COYOTTE VE SKİLİA – X

(Sıkıntılı Eser)

Daha onaltı...

Hayatın devâm ettiği yerde artık bahar vardır. Bahar leylâklarla beni çok üzmüştür. Sevindiğimi eklemeliyim. Bahar aroma ve odora ile berâber arz-ı endam eder. Çeşitli paramitiler, efsâneler, hikâyeler ve hatıralar sökün ederler. Bir bağçede, oğlunun önüne bir tas süt içine biraz ekmek doğrayıp onu bir ânlığına yalnız bırakması ve akâbinde bir yılanın süte yaklaşıp onu içip gitmesi. Çocuğun da ekmekleri de yılana önermesi ama yılanın usulca oradan ayrılması masalını (ve haqiqatini) kim bilmez. Sütü sevdiğini biliyoruz, aynı zamanda hanımeli çiçeğini de çok sediğini ve kokusuna dayanamayıp geldiğini, İsketelerin, floryaların, sakaların, karatavukların çok mutlu olduğunu, av mevsiminin geçici de olsa kapandığını, kedilerin ve köpeklerin yavruladığını, iod kokusunun kendini dayatmaya başladığını, oğlakların ise ne kadar şanssız olduğunu - yunanlar daha iyi bilir - biliyoruz. Bahar derin bir yaradır, onulası değil. Persefoni'nin Hades (Hadis, Adis) tarafından yeraltına çekilişi ve anası Demeter'in ilâheliğini bir kenara bırakıp dağ taş kızını araması bahardır. Ve yine, Persefoni'nin - yapılan andlaşma gereği - üç aylığına (baharda) serbest kalıp yeraltından yeryüzüne çıkması ve Demeter'in sevinci hep bahardır. Bu sevinci paylaşan tabiat bütün mârifetlerini işte bu baharda sergiliyor. Bir tür karşılama töreni ve Demeter'i selâmlama, Persefoni'yi karşılama. Bahar bir travmadır bende, bir koku ve reng travması, durmadan kanayan ve biteviyye tekrar eden, recurrensler. Nervus Recurrens'de hep bir lâmise vardır o dem. Bahar nüks'dür bende, ay hâli gibi, spiral damarların yırtılıp sonra yenilenmesi, neovaskülarize olması ve yine kanaması, sonsuza dek değil. Menopoz kelimesi yerindedir. Yunanî Mhna - Mina: Ay - PausiV - Pavsis: Ara verme, paydos etme. Minopavsis: Ay (MhnopausiV hâlinin) durması. Fransızca'ya 'Menopause' (Menopoz) olarak geçiyor. Oradan da aynen Türk Tıbb diline. Kadınların aylık kanamalarının artık durması ve doğurganlık dönemlerinin sona ermesine işâret ediyor. Erkeklerdeki karşılığı ise 'Andropoz'. Kelime yine yunanî; andraV - andras: Erkek, koca - PausiV - Pavsis: Ara verme, paydos etme.

Bahar lakrimal bir süreçtir, alerjiler; rinitler, saman nezleleri, asthmalar, nostaljiler; Mâzi ağrıları. Islaktır, nemlidir ve önüne geleni çarpıp geçer. Hırsızdır, gizemlerimize, zaaflarımıza acımasızca saldırandır, engerektir, zehirlidir ve ötüşkendir. Senfonidir yani sinfonia. Kakofonialarla başımızın çok ağrıdığı, çok bunaldığımız dönemlerin engelidir. Bahar puşt ve alçaktır, sinsîdir. Arkadan vurur, kahpedir. Gidinin kızıdır. Sapan kemiklerimizin en aktif olduğu dönemlerdir. Bir gerillanın; Ah, onaltı yaşında olmasaydın da, cehennemin dibine kadar yolun olsaydı, değseydi arşa başın, serencâmın batsaydı yere, sahtiyan ve kül sûretli deyip geçseydim, inikâslar içinde müennes bir esrâr, yanmazdım bu kadar, ulumazdım palaz bir kurt gibi, hayy'dı ve mevttir baharda, olabilirdi, lâkin daha onaltı ve eyvâh... demesi misâli.

Bahar esrâr'dır, esriticidir, dik durmayı zorlaştırır. Bahar dik durma mevsimidir, Eeeeeh diye bağırılan sarp ve ekolu bir tepedir. Bahar rehâvettir ve rehâvetin kırıldığı momentte durur. Dengedir, muvazenin gitti gidecek çizgisinde bir tutam nebâttır. Isırgandır, dalar geçer ayak bileklerini tâdelerin. Öksüz bir keçi çobanı, âmâ bir Athinalı ihtiyar, anemik bir kız, turp gibi bir kedi yavrusudur. Boynumuzda gezen ustura kadar keskin ve netâmeli, ruh kadar seyyâl ve latif...

MA ALLADZİ HADATHA Fİ HADATH 11 / 9 ( 11 / 9’DA NE OLDU ?)

Çok şey konuşuldu üzerine, fakat başvurulan kavramlar arasında en banalı ‘terörizm’ olsa gerekdiyordu bir akademisyen, ismi bizde saklı. Yani off the record (kayd dışı) bir konuşmada.

Aklım karışık ; meselâ Jorge Luis Borges geliyor aklıma, ‘L’Aleph et autres histoires, 1949 - Alef (A) ve başka hikâyeler’ isimli eseriyle. Astronomi şiiri isimli bir şiir kategorisi var ve latinî bir deyim kullanılıyor bu şiir kategoriası için: Nox Oculis. Yâni ‘Gözlerin önünde gece’. Borges’in ‚Gecenin Hikâyesi’ isimli şiiri de bu kategorianın içinde değerlendiriliyor. Borges için, ’aşırıcılık-outrance/ultraïsme, esthetik, avant-garde, métaphore - iğretilme ve metafizik’ kavramlarıyla oynaşan adam diyenler var. Luna de en frente (Karşıdan Ay -1925), Ferveur de Buenos Aires (Buenos Aires’in Şevki/tutkusu/ateşliliği-1923), Cuaderno San Martin (San Martin Defteri-1929) isimli şiirleri lirizmin ve mithologianın doruklarında dolaşan şiirlerdir. Gecenin büyülü gerçekliğine ’touch and go’ yapar. Bu ingilizce kavram aslında bir havacılık terimi ve bir uçağın piste değip yeniden havalanmasıyla iligili. Borges’e yakıştırıyorum: Değ ve geç…

Oradan, İsrâ (Gece Yolculuğu) sûresine dokunup geçelim:

16 - Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklılarına emrederiz, onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helâqa müstehak olur, biz de onu yerle bir ederiz.

17 - Hem Nuh'tan sonra nice nesilleri helâq ettik. Kullarının günâhlarını bilmek ve görmekte Rabbin yeter.

Touch and Go…

1938’de başından aldığı bir yara sonucu görme yetisini neredeyse yitirdi, Borges. Millî Kütübhâne’nin müdürü olduğu ve Buenos Aires Üniversitesi’nde İngilizce prof.luğu yaptığı sırada çok zor görüyordu. La Historia universal de la infamia (Alçaklığın/Namussuzluğun Evrensel Tarihi - 1935) isimli eserini çok üst düzey araştırmalar ana gâyesiyle yazdı.

