Main Page
CV
Publications
Online Arts
Yeni Binyil Articles
Photo Gallery
Poems
Links
Contact
Search

Huvarna ya da Devlet Kuşu

Eski Helen dünyasında ‘politika’, insanların kendi kendilerini idare etme sanatı idi. Helenler, toplumların idare edilmesinin her yerde böyle olmadığının farkındaydılar. Aristoteles, Ege’nin doğusunu işaret edip, Asya’da toplumlar siyasi olarak değil, idari olarak idare edilir, orada ‘politika’ yoktur demişti. Mezopotamya’nın binlerce yıllık ‘aşkın’ devlet tasarımını miras alan Persler’de, ‘hükümdar’ı insanlar değil, Tanrı belirlerdi. İstediği sıradan insanı ‘vezir’, istediği veziri de ‘rezil’ ederdi. Gücün kendisi, tanrısal görevlendirmenin kimde olduğunu kanıtlardı. Bu görevlendirme, Huvarna ya da yeni Farsçada Farrah adı verilen ‘devlet kuşu’ ile tasarlanırdı. Devlet kuşu kimin başına konarsa o hükümdar olur, kimin başından uçarsa o hükümdarlığı kaybederdi. Uzlaşmazlıkların sonucunu güç belirlerdi. Bizim Milli Piyango idaremizin simgesi de Huvarna’dan gelir. Huvarna’nın kimin başından uçtuğu belli. Bakalım kimin başına konacak?

Türkçe’de güzel bir ifade var: “takkenin düşüp kelin ortaya çıktığı an”. Kültürleri tanımamıza imkan veren, işlerin iyi ve sakin gittiği “bal ayları” değil, o kültürün güç ve zaaf kaynaklarını zorlayan kriz dönemleri oluyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle yaşadığımız süreç, siyasi kültürümüzün adeta “takkesinin düşüp kelinin ortaya çıktığı” bir sınav oldu. Kendimize karşıdan bakmak, ‘açık toplum ve çoğulcu demokrasi’ projemizde yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımızın bir bilançosunu çıkarmak için iyi bir fırsat yakaladık.

Anayasa değişikliği girişimleri, 1876’dan bu yana geçen yüz yirmi dört yılda, anayasal devlet peşinde “az gittik uz gittik dere tepe düz gittik”ten sonra, “bir de geriye baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz” dedirtecek sahneler sergiledi. Daha düne kadar ömrünü halk iradesine dayanan anayasal devlet mücadelesi için feda etmiş görünen bir ‘politikacı kuşağı’nın ünlü kahramanları, önceden belirlenmiş kurallara uyarak yaşama terbiyesini adeta hiç içselleştiremediklerini gösterdiler. “Cumhuriyet padişahlığı”nın imkan aralığını zorladılar. Niye?

Siyaset bilimi ve sosyoloji temelli tarih, toplumsal ölçekte yaşadığımız sıkıntıların, devlet gücü kullanan, politika yapan fanilerin bireysel ‘zaaf’larıyla açıklanmasının pek de doyurucu olmadığını işaret eder. Yetki kullanan fan bireyler elbette ki yanlışları ve zaaflarından sorumludurlar. Ama fani bireyselliklerde tecelli eden bu ‘zaafları’ üreten kültür sürdükçe, siyaset, ‘devletin bekası’nı sağlayacak iyi padişahlar için ‘yağmur duası’na çıkma kısır döngüsünden kurtulamaz. Bunu fark etmek önemlidir.

Türkiye’de gerçekleştirmek iddiasında olduğumuz, ‘evrensel insan hakları’na riayet, başka kültürlerle alış verişe açık çoğulcu toplum ve insan aklıyla üretilmiş hukukun üstünlüğü ile sınırlandırılmış demokrasi, her birimizin bireyselleşirken yeniden ürettiğimiz kültürümüzden kolaylıkla türetilebilecek bir proje değildir. Bu projenin gerçekleştirilmesi siyasi kültürümüzün değişmesi ile örtüşür. Siyasi kültürümüzün değişmesi ise değerler kültürümüzün değişmesi ile örtüşür. Değerler ağının değişmesi ise zordur. Hem zaman alır. Hem de bireysellikleri ile insanların değişik değerleri içselleştirmesini gerektirir. Ve Tevrat’ta denildiği gibi “Herkes dünyayı değiştirmek ister. Ama kimse kendini değiştirmek istemez.”

