|
"Post-modernist Önermeler"
Anlamlı ya da Önemli mi?
1. Ne olduğumuz, kim olduğumuz, kimler olduğumuz,
nasıl bir dünyada yaşadığımız, nasıl bir dünyada yaşamamız gerektiği, nereden
gelip nereye gittiğimiz, bu dünyanın ve bizlerin niye var olduğu, bu dünyanın ve
bizlerin var olmasının "manalı" olup olmadığı gibi aşkın varoluşsal
sorular yeni değildir.
Bu
sorular, en azından "Aksiyal Çağ"dan bu yana, insanlık tarihinin belli
başlı uygarlık geleneklerinde, aşağı yukarı benzer ifadelerle sorula gelmiştir.
Sorular ve önerilen cevapların tarihi dört bin yıl geriye gider. Ne var ki, verilen
cevaplar arasında hep temel farklar, uzlaşmazlıklar olmuştur. Uygarlık geleneklerinin
her biri, akla gelen farklı cevapların farklı "dünya tasarımları"
oluşturacak şekilde örüldüğü bir anlamlandırma ağıdır.
İnsanlık
tarihi, ortak bir dünya tasarımı ile başlayan bir insan ırkının tarihi değildir.
Dünya tasarımlarını benzerlikler ama farklarla da örerek yola koyulmuş farklı insan
gruplarının, kültürlerin, uygarlık geleneklerinin tarihidir. Çünkü insanın
dünyayı ve kendini anlama, anlamlandırma girişimi, benzer bir genetik donanım ve
fizyoloji ile aynı dünyada yaşamakta olmasından etkilense de, doğasında ona
verilmiş olan koşulların yalın fiziki, biyolojik sonucu değildir. İnsanın kendini
yaratan tecrübeyi anlamlandırmağa çalışırken kendini yaratması, olmayan bir şeyi,
insan kültürünü yoktan var etmesidir. İnsan kendi kültürünün inşacısı,
sanatçısı, yaratıcısıdır. Günahları, sevapları, zaafları ve yücelikleri ile.
2. 20.nci yüzyıl,
insanlığın gelecekteki serüveninin nasıl bir dünya yapılanması içinde
şekilleneceğine dair tahminler, beklentiler, sanılar açısından
başlangıcındakinden çok farklı bir tablo sergileyerek bitmektedir.
1920'lerden
1980'lere kadar, bütün dünyada, Avrupa-Batı uygarlık geleneğinin birbiriyle rekabet
etmekte olan iki versiyonunun,
i) liberal, kapitalist, demokrat ve
ii) Marksist, sosyalist, totaliter
versiyonunun,
insanlığın geleceğinin içinde şekilleneceği evrensel programı tükettiğine dair
yaygın bir kanaat vardı.
Avrupa-Batı
uygarlık geleneğinin, insan tecrübesinin içinde şekilleneceği evrensel modeli
oluşturmadığı, çok sayıda uygarlık geleneğinin, kültürün, dinin, 21.inci
yüzyılda, yan yana ve iç içe yaşamağa devam edeceği, şimdilerde yaygın bir kabul
konusu olmuş gibi görünmektedir.
3. Önümüzdeki yeni
yüzyılda bizleri, bu çok sayıdaki uygarlık geleneği, kültür, din arasında barış
içinde bir arada var olmanın ağırlık kazandığı bir dünyanın beklediği ihtimali
kadar, farklı uygarlık ve din gelenekleri üstündeki farklı kültürlerin arasında
çıkacak çatışmaların, savaşların sıklığının, şiddetinin arttığı bir
dünyaya yönelmekte olduğumuz, dünyanın bu türden gelişmelere gebe olduğu ihtimali
de varit bir ihtimal gibi görünmektedir.
Kalıcı
bir barış içinde birlikte var olmayı sağlayan bir "ökümenik" uzlaşmanın
ufukta göründüğünü söyleyecek birinin inandırıcı olması bugün bir hayli
zordur. Bu nedenledir ki, Samuel Huntington'un "uygarlıkların çarpışması"
tezinin bu kadar çok ve bu kadar önemli çevrede ilgi görmüş olması tesadüfi
değildir. Bir entelektüel moda meselesi değildir.