Alfa (Elif) ve Başka Hikayeler, Contes Fantastiques (Fantastik Öyküler-1955) ve Le Livre des Etres Imaginaires (Sanal Varliklar Kitabı -1967) isimli kitablariyla realiteyi farqli bir mantiga oturttu: Dünyaya bir anlam vermenin imkansiz oldugunu ve böyle bir labirentin icinden cikilamayacagi. Esdeyisle mevcud akıl bu içinden çıkmak durumunda değildi. Ona göre, ´güvenilir, tek ve sâbit´ bir gerçek yoktu. O nedenle, her türden ´realist´ (san´ât, felsefe, mantık vs.) sıfatlı çalışma ve yaklaşım ´sahtekârlık´ ve ´düzmecelik´ içeriyordu. Fantastik işler ´sahtekârlık´ın gücünü çok düşürüyordu ve her realitenin statüsü üzerinde - yaradılışın bağrında kalmayı sürdürerek - plastik müdâhaleler sözkonusu olabiliyordu. Fantastik olan, mevcud realite anlayışı ve tanımlarından çok daha gerçekçi ve moral-coşku sağlayıcıydı.

Şiirinde ve nesirinde, fiksiyonlar (kurgular) hâqimdi: labirenth, hafıza, ayna oyunları, khaos içindeki dünyâ, pantheizm, sonsuz geri dönüş, bir tek insanla birçok insanın biografileri arasındaki tam-kusursuz uygunluk gibi. Realite, Borges için, ´İlerleyici Körlük´ (Cécité Progressive) idi. Ruhî baş dönmelerine yol açıyordu ve dinmez, dizginsiz ve amansız bir mantığa sürükleniyordu. Bir gün herşey, bilinmeyen bir merkezden gelişecek bir inisiyatifle yerli yerine oturacaktı. Kişiliksiz (impersonel) hâle gelen (getirilmiş olan) lisân hayatımızı berbâd ederek devâm ettiriyordu. Rhetorik basitleşmişti ve Büyük İşler´e yürüyüşte âdeta bir şeytân entrikası gibi duruyordu.

Maximum gücte bir paradigma gerekiyordu ve bu paradigma yeni bir jenerikle çıkmalıydı ortaya. Borges´le berâber dokunup geçmiş oluyorum…

1960´da bu düşüncelerle donanmış olarak bir kitâb yazdı: El Hacedor (Yapan, yapıcı, yaratıcı, yazar). El Hacedor, La Cifra´yla (Rakam, Şifre -1981) taçlanır. Bayağı ve yavan uzlaşmalara (les conventions prosaïques) karsi bir baskaldiri manifestosu, El Hacedor´dan baslayip La Cifra´ya uzandı/yükseldi. Bunun iki ayağı vardı: Açıktan ve somut itirâz biçimi (El Hacedor) ve Sembolik rhetorikler (La Cifra). Somut başlayan iş, zamanla halq tarafındaki psalmodie (tek düze okuma) arızasından sıyrılıp güzel okuma (tilâvet) aşamasına doğru kemâl kazanır. Şiirde ´Endekasyllavi´ (11 Hece), Alexandrin ve eptasillavi (12 ve 7 Hece) ölçülerini öne çıkardı, şâir. Gözleri iyice görmez olduğunda, şiirlerini belleksek rhetorikle (mnémonique rhétorique) belirliyordu yani zihninde kompoze ediyordu. Sembollere dönmüştü ve semboller ona muhafızlık ediyorlardı: labirenth, ayna, düşünce, hayâl, kaplan, kılıç, kütübhâne. Bilge Tiresias´a benziyordu ve Oedipus´u uyarıyordu.

Ortada bir anakronizm vardı ve herkes farqında değildi. ENDEKASILLAVI (11 Hece düzeni) ile yazılan bir manzum eser zamandışılığa vurulan bir darbe oldu. Pandora´nin kutusu açıldı. Mithik (efsânevî) hafıza ile rhetorik (şiarî) hafıza içiçe geçti. Dış görünüş/biçim (configuration) ile öz (essence) arasında bir esthetik armoni arandı. Şahsî işâretini öldürdü ve sübjektifliğinin direkt belirtecini bastırdı. Herşey, içli ve hazin (élégiaque), lirik, karmaşık ve spekülatif olsun istedi ve, ressâmı resmin içinde gizlenmiş olarak bırakmayı tercih etti. Mekân ve Zaman, çok küçük (atom-altı) alanlarda bir bütün olurlar. Yörünge mimârisi oradan başlıyor. Yağmurcunun hendesesi…

Historia de la noche (gecenin hikâyesi/tarihi) isimli şiirinde Borges şöyle der,

Nesiller boyunca, insan geceyi inşâ etti.

Başlangıç körlüktü;

dikenler çıplak ayaklara tırmık gibi batıyordu,

kurtlardan korkuluyordu.

İki alacakaranlığı bölen gölgenin mesâfesi için,

Kelâmı (örste) dövenin kim olduğunu asla bilemeyeceğiz ;


Yıldızlı saatlerin işâretini vermek için

hangi çağda geldiğini asla bilemeyeceğiz…

Kara koçları kutsadılar…

Latin 6´li ölçüsünden şekil aldı, ve Pascal´ın teröründen…

Son tahlilde; El Hacedor, 11´lik ölçüyle yazdı. Ve, tüm dünyâ (allâmeleri) yorumlarını döktürdüler. Oysa La Cifra (Şifre) çözümü (déchiffrage) allâmelerde değil yazarda saklı. El Hacedor körlükten başladı, ayaklarına batan dikenlere gülüp geçti, acı alacakaranlığı ikiye böldü, kelâm örste çoktan dövülmüştü. İyşâ Mesih´in yolundaki dikenleri temizleyen Hz. Yahya misâli, El Hacedor da Medhedilen´in yolunu açtı, Cifra´nın yolu. 11 Eylül ile Blaise Pascal çizgisi arasındaki ilişkiyi kurmayı becerebilen, şifreyi çözmede bir adım atar. Mantık saçaklanıyor, herşey herşeyin içinde saklı.

El momento está en las manos de león que rasga la ceguera (Ân, körlügü yırtan Aslan´ın ellerindedir)…

Hayatın başladığı yer Arhi'dir veya Arkhe ya da Arche...

ARKE

Αρχή (Arhî): Temel olan, başlangıç ilkesi, ilk, ilke, varlığın ana maddesi. İbtidâ, bidâyet.

Doğa felsefecilerine göre (Empedokles, Leukippos, Dimokritos, Anaksagoras vd.), “Arhe” tek bir tane değildir, çoktur.

Elea Okulu'na göre (Zeytin okulu, kurucusu Elea’lı Xenon-Zinon’dur) ise, “Arhe” tek bir tanedir.

Yine Milet (Miletos) Okulu'na göre (Thalis, Anaksimandres, Anaksimenes), “Arhe” tektir. Milet Okulu’na bağlı olanlar aynı zamanda “hylozoist”ti (canlımaddeci). Yani onlara göre, “Arhe” canlıydı.

