|
İyiyle Kötünün
Bilgisi
İngiltere’de öğrenci iken rehber hocam, bir gün hayatıyla ilgili bir
şey anlatmıştı. Karısı ciddi bir depresyon geçirirken, biyokimya çalışmalarını
durdurmuş, psikoloji yüksek lisansı yapmıştı. Tez konusu “araştırma bir
nevrozdur”du. İnsanın, eşi yalnızlık ve acıdan kıvranırken onu fark etmeyip, ne
işe yarayacağı belli olmayan bir araştırma sorunsalının peşinde ömrünü
laboratuarda geçirmesinde bir terslik olduğunu düşünmüştü. Yıllar sonra Amerika’da
bir üniversitede misafir bilim adamı olarak çalışıyordum. Bir Tunuslu tarihçi ile
arkadaş olmaya başladım. Altı yıl çalıştığı doktora tezini bitiriyordu. Konusu,
İbn-i Rüşt’ün, Aristo’nun De Anima’sı üstüne yazdığı ‘orta ölçekli’
şerhti. İbn-i Rüşt, Aristo’nun bütün eserleri hakkında bir özet, bir ‘orta
ölçekli’ bir de‘ayrıntılı’ şerh yazmıştı. De Anima üstündeki ayrıntılı
şerh kaybolmuştu. ‘Orta ölçekli’ şerh önemliydi. Aristo De Anima da ‘insanın
ruh’undan söz etmişti. Bağnaz Sünni fıkıhçılar, “‘ruh’ onu yaratan Allah’a
aittir, sen kim oluyorsun da Allah’ın hikmetini sorgulamaya kalkıyorsun” diye
kıyameti koparmışlardı. İbn-i Rüşt, “evet ‘ruh’ Allah’a aittir, ama ‘nefs’
insana aittir, bu kitap ruh değil nefs hakkındadır” dese de, yobazları ikna
edememiş, İspanya’da kuytu bir yere sığınmış, yakılmaya başlanan eserleri
Yahudi öğrencilerin İbrani yazısıyla yazdığı kopyalar sayesinde kurtulabilmişti.
Olay çarpıcı gelmişti bana. İS 12nci yüzyılda yaşayan biri, kendinden 1600 yıl
önce yaşayan birinin ‘insanın materyal olan varlığının ötesindeki varlığı’
hakkında yazdıklarını, hayatını risk edecek kadar önemsemişti. Sonra İS 20nci Yüzyılda
yaşayan biri çıkmış, kendinden 800 yıl önce yaşayan birinin kendinden 2400 yıl
önce yaşayan bir başkasının yazdıkları hakkında yazdıklarına dair bir şeyler
yazabilmek için ömrünün altı yılını harcamıştı. Karikatürize etmek pahasına,
biri, “İbn-i Rüşt’ün Aristo’nun De Animası hakkında yazdıklarından sana ne?
Ne gereği var bununla uğraşmanın?” dese, ne diyecekti Tunuslu arkadaşım?
İnsanın yücelişinin en
önemli adımlarından biri, günlük hayattaki pratik ihtiyaçlarını aşan derin
varoluşsal meseleleri merak etmeğe başlaması, sorular sorma ve cevap bulma cüretini
kendinde görmesidir? Bu adımı atması aslında zorunlu değildir. Kişi, içine doğduğu
kültürde kendisine veri olarak sunulan ‘dünya’yı olduğu gibi kabul ederek, hiç
sorgulamadan ‘hayat’ını yaşayabilir. Ama isterse sorgulayabilir de. Tanrı’yı, günahı,
sevabı, ölümü, ölümsüzlüğü, cenneti, cehennemi sorgulayabilir. Evrenin varlığını,
işleyişini sorgulayabilir. Devleti, otoriteyi, ‘kara kuvvetleri komutanı’nın
dediklerinin doğru olup olmadığını sorgulayabilir. Kendini sorgulayabilir. Erdemi,
namusu, iffeti, cinselliği, sadakati, dürüstlüğü, korkuyu, ümidi, sevgiyi, nefreti
sorgulayabilir. Türk olmayı, Yunanlı olmayı, insan olmayı, Müslüman olmayı, dinsiz
olmayı sorgulayabilir. Sorguladıkça ‘dünya’sı onun için veri olmaktan çıkar.
İçine doğduğu ‘dünya’yı kendisi için yeniden üretir. İçine başkalarının
doğacağı ‘dünya’ tasarımını eskisinden farklı kılabilirse, bilimi ve sanatı
ile zenginleştirebilirse var olanı, ölümünde çürüdüğü halde ölümsüzleşir.
