İlk kez yıllarca önce Montgemary Watt’ın bir kitabını okurken
bilinçlendirdiğim evrensel bir sorun beni hep düşündürür. Watt, İslam tarihi
bağlamında, birbirine kan bağı gibi birincil ilişkilerle bağlı olmayan ve bir
sürü farklılığı olan insanların, içinde yaşanılan kalabalık ve karmaşık
ortamlarda, ‘ötekiler’e saldırmamasını, onlarla gönül rızasıyla birlikte
yaşamak istemesini, kendilerini bu istekle sınırlamasını sağlayan nedir diye
soruyordu? Soru, devletin kökenleri meselesini aşar. Bir toplumun bütünlüğünün
sağlanması sorunsalını işaret eder. Peygamberin ölümünden kısa bir süre sonra,
Müslümanların, onun torunlarını bile esirgemeden birbirlerini öldürmeğe
başlamalarının gösterdiği gibi, toplumsal bütünlüğün sağlanması zor bir
iştir.
Son günlerde, Diyarbakır,
Erzurum ve Trabzon’da oynanan maçlarda yaşanılan saldırganlıklar çarpıcıdır.
Bir parti olarak MHP ‘sivil toplumcu’ bir hukukçuyu Cumhurbaşkanı seçtirmek
isterken, aynı partinin bazı milletvekillerinin Meclis bahçesinde ‘taşra
kabadayılığı’ yapmaları, sonra bazı parti yöneticilerinin, şiddet kullanmayı
adeta meşru sayan bir ‘MHP töre’sinden dem vurarak kabadayılığı mazur
göstermeğe kalkışmaları da çarpıcıdır. Uzlaşmazlıkların, ‘doğa hali’nin
korkutma ve saldırı yöntemiyle değil, ‘toplum hali’nin hukuk yöntemiyle
çözülmesi terbiyesine bağlılıkta ciddi bir sıkıntı gündeme getirmiştir MHP. O
milletvekili arkadaşımızın Somuncuoğlu’nun arabasını yumruklamasını
seyrederken, bir çok insan gibi, temel bir rahatsızlık yaşadım. Günlerdir aklımdan
bir sürü şey geçiyor: homo sapiensler, hukuk, hürriyetler, faşizm, kabadayılık,
korkutma, toplumsal bütünleşme, milliyetçilik, taşralılık, uygarlık, erkeklik,
kadınlık, Montgemery Watt ve başka bir sürü kavram ve anı.
Kişi, daha iyi bir beşeri
dünyanın olanaklı olduğu varsayımıyla yaşamak anlamında umutlu ve iyimser olmak
ister. Ama, tüylerini dökmüş olsa da, bir üst maymun türü olan homo sapiens bireyi
olduğunu akıldan çıkarmaması anlamında gerçekçi ve ihtiyatlı olması, ömrünü
akılla ve vicdanla yaşayabilmesinin ön koşulu gibidir. Homo sapiensler, yer küresinin
tanık olduğu en vahşi canlı türüdür. Hayvani alt yapımızdaki acımasızlığı
frenlememiz açısından, siyasette şiddeti kayıtsız şartsız yasaklamamız hayati
önem taşır. Hukuk dışında bir uzlaşmazlık giderme yönteminin
meşrulaştırabilecek hiçbir gerekçe, ama hiçbir gerekçe olamayacağı üstünde
anlaşmamız gerekir.
İyimser ve umutlu olmak
ihtiyacı duyan yönümüz, Türkiye sahnesinin gerçekliğinde olumluluklar görmek
zorunda. Bu nedenledir ki, 1970’lerde Bülent Ecevit’i, adeta Eflatunu imrendirecek
bir ‘feylesof kral’, CHP yi ise, Türkiye’yi çağdaş siyasi uygarlığa
taşıyacak parti gibi görmek istedik. Ama ne 1970’lerin Ecevit’i ‘feylesof kral’
çıktı ne de CHP, Türkiye’yi gıpta edilecek bir siyasi uygarlığa kavuşturan
parti.