Doğa felsefecilerinin bir bölümü aynı zamanda “Mekanist”ti (hareketçi). Yani, nesneler, “Arhe”den, hareket vasıtasıyla türüyorlardı.

Empedokles, “Arhe” için, “Rizomata Pandon” (Herşeyin kökleri-kökenleri) der. Bunlar hiçbir zaman yok olmazlar, matematik oranlar dâhilinde Uzay’da birbirlerine karışırlar. Empedokles, bu “arhe”lere, “Öge” (unsur, eleman) adını takmıştır. Bunlar, “toprak”, “su”, “ateş” ve “hava”dır. Bu ögeleri birleştiren (hareket ettiren) güç “sevgi”, ayrıştıran (birbirinden ayıran) güç ise “nefret”tir.

Thales de (Thalis) “arhe”, “su”dur. İnsan’ın “arhe”si ise, Empedokles’e göre, “kan”dır.

Anaksagoras, sayısız “arhe” olduğunu savlar.

Hayat Ağacı'na İbranîler 'Etz Hayyim' diyorlar. Arhi'de (Başlangıç) veya Ein-Sof’ta iki tür ‘Nûr- Kutsal Işık, Kutsal Enerji’ veya tecelli mevcuddur. Bunlara ‘Sıfat’ diyenler de vardır. Meselâ Baruh Benedict Spinoza’nın bahsettiği ‘Fiqirli Nûr - Fiqirli Kutsal Işık’ ve ‘Fiqirsiz Nûr - Fiqir taşımayan Kutsal Işık’. Birincisi; Yaradılış Perspektifi içinde yönlendirilmiş olan herşeyi hâvîdir. Fakat Ein-Sof’un sonsuz zenginliği içinde Yaradılış’a mütemâyil olmayan kuvvetler ve prensipler de mevcuddur ki, tek haqiqat oldukları gibi kalmaları ve oldukları yerde durmalarıdır. Onlar, Yaradılış’a doğru yönlenme türündeki bütün fiqirlerden âzâde olmak ölçüsü içinde ‘Fiqirsiz’dir. Bir ‘Kosmos’ (KosmoV; Evren, Âlem, Dünyâ oluşturmak (ortaya koymak)) için üretilen Zimzum hareketine göre, ancak ve ancak ‘Fiqirli Işık’ın önünde, ‘fiqrini’ gerçekleştirme, onu ilkel (ilk) Uzay’a (Tehiru) yansıtma ve orada Yaradılış’ın yapılarını (unsurlarını) yükseltme fırsatı belirir. Fakat, bu ‘Işık’ geri çekildiğinde, Uzay’da geriye ‘Fiqirsiz Işık’ kalır ki, onun Yaradılış’a hiçbir katkısı-katılımı yoktur ve hattâ - tabiatı gereği - yaratıcı her türlü değişime karşıdır. Yaradılış diyalektiği içinde bu ‘Fiqirsiz Işık’ düşman ve tahribkâr bir kudret hâline gelir ve ‘Kötülüğün Kudreti’ (Kelippah) olarak adlandırılır. En son tahlilde, bu ‘Fiqirsiz Işık’ da menşe’ini, İlâh’ın ‘Yaratıcı olmayan Nûru’ndan alır. Şekil ve Madde ikiliği (duality) yeni bir kılığa bürünür; her ikisi de Ein-Sof’ta kurulurlar (temellenirler). ‘Fiqirsiz Işık’ kendi başına ‘kötü’ değildir ancak ‘kötü’ kisvesine bürünür zira Ein-Sof olmayan (dışında kalan) bütün mevcudâta zıddır ve ‘Fiqirli Işık’ tarafından üretilen yapıları bir biçimde tahrib eder. Zimzum’dan sonra bazı ‘Fiqirli Işık’ kalıntılarıyla karışan ve ‘Fiqirsiz Işık’la dolu (kaplı) Tehiru ‘Golem’ olarak adlandırılır ve ‘Şekilsiz İlkel Madde’ anlamına gelir. Yaradılış Vetiresi’nin bütünü iki Işık arasındaki diyalektik eylemlilikle oluşur (devinir), diğer bir deyişle; Ein-Sof varlığından köken alan bir diyalektik işler.

Zimzum’dan sonra, ‘Fiqirli Işık’ yeniden ve ışınsal olarak Uzay’a yayılır (dağılır). İlkel Uzay’ın sâdece üst yarısına hulûl eder (sızar), ‘Fiqirsiz Işık’ı aşağıya iter ve onu dönüştürür ve kendi orijinal dünyâsını inşâ eder. Ama Tehiru’nun alt yarısına ulaşamaz. Torah’ın kudreti sâyesinde gerçekleşmesi gereken Tikkun (Kozmik Restorasyon) theorisi ve Lurianik Ontoloji (Lourianiko Ontologia - Lurianik Varlıkbilim) önermeleri Tehiru’nun üst yarısında gerçekleşmektedir. Tehiru’nun alt yarısı Mesih’in gelişine kadar khaotik (Caotiko) ve amorf (amorfoV - şekilsiz) görünümünü muhafaza edecek, ancak ve yalnızca Mesih ‘Fiqirli Işık’ı buraya hulûl ettirmek suretilye onu düzene koyacaktır (mükemmelleştirecektir). Zohar kitabında ‘Sitra Ahra’ adıyla anılan (Öte taraf, Öte Yan) Şeytânî Kudretler, Ein-Sof’un diğer tarafından (diğer yüz) başka bir şey değillerdir.

Nathan, daha henüz Ein-Sof’un ışınının-ışığının bile içine hulûl etmediği Tehiru vetireleri haqqında yeni bir theori geliştirdi. Bu süreçler, ‘Fiqirli Işık’ kalıntılarıyla, ‘Golem Kuvvetleri’nin karşılıklı etkileşimiyle (interaction) tahrik edilmişlerdir (harekete geçmişlerdir). Bunlar, Torah ve Kozmik Yazı’yı oluşturacak olan ilk harf konfigürasyonlarının (Şeklî parçaların uyarlanması) oluşumunu belirleyen modelleri ürettiler. Ancak ve ancak, ışın’ın Tehiru’ya hulûlünden sonra, çok üst düzey bir evrede, ilk Yaradılış’ın (Arş-ı Âlâ’nın yaradılışı-Ma’aseh Bereşit) eseri olarak isimlendirilen bu ilk yapılar bilâhare nisbeten daha maddî (somut) yapılara dönüştüler (Ma’aseh Merkavah). Netice itibârıyla bütün süreçler iki ‘Işık’ın (Proto FoV - Deutero FoV ; İlk Işık - İkinci Işık ; Nûr-u Vâhid - Nûr-u Sânî diyalektiğine) uyarlanmışlardır.

