taksimi
sürecinden ayrı ve göreceli olarak bağımsızdır. Birincisi, bir haraç ya da
vergileme ya da feodal hediyeler ya da malların merkeze aktığı herhangi bir başka
düzenleme konusu olabilirken, yeniden-taksim edilmiş ithal malları değişik yollar
üzerinde akabilir. Hamurabi'nin "Seisacthheia"sı, bazı durumlarda kral
tarafından, tamkarum aracılığı ile, bunları kendi ürünleriyle
değiştirmek isteyen kiracılara gönderilen ithal malları olabilen simu
malları için bir istisna oluşturur gibi gözükmektedir. Mesoamerika'nın Azteklerinin
pochtea 'sındaki fetih-öncesi uzun mesafe ticaretinin bir kısmı da de benzer
özellikler taşır gibi gözükmektedir.
Doğanın
farklı kıldığını piyasa türdeş (homogeneous) hale sokar. Mallarla bunların
taşınmaları arasındaki fark bile silinebilir, çünkü, her ikisi de, biri meta
diğeri nakliye ve sigorta piyasaları olmak üzere piyasalarda alınıp satılabilir. Her
iki durumda da istem ve sunu vardır ve fiyatlar aynı şekilde oluşur. Taşıma ve
mallar, ticaretin bu kurucu öğeleri, maliyet terimleriyle ortak bir payda kazanır.
Piyasa ve bunun yapay türdeşliği ile aşırı zihni meşguliyet, böylece, iyi
iktisadî tarihten ziyade iyi iktisat kuramına yol açar. Nihayet, taşıma
araçlarının olduğu gibi ticaret yollarının da, ticaretin kurumsal biçimleri
açısından, taşınan mal tiplerinden hiç de daha az önemli olmadığını
göreceğiz. Çünkü bütün bu durumlarda, coğrafi ve teknolojik koşullar toplumsal
yapı ile iç içe geçer.
İki-taraflılığın
mantığına göre, ticaretin üç ana tipi ile karşılaşırız: hediye ticareti,
yönetilmiş (administered) ticaret ve piyasa ticareti.
Hediye
ticareti; misafir arkadaşlar, Kula ortakları[18] ve diğer ziyaretçi gruplarında olduğu
gibi, tarafları karşılıklılık ilişkileri içinde bağlar. Binyıllar boyunca,
imparatorluklararası ticaret hediye ticareti olarak yürütüldü - başka hiçbir
iki-taraflılık mantığı durumun gereksinmelerini bu kadar iyi karşılayamazdı.
Ticaret yapmanın düzenlenmesi, burada genellikle, reisler ya da krallar arasında
karşılıklı hediye vermeyi, elçiler göndermeyi ya da siyasi girişimlerde bulunmayı
işin içine sokan [bir şekilde] törenseldir. Mallar hazinedir, seçkin (elite)
dolaşımının nesneleridir; ziyaretçi grupların [söz konsu olduğu] sınır vakalarda
mallar daha "demokratik" nitelikte de olabilir. Fakat temaslar seyrek ve
mübadeleler az ve birbirinden uzaktır.
Yönetilmiş
ticaret, sağlam temelini, aşağı yukarı biçimsel olan antlaşma ilişkilerinde bulur.
İthalât ilgisi her iki tarafta da, bir kural olarak, belirleyici olduğu için, ticaret
yapma hükümetçe denetlenen kanallardan akar. İhracat ticareti de genellikle benzer bir
şekilde düzenlenir. Sonuç olarak, ticaretin tümü idari yöntemlerle yürütülür.
Bu, mübadele edilen birimlerin "had"leri ya da oranları, liman olanakları,
tartma, kalitenin denetlenmesi, malların fiziki mübadelesi, depolama, koruma, ticareti
yapa personelin denetlenmesi, "ödeme"lerin tanzim edilmesi, krediler, fiyat
farklılıkları hakkındaki düzenlemeler de dahil olmak üzere, işin yapılmasının
tarzına yansır. Bu konulardan bazıları, doğal olarak, ikisi de yerli ekonominin
yeniden-dağıtımcı alanına ait olan, ihracat mallarının toplanması ve ithal
edilenlerin yeniden taksimi ile ilişkilidir. Karşılıklı olarak ithal edilmiş olan
mallar, kalite, paketleme, ağırlık ve diğer kolayca tahkik edilebilir ölçütlere
göre standartlaştırılır. Sadece böyle "ticaret malları" ticarete konu
olabilir. Eşdeğerlilikler basit birim ilişkileri içinde ortaya konur; ilke olarak
ticaret birebirdir.
Sıkı
sıkı pazarlık, işlemlerin bir parçası değildir; eşdeğerlilikler bir kere ve her
zaman için kararlaştırılmış durumdadır. Fakat değişen koşulları karşılamak
üzere [gerekli] ayarlamalardan kaçınılamayacağı için, sıkı sıkı pazarlık
sadece, kalite ya da ödeme araçları gibi fiyattan başka konular üzerinde
yürütülür. Yiyeceklerin kalitesi, kullanılan birimlerin kapasitesi ve
ağırlıkları, farklı paralar birlikte kullanılmış ise bunların değişim oranları
üzerine sonsuz tartışmalar olanaklıdır. Hatta "kârlar " bile çok
kere"pazarlık" edilir. Bu iş görme usulünün mantıki amacı, elbette ki,
fiyatları sabit tutmaktır. Eğer acil durumlarda olduğu gibi, fiyatların fiili sunu
durumlarına uymaları zorunluluğu ortaya çıkarsa, bu ikiye-bir ya da iki
buçuğa-bir ya da bizim deyimimizle yüzde yüz ya da yüzde elli kârla ticaret yapma
olarak ifade edilir. Arkaik toplumlarda bir hayli yaygın olmuş olabilecek olan bu
kararlı fiyatlarda kârlar üzerinde sıkı pazarlık yöntemi, on dokuzuncu yüzyıl
gibi geç bir tarihte Orta Sudan'da [yapılan gözlemlerle] iyici kanıtlanmıştır.
Yönetilmiş
ticaret, hükümetler ya da en azından onlar tarafından imtiyazlandırılmış
şirketler gibi, göreli sürekliliği olan ticaret yapan öğeleri önceden varsayar.