4. “Dünya, çok
‘etnisite’li, çok dinli, çok kültürlü, çok uygarlık gelenekli bir dünya
olmaya, öngörülebilir gelecekte devam edecektir” olgusal önermesi ile,
‘post-modernist’ sıfatıyla işaret edilen özel entelektüel söylem külliyatının
epistemik, ontolojik önermeleri arasında, sanki birinci önerme bu külliyatın
önermelerini teyit ediyor gibi sanılmasına yol açacak ilişkiler, bağlantılar akla
gelmektedir.
5. Eğer,
"Avrupa-Batı uygarlık geleneğinin 19 ve 20.inci yüzyıllarda vardığı aşama,
ortaya koyduğu gerçeklik, dünya tasarımı, insan olma tarzı, bütün insanlığın
geleceğinin aynadaki aksidir" diyen bir modernist önerme, bir ‘modernizm’ var
idiyse, ve eğer ‘post-modernizm’, “bu modernist önerme yanlıştır” demek ise,
post-modernist önerme doğrudur. Anlamlıdır. Ama post-modernist önerme bu dar anlamı
ile önemli değildir.
Böyle bir
modernist önerme, modernizm vardır. Ki bu önermeyi en keskin bir şekilde ifade etmiş
olanların başında Marx gelmektedir. Marx'ın ünlü "Hindistan İngiltere'ye
baktığı zaman, kendi geleceğinin aynadaki aksini görmüş olur" ifadesiyle
örneklendirilebilecek olan bu modernist önerme yanlıştır. "Tarihin
akışı", uygarlıklar, kültürler, toplumların, aynı doğrusal gelişme
çizgisinin üstünde dizilmediklerini, aralarındaki farkın aynı yol ve aynı yönde
hareket etmekte olan varlıklar arasında mesafe, zaman, ilerleme hızı farkı
olmadığını göstermiştir.
Ne var ki,
bu modernist önermenin yanlış olduğu, insanlık serüveninin "tek bir mecra
içinde akmadığı", "tek bir mecra içinde akmasını gerektirecek bir
nedenselliğe tabi olmadığını” söyleyen, hem de bir hayli eskiden beri söyleyen
çok kişi olmuştur. Post-modernist antropologlar (!), sosyologlar (!), siyaset
bilimcilerinden (!) çok önce.
6. Eğer
‘post-modernist önerme’, “Avrupa-Batı uygarlık geleneğini oluşturan
kültürler, bilimsel devrim, bilime dayalı teknikal devrim, evrensel insan hakları,
hukuk devleti, beşeri farklılıklara hoş görü gösterilmesi, çoğulcu demokrasi
fikri ve pratiğine öncülük etmiş olsalar da, bu öncülük, bu geleneğin bugün
sergilediği bütün değerlerin, kurumların, yaşama alışkanlıkları ve
üsluplarının olumlanmasını gerektirmez, haklı kılmaz." demekse, "
Avrupa-Batı uygarlık geleneğinin bugün sergilediği olgusal gerçeklik itiraz edilmesi
gereken birçok öğe içermektedir” demekse, bu anlamda da anlamlı, doğru bir
post-modernist önerme vardır.
Ama bu ikinci dar anlamında da post-modernist önerme de önemli
değildir. Yeni değildir.
7. Avrupa-Batı
uygarlık geleneğinin, son birkaç yüzyıl içinde, kendisiyle diğer uygarlık
gelenekleri arasında, bilgisel, bilimsel, teknikal etkililik, askeri, siyasi ve iktisadi
güç ve insan hayatının refah ölçütleri açısından büyük farklar yaratarak
bugünkü dünyaya adeta damgasını vurmuş olması, Avrupa-Batı uygarlık geleneğinin
dışındaki insanlar, hatta içindeki bazı insanlar için bile ciddi varoluşsal
sıkıntılar yaratmıştır. Yaratmaktadır.
Dolaştım diyar-ı küfrü kaşaneler gördüm,
Gezdim mülk-ü İslamı viraneler gördüm
diyen
şair için, dünyasının böyle bir dünya olduğunu bilinçlendirmiş olması,
herhalde, sıkıntı verici bir durum, varoluş tarzı, varoluş konumuna yol açmıştı.