Bu Yaradılış anlayışında, Mesihlik tâ baştan beri temel bir rol oynar. Mesih’in ruhu, Tehiru’nun alt yarısına gönderilmiştir. Mesih’in ruhu, Tehiru’nun içinde bulunan ‘Fiqirli Işık’ kıvılcımlarının bir bölümünü oluşturmak suretiyle ya da bir biçimde Kelippotlar tarafından yerleştirilmiş olarak bu Zaman’ın başlangıcından bu yana Kelippotlar alanında bulunmaktadır (mahpustur). ‘Fiqirsiz Işık’ akımları tarafından sarılan (etrafı örülen) ve onun hükmü altına giren bu Ruh, dünyanın başlangıcından beri özgürleşmek ve büyük misyonunu gerçekleştirmek, tarifi imkânsız acılar içinde mücâdelesini yürütmektedir: Tehiru’nun alt bölümünü ‘Fiqirli Işık’ın hulûlüne açmak ve Kurtuluş’u ve Tikkun’u Kelippotlar’a ulaştırmak. Onların nihaî dönüşümü ile birlikte, Ein-Sof’un iki yüzü arasındaki Vahdet ve Ütopik Denge gerçekleştirilmiş olacaktır. Mesih, Tikkun vetiresinde yer alan bütün ruhlardan temel olarak farqlıdır. Gerçekte, kendisine bağlı ruhlar ve ‘Fiqirli Işık’ın kudreti tarafından kullanılan mistik enstruman olan Torah otoritesinin ‘öznesi olma durumu’ dışına çıkmadı. Mutlak bir biçimde yeni bir şeyi, tarihî veya kozmik sürgün durumunu idâre eden kanunlara boyun eğmeyen bir otoriteyi temsil eder. Kendi öz yasasına göre davranır. Bu kanun dünyanın ‘Ütopik Kanunu’ olmalıdır. Bu ruhun iptidâî tarihi ve hususî misyonu, Kelippah zindanından kurtarıldıktan sonra, kendi tavrını izâh edecektir.

Yahudî gizemciliğinde kâinatın diyalektiği kısaca böyle ve bir yönüyle Etz Hayyim eytişimi de budur. Arbor Vitae da diyebiliyoruz.

ASLINDA NÜKTE

Arabî B'nin altında bir nokta vardır. İbrânî 'B'nin noktası yok, içine bir nokta koyduğumuzda ise 'V' olarak okunuyor. Derler ya, Kâinat'ın sırrı 'B'de, onunki de noktasında. Ve devamla, 'Aslında, nokta da nüktedir'. Evet, nokta da nükte. Yaşanan şey, o ândan ibâret kalıyor. İşimize gelmediğinden olsa gerek, o 'ân'a 'mâzi' diyoruz. Oysa, mâzi de âti de belirip, tecelli edip başka bir buuda sıçrayan ânlar silsilesinden müteşekkil. Taşın suya düştüğü ân aslında sonsuz ân ve vecheden sâdece biri. Taş dibe vurduğunda, suyun yüzeyindeki daireler çoktan sonsuz hareket ve yolculuklarına başlamış oluyorlar. Her daire sonsuz hareket ve sonsuz ân ifâdesi. Göremiyoruz bu seyri ve adına 'Zaman' diyoruz. Halbuki, zaman bizim kapasitemiz kadar, hattâ çok daha fazlasını gerektiriyor. Doğrusu, DEHR oluyor: 'Dehr'e küfretmeyin zira O Ben'im'...

Bu eserde hiçbir reel varlık yok ve hepsi hayâl. Hepsi belli bir ân'ın veya ânlar manzumesinin projeksiyonları. Hâl böyle olunca varlık da bir nükteden ibâret oluyor, ân'lık bir nükte. 'Var' dediğimiz şey aslında 'yok' hükmünde. Hükmü yok... Hükmî Şahsîyet'i yok. Naylon bile değil zira naylon dediğimiz şeyin iyi kötü 'somut' sayılabilecek bir yanı var, sentetik falan ama guyâ 'var'. Olay ve olguların, bunca bilimsel kavramın, değerin, kaziyenin, aksiyom'un, belit'in, kanun ve kuralın, şiarın, lafzın ZÂT katında zerre kadar kıymeti yok... İnsan kendi kendine gelin güvey oluyor... Sanalız, hakikaten sanalız. Kilise Babaları diyor ya: 'Mezâr güzelliğimizi yutuyor, çözüyor, sesimizi dikkate almıyor, ayrıştırıp cüruf hâline getiriyor, oradan da eviriyor'.

Çok mu pesimist oldu? Belki. Fakat oyun oynamak her zaman mümkün. Burası oyun sahası ve en büyük Oyuncu'nun kim olduğunu bilerek oynamayı deniyoruz. Avlaklar bizim, hem avlanıp hem oynamak istiyoruz. Şu âna kadarki eserlerde iri iri laflar ettik, üst bakışlar sergiledik, kocaman kelâmlara başvurduk yanına da izâhat koyduk. Burada hiçbir açıklama olmayacak, müsterih olunuz. Oyun içinde oyun, masal içinde masal, sır içinde sır. Birşey bildiğimiz yok, körebeden yürüyoruz. Rahmanî mi Şeytânî mi bu oyun, bilemiyoruz ancak Şeytân'ın parmağını iyi tanımadığımız için, farqettirmediği için veyahut bizim inceliklerden nâsibimiz olmadığı için adını koyamıyoruz.

Bu eserde hiçbir mantık, aklî delil, temellendirme, neden-sonuç ilişkisi kurma, belli bir themaya bağlı kalma, birilerine atıfta bulunma, bir amaç gütme vs, nev´inden kaygılar taşımıyorum... Bu, herşeyin ve herkesin aynı zamanda cehlin, ukâlalığın, biraz serserîligin, söylenemeyecek olanların dolambaçlı ve sözde enigmatik, bazân grotesk ama illâki ucundan kenarından khaosa bulaşmış...

Nereden başlamak gerekiyor bu oyuna? Kesinlikle en başından değil. Keskin bir girişle olabilir mi? Yıl 2001, Akademya Platformu'na bir yazı yazacağım. Aklıma ´Renard´ kelimesi düştü. Muhtemelen bilinçaltımdaki ´Tilki´den mülhem. Renard´ın (Rönar) fransızca tilki mânâsına olması ve oradan Renart (Renard´ın eski söylenişi) ve bir isim Rheinhart. O günlerde bilemezdim sonra farqettim. Bilinçaltımda bir de kutub tilkisi vardı, uyuyordu ve beyazdı. Renard Polaire dedikleri fransızların, Rönar Poler yani. Daha da derinlerde, Yunan mitholojisine bir atıfla ve dahi mikter (mistery) olarak Ysatis. Beyaz Tilki...

2005... Herşeyin çok sür´âtli olduğu bir sene. Ama ben 2003´e dönüyorum. 15 Kasım 2003, Istanbul olaylarının vuk´û bulduğu gün - ki, bu olaylardan haberdâr olmam epey sonraya rastlıyor - bir ormanda ve harika bir su birikintisinin kenarında olduğumu hatırlıyorum. O gün, çok uzun seneler sonra, belki 20 sene, Mudanya´da halq arasında orman güzeli diye bilinen bir kuş gördüm. Âdeta, hayâlle gerçek arası bir kuş. Aslında bunun orman güzeli olduğundan emin olamıyorum zira bu kuş, fransızların martin-pêcheur (marten-peşör) dediği yalı çapkınına benzer bir anatomiye sâhibdi fakat ormanda yalı çapkınına pek rastlanmaz, çok nâdir bir durum. Orman güzeline benzetmemdeki sebeb daha ziyâde renkleri olsa gerek. Üzerinde neredeyse 10´un üzerinde renk taşıyordu. Başımın yaklaşık 2 metre üzerinden geçerek ormanın derinliklerinde gözden kayboluverdi. Sonra bir yakaza hâli yaşadığımı hatırlıyorum, çok kısa, orada boğazımın Âdem Elması´na denk gelen bölgesinin hemen bir santim kadar üzerinde çok keskin bir usturanın gezindiğini gördüm. Onu tutan bir el var mıydı, hatırlamıyorum. Zannedersem yoktu, ustura boşlukta asılı vaziyette pandüler hareketlerle boğazımda dolaşıyordu. Korkuyla gözümü açtığımı biliyorum.