Geleneksel ya da âdetleşmiş ilişkilerde olduğu gibi, yerlilerle anlaşma zımni
olabilir. Ne var ki, egemen öğeler arasında, İsa'dan önceki ikinci bin yılın
göreli olarak erken zamanlarında bile ticaret resmi antlaşmaları deruhte eder.
Ticaretin
idari biçimleri, bir kere bir bölgede tanrıların mukaddes himayesi altında
yerleştikten sonra, daha önce yapılmış bir antlaşma olmadan da yapılabilir. Şimdi
anlamaya başladığımız gibi, temel kurum, bütün yönetilmiş dış ticaretin bu
mahalline burada verdiğimiz isimle, ticaret limanı idi. Ticaret limanı, kara içindeki
(inland) güce askeri güvenlik; yabancı tüccara sivil koruma; demirleme,
boşaltma ve depolama kolaylıkları; yargılama [işlevini yerine getiren] yetkililerin
varlığının sağladığı yararlar; ticareti yapılacak mallar üzerinde antlaşma; ve
karışık paketler ya da "harmanlar"daki (sortings) farklı ticari
malların bileşim "nispetleri" hakkında anlaşma sağlar.
Piyasa
ticareti, ticaret yapmanın üçüncü tipik biçimidir. Burada mübadele, tarafları
birbirleriyle ilişkilendiren bütünleştirme biçimidir. Ticaretin bu göreli olarak
modern şekli, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın üzerine bir maddi refah seli
boşalttı. Bugün gerileme içinde de olsa,[19] hâlâ bütün ticaret şekillerinin
kesinlikle en önemlisidir. Ticareti yapılabilir malların - metaların - çeşitlilik
aralığı hemen hemen sınırsızdır ve piyasa ticaretinin örgütlenmesi
sunu-istem-fiyat mekanizmasının çizdiği yolları izler. Piyasa mekanizması, fekalâde
geniş uygulanabilirlik aralığını, sadece malların ele alınmasına değil, yük,
sigorta, kısa-vadeli kredi, sermaye, depolama mekânı, bankacılık hizmetleri ve
benzeri bir çok konu için özel piyasalar oluşturulması aracılığıyla, depolama,
taşıma, risk, kredi ödemeler gibi, ticaretin kendisinin her öğesinin ele alınmasına
uyum sağlayabilir olduğu için gösterir.
Bugün,
iktisadî tarihçinin ana ilgisi şu sorulara dönüktür: ticaret ne zaman ve nasıl
piyasalarla bağlantılı hale geldi? Piyasa ticareti diye bilinen genel sonuçla ne zaman
ve nerede karşılaşırız?
Doğrusu,
böyle sorular, ticaret ve piyasayı ayrılamaz bir şekilde bir-biri içinde eriten
piyasa iktisatçılığı (economics) mantığının etkisi altında,
engellenmektedir.
2. Para
kullanımları
Paranın
piyasa iktisatçılğındaki tanımı, dolaylı mübadele aracının tanımıdır. Modern
para ödemelerde ve tam da bir mübadele aracı olduğu içindir ki bir
"standart" olarak kullanılır. Böylece bizim paramız "her-amaca
yarayan" (all-purpose) paradır. Paranın diğer kullanımları, sadece,
mübadele kullanımının önemsiz varyantlarıdır ve bütün para kullanımları
piyasaların varlığına dayanır.
Paranın
öze ait tanımı, ticaretin öze ait tanımı gibi, piyasalardan bağımsızdır.
Niceliklendirilebilir nesnelerin belirgin kullanımlarından türetilmiştir. Bu
kullanımlar ödeme, standart ve mübadeledir. Bu nedenle, burada para, bu kullanımlardan
herhangi biri ya da bir kaçında kullanılan niceliklendirilebilir nesneler olarak
tanımlanmaktadır. Soru, bu kullanımların bağımsız tanımlarının yapılıp
yapılamayacağıdır.
Değişik
para kullanımlarının tanımları iki ölçütü içerir: kullanımın ortaya
çıktığı sosyolojik olarak tanımlanmış durum ve bu durumda para nesneleri ile
yerine getirilen işlem.
Ödeme,
niceliklendirilebilir nesnelerin el değiştirdiği yükümlülüklerin yerine
getirilmesidir. Buradaki durum sadece tek bir yükümlülük türüne değil, birkaçına
birden atıfta bulunur. Çünkü, eğer bir nesne birden fazla yükümlülüğün yerine
getirilmesinde kullanılıyorsa, ancak bu takdirde ondan terimin belirgin anlamıyla
"ödeme aracı" olarak bahsedebiliriz (aksi halde, sadece, ayni olarak ödenmesi
gereken bir yükümlülük böylece yerine getirilmiş olur).
Paranın
ödeme kullanımı, erken zamanlardaki en yaygın kullanımları arasındadır. Burada
yükümlülükler, genel olarak [iktisadî] işlemlerden kaynaklanmaz. Tabakalaşmamış
ilkel toplumda, ödemeler, düzenli olarak, başlık, kan parası ve ceza kurumları ile
ilişkili olarak yapılır. Arkaik toplumda bu türden ödemeler devam eder, fakat bunlar,
en büyük ölçekte ödemelere yol açan gümrük harçları, vergiler, kira ve haraç
tarafından gölgede bırakılır.
Paranın
standart ya da muhasebe kullanımı, değişik mal türlerinin miktarlarının belli
amaçlar için birbirine eşitlenmesidir. "Durum" ya değiş-tokuş ya da temel
ihtiyaç mallarının depolanması ve idaresidir; "işlem", çeşitli nesnelere,
bu nesnelerin idaresini kolaylaştırmak için, sayısal etiketler iliştirmektir.
Böylece, değiş-tokuş durumunda, her iki tarafta da nesnelerin toplanması (summation),
işin sonunda eşitlenebilir; temel ihtiyaç mallarının idare edilmesi durumunda, genel
olarak muhasebeleştirme yanında, planlama, dengeleme, bütçeleme de yerine getirilir.