Bazı kültürlerde, insanın
ona verilen ‘dünya resmi’ni sorgulamasını önlemek o kültürün en önemli
özelliklerinden biri halinde kurumsallaşmıştır. İnsan temel sorular sorabilecek güçte
bir varlık gibi görülmez. Üstünde bulunduğumuz Mezopotamya uygarlık geleneğinde
olduğu gibi. Bazı başka geleneklerde ise, insan isterse Tanrı’nın eserini
anlayabilecek ve varlık içindeki kendi konumunun gündeme getirdiği temel sorularla
baş edebilecek güçte görülür.
Elen geleneğinde, kozmosun
kaos görüntüsünün ardında gizlenmiş değişmeyen ve yalın bir kuruluş ve
işleyiş düzeni olduğu, insanın bunu gözlem, inceleme ve akıl yürütmeyle
bilebileceği temel varsayımı yapılabilmişti. Bizim üstünde bulunduğumuz gelenekte
ise insan, Tanrı’nın işine akıl erdiremez. Bunu yapamaz. Bunu yapmak ona düşmez.
Önündeki tek olanaklı yaşama stratejisi, verilen ‘dünya resmi’ni sorgulamadan
almak, Tanrı’ya kesin bir itaatle teslim olmak ve kulluk etmektir. Başını belaya
sokmaması için, derin varoluşsal meselelere burnunu sokması yasaklanır. Bu yasağın
Tevrat’ta çarpıcı bir ifadesi vardır. Tanrı insanı yaratır. Ortasında hayat
ağacının ve “iyinin ve kötünün bilgisi”nin ağacının bulunduğu Cennet bahçesine
yerleştirir. Bahçede bir nehir akar ve Cennetten çıktıktan sonra dört kola ayrılır.
Biri Dicle, bir başkası Fırat. “Ve Efendi Tanrı insana, bahçedeki bütün ağaçlardan
serbestçe yiyebilirsin, fakat iyinin ve kötünün bilgisinin ağacından yemeyeceksin:
... bu ağaçtan yediğin gün muhakkak öleceksin” diye emir verir (Genesis, I/8-17).
Yasaklanan şey, günümüz halk kültüründe sanıldığı gibi cinsellik değil, “iyi
ile kötünün bilgisi”dir. İnsan iyi ile kötünün bilgisini kendisi için üretemez.
Üretmeğe kalkarsa mutlaka yok olur. Verilenle yetinmeli, sorgulamamalıdır.
Acaba uygarlık gelenekleri
genlerimizi etkiledi mi diye düşünüyorum. Bakarsınız genom projesi sayesinde,
bilgiye uzanmaya açık ve bilgiye uzanmayı yasaklayan uygarlıklarda şekillenmiş
genetik kodlarda farklı DNA satırları buluruz. Bu, işin elbette ki esprisi. Ama, hala
sorgulamanın yasaklandığı bir kültür ortamında yaşadığımızın şaka götürür
tarafı yok. Aklını öteki dünyayla bozmuş dincilerimiz de, bizi aklını öteki
dünya ile bozmuş dincilerden korumak isteyen laik devletçilerimiz de, bize, “verilenle
yetinin, sorgulamayın” demekte birleşiyorlar. Kimilerine göre, sorgularsak dinden çıkıp
cehennemlik olacağız. Kimilerine göre de, sorgularsak, 2400 yıldan beri Türkleri yok
etmek için tarih sahnesinde tuzak üstüne tuzak kurmuş olan “düşmanlarımız”ın
bizi içerden bölüp yok etmesine kapı açacağız.
Uygarlık gelenekleri kolay
değişmiyor. Osmanlı, Sümer’den gelip günümüze uzanan bir meraksızlık
geleneğinin üstündeydi. Yüzlerce yıl Avrupa’da yönettiği halkların dilini de
tarihini de merak etmedi. Çarpıcıdır. Sırpçayı, Elenceyi, Hırvatçayı kusursur
bir şekilde, zaman zaman resmi dil gibi kullandıkları halde, Osmanlılar arkalarında
Sırpça-Türkçe, Helence-Türkçe, Hırvatça-Türkçe sözlükler bırakmadılar. Yönettikleri
ülkelerin ve halkların kendilerinden önceki tarihleri ile de aşağı yukarı hiç
ilgilenmediler.
Bir sorunsalın ardındaki
sorunun yanıtını bilmek, günlük hayatımızda hiç ama hiç işimize yaramayacak olsa
da, sırf o sorunsalı merak ettiğimiz için sorunsalın ima ettiği bilginin kendisine
adeta tutku ile, adeta şehvet ile uzanmayı sevmiyoruz galiba. Ne dersiniz? |