Âdem Elması Tıbb terminolojisinde Pommum Adami biçiminde kullanılır. Fransız lisânına pomme (pom) olarak geçmistir. O gün ormanda aşağıdaki yazıyı kaleme aldım telâşla, Akademya için ancak bu yazıyı asla göndermedim. Beğenmedim herhâlde. Şimdi bu yazıyı okuyalım.

EVANGELIO

Başlangıçta Kelâm Vardı. Kelâm Allah´la berâberdi (Allah´daydı). Ve, Kelâm Allah´dı. Yuhanna Incîli böyle başlar.

Kürtçesini şöyle yazalım: Di destpêkê de Peyv hebû. Peyv bi Xwedê re bû û bi xwe Xwedê bû.

Xwedê (Hede), Allah anlamındadır. Türkçe´ye Farsî ve Kurdî´den Hüdâ diye geçmistir. Hodey şeklinde de söylenmektedir. Bu kelimenin Sâmî kökenli olduğu hakkında değerlendirmeler de bulunmaktadır. Eski Ethiopia dilinde Hod kelimesinin bir yerel ilâha denk geldiğini biliyoruz. Arabî Hûd kelimesinin karşılığı olarak büyük balık veriliyor. Aynı kelime eski yunanî'ye 'Kitos' olarak geçmiş ve muhtemelen eski yunanî'de balık anlamına gelen 'İhtis' ile bağlantısı var. Yine, ibranî dilinde Yehuda, Jehuda, Juda, Yuda kavramlarının Hüdâ kavramıyla bağı olduğu konusunda yaklaşımlar var. Yahudî kelimesi de bu kelimelerle alâkalandırılıyor. Trakhlar'da 'Kohot' isimli bir ilâhtan sözedilir. Bu ilâhın bir gök katını yönettiği biliniyor. Bağı kurulabilir mi? Mümkündür.

Ev (Ef): Yunanca; Hoş, güzel - Angelos: Muştu, müjde, iyi haber, melek. Evangelio: Müjdeli haber, muştu, güzel haber. Türkçe´ye Incîl, Kürtçe´ye İncîl / Mizgin, Fransızca ve İngilizce´ye Evangile olarak geçiyor. Aslı Yunanca. Bu kitabın Yuhanna´ya âid olduğunu bildiren kişi Eirineos (Irineos : Sulhî). Eirineos, Polikarpos´un talebesi. Polikarpos da Yuhanna´nın. Eirineos, bize, Hz. İyşâ´nın kritik mevzuları sâdece Petros, Yuhanna ve Yakub (Jacob, Jacov) ile mütâlaa ettiğini haber veriyor. Bu üçü arasında da, özellikle Yakub´un şehâdetinden sonra, Yuhanna´yı en yaqınında tutuyor Rasûl. Buradan hareketle, Yuhanna İncîl´inin diğerlerinden daha belirleyici olduğu tesbitini yapabiliriz.

Tezimizi güçlendiren bir başka argüman, Yuhanna kitabının muhtevâsının diğer incîllerden farqlı olmasıdır. Meselâ, Yuhanna yahudîlere karşı çok nettir:

"Vazifeliler geri dönünce, başkâhinlerle Ferisîler, ´Niçin Onu geri getirmediniz?´diye sordular. Vazifeliler, ´Hiç kimse hiçbir zaman bu adamın konuştuğu gibi konuşmamıştır´ karşılığını verdiler. Ferisîler, ´Yoksa siz de mi aldandınız?´ dediler. ´Önderlerden veyâ Ferisîler´den Ona imân eden oldu mu hiç?´. Kutsal Kanun´u bilmeyen bu halq lânetlidir´. İçlerinden biri, daha önce İyşâ´ya gelmiş olan Nikodimos, onlara şöyle dedi: ´Kanunumuza göre, bir adamı dinlemeden, ne yaptığını öğrenmeden onu yargılamak doğru mu?´. Ona, ´Yoksa sen de mi Celile´densin diye karşılık verdiler. Araştır bak, Celile´den peygamber çıkmaz´". (7: 45-53).

Yukaridaki bölümün başlığı olarak ´Yahudîlerin İmânsızlığı´ konulmuş...

Yine, yahudîlere hitâben:

´Siz, babanız İblis´tensiniz ve babanızın arzularını yerine getirmek istiyorsunuz. O, bidâyetten beri katıldı, hakikate bağlı kalmadı, çünki onda hakikat yoktur, yalan söylemesi tabiîdir. Çünkü o yalancıdır ve yalanın babasıdır´ (8: 44-45).

Devâmla,

´Ama siz, imân etmiyorsunuz. Çünki benim koyunlarımdan değilsiniz´ (10: 26).

ve;

´... ama yahudîlere söylediğim gibi, şimdi size de söylüyorum, benim gideceğim yere siz gelemezsiniz´ (13: 33).

Bu bölümün başlığını ´Evangelion´ koyduk. İncîl yani müjde. Yuhanna´nın müjdelerinin özeti yukarıda: Rasûl İyşâ, yahudîleri ´İblis´in oğlu´ olarak tesbit ediyor. Deccâl´in oğlu olarak da yazabiliriz: Ben-i Iblis : Ben-i İsrael!

2. Keder!

Prokopios´un meşhur eseri ´Gizli Tarih´ (Anektoda, Historia Arcana) öğreticidir. Zulûm, gayrı kanunîlik, zorbalık, tiranlık, iftirâ, ihânet, nefret, ödleklik, sahtekârlik, yalancılık bu eserde ´Personae Dramatis´ olarak belirir. Prokopios, resmî ideolojiye karşı duyduğu itimâdsızlıktan dolayı skeptikos (şübheci, kuşkucu) olmuştur. Devlet ricâlinin gündelik davranışlarının, benimsediklerini iddiâ ettiği öğretiyle ve tatbikatin resmî kavramlarla tenâkuz hâlinde olduğunu görmüştür: ´Heryerde kanunsuzluk ve şiddet hüküm sürüyor. Devletin yapısı bir zorbalığa (tyranosluğa) denk düşüyor, ancak, tutarlı ve sağlamca yerleşmiş bir zorbalık gibi bile değil - herşeyin her zaman en başından alındığı bir zorbalık idâresi gibi´.

Prokopios, o günlerin moda felsefî-theolojik tartışmalarını (Monofisit - Difisit vs.) kollektif bir delilik olarak kabul etmektedir:

´Allah´ın tabiatı mevzuundaki bütün anlaşmazliklar bana bir delilik gibi görünüyor; insan kendi tabiatını bile bilemez, onun için, Allah´ın tabiatı üzerine her türlü taakkulu (akıl yürütmeyi) bir kenara bırakmalıdır´.