Paranın
standart (olarak) kullanımı yeniden-dağıtımcı bir sistemin esnekliği için
gereklidir. Arpa, yağ ve yün gibi, vergilerin ya da rantların ödenmek zorunda olduğu,
ya da, alternatif olarak, tayınlar ya da ücretlerin talep edilebildiği temel ihtiyaç
maddelerinin eşitlenmesi hayatidir. Çünkü hem ödeyen hem de talep eden açısından
değişik temel ihtiyaç maddeleri arasında seçim yapma olanağı sağlar. Aynı
zamanda, fonlar ve dengeler kavramını, diğer bir deyişle, temel ihtiyaç maddelerinin
birbiri ile değişebilirliğini önceden varsayan, "ayni olarak" geniş
ölçekli finansmanın önkoşulu yaratılmış olur.
Paranın
mübadele kullanımı, dolaylı mübadele için niceliklendirilebilir nesnelere olan bir
gereksinimden doğar. "İşlem", daha sonraki bir mübadele eylemi
aracılığıyla arzu edilen nesneleri elde etmek için, bu türden nesnelerin birimlerini
doğrudan mübadele yoluyla elde etmektir. Bazen para nesneleri işin başından itibaren
elde vardır ve iki katlı mübadele sadece aynı nesnelerden daha fazla miktarlara sahip
olmak için tasarlanır. Niceliklendirilebilir nesnelerin böyle bir kullanımı - 18.
yüzyıl rasyonalizmin çok sevdiği bir hayalin aksine - rastgele değiş-tokuş
hareketlerinden çıkmaz; özellikle piyasalarda [meydana getirilen] örgütlenmiş
ticaretle ilişkili olarak gelişir. Piyasaların yokluğunda, paranın mübadele
kullanımı yardımcı bir kültür öğesinden başka bir şey değildir. Tire ve Kartaca
gibi antikitenin büyük ticaretçi halklarının, mübadele amaçlarına bariz olarak
uygun yeni para şekli olan sikkeleri benimsemekte gösterdikleri şaşırtıcı
gönülsüzlüğün nedeni, ticarî imparatorlukların ticaret limanlarının, piyasalar
halinde değil, "ticaret kapıları" şeklinde düzenlenmiş olmaları olabilir.
Paranın
anlamının iki uzantısına dikkat edilmelidir. Biri, paranın tanımını fiziki
nesnelerden öteye, ki özellikle ideal birimlere [ya da muhasebe birimlerine] doğru
genişletir; diğeri, paranın üç alışılagelmiş kullanımının yanı sıra, para
nesnelerinin işlemsel araçlar olarak kullanımını da kapsar.
İdeal
birimler, esas olarak ödeme yapmak için ya da standart olarak, sanki
niceliklendirilebilir nesnelermiş gibi kullanılan basit sözcükleştirmeler ya da
yazılı simgelerdir. "İşlem" borç hesaplarının oyunun kurallarına göre
idare edilmesinden ibarettir. Bu tür hesaplar, zannedildiği gibi, [sadece]
parasallaşmış ekonomilere özgü değildir; ilkel yaşamın da günlük
olgularındandır. Erken dönem[lerin] Asurlu ticaretçileri gibi, Mezopotamyanın en eski
mabet ekonomileri hesapları para nesneleri işin içine sokulmadan tasfiye etme işlemini
uygulamışlardır.
Diğer
uçta, paranın kullanımları arasında işlemsel araçlardan, istisnai olsalar da, söz
etmeyi unutmamamız yararlı gibi görünüyor. Arkaik toplumlarda, niceliklendirilebilir
nesneler, ara sıra, aritmetiksel, istatistiksel, vergilere ilişkin, idari ya da ekonomik
hayatla ilişkili diğer parasal olmayan amaçlar için de kullanılır. 18. yüzyılda
Whydah'ında[20]
salyangoz kabuğundan para, istatistiksel amaçlar için kullanılıyordu ve (asla para
olarak kullanılmayan) damba fasülyeleri altın ağırlığı olarak ve, bu
kapasiteleri ile, zeki bir şekilde, bir muhasebe aracı olarak kullanılıyordu.
Gördüğümüz
gibi, erken para özel-amaçlı paradır. Değişik para kullanımlarında farklı tür
nesneler kullanılır; üstelik, kullanımlar birbirinden bağımsız olarak
kurumlaşmıştır. Bunun ima ettiği sonuçlar fevkalâde önemlidir. Mesela, satın
almakta kullanamadığı bir araçla "ödeme yapmak"ta, ya da mübadele aracı
olarak kullanılmayan nesneleri "standart" olarak kullanmakta hiçbir çelişki
yoktur. Hammurabi'nin Babilonya'sında arpa ödeme aracı; gümüş evrensel standard idi;
çok az rastlanılan mübadelede ise, yağ, yün ve başka hammaddelerin yanında arpa da
gümüş de kullanılmıştı. Ticari faaliyetler gibi para kullanımlarının da niye,
sadece piyasanın hükmettiği ekonomiler dışında değil, piyasaların kendilerinin
bulunmadığı durumlarda bile, neredeyse sınırsız bir gelişme düzeyine
çıkabildiği, böylece aşikâr hale gelir.
3. Piyasa öğeleri:
Şimdi
sıra piyasanın kendisine geldi. Biçimsel iktisatçılık (economics)
açısından piyasa mübadelenin odağı dır; piyasa ve mübadele aynı yer ve
zamanı kapsar ve iktisadî hayat, hepsi piyasaların içinde vücut bulan mübadele
hareketlerine indirgenir. Mübadele, böylece, var olan tek iktisadî ilişki ve piyasa da
var olan tek iktisadî kurum olarak betimlenir. Piyasanın tanımı, mantıksal
olarak, bütün "mübadele"nin piyasa mübadelesi sayılabileceğine dair altta
yatan öncül önermeden (premise) türer.
Öze
ait terimler aralığında, piyasa ve mübadele bağımsız ampirik özelliklere sahiptir.
Öyle ise mübadele ve piyasanın buradaki anlamları nedir? Ve ne ölçüde zorunlu
olarak birbirlerine bağlıdırlar?
Öze
ait tanımıyla, mübadele, malların taraflar arasında karşılıklı sahiplenmeci (appropriative)
hareketidir. Gördüğümüz gibi, böyle bir hareket ya [önceden] tespit edilmiş ya da
pazarlık edilmiş oranlarda cereyan edebilir. Sadece ikincisi taraflar arasındaki sıkı
sıkıya pazarlığın sonucudur.