Bugün
Avrupa-Batı uygarlık geleneği dışındaki alanlarda yaşayan insanların bir
kısmının, Avrupa-Batı olgusuna karşı duydukları kızgınlık, Bernard Lewis'in
ifadesiyle "rage" yani şiddetli öfkenin nedenleri nelerdir? Avrupa-Batı
uygarlık geleneğinin içinden geçtiği küstah sömürgecilik, elbette ki bu
"rage"in en önemli sebepleri arasındadır. Ama bu öfkenin arka planında,
kendini başkalarıyla karşılaştırdığında ‘başaramamış’ bir konumda gören,
ama başarısızlığının sorumluluğunu kısmen de olsa kendinde aramayı reddeden,
‘başaramamış’ olmasını iradesi dışında başına gelmiş bir olay, uğradığı
haksızlık, maruz kaldığı garaz, ‘öteki’nin hilesi’, ‘hakemin taraf
tutması’yla açıklayıp rahatlamak isteyen kişinin çaresizliği de vardır.
İşte
bunun içindir ki, Avrupa-Batı uygarlık geleneğine ‘şeytan taşlar’ gibi
saldırmakla aklını bozmuş olmanın belirlediği bir ‘bu dünyada var olma tavrı’,
Avrupa-Batı uygarlık geleneği dışında yaşayan bir kişinin Avrupa-Batı uygarlık
geleneğine ‘tapınmak’la aklını bozmuş olması kadar sorunlu bir ‘var olma
tavrı’dır.
Post-modernist
önermeler, eğer Avrupa-Batı uygarlık geleneği ile öteki gelenekler arasında insan
tecrübesinin bazı temel eksenleri üstünde ortaya çıkan ‘başarı’ farkını
‘geçerli saymama’ çabası ise, bu çaba olsa olsa çocuksu bir avunmadır. Anlamlı
değildir. Bu tespit, post-modernist önermelerin hem kılık değiştirmiş neo-Marksist
versiyonları için, hem de, çeşitli vahiy gelenekleri içinden gelip, insanlığı bu
dünya sıkıntılarından azat etmeğe ve öteki dünyada kurtarmaya yönelen ve
'vahiy'den kopmuş görünen Avrupa-Batı uygarlığından asli bir şekilde rahatsız
olanların ifade ettiği versiyonları için geçerlidir.
8. Bana asıl sorunlu
gibi görünen,
i)
"kültürler, uygarlık gelenekleri dışardan anlamlandırılamaz. Dışardan
bilinmeleri olanaksızdır";
ii)
"insanlığın kendi içinde anlamlı bir bütünlük oluşturan bir ‘ökümenik’
serüveni yoktur";
iii)
her kültürün sergilediği ‘bilmek’ tecrübesi kendi içinde anlamlı olup bir
başka kültürün ‘bilmek’ tecrübesi ile yan yana koyulup ölçülüp biçilemez;
iv)
"her kültürün moralitesi, değerler sistemi, etiği, ancak kendi içinde
değerlendirilebir. Bir kültürdeki insanların bir başka kültürdeki insanların
moralitesini değerlendirme imkanı ve hakkı yoktur.
alt-önermelerinin
birlikte oluşturduğu özel anlam içeriği ile post-modernist önermedir.
Bu özel
içeriğiyle post-modernist önerme yanlıştır. Çünkü:
9. Ernest Gelner'in
bilgece sergilediği gibi ve ondan önce başka birçok kişinin söylediklerinden doğru
olarak çıkartılabileceği gibi, insan, istese de istemese de var olan, o olsa da olmasa
da var olan bir dünya içinde yaşadığı için, ‘bilme’si, salt tasarımsal bir
süreç değil, tasarımsal olduğu kadar ‘operasyonel’ bir faaliyettir. Kendi
bedenimizi de içeren ve tasarımlarımızdan bağımsız, tasarımlarımız dışında
var olan dünya içinde, bu dünya ile etkileşerek ‘iş yapmak’ faaliyetidir.
Üretimdir. Her bir kültüre, ‘bilme’sinin etkililik, başarılılık notunu veren
hakem, başka kültürlerin insanları değil, dışımızdaki gerçekliğin kendisidir.