Büyük Usta, dilenciliğin, hırsızlığın, paranın pul olmasının, fuhuşun, sahtekârlığın, alçaklığın, ihânetin her tarafı kapladığı ülkesine baktıkça, karamsarlaşmaktadır:

´Evrensel bir keder çökmüş üstümüze, hiç kimse daha iyi şeyler ümid edemiyor, hiç kimse hayatı güzel bulmuyor´.

6. asrın tarihçi, hukukçu ve söylevcisi (rithoras) Agathias da çok kuşku duyuyordu, olup bitenlerden.

´Bir kimsenin eşyânın sırrını anlayabileceğini sanması ve buna inanması, boş gururdur ve cehâletten iki misli daha büyük bir budalalıktır´.

Prokopios ve Agathias bugünün Türkiyesi´ni anlatıyorlar.

Halq karamsardır, halqın öncüsü olarak kabul ettiğimiz aydınlar (iyi adamlar) şeref ve haysiyeti küçümseme temelinde bir tür inzivâ hayatına girdi ve bu bir gerçek. Şarkî edilginlik (Passifisme Orientale) ve karamsarlık (pessimisme) mefhumları ve inzivâ hayatı, kyniklerin tabiata dönmeyi öngören öğretileri ile birleşip öncüleri kış uykusuna yatırdı. Eskiden, bu tarz kuvvetli bir Hristiyanlık duygusuyla birleştiğinde ortaya örgütlü manastır hayatı çıkıyordu. Keşişler buralardaydı. Öncü modern keşiştir. Modern Keşişlerimiz, Allah sevgisinin ve muhabbetinin etkisinden değil, naçâr ferdi ezip ufalayan gerçekliğe bir tür füg'dür (kaçış). Pasif Protesto diyenler de var. Keşişleşen aydın / öncü yaşamaktan usanmış insanları peşinden sürüklüyor. Modern manastırlar adam almaz hâle gelmiştir. Ancak, modern manastırlardaki insanların yüreklerinde pek çok dünyevî alışkanlıklar yuvalanmıştır.

Devlet, keşişleri, hinovionları, monastirionları sever ve sayılarının artmasını ister. Tarih söylüyor, keşişlikle dilencilik arasındaki çok ince bir çizgi oluşuyor, silinmeye açık. Üretime dönük olmayan ´düşünceye dalma´ (kadavra ruhculuğu olarak da okuyabiliriz), edilgenlik ideolojisi, miskince münzevîleşme hayatla bütünleşmemelidir. Devlet ise, bunu yapıyor, bütünleştiriyor, ucubeleştirmenin mühîm bir methodu. Devlet bu dergâhları ele (ve elden) geçirdi ve keşişleri ordu hâline getirdi, örgütledi. Devlet hiyerarşisinde kullanılacak bir silâha dönüştürdü. Aydın artık, devlet rahibi, kâhini, diakonu, diakon yardımcısı, vaizi, psalmcısı (ilâhîcisi), hâtibi, hademesi, ibrikçisi, peşkircisi, vaftizcisi, zangocudur.

Eskiden keşişler arasında ´Militans sub regula vel abbate´ adı verilen üstlerinin idâresi altında, örgütlenmiş bir Allah ordusu olarak yaşayan militanlar vardı. Bu kategori diğerlerinden farqlıydı. Şimdi yoktur. Şimdiki kategorinin kutsal devlet karşısında görevleri şunlardır: Oboedientia (Itâat etme, söz dinleme), taciturnitas (sessiz durma, pısma) ve admitans (kabul etme). Misyonu, ´eşyânın zâhirinin gerisini görme ve köklere erişme´ olarak tesbit edilebilen aydının ocağı başına yıkılmıştır, taşınmaz mülkiyetleri yoktur, artık. Onlar tekelci globalizmin malıdır. Global emperyalizm, dünyanın kaderini, insanların mutluluğunu ve ölüm kalımını elinde tutan ölümsüz ilâh olduğunu ilân etmiştir. Doğu ve Batı onundur. O, felsefenin felsefesidir. Psellos´un dediği gibi: ´Eğer kanuna aykırı davranmış olmakla suçlanmak istemezsen, bak, görme; işit, dinleme´. Global Kanun´a karşı gelmekle suçlanmak istemiyorsan, böyle davranacaksın. Artık, Evangelistler (Mutlu Haberciler!) hâkimdir. Keder, Mutlu Habercilik oluyor.

Dünyanın geldiği yer burasıdır...

3. Par Conséquence (Netice itibâriyle)

Yahudî, İblis´in oğludur - ben değil - , Rasûl İyşâ´dan rivâyeten Aziz Yuhanna söylüyor. İhânetçidir; Hz. Mûsâ, 10 Emir´i almak üzere Tur-i Sinâ´ya çıktığında ondan yüz çevirip buzağıya tapıyor. Emperyalizmin babası ve pîridir: Tek egemen devlet olarak Sion tepesinde temsilini bulan Eretz Izrael ve dünya devletinin merkezi, geri kalanlar ise serfler - köleler. Aydınların ekseriyeti yahudîleşmiştir veya onun hizmetine girmiştir, onun borazanıdır. Daha da trajik olanı, toplumlar da yahudîleşmektedir. Türkiye halqı evangelistleşme ve yahudîleşme tehlikesiyle yüzyüzedir, hançer kalbinin tam üzerinde dolaşmaktadır. Medhedilen ve Meshedilen tam da bu bu zamanda ve büyük bir kalkışmayla ortaya çıksa gerektir. EVANGELION budur. İnandım ve imân ettim...

15 Kasım 2003´de benim hayatımda bunlar oldu. Ormandan şehre dönerken tepemde bir şahinin süzülmekte olduğunu farqetmedim değil fakat ciddîye almıyormuş ve ilgilenmiyormuş gibi yaptım. Aslında çok heyecanlandığımı söylemem gerekiyor, avcı kuşları çok seviyorum, çok asil buluyorum. Kartal; Balık kartalı, Beyaz kartal, Avrasya kartalı. Şahin, Doğan, Akdoğan, Kerkenez, Atmaca, Aladoğan vs. Kuzgunu da çok seviyorum. Fakat karganın bende uyandırdığı karmaşık duygular hepsinden öte. Dönüş yolumda büyük bir kilisenin damında Alp kargalarına rastladım ve onlara bir selâm yolladım. Sonraları, Türkiye ve İsrail basının beni ve başka birilerini bu olayların planlayıcısı olarak sağa sola jurnallediğini öğrendim.

Aynı günlerde Helvetler ülkesine geldim. Bu ülkede 1000 gr=1005 gr.dır. Demek ki, burada maddenin (kütlenin) sâniyedeki hızı 30.000 km. Formülden de bulabiliriz:

M= M0/(Kök icinde) 1-c kare/v kare = M0 / 0.99 = 1.005

Burada;

M0= Hareket öncesi kütle (mass),

M = Hareket sonrası kütle (mass),

c = Işık Hızı

v= Cismin hızı.