Bunun
için, ne zaman mübadele varsa [orada] bir oran vardır. Oran ister pazarlıkla ortaya
çıkmış ister tespit edilmiş olsun, bu husus doğruluğunu korur. Pazarlık edilmiş
fiyatlarda mübadelenin, ticari mübadele ya da "bir bütünleştirme biçimi olarak
mübadele"yle özdeş olduğu hatırlanacaktır. Mübadelenin sadece bu türü, tipik
olarak piyasa kurumunun belirli bir tipi, yani fiyat-oluşturucu piyasalarla
sınırlıdır.
Piyasa
kurumları, bir sunu güruhu ya da bir istem güruhu ya da her ikisini de kapsayan
kurumlar olarak tanımlanacaktır. Sunu ve istem güruhları ise, mübadele içinde
malları, sırasıyla, elden çıkarmak ya da elde etmek isteyen tarafların çokluğu
olarak tanımlanacaktır. Her ne kadar, piyasa kurumları, bu nedenle, mübadele
kurumlarıysa da, piyasa ve mübadele eşanlamlı değildir. Tespit edilmiş oranlarda
mübadele, bütünleştirmenin karşılılıkçı ya da yeniden dağıtımcı
biçimlerinde cereyan eder; pazarlık edilmiş oranlarda mübadele ise, söylediğimiz
gibi, fiyat-oluşturucu piyasalar ile sınırlıdır. Tespit edilmiş oranlarda
mübadelenin, [piyasa] mübadelesinin bütünleştirme biçimi dışında, herhangi bir
bütünleştirme şekli ile uyumlu olabileceğini söylemek mantığı aykırı gibi
görünebilir; ne var ki, sadece pazarlık edilmiş mübadele, terimin,
bütünleştirmenin bir biçimi olduğu ticarî anlamıyla mübadeleyi temsil eder.
Piyasa
kurumları dünyasına en iyi yaklaşma yolu "piyasa öğeleri" terimleriyle
olacakmış gibi gözükmektedir. Sonunda bu, sadece, piyasalar ve piyasa tipi kurumlar
adı altında ele alınan değişik yapılar arasında yolumuzu bulmamızı sağlayan bir
rehber görevi görmekle kalmayacak, bu kurumları anlamamızı engelleyen
alışılagelmiş kavramlardan bazılarının tahlili için de bir alet teşkil edecektir.
Piyasa
öğelerinden ikisi, ki sunu güruhları ve istem güruhları, özgül sayılmalıdır;
eğer herhangi biri varsa bir piyasa kurumundan söz edeceğiz (eğer ikisi birden varsa,
piyasa; eğer sadece biri varsa, piyasa-tipli kurum diyeceğiz). Önem sırasında ikinci
olan öğe eşdeğerlilik öğesi, yani mübadelenin oranıdır; eşdeğerliliğin
özelliğine göre, piyasalar ya tespit-edilmiş-fiyat piyasalarıdır ya da
fiyat-oluşturucu piyasalardır.
Rekabet,
fiyat-oluşturucu piyasalar ve müzayedeler gibi bazı piyasa kurumlarının bir diğer
özelliğidir; fakat, eşdeğerliliklere tezat olarak, ekonomik rekabet piyasalarla
sınırlandırılmıştır. Son olarak, işlevsel (functional) olarak
nitelendirilebilecek öğeler vardır. Bunlar muntazam bir şekilde piyasa kurumlarından
ayrı olarak ortaya çıkarlar; fakat eğer sunu ve istem güruhlarının yanında
belirirlerse, bu kurumları, pratikte büyük önemi olacak tarzda, şekillendirirler. Bu
işlevsel öğeler arasında yerleşme mahalli, mevcut mallar, gelenek ve hukuk yer alır.
Piyasa
kurumlarının bu çeşitliliği, yakın zamanlarda biçimsel sunu-istem-fiyat
mekanizması kavramı uğruna gözden saklanmıştı. Öze ait yaklaşımın, konunun
eksenini teşkil eden sunu, istem ve fiyat terimleri açısından bakış açımızda
önemli bir genişleme sağlaması, bu nedenle, şaşırtıcı değildir.
Sunu
güruhları ve istem güruhlarından, yukarıda, ayrı ve belirgin piyasa öğeleri olarak
söz edilmişti. Modern piyasa açısından, bu, kabul edilemez bir önerme olur. Burada
ayıların boğaları döndürdüğü bir fiyat düzeyi ve [bu] mucizenin tersine
döndüğü başka bir fiyat düzeyi vardır. Bu, bir çok insanın, piyasanın modern
tipinden başka herhangi bir türünde, alıcılar ve satıcıların ayrı oldukları
olgusunu görmemesine yol açtı. Bu da tekrar ikili bir yanlış anlamayı destekledi.
Birinci olarak, "sunu ve istem", her biri gerçekte çok değişik iki öğeden,
bir tarafta belirli bir miktarda mallar ile öte yanda bu mallara alıcılar ve
satıcılar olarak bağlanmış belirli bir miktar kişi öğesinden meydana
geldiği halde, birleşik asli güçler olarak gözüktüler. İkinci olarak, "sunu
ve istem", gerçekte malları kaynaklar olarak elden çıkarmalarına ya da
gereksinimler olarak aramalarına göre, seçik kişi grupları meydana getirdikleri
halde, Siam'lı ikizler gibi birbirinden ayrılamaz gözüktüler. [Halbuki], bu nedenden
ötürü, sunu ve istem güruhlarının birlikte bulunma zorunlulukları yoktur.
Mesela, ganimet muzaffer general tarafından en yüksek teklifi yapana [satılmak üzere]
açık arttırmaya çıkarıldığında, görünürde sadece bir istem güruhu vardır;
benzer bir şekilde, iş akitlerinin en düşük teklifi verene tahsis edildiği
durumlarda sadece bir sunu güruhu ortaya çıkar. Ne var ki, açık arttırmalar ve
eksiltmeler arkaik toplumda yaygındı; ve eski Yunanistan'da açık arttırmalar gerçek
anlamıyla piyasaların habercileri arasında önemli bir yer işgal ediyordu. Sunu ve
istem güruhlarının bu seçikliği bütün modern [çağlar]-öncesi piyasa
kurumlarının organizasyonlarını biçimlendirdi.