Bugünlerde, kendisini
‘milliyetçi muhafazakar’ olarak algılamayan on binlerce insan, umutla yaşamak
zorunda oldukları için, Bahçeli’nin başkanlığındaki MHP’ye iyi niyetle
bakıyor. Bahçeli’nin, Erbakan’ın heveslenip de beceremediği Türkiye’nin
Mandela’sı olabilecek biri olduğuna inanmak istiyor. MHP’yi, geçmişindeki şiddet
ve kabalıklara rağmen, şimdi, toplumsal bütünlüğü farkları tanıyarak sağlayan
sivil toplumcu bir kamusal alanın inşasına katılabilecek ‘sivil’ bir parti gibi
görmek istiyor. MHP’nin Türkiye’nin Avrupa Bütünleşmesine girmesine, ‘sivil
toplumcu’ bir hukukçunun cumhurbaşkanı seçilmesine verdiği destek, bu umutların,
‘hayalci’ bir iyimserlik olmayabileceğine dair işaretler olarak da önümüzde
duruyor.
Birkaç yıl içinde
MHP’nin sergileyeceği gerçeklik Türkiye’nin yakın geleceğini en çok etkileyecek
faktörlerden biri olacak. MHP ise ciddi gerilimler üstünde yaşayan bir parti. Bu
partinin tarihi, oturduğu sınıfsal-toplumsal yapılar, son seçimde aldığın
desteğin nedenlerini sonraki yazılarda konuşmamız da fayda var. Ben bugünkü
söyleşimi MHP’nin yeni bir kimlik edinme projesinde bir hayli zorlanacağına dair
işaretleri önemseyerek bağlamak istiyorum. Bir yeni kimlik edinme ihtiyacı içinde
olduğuna inandığım halde.
MHP’nin iki temel paradoksu
var. Birincisi şu. MHP’nin, Türkiye bütünlüğünün dağılması endişesinden
kaynaklanan bir varlığı var. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, ihtilalci solun ve onun
kuyruğuna takılanların, ‘devrim’ için, Türkiye’yi önce toplumsal fay
hatlarında çatlatmak istemesine karşı duyulan bir savunma refleksinden kaynaklanıyor
MHP’nin ortaya çıkışı ve gelişmesi. Ama MHP geleneği, toplumsal bütünlüğü,
farkları barındıran bir sivil siyasetle sağlama anlayışına uzak kalmış bir
gelenek. ‘MHP Töresi’ denilen ‘şey’e yollama yapıldığı anda, hukukun
üstünlüğü ve şiddet kullanmanın kötülüğü inancına ne kadar uzak bir
‘toplum, devlet, insan tasarımı’ karşısında olduğumuz hemen görünür hale
geliyor. İkinci paradoks ise şu. MHP, dünyadaki hakim bilimsel, teknikal uygarlığa
uymakta bir hayli zorlanan bir eğitimsiz taşralılık zemini üstünde gelişmiş bir
parti. Çarpıcı bir şekilde ‘işte orada’ var olduğunu gördüğü, ama
anlayamadığı, anlayamadığı için de içine girme imkanı görmediği bir ‘yabancı
uygarlık’tan korkan, bu korkusunu, kendi ‘taşralılık’ını yüceltip o
‘yabancı uygarlık’ı reddederek ifade eden avantajsızlar partisi MHP tabanında. Bu
açıdan Fazilet Partisi ile ortak bir zemini paylaşıyor. Paradoks, böyle bir
‘taşralığı yüceltme’ refleksinin tarif ettiği kadroların MHP’sinin, bir
iktidar partisi olarak Türkiye’nin gerçek gündemini taşıma şansını elinde tutup
tutamayacağıyla ilişkili. Secim başarısının altındaki sosyolojik zemin muhtemel
iktidar başarısızlığına yol açabilir. Refah Partisi’nde olduğu gibi.
Türkiye’nin, seçmen
çoğunluğunu oluşturmasa da, dünya ölçülerinde iyi yetişmiş bir insan malzemesi
var. Mühendisler, doktorlar, sanatçılar, yazarlar, felsefeciler, iş adamları, yeniden
üretimine katılarak çağdaş dünyayı yaşayan yüz binlerce insan var Türkiye’de.
Bu insanları ürküten, kendine yabancılaştıran bir siyasi partinin Türkiye’nin
çağdaşlaşma sürecinin bayraktarlığını yapması mümkün olabilir mi? Sanmıyorum.