Bir kiloluk bir cisim sâniyede 30000 km. hızla yol alırsa onun kütlesi 1005 grama ulaşır. Aynı cisim ışık hızının yarısı olan, sâniyede 150.000 km. hıza ulaşırsa bu kez kütlesi 1149 gram olur. Ve, bu cisim ışık hızının %99´u kadar bir hızla hareket ediyorsa o vaqit kütlesi ´sonsuz´ olur, bunun anlamı Evren´in ağırlığına eşit olmasıdır. Helvetler ülkesinde sâniyede 30.000 km, yani ışık hızının 1/10´u kadar bir hızla hareket eden varlıklar olduğunu düşünüyorum. Dünyada bazı insanlar artık yüksek hızlarda seyrediyor, Mach çoktan aşıldı. Hâl böyle olunca göz tâkibi kolay olmuyor, orman güzeli bile bu kadar hızlı uçamamaktadır. Ama, Saçaklı Mantık (Fuzzy Logic) denen şey bunu mümkün kılıyor. Yani, Aristotelien mantık icâbı eskiden ve bazân hâlâ, ´Ya o, ya da bu´ diyorduk şimdiden sonra ´Hem O, Hem Bu´ diyeceğiz/diyoruz. 15 Kasım ve sonrasında 20 Kasım hâdiselerini bu mantıkla okumak gerekir; hem o, hem bu. Saçaklı... Herşeyin içiçe girdiği, hiçbirşeyin bir değerinden bağımsız olmadığı, Omnia Nodes Arcanes Connexa, yani meâlen ´Herşey herşeyle bağlantılıdır´. Eylüller Kasımlar'la, Temmuzlar Martlar'la, Mayıslar Şubatlar'la, insanlar hayvanlarla ve kuşkusuz birbirleriyle.

Bu bağlantılar, gök planında katman katman ve katmer katmer bilinçlerle çakışır, buluşur ve o bilincin emrine girer. Kozmik Bilinç dedikleri işte. Kâinatta herşey ânı ânına değişir, dönüşür, oluşur ve farqlılaşır. Hepsi bir Bilinç´e mebnî. Hepsi birbirine mecbur ve memur.

Hayatın başladığı yerde kuruludur şehirler, rengleri, kokuları ve tadları birbirlerinden çok farqlıdır. İsimleri de vardır ve dahi hikâyeleri, hüzünleri, tarihleri, tuluâtları...

Istanbul; Stin Poli (Şehirde mânâsına) ve/veya Konstantinopoli (Konstantin'in şehri). Polis: Şehir anlamında. Sâdece polis kelimesini kullandığımızda yunan halqı bunun hangi şehir olduğunu anlıyor; anladığı şehir Istanbul'dur. Şehre gidiyorum dediğimizde yunan bilir ki, gittiğimiz şehir Istanbul'dur. O kadar ki, Şehir=Istanbul denkleminden hareketle başka bir şehrin şehirliğini dikkate değer bulmamak... Bu nasıl bir duygudur ve mümkün müdür, bir şehre bu kadar aşk duyabilmek, evet mümkündür. Istanbul denen hâile ve cânî, maktûllerinin gözünde hep bir mâşuk olarak kalmış ve kutsanacak derecede sevilmiştir. Son derece tehlikeli bir aşkın mevzuu oluyor bu şehr ve 'Şehr'in İnsanı, İnsanı Şehr'in'...Milliyetçi bir epik müzisyen olan Spanoudakis, 'Eale i poli' (Şehir Düştü) diyor. Şehrden kasdı Istanbul'dur. Bir şehrin düştüğü yerde üstünde yenisi yükselir oysa Istanbul'un artık hergün düştüğünü ve belki de çok uzak olmayan bir gelecekte bir daha kalkmamak üzere düşebileceğini söylemek abartı olmasa gerektir. Yunanlar, 'Efta Lofoi' (yedi tepe) ismini de veriyorlar bu şehre, onu da benimsemişiz. Asitâne adıyla da anıldığı dönem var.

Vardır başka şehirler de, bahsi edilesi; Paleo-kastro (Eski Kale) olmuş Balıkesir. Sağır duymaz uydurur deyimi bizi çok iyi anlatıyor. Bu kadar kötü uydurulur mu? Bilemem. Meselâ 'Nato kafa, nato mermer' deyimi vardır. Nedir bu? diye soran olup olmadığını bilmem fakat bir keresinde, olayı kuzey atlantik ticâret örgütü 'Nato' ile izâha kalkışan tahsilli adamları iyi hatırlıyorum. 'Na to kefalh, Na to Marmaro - İşte kafa, işte mermer'. Na to kefali, na to marmaro. Paleo-Kastro nire Balıkesir nire. Uydu mu? Uymasa da olur, biz uydururuz. Uydurarak geldik bugünlere. Smyrni iken İzmir olmak, hiç yoktan iyidir zira evirirken çok bozulmamış, kulağa o kadar kötü gelmiyor. İzmir'in kavaklarını da Smyrni'yle berâber (ç)almışız. Mougla iyi durumda, Muğla. Çanakkale'nin içler acısı; Dardanos. Facia, felâket, dehşet. Dardanos'dan Çanakkale yapmak için büyük bir cür'et gerekiyor, bu cür'eti gösterebildiği için sahibine teşekkürü bir borç biliriz. Pergamos'tan Bergama olabilir, makûldür. Adrianopoli'den Edirne zorlamadır, yırtmak lâzım ki, enerji üretilebilsin. Başka trajediler var; Saranda Ekklisia'dan (yani Kırk Kilise) Kırklar Eli yapmak çok cesâretlidir, Bir ihtidâ (apostasis) saymak gerekir. Kırk tane kilisesiyle meşhur bir şehri Tasawwufî bir başlık olan 'Kırklar' (Kırk evliyâ, eren) konusunu, 'Eli' ile yani, ili, diyârı, memleketi, yöresi, belki de ibranî buuduyla bakacak olursa 'Kırklar İlâhı' hâline getirmek. Kesani'den Keşan, Kozani'den Kozan, Meleti'den Malatya, Mersini'den Mersin, Adanas'tan Adana, Amatia'dan Amasya, Sangario'dan Sakarya, Broussa'dan Bursa, Montagna'dan Mudanya, Skoudari'den Üsküdar anlaşılabilir. Ve hattâ, Makri Hori'den (Uzak Köy) Bakırköy, Meso Hori'den (Orta Köy) Ortaköy, Therapia'dan Tarabya, Fokia'dan Foça oluşumu da sineye çekilebilir. Fakat; Kastromoni'den Kastamonu zor. Kastro: Kale + Moni: Keşiş; Keşiş Kalesi. Kastamonu da bunun bozulmuş şekli. Trajik olan ise uydurmak! Neymiş efendim, 'Kasdın ne moni'den geliyormuş bu şehrin ismi. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Ne tarihe saygı var, ne ilme, ne medeniyete ne de topluma.