Yaygın
bir şekilde "fiyat" denilen piyasa öğesine gelince, burada eşdeğerlilik
kategorisi altında sınıflandırılmıştı. Bu genel terimin [yani eşdeğerlilik
teriminin] kullanımı, yanlış anlamlardan uzak durmamıza yardımcı olmalıdır. Fiyat
bir dalgalanma ima eder, halbuki eşdeğerliliğin böyle bir çağrışımı yoktur.
"Tespit edilmiş" ya da "önceden belirlenmiş" fiyat ifadelerinin
kendileri, tespit edilmesinden veya sabitleştirilmesinden önce fiyatın değişime
açık olduğunu ima eder. Dilin kendisi, bizi "fiyat" işin başında katı bir
şekilde sabitleştirilmiş bir nicelikti ve bunun yokluğunda ticaret başlayamazdı
düşüncesine sevk ederek, işlerin hakiki durumunun aktarılmasını güçleştirir.
Rekabetçi nitelikteki değişen ya da dalgalanan fiyatlar, göreli olarak yeni bir
gelişmedir ve ortaya çıkmaları, antikitenin iktisadî tarihinin temel ilgi
alanlarından birini oluşturur. Geleneksel olarak, bu sıranın tersine olduğu
varsayılırdı: fiyat, ticaret ve mübadelenin ön koşulu olarak değil, onların sonucu
olarak görülürdü.
"Fiyat"
değişik türden mallar arasında, takas ya da sıkı-sıkıya pazarlık yoluyla meydana
getirilen niceliksel oranların belirtilmesidir. Mübadele yoluyla bütünleştirilmiş
ekonomilerin özelliği olan eşdeğerlilik şeklidir. Fakat eşdeğerlilikler, hiçbir
şekilde, mübadele ilişkileri ile sınırlandırılmış değildir. Bütünleştirmenin
yeniden-dağıtımcı biçimi altında da eşdeğerlilikler yaygındır. Vergiler,
kiralar, borçlar, cezaların ödenmesinde kabul edilebilir farklı türden mallar
arasındaki niceliksel ilişkileri, ya da bir mülk sayımına bağlı olarak bir
yurttaşlık (civic) statüsünü elde etmenin gerekli koşullarını
belirleyen [ve çeşitli malları birbirlerine oranlayan] niceliksel ilişkileri tayin
eder. Eşdeğerlilik, ayrıca, yararlanacak olanın isteğine göre, aynî ücret ya da
tayınların talep edilebileceği oranı tespit edebilir. Planlama, dengeleme ve
muhasebeleştirme [işlemlerini içeren] - bir temel ihtiyaç mallarıyla finansman
sisteminin esnekliği bu alete bağlıdır. Burada eşdeğerlilik, başka bir mal
karşılığında ne verilmesi gerektiğini değil, onun yerine ne istenebileceğini
gösterir. Bütünleştirmenin karşılıkçı şekillerinde de, eşdeğerlikler simetrik
olarak yerleşmiş taraflara göre "yeterli" olan miktarı belirler. Açıktır
ki bu davranışçı bağlam mübadeleden de yeniden-dağıtımdan da farklıdır.
Fiyat
sistemleri, zaman içinde gelişirlerken, ilk kez tarihsel olarak değişik
bütünleştirme şekilleri altında ortaya çıkmış eşdeğerlilik düzeyleri
tabakaları içerebilir. Helenistik piyasa fiyatları, kendilerinden önce gelen çivi
yazısı medeniyetlerinin yeniden-dağıtımcı eşdeğerliliklerinden
kaynaklandıklarını gösteren çok sayıda delil sergiler. İsa'ya ihanetinin bedeli
olarak Yuda'nın bir insanın fiyatı olarak otuz parça gümüş alması, ondan 1700 yıl
önceki Hammurabi Kanunname'sinde tespit edilmiş olan, bir esirin eşdeğerinin yakın
bir varyantıdır. Öte yanda, Sovyet yeniden-dağıtımcı eşdeğerlikleri, uzun bir
süre, 19. yüzyıl dünya piyasa fiyatlarının yankılarını yansıttı. Bunların da
kendi öncülleri vardı. Max Weber, orta çağların, lonca ve malikane (manor)
sistemlerinin bir mirası olan, kanunlaştırılmış ve ayarlanmış fiyatlar, geleneksel
kiralar ve benzerleri olmasaydı, Batı kapitalizmi, bir maliyetlendirme temelinin
yokluğundan ötürü olanaklı olamazdı demiştir. Böylece, fiyat sistemleri,
oluşumlarına giren eşdeğerlilik türleri terimleriyle, kendilerine ait kurumsal bir
tarihe sahip olabilir.
Ticari
müdaheleci olmayan (noncatallactic) ticaret, para ve bu türden piyasalar
[kavramlarınının] yardımıyladır ki, dalgalanan fiyatların kaynağı ve piyasa
ticaretinin gelişimi gibi iktisadi ve sosyal tarihin temel sorunları en iyi şekilde ele
alınabilir ve umarız ki, sonunda çözümlenebilir.
Sonuç
olarak: Ticaret, para ve piyasa tanımlarının eleştirici bir [yaklaşımla] gözden
geçirilmesi, bize, sosyal bilimlerin ekonomik boyutunun hammaddesini oluşturan bir dizi
kavramı sağlamalıdır. Bu gözlemin, kuram, politika ve dünya görüşü sorunlarına
etkisini, Birinci Dünya savaşından bu yana derece derece gelişen kurumsal
dönüşümün ışığında görmek gerekmektedir. Piyasa sisteminin kendisi açısından
bile, piyasayı tek referans çerçevesi olarak ele almanın modası bir ölçüde
geçmiştir. Fakat, bazen geçmişte anlaşılmış olduğundan daha açık bir
şekilde anlaşılmalıdır ki, sosyal bilimler, piyasanın kendisinin de ele
alınmasında atıfta bulunulacak daha geniş bir bakış çerçevesi geliştirme
başarısını göstermedikçe, genel bir bakış çerçevesi olarak piyasa aşılamaz.
Gerçekten de bu, bugün, ekonomik çalışmalar alanındaki asıl entellektüel
görevimizdir. Göstermeye çalıştığımız gibi, böyle bir kavramsal yapının,
iktisadî (teriminin) öze ait anlamına dayandırılması gerekecektir.