Beşeri tarih de dışımızdaki gerçekliğin asli bir parçasıdır. Bilinecek bir
özne, bir bilgi öznesi olarak ‘insan’ın kendi de dışımızdaki olgusal
gerçekliğin bir parçasıdır.
“Sara
hastalığı, insan beyninin elektrik ve kimyasal yapısı ve işleyişindeki bir
bozukluktur” önermesi ile, “insanın içine giren bir "cin"in insana
verdiği zarardır” önermesinin bilgi değeri eşit değildir. Bu önermelerinin
birbirlerine göre değerlendirilmesi, önermelerle dışımızdaki gerçeklik, ki bu
durumda fizyolojik özellikleri, yapısı, işleyişi ile insan ile önermeler arasındaki
ilişkiyi gündeme getirir. Önermeyi yapanlar arasındaki, bunların dünya tasarımları
arasındaki ilişkiyi değil. Sara hastalığının, insanın içine girmiş olan bir
‘cin’in o insana zarar vermesi olduğunu söyleyen kişi açısından, bu
önermesinin, onun dünya tasarımının bütünü içinde bir yere oturmakta olduğu
anlamında anlamlı olduğunu söylemek doğru bir ‘antropoloji’dir. Ama bu
önermenin, bizim dışımızdaki gerçekliği ‘bilme’miz anlamında geçerli
olduğunu öne sürmek herhalde antropoloji değildir.
Kaldı ki,
bu özel içeriği ile post-modernist önermeyi savunan kişi eğer bir antropolog,
sosyolog ya da siyaset bilimcisi ise, önermesinin abesliği daha da belirgin hale gelir.
Gelner'in itiraz edilemeyecek bir şekilde ortaya koyduğu gibi, kültürlerin dışardan
bilinmelerinin imkansız olduğunu söyleyen bir antropolog, sosyolog ya da siyaset
bilimcisinin, eğer samimi ve tutarlı ise, bu ‘hikmet’i edindiği andan itibaren
‘susması’, antropologluk, sosyologluk, siyaset bilimciliğinden ‘istifa etmesi’
gerekir. Eğer her kültür, dışardan bakana "agu, gugu" gibi gelen anlamsız
bir söylem ise, yapılacak bir iş yoktur. Bu görüşe sahip olanların, sanki bilgi
üretebileceklermiş gibi üniversitelerinden maaş almağa devam etmeleri, onlar
açısından, haksız kazanca el uzatmaları anlamına gelir.
Ama
kültürler, aynı varoluş alanı içinde esas olarak aynı konumda oldukları için,
dünya tasarımları, aralarındaki farklara rağmen hep birbiriyle etkileşmiş olan, hep
birbirlerine ‘tercüme’ edilmiş olan tecrübelerdir, varlıklardır. İnsanlığın
ortak birikim oluşturan serüveninin kurucu öğeleridir.
10. Etik
değerlerimize, ‘moral dünya’ tasarımlarımıza gelince, bir kültürün
değerlerinin dışardan değerlendirilebileceğini savunmak, daha zor gibi
görünmektedir. Ama olanaksız değildir.
Eğer
değerler bizim değerlerimiz ise, sorgulandıklarında onları gerekçelendirmek
sorumluluğunu üstlenmemiz, omuzlamamız gerekir. "Bu benim değerim, ya kabul et,
ya da reddedersen bana karşı çıkmış olursun. Sana benim bu değerimi niye değerli
bulduğuma dair hiçbir şey söylemem gerekmiyor" dediğimiz anda "etik
sorunsal"ımız biter. Hayatımızı bir etik sorunsal boyutu üstünde örüyor
olmamız için, değerlerimizin, değerlendirilme alanı ya da etik dışına itilmiş
‘değer yargıları’ değil, bilgisel sorumluluğunu taşıdığımız ‘değerler’
olması gerekir.
