|
Flamenko ve
Tasavvuf'un Zaferi
Siyaset ne kadar iç karartıyorsa Türkiye’de, müzik de o kadar ümit
veriyor geleceğimiz için. Festivaller Türklerle dünya sanatçılarını buluşturuyor
ve kaynaştırıyor. Coşkuyla geçen konserler bunun ilk elde görünen sonucu. Ama
arkada bambaşka etkileşmeler başlıyor ve etkileşmeler etkileşmelerle eklemleşiyor.
Sadece Türkiye dünya sanatına kapılarını açmıyor. Türk müziği de dünya
müziği haline dönüşüyor. Yirmi yıl önce rüyasını görsek inanamayacağımız
güzellikler ortaya çıkıyor müzikte. Siyasetteki çirkinliklere rağmen.
Çok yakın tarihlere kadar
nerede ise birbirinden habersiz yaşamış ve gelişmiş müzik gelenekleri arasında
giderek hızlanan bir “konuşma”, “ortak söylem” üretme süreci yaşanıyor son
yıllarda. Bu çarpıcı da olsa yeni bir süreç. Ve bütün çarpıcı ama yeni
süreçlerde olduğu gibi insanlığın birikimli kültür mirasının yeni bir döneminin
başladığını farketmeyebiliyoruz. Küreselleşme, müzikte ve görsel ve plastik
sanatlarda gerçekleşen etkileşmeler anlamında, “burjuva ideologlar”ın,
sosyalistlerin devrime imanını iyice çökertmek için uydurdukları bir masal değil.
Yaşadığımız dünyanın çarpıcı bir gerçekliği. Marx’ ın “eskiden tarihler
vardı ama artık tek bir tarih var” önermesinin önemini düşündürten bir
gerçeklik. Binlerce yıl neredeyse birbirinden hiç etkilenmiyormuş gibi yaşamış ve
değişmiş olan farklı kültürler ayrı ayrı tarihler oluşturmuştu. Ama on dokuzuncu
yüz yıldan beri, farklı uygarlık geleneklerinden gelen bütün kültürler bütün
dünyayı kapsayan tek bir karşılıklı etkileşme bütünselliği içinde değişiyor.
Müzikte olan kültürün
başka eksenlerinde de oluyor. Ama müziktekini izlemek, müziktekini düşünmek ve
konuşmak daha keyifli. Karşılıklı etkileşmenin birinci düzlemi, eski farklı
geleneklerden gelenlerin birbirlerinin müziğini yoğun bir ilgi ile “dinleme”leri ve
“öğrenme”leri. Bu “dinleme” ve “öğrenme”, mesela Japonlar, Hintliler ve
İspanyolların birbirlerini “dinleme”leri ve “öğrenme”leri, bundan böyle
“kendi” müziklerini yapmalarını ister istemez etkiliyor. Japonya’da
“İspanyol” gitarı öğrenen çocuk ve genç sayısı İspanya’dakinden fazla.
Karşılıklı etkileşmenin ikinci düzlemi ise daha “şaşırtıcı”. Farklı müzik
geleneklerinden gelenler, birbirleriyle “konuşarak” birlikte müzik yapıyorlar.
Bunun ilk çarpıcı örneğini Yehudi Menuhin ve Ravi Shankar verdi. Klasik “batı”
müziğinin keman ustası ile klasik Hint müziğinin sitar ustası, 1960’lı
yıllardaki konserleri ve plak kayıtları ile, milyonlarca insana, birbirine
“yabancı” gibi duran iki ses geleneğinin “birbiriyle konuşma”sını
“dinletti.”
Yüzlerce yıl birbirine iki
“yabancı” gibi durmuş müzik geleneklerinin birlikte söylemelerinin en güzel
örneklerini verenler arasında “biz”im tasavvuf müzisyenlerimiz ile Flamenkocular
var. Üç disk var elimizde. Edinmenizi ve dinlemenizi ve yazın keyfini arttırmanızı
önerdiğim.
Dört Türk ve dört
İspanyol sanatçının bir İstanbul Festivalindeki konserlerinin stüdyo kaydı olan
öncü disk, Tasavvuf’tan Flamenko’ya 1995’te yayınlanmış (Topkapı Müzik ve
Video, TMV 95108-2). Gazelhan Yusuf Bilgin ve Flamenko şarkıcısı Enrique el
Extremeño’ nun sesle, Kudsi Erguner’in ney, Mehmet Emin Bitmez’in ud, Salvador
Gutiérrez ve Pedro Soler’in gitarla yaptıkları, ikili, üçlü taksimler
büyüleyici.