Polanyi'yi
Sunarken
Etyen Mahcupyan[21]
Toplumcu
Düşün'ün 3. sayısında Wallerstein'ın "Dünya Kapitalist Sisteminin Yükselişi
ve Gelecekteki Çöküşü" adlı makalesi yayınlandı. Yazısının dünya
sistemleri ile mini sistemleri karşılaştırdığı bölümünde, bir mini sistemin
haraç ödeyerek bir imparatorluğa bağlanmasını, "Polanyi'nin deyimiyle Ö böyle
bir alanın karşılıklı (reciprecol) ekonomi olmaktan çıkıp daha geniş bir
yeniden-dağıtımcı (redistributive) ekonomiye katılmasına geçisin
işareti" olarak sunuyordu.
Bu
sayımızda Polanyi'nin bu terimlere açıklık getiren makalesini yayınlıyoruz.
Makalenin yayınlandığı Erken imparatorluklarda ticaret ve piyasa (Trade and market
in the early empires) (1957) adlı yapıt uzun süren bir grup çalışmasının
sonucudur. ‚alışmanın öncüleri olan Polanyi ve C. M. Arensberg'in önsözde
belirttiklerine göre yapıt, antropoloji, iktisadi tarih ve Asur medeniyeti biliminin (Assyriology)
bileşiminden kaynaklanmış. Harcanan çabanın disiplinler-arası niteliği hem
antropoloji hem de iktisat biliminin etkilenmesine yol açtı. Fakat, piyasaların
ekonomide ulaştığı başat role koşut olarak, ekonomizmin zımmi olarak da olsa, tüm
disiplinleri egemenliği altına aldığı günümüzde, yapıtın en önemli uzantıları
iktisat alanında oldu.
Bu
sunuş yazısında, önce Polanyi'nin bu esere (ve yayınladığımız makalesine) yol
açan çalışmalarını tanıtmaya, daha sonra da yapıtın "Kurumsal
‚özümleme" adlı üçüncü (son) bölümünde yer alan bazı düşünceleri ve
Polanyi'nin son makalesindeki[22] görüşleri derlemeye çalışacağım.
Polanyi'nin
çalışmaları, en azından, Columbia Üniversitesi'ne geldiği 1947 yılına kadar
uzanır. Derslerinde iktisadi tarihi, "ekonomik yaşamın toplumda işgal ettiği
yer"in tarihi olarak tanımlayan yazar, 1948 yılında ekonomik kurumların
kökenleri ile ilgili çalışmalarına başladı. 1948-53 arasında, çabasını ticaret
ve piyasa kurumları arasındaki farklılık, ilkel ve arkaik toplumlarda paranın
kullanımı, ve fiyatlarla ilişkili olarak, eşdeğerlilik (equivalency)
kurumları üzerine yoğunlaştırdı. Bunun sonucu olarak, erken toplumlarla ilgili
ekonomik verilerin (data) genelde yanlış yorumlanmakta oldukları ortaya
çıktı. 1953'den sonra Arensberg'le birlikte kurumsal büyümenin ekonomik yönleri
üzerine bir proje üstlenen Polanyi, karşılıklılık ve yeniden dağıtım
kavramlarını geliştirdi.
Polanyi'ye
göre, ampirik ekonomilerin nasıl kurumlaştığını incelerken, temel soru bu yapıda
birlik ve kararlılığın nasıl sağlandığıdır. Yazara göre bunu sağlayan üç
kalıp vardır. "Bütünleştirme Şekilleri" dediği bu kalıplar
(karşılıklılık, yeniden dağıtım ve mübadele) tek tek veya çeşitli bileşimler
halinde ekonomik yapının kalıcılığını sağlarlar. Karşılıklılık, simetrik
gruplandırmaların mütekabil noktaları arasındaki hareketleri ifade eder. Sembolik
olarak, AB, A'dan B'ye olan bir hareketi gösterirse, AB/BA veya AB/BC/CA şeklinde
gösterebiliriz. Bu hareketlerin içeriği prestij, akrabalık veya dinden de kaynaklansa,
karşılıklılık kalıbının geçerli olduğu toplumlarda benzer toplumsal
düzenlemeler ve kültür özellikleri görülmüştür. İkinci kalıp, yeniden
dağıtım, merkezle diğer öğeler arasında tahsisçi nitelikte hareketlerin olduğu
bir bütünleştirme şeklidir. Bu, merkezde toplama ve yeniden taksim işlemleri sembolik
olarak şöyle gösterilebilir: BA/CA/DA... ve A/BCD... anlaşılacağı gibi, bu konudaki
çalışmalar ile, Polanyi Asya tipi üretim biçimi sorunsalına da ışık tutmaktadır.
Erken
toplumların incelenmesi bu iki bütünleştirme şeklinin belirginleşmesine yol
açtıktan sonra, araştırmacılar aynı tip soruları piyasa için de yönelttiler. Esas
olarak iki soru ile uğraşıldı:
1)
Serbest piyasa ne tür bir toplumsal hareketi gerektirmektedir?
2)
Toplumsal hareketin bu şekli modern zamanlar öncesinde de bulunabilir mi? Birinci
sorunun yanıtı üçüncü bütünleştirme şeklini, mübadeleyi, ortaya çıkardı.
Polanyi'nin bir piyasa sisteminde taraflar arasındaki karşılıklı hareket olarak
tanımladığı mübadele altında, diğer kurumların değil piyasanın işlevi olan,
değişken bir merkez mevcuttur. Böylece A/ABC..., B/ACB... nin olasılıkları eşittir.
Bireyler, birbirlerini kendi avantajları doğrultusunda etkilemeye çalışarak,
piyasanın dikte ettiği rolü kabullenmiş olurlar. Mübadele kalıbının günümüz
ekonomilerinde bu saf şekliyle geçerli olmadığı açıktır. Tekellerin ve planlı
ekonomilerin gelişip güçlendiği dünyamızda, Polanyi'nin çalışmaları, bir bilim
olarak iktisadın kavramsal kalıplardan kurtulması gerektiğini vurgulamıştır.