Siyasi kültürümüz altta yatan tarihi dokusu, devleti, sıradan insanı aşan, istese de istemese de değiştiremeyeceği bir şekilde orada veri olarak var olan, sıradan insanı ancak ona uyarak yaşamak zorunda olduğu için ilgilendiren bir ‘gerçeklik’ ‘olarak görür.’ İşin garip tarafı odur ki, laikleştirme iddiasının taşıdığı kritik öneme rağmen, Kemalist siyasi gelenekte de devlet böyle görülmekte ve yurttaşlardan ‘veri olan’ devlete uymaları istenilmektedir. Kemalist projenin paradoksu, bir yanda Lale devrinden beri Türkiye’de yaşanılan yenileşme arayışlarının temel hedefinin, içinde bilimsel ve felsefi bilgi ve sanatın üretilebildiği çağdaş bir toplumsal ortam olması, öte yanda böyle bir toplumsal ortamın gerektirdiği değerler sisteminin ‘aşkın’ devlet tasarımı ile esasta uyuşmamasıdır.

Türkiye gerçekleştirmek istediğimiz çağdaş demokrasi, devleti insan ürünü olarak görür. Uyulması gereken kurallar, yöneticilerin belirlenmesi, değiştirilmesi, uzlaşmazlıkların giderilmesi süreçleri olarak siyaset, sadece ve sadece insan ürünüdür. Devletin, ya da devletin temel ilkelerinin hiçbir kutsallığı yoktur. Devlet, varlık statüsü açısından, bir apartmanın kat sahipleri kurulu ile eşit ontolojik değerdedir. Kurallar da, kadrolar da, ilkeler de insan aklının süzgecine, toplumsal müzakereye tabidir. Eleştirilebilir, değiştirilebilir. Devlet, sıradan insanların aklının ürünüdür. Sadece devlet adamlarını değil sıradan insanları da ilgilendirir. ‘Devlet adamları’nın ‘devlet’ adamlıkları sadece ve sadece sıradan insanların onları görevlendirmiş olmaları ile ilişkilidir ve ancak ve ancak böyle bir görevlendirme sürdüğü sürece meşrudur. Çağdaş demokrasilerde, kendinde ‘aşkın’ bir görevlendirme vehmeden, kendini Tanrının o ulusa armağanı gibi gören ‘cumhuriyet padişahı’ adaylarına yer yoktur.

Türkiye’deki kültürel gerçekliğin, yerleştirmek istediğimiz çağdaş demokrasiyi adeta doğal olarak üreten bir kültür haline dönüşmesi zamana alacak. Farklı kuşakların da bu dönüşüme katkısı ister istemez farklı olacak.

Bu tespitleri yaptıktan sonra unutmayalım ki cumhurbaşkanlığı seçimi ve anayasa değişikliği vesilesiyle yaşadıklarımız aslında iyimser olmamızı gerektiren bir çok işaret verdi. Türk siyasetinde bir kuşaklar arası farklar meselesi olduğunu, eski kuşağın sergilediği ‘cumhuriyetçi padişahlık’ takıntılarının yeni kuşaklarca yadırgandığını gördük. Seçilmişlerin meşru siyasi hak ve görevlerini, ‘devletin ali menfaatleri’ söyleminin ardına saklanan seçilmemişlerin meşru olmayan siyasi güç kullanma zorlamalarına karşı sakin sakin koruduklarını gördük.

Galiba Türkiye Aristoteles’in Asya’sından kopuyor. Galiba Türkiye’de idari idare etme geleneğinin yerini siyasi idare etme geleneği yavaş da olsa almakta. Galiba iktidar ‘Huvarna’ nın başa konmalarına değil, önceden belirlenmiş kurallar içinde sakin sakin oluşturulan uzlaşmalara dayanır olmağa başladı. Galiba Ege’nin bu kıyısında yaşayan insanlar, uzlaşmazlıkları güçle değil siyasetle çözmenin tadını tatmağa başladılar. Ne dersiniz?

İyi pazarlar...

 

Yeni Binyil Articles    Home   07th May 2000