Kaldı ki,
ben istesem de istemesem de benden bağımsız olarak varolan "öteki"nin, ben,
onun benim değerlerimi değerlendirme imkanı ve hakkına sahip olduğunu kabul
etmediğim için, benim değerlerimi değerlendirmemesini istemem, sonuç vermesi benim
denetimim altında kalan bir istek değildir. Öteki, ben istemesem de beni
değerlendirmeğe devam edebilir. İnsanlar isteseler de istemeseler de
"değerleri" başkalarının değerlendirmesine ‘açık’tır.
‘Başka’ları onların değerlerini değerlendirir.
Üstelik,
insan, değerleri de içinde olmak üzere kendi tecrübesine, kendisi sanki
başkasıymış gibi dışardan bakabilme yeteneği ile, isterse kullanabileceği, bazen
istemese de kullanacağı, kullandığını göreceği bir yetenek ile donatılmıştır.
“Bir kültürün değerlerinin, bu kültürün kendi içinden hiç sorgulanmadan
sürdürülebileceği” önermesi, “mutlak olarak başarılı bir toplumsallaştırma
süreci olanaklıdır” önermesiyle aynı anlama gelir ki yanlıştır. İster ‘bir’
vahiy temelli olsun ister olmasın, hiçbir kültür mutlak olarak etkili
toplumsallaştırmayı başaramaz. Her doğan çocuğun, kendisine verilen
‘tasarım’ı, ‘dünya’yı, üstünde hiç düşünmeden aldığı, hiç
sorgulamadığı, sorgulamasını gerektirecek hiçbir olgusal krizle karşılaşmadığı
bir dünya bizim içinde yaşadığımız dünya değildir.
11. Bir dünya
gerçekliği olarak, iktisadi bir dünya düzeni, siyasi ve hukuki bir dünya düzeni
vardır. Bütün kültürler hep evrensel boyutlarda düzenleme ve yeniden düzenlemelere
tabi olan bilimsel, bilgisel, teknolojik, iktisadi, askeri, siyasi, hukuki varlık
alanları içinde yaşamaktadır. Böyle bir dünya içinde yaşamakta olduğumuz
gerçeği, böyle bir dünya içinde yaşamaktan hoşlanmıyor olsak bile dışsal
gerçekliğimizdir. Karşı koyamayacağımız, değiştiremeyeceğimiz dışsal
gerçekliğimizdir.
12. İnsanlığın
‘ökümenik’ bütünlük sergileyen birikimli ortak mirası vardır. Çünkü insan
tecrübesi, bir yanda, içinde birlikte yaşanılan aynı fiziki dünya ve bu fiziki
dünya üstünde, içinde, bu fiziki dünya ile etkileşerek yaşanılan milyonlarca yıl
boyunca şekillenip günümüze gelmiş aynı genetik, fizyolojik donanımın etkilemiş,
etkilemekte olduğu bir tecrübedir. Öte yanda, hep ötekilerle, savaşarak ya da barış
içinde, alış veriş yaparak, kız alarak kız vererek, din alarak din vererek, dil
alarak dil vererek birlikte yaşanılmış bir tecrübedir. Bunu göremeyen bir akıl
gözü, insanlığın tarihini göremez. Bugünkü dünyayı da algılayamaz, anlayamaz.
13. Kültürleri,
uygarlık geleneklerini, her ne ise hep o kalan varlıklar olarak cisimleştirip
dondurmak, antropoloji, sosyoloji adına yapılabilecek en akılsız işlerden biridir.
Böyle bir reifikasyon, tarihçiliği de sosyolojiyi de öldürür.
Üstelik, bugün karşı
karşıya olduğumuz insanlık sorunlarını çözmemizi de engeller. Avustralya
yerlilerinin Amerikalı astronotlar aya gider ve inerken geceleri niye ateş yakıp aya
baktıklarını hiç açıklayamaz. Avustralya yerlilerinin bunu niye yaptıklarını
anlayamayan, içinden göremeyen bir akıl gözü ise akıllı bir göz değildir.
Liberal Düşünce Topluluğu ve Friedrich Naumann Vakfı’nın 17-18 Mayıs 1997
tarihlerinde İzmir’de gerçekleştirdikleri “Post-modernizm, post-komünizm ve
liberalizmin geleceği” başlıklı sempozyumda sunulan ve Liberal
Düşünce dergisinin Yaz 1997, 7’inci sayısında yayınlanan metin.
|