İkinci disk, müzikteki
küreselleşme açısından daha da ilgi çekici. Birinci diskteki deneyimi aktaran Yusuf
Bilgin, Kudsi Erguner ve Pedro Soler’e udda Ermeni Georges Kazazian, kontrabasta
Fransız Renaud Garcia-Fons ve vurmalılarda İranlı Keyvan Chemirani katılmış.
Flamenko şarkıcısı Pepe de Granada. Disk, 1997’de Nanterre’de verilen konserin
kaydı (Le Concert de Nanterre, Al Sur, ALCD 242). 1998 baharında bir araba kazasında
ölen Yusuf Bilgin’e ithaf edilen disk bir ağıta dönüşmüş. “Ben aşık-ı
biçareyim/ baştan ayağa yareyim/ ben bir deli divaneyim/ akıl da yar olmaz bana”
diyor Yusuf Bilgin Türkçe. Pepe de Granada da “Karmen’in Meryemin’den istedim/
Karmen’in Meryem’ine yakardım/ bana eza vermeni durdurmasını/ çünkü zaten yeteri
kadar acı çektirdin bana/ … / tesellim olamaz/ bütün vücudum yara/ deliyim aklım
gidiyor başımdan” diye ekliyor İspanyolca.
Üçüncü disk, gene
Flamenkocu İspanyollarla tasavvuf müziği yapan Türklerin bir serüveni. Ama
kahramanları farklı. Son yıllarda Türkiye’nin başına gelmiş en güzel şeylerden
biri olan Kalan yayınlamış bu yıl. Hollanda’daki Kültür ve Sanat Vakfı’nın
1999 Martında Amsterdam ve Utrecht’te düzenlediği konserlerin kaydı (Sufi
Müzik’ten Flamenko’ya, KALAN CD 172). Kasideci Bilal Demiryürek, Flamenko
şarkıcısı Yeye de Cadiz. Tahir Aydoğdu kanun, Uğur Onuk ney, Aygün Altınbaş
kudüm ve bendir çalıyor. Gitarda Eric Vaarzon Morel, vurmalılarda Antal Steixer ise
tasavvuf ile flamenko arasındaki söyleşiye katılan iki Hollandalı. Kanunun ve
gitarın ikili taksimlerini mutlaka dinlemeniz lazım. Gözlerinizi kapatıp bırakmanız
lazım ruhunuzu bu senteze. Ve sormanız lazım ruhunuza derinden. Bu müzik kimin?
Türklerin mi? İspanyolların mı? Hollandalıların mı? Müslümanların mı?
Hristiyanların mı? Kimin bu söyleşi? Farklı kültür coğrafyalarında
toplumsallaşmış müzisyenlerin “aynı dili konuşma”larını sağlayan ne? Kuzeyin
sarışın, soluk benizli Hollandalılarını Akdeniz'in iki uç noktasındaki bu iki
esmer geleneğin müzisyenlerinin bir “ortak dil” keşfetmesini dinlemeğe iten ne?
Müziği yapan Türkler İspanyolca, İspanyollar Türkçe, müziği dinleyen
Hollandalılar hem Türkçe hem İspanyolca anlamıyor. Pekiyi, ortadaki bu “konuşma”
ve “dinleme” nasıl oluyor?
İnsan ırkı, konuşmaya
başlamasından bu yana geçen neredeyse elli bin yılının neredeyse kırk dokuz bin
sekiz yüz yılını, yer yüzündeki serüveninin bilgisi açısından neredeyse mutlak
bir karanlık içinde yaşadı. Son iki yüz yıldır öğrenmeğe başladık, neyiz,
neredeyiz, nereden geldik. Nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Ama yer küresinin beş
kıtasında her birimizin kendi köyümüzde yaşadığımız, dünya ve dünyanın öteki
köyleri hakkında çok az şey bildiğimiz, insanlığın normal halini kendi
köylülüğümüzün tükettiğini sandığımız cahillik dönemimiz istesek de
istemesek de geride kaldı. Dincilerin ve milliyetçilerin çağ dışılığı buradan
kaynaklanıyor. Onlar, her köylünün insanlığın normal halini kendi köylülüğü
sandığı çağların tasarımıyla yollarına devam etmek istiyorlar. Ama Çağ artık,
Utrecht’teki Hollandalının Flamenkocu İspanyol’la Tasavvufçu Türk’ün “bu ne
hikmet bu ne sırdır bilen gelsin meydana/ aman ya kerim Allah” diye haykırışına
kulak verdiği çağ.
Bu diskleri dinlemeden bu
yazı geçirmeyin. Ne dersiniz? |