İktisat kuramını bir "piyasa kuramı"na indirgeyen mantık, eski toplumlar
kadar günümüz toplumlarının da anlaşılması için yetersizdir. Polanyi ve
arkadaşları ikinci soruya yanıt getirmek için ise yine erken toplumlara döndüler. Bu
çalışmalarında, Berber dağ kabilelerinde, bizim medeniyetimizle ortak kökenleri olma
olasılığı yüksek, serbest piyasa kurumları ile karşılaştılar. Böylece iktisadi
tarihi, piyasa kurumunun tek yönlü gelişimi sanan anlayış da sarsılmış oluyordu.
Çağdaş
iktisat biliminin yanılgısını üç maddede özetlemek olanaklı. İlk olarak
kapitalizm piyasa ile özdeş alındı; ikinci adımda, birincinin doğal bir uzantısı
olarak, piyasayı inceleyen iktisadın kapitalizmi incelemenin de aracı olduğu zımnen
kabul edildi; son adımda ise, bu iktisadın, sadece kapitalizmi değil, tüm ekonomik
sistemleri başarı ile açıklayabileceği varsayıldı. Böylece iktisat bilimi bugünü
tam olarak anlayamadığı gibi, geçmişi de çarpıttı. Haddini aşan bir bilimsellik
iddiasındaki çağdaş iktisat kuramı çözümlemelerinde bazı temel taşlar kullandı.
Piyasa biriminin dışına çıkıldığında ikilemlere düşen bu kavramlardan üçünü
- işbölümü, kıtlık ve artık- Hopkins[23] ve Pearson'ın[24] makalelerinden kalkarak derlemeye
çalışacağım.
Ekonomi,
birçok kuramcılar tarafından, işbölümü kavramı ile tanımlanmaya
çalışılmıştır. İşbölümü, atomize bireyler arasındaki mübadele ağıyla
birleşince, ekonominin bir "aşamalar" dizisi şeklinde geliştiğini ima eder.
Fakat ekonomi toplumsal yapının bir parçasıdır ve o yapıdan bağımsız olarak
"aşamalar"a sahip olması düşünülemez. Bu ikilemden kurtulmak için ya
ekonominin varsayılan "aşamalar"ı genişletilerek toplumsal yapının
"aşamalar"ı haline getirilir, ya da ekonomiyi toplumsal yapının geri kalan
kısmından ayırmak için çareler aranır. Birinci yol, tarihin idealist ve şematik bir
çarpıtılışına yol açar. Ekonomik belirleyiciliğin bu uç hali, toplumsal
gelişmeyi anlayamadığı gibi, onun çoğu kez edilgen öğesi olan, ekonomideki
değişmeleri de doğru olarak değerlendiremez. Ekonomiyi toplumsal yapının geri kalan
kısmından ayırmak için ölçüt arayan ikinci yolun sorunu ise bu konuda
işbölümünden yararlanamamasıdır. Bu kavramdan yola çıkarak ekonomik olanı
ekonomik olmayandan ayırmak olanaksızdır. Örnek olarak "emeği" alalım.
Eğer bu kavram tüm toplumsal faaliyetlere tekabül ederse, ekonomik olan belirgin bir
içerikten yoksun kalır ve toplumun tümüyle çakışır; buna mukabil, eğer,
"emek" toplumsal faaliyetlerin sınırlı bir kümesini göstermekte ise, o
zaman da kişi işbölümü derecesinden değil, bu faaliyetlerden yola çıkmış
olmaktadır. Bu durumda ekonomik diye adlandırdığımız faaliyetler için gerekli
ölçütü gene bulamamış oluruz.
İkinci
olarak kıtlık kavramını ele alacağız. Sınırlı araçların, bu araçların
kullanımı ile ilgili olarak seçimlere yol açtığı, örneğin piyasa sisteminde bu
kavram yararlıdır. Ancak genelde, kıtlık olgusunun, seçme eylemi bir yana, mantıksal
zorunluluk olarak yol açtığı hiçbir şey yoktur. Böyle bir sonucun elde edilmesi
için başka varsayımlar da yapmak gerekir. Bu varsayımlar ise kıtlık kavramına
ilişkin olarak iki tür ikileme yol açmaktadır. A) Ampirik düzeyde, kıtlık
durumlarının varlığı iki koşula dayanır: Genelleştirilmiş bir mübadele sistemi
olarak paranın varlığı; ve kültürel tanımlar ve toplumsal kontrolün "özgür
seçim" eylemine olanak tanıma derecesi. Fakat bunların ikisi de tüm toplumsal
yapılarda bulunan öğeler değillerdir. Bu nedenle kıtlık durumları, belirli yapılar
için geçerli olsa da, tüm toplumlarda var olan, ekonomik sürecin tanımlanması için
kullanılamaz. B) Ayrıca yukarıdaki iki koşul geçerli olsa bile kıtlığın seçime
yol açması, araçlar için alternatif kullanımların ve tercihlere göre derecelenmiş
amaçların mevcut olmasına bağlıdır. Halbuki bu son ikisi toplumsal olarak
belirlenirler, yani salt ekonomik olanın değil tüm toplumsal yapının ürünüdürler.
Böylece, kıtlığı evrensel olarak geçerli bir çözümleme öğesi olarak alma, bir
uçta "ekonomi"yi belirsizleştirmekte, diğer uçta ise onu toplumsal yapının
tümünden farksız kılmaktadır.
Artık
ise "genelleştirilmiş", çok amaçlı (!) iktisat kuramının giderek
fetişize ettiği, fakat içinde önemli tutarsızlıklar taşıyan, safça (naive)
yorumlanan bir kavramdır. Artık kavramı, sadece, belirli bir tür artığın ortaya
çıkış koşulları kurumsal olarak tanımlanabildiği sürece anlamlıdır. "Genel
olarak artık" kavramı ise, insanı sadece ekonomik hesap peşinde koşan bir atom
olarak gören, idealize edilmiş bir araçtır. Ve bu araç birçok iktisatçı
tarafından evrimsel değişmenin anahtarı olarak öne sürülmektedir. Bu yaklaşım
içerdiği ikilem açıkça ortadadır. Her şeyden önce, artık kavramının anlam
kazanabilmesi, geçimlik (subsistence) gereksinimlerin tanımlanabilmesini
gerektirir. Bilindiği gibi bu tanımı iki şekilde yapmak olanaklıdır: fizyolojik ve
toplumsal olarak. Bunlardan ilki mutlak artık, ikincisi ise göreli artık kavramlarını
ima eder. Şimdi, fizyolojik gereksinimlerden kalkan kişi, mutlak artığı evrimi
sağlayan bir neden olarak öne sürebilir. Fakat aynı zamanda bu evrimin insanı hiç
etkilemediğini, değişen toplumsal yapı içinde insanın hep aynı miktarı tüketerek
topluma uyum sağlayabileceği gibi saçma bir varsayımı da savunmak zorunda kalır.
Buna karşılık, kişi, gerçekçi bir tutumla, çözümlemelerinde göreli artık
kavramını kullanabilir. Fakat bu artık türü toplumsal olarak belirlendiği için,
toplumsal evrimin motor gücü olma işlevini yitirir. Teknoloji ve verimliliğin kurumsal
gelişme içindeki rolleri yadsınamaz; fakat bunların "genel olarak" bir
artık yarattığı öne sürülemez. Çünkü bu, bu iki faktörü, parçası oldukları
kurumsal kompleksten ayırmak demektir. Artığın, gelişme için, zorunlu olan fakat
yeterli olmayan bir öğe olduğu savı da, en azından yarım atılmış bir adım olup
operasyonel bir önerme gibi gözükmemektedir. Potansiyel artıklar her zaman ve her
yerde mevcuttur. Önemli olan onların gerçekleşmesini sağlayan kurumsal araçların
ortaya çıkarılmasıdır.
Piyasa
kurumu için geliştirilmiş olan iktisat kuramını tüm zamanlar ve mekânlar için
geçerli sanan görüşün zaman içinde nasıl oluştuğunu, Polanyi'nin son makalesinde
özlü bir şekilde buluyoruz. Bu yolda ilk adım, klasiklerin, toprak ve emeği, sanki
satılmak üzere üretilen mallarmış gibi meta haline dönüştürmeleridir. İkinci
adımda, toprak ve emeğin serbestçe alınıp satılması, piyasa mekanizmasının onlar
için de uygulanmasına yol açtı. Buradan hareketle, her ikisi için de sunu ve istem
kavramları (ve fonksiyonları) geliştirildi. Bunun sonucu olarak, ücret ve rant
şeklinde piyasa fiyatları ortaya çıktı. Böylece ekonomi denen bütünü, kendi
kendine ayarlanan bir piyasalar sistemi halinde algılamak olanaklı hale geliyordu. Bu
kuramsal çerçeve insan ve toplum için belirgin uzantılar taşımaktadır. İnsanın
"maddi" ve "ideal" diye adlandırabileceğimiz iki tür saiki (motive)
olduğu düşünülmeye başlandı. İnsanın üretim yapmasına neden olan saik,
niteliği ne olursa olsun, "maddi" sayıldı ve bu saikler insan dünyasını
belirleyen öğeler haline dönüştüler. Tüm diğer saikleri "ideal" sayan
yaklaşım, seçilen saikin ise "gerçek" insanı temsil ettiğini sandı.
Toplumla ilgili olarak ise, tüm kurumların ekonomik sistem tarafından belirlendiği
görüşü, zımnen de olsa, kabul edildi. Böylece piyasa mekanizmasının tüm insan
toplumları için geçerli olan genel bir kanun (ekonomik belirleyicilik) bulduğu
sanısı iktisat kuramına egemen oldu.
Bütün
bunların sonucu, "ekonomik" insanın "gerçek" insanla
özdeşleş[tiril]mesi, ekonomik sistemin ise "gerçekten" toplum haline
ge[tiril]mesidir. Ekonomik eylem "doğal" ve dolayısıyla kendi kendini
açıklayıcı nitelikte sayıldı. Piyasa kuramının, toplumsal yapıların ve tarihin
açıklanması üzerindeki etkisi o denli büyük oldu ki, insanların, engellenmedikleri
takdirde, değiş-tokuş edecekleri; karşı bir önlem alınmadığı sürece
piyasaların doğal olarak oluşacağı; ticaretin, sanki yerçekimi sonucu akacağı
varsayıldı.
Fakat,
insanların kişiliklere, toplumların da tarihe sahip olduğu gerçeğini ortadan
kaldırmak olanaksızdı. Bu nedenle, ekonomik akılcılık (rasyonalizm) bireysel
ilişkilerin biçimleri olarak uyum ve çatışmayı önerdi. Toplumsal yapıları ve o
yapıların özgün tarihlerini açıklayan şey, artık, milletler ve sınıflar meydana
getirmiş olan bencil atomlar arasındaki çıkar birliği veya çatışması idi. Sadece
iktisadi güçlerin anlamlı olduğu bu yapay dünyada, örneğin eski bir medeniyette
rastlanılan hukuk kurumu "sömürüyü meşrulaştırmanın aracı" (!)
olmaktan öteye gidemedi.
Polanyi
ve arkadaşlarına göre, toplumsal süreç, biyolojik bir birim olan insan ile o insanın
kendi varlığını sürdürürken ortaya çıkan özel imgeler ve teknikler arasındaki
bir ilişkiler örgüsüdür. Toplum bilimlerinin yapması gereken şey de bu yargıdan
kaynaklanan varsayımlar ve modeller kullanmasıdır. Halbuki, fiiliyatta olan, belirli
bir modelden kalkarak, insan-doğa ve insan-toplum ilişkileri hakkında zımni
varsayımların toplum bilimlerine sokuşturulmasıdır. Piyasa modeline koşut olarak,
atomist akılcılık, insanı faydacı (utilitarian) bir atom olarak rasyonalize
etti. Eylem, insan-doğa ilişkisinden maksimum faydayı sağlamak için zaman ve enerji
harcanmasına dönüştü. Bu yaklaşım ekonomistik bir dünya görüşü için yeterli
olabilir. Fakat "insanın amacı ne olmalı?", "araçlarını nasıl
seçmeli?" gibi soruları dışlayan (onları "anlamlı" olan alanın
dışında bırakan) bir yaklaşım, toplumların bütünlüğü ile ilgili sorulara cevap
getiremez. Ekonomi ise toplumsal ilişkilerin "bağımsız" olmayan bir
bölümüdür sadece.
Polanyi'nin hayatı konusunda Ayşe
Buğra'nın yukarda sözü edilen çeviriye yazdığı önsöze bakılabilir.
|