Trapezounda; Trapez (yamuk) biçiminde olan veya masa biçiminde olan. Trabzon ilinin coğrafî şekli dikkate alınarak oluşturulmuş bir kelime, trapez şekilnde anlamında. Nasıl izâh ediyoruz Trabzon'u? 'Tuğra bozan'! Kim bozmuş, niye bozmuş, tuğra nasıl bozulur? Bir Allah kulu bu sualleri sormuyor, kabullenip bırakıyor; Tuğra bozan. Pandermas; Pan; yunanca olan bu önek, bütün, hepsi anlamına geliyor + Derma; Deri, cild mânâsına. Pandermas: Bütün deriler(in toplandığı liman) mânâsına. Biz Bandırma yapıyoruz. Nedeni belli değil. Belki de, 'Demokrat'a 'Demirkırat'ı yakıştırmamızla ilgili ve yine belki de halqtan ziyâde bunu dayatan dönme güçle ilgili. Halqın olan bitenden haberi yok, ört ki ölem durumunda, ölmüş zâten. Ölünün şehir isimlerinden ziyâde belki şehir mezârlığıyla alâkası olabilir. Eski Yunan lisânında Ofis ve yeni yunanca'da Fidi yılan mânâsını hâiz. Of şehrinin (ilçesinin) adı buradan mülhem ve orijinali Ofis. Dikkate şâyan bir durum ve rahat değiştirilememiş. Merakla tâkib edilmesi gereken bir durum olduğunun altını çizmek gerekiyor. Demek ki, orada bir Eleno-pondiak bir stok var ve kuvvetle muhtemelen sâhib çıkıyorlar ve asimilasyona izin vermiyorlar, dil anlamında da Of şehri kuvvetli; anadillerini bir biçimde biliyorlar, ihtiyârların tamamına yaqını pondiak konuşabiliyor. Mühîmdir, direniş var, içlerinde bir karşı koyma, ölmeme duygusu taşıyorlar. Of şehri bu nedenle çok önemli bir paradigma. Benzeri bir duruma Lazlar'da da rastlıyoruz: Arhavi, Pazar, Ardeşen ve Hopa quarteti diline sâhib çıkıyor ve bağlılık belirtiyor. Eudoxia Tokat, Kotioro Ordu, Neo Kesaria Niksar, Samesounda Samsun, Sinopi Sinop, Kerasounda (Kirazlık) Giresun, Kesaria Kayseri, Sewas (Saygı, hürmet, Sevasmos) Sivas, Riza (Kök) Rize, Arz-ı Rûm Erzurum, Mâmuret-ül Azîz Elazığ, Aggyra (Çapa) Ankara, Nikomideia İzmit, Nikea (Zafer) İznik, Tarsos (Ayak bileği) Tarsus, Attalia Antalya, Antiokhia Antakya, Fenike Finike, Pigi (Kaynak, pınar) Biga, Aines (Enes), Psali (Makas) İpsala, Edessa, Rıha (Kurdî) Urfa, Milas Milas, Betlis Bitlis, Çolemerge Hakkâri, Dersim Tunceli, Semsur (Samasoura) Adıyaman, Amed (Amid) Diyarbakır, Sêrt Siirt, Çewlik Bingöl, İkonion (İkonlar) Konya, Qers Kars, Erzingân Erzincan, Neapolis İnebolu, Poli (Şehir) Bolu, Thyra (Kapı) Tire, Kidonia (Ayvalık) Ayvalık, Asos Behramkale, Selefkis Silifke, Hadramos Edremit, Knidos Datça, Ayntab Antep, Şehr-i Nuh Şırnak, Merdin Mardin olmuş. Liste çok uzun.

Neden böyle, bu kadar asimilasyonist bir rejimle karşı karşıyayız? Devlet ve onun kurumları neden bu kadar agresif ve şedid davranıyor? Özgüvensizlik had safhada, devlet herşeyden huylanıyor, geçmişinden çok korkuyor. Birden fazla bityeniği olduğunu biliyor ve bir kerre bulaşmış artık çirkefe. Her tarafı yapış yapış. İT bir gelenek, M.Kemal de İT'li, Dr. Nâzım da, Enver Paşa da, Talat Paşa da, Kuşçubaşı Eşref de, Süleyman Askerî de, Dr. Tevfik Şükrü de, Cavid Bey de, İsmet Paşa da vd. Ve hemen hepsi de Şabbatayist. M. Kemal, Dr. Nâzım'ı, Cavid Bey'i ve diğer başka çok güçlü İT kadrolarını, kendisine karşı su-i kasd girişimi içinde bulundukları bahânesiyle infâz ettiriyor. Bir iqtidâr savaşı mı? Belki, kadroların yenilenmesi ihtiyâcı mı? Yine belki, Kâzım Karabekir ile Fevzî Çakmak'ın da Şabbatayist olduğunu biliyoruz. Onlar da mı 'ihtiyâr'? Hayır fakat oklar onlara da yöneliyor. Fethî Okyar da Şabbatayist. Serbest Fırka ve sonra bunalıp kaçıp gitme daha doğrusu gönderilme. Tasfiye de denebilir. Alî Adnan Menderes, Fatin Rüşdî Zorlu iki Şabbatayist. Cemâl Gürsel, Semih Sancar, Muhsin Batur, Cevdet Sunay ve MBK'nin ekseriyeti de Şabbatayist. Birbirlerini rahatlıkla asabiliyorlar. Şöyle bir tez: O kadar kalabalıklar ve egemenler ki, âdetâ bir Şabbatay Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz ve kendi devletleri addetikleri için gerektiğinde birbirlerini asabiliyor veya tasfiye ediyorlar. Başka birileri yok. Peki birileri kurtuluyor ve tekrar yoluna devam edebiliyorlar mı? Selim Sarper bir misâldir, başkaları da var. Şabbatayist generaller beşlisi; Ahmed Kenan Evren, Nureddîn Ersin, Tahsin Şahinkaya, Sedat Celâsun, Nejad Tümer askerî bir darbeyle Şabbatayist hükûmet başkanı Süleyman Sâmî Demirel'i deviriyorlar ve yerine üç tane Şabbatayist teklif ediyorlar Turgut Sunalp, Necdet Calp, Halil Turgut Özal. Hangisini seçersen seç farqetmiyor, hep patron kazanıyor. Sonra, 28 Şubat darbesi var; Şabbataist generaller Çevik Bir, Erol Özkasnak, Aytaç Yalman, Attila Ateş yürütüyor ve bu kez Şabbatay kızı Tansu başbakan yapılıyor. Bilâhare Şabbatayist Bülend-Rahşan, Mesud hükûmete geliyorlar ve Şabbatayist Deniz Baykal muhalefet! temsilinde, şimdi de. Bakıyoruz, Çevik Bir ve kliği kızakta fakat Hilmî Özkök, Işık Koşaner, Mehmed Yaşar Büyükanıt, Fevzî Türkeri, Edhem Erdağı gibi yeni aktörler var. Abdullah Gül, Cüneyd Zapsu, Egemen Bağış, Abdülkadir Aksu, RTE, Güldal Akşit, Kürşad Tüzmen ekibi hükûmette. Muhalefet adı verilen kurumda, Erkan Mumcu, Deniz Baykal, Mehmed Ağar var. Onlar dahi Şabbatayist. Buradaki 'dahi', 'de, da' mânâsınadır. Demek ki, yukarıda değişen bir şey olmuyor, kural bu. Peki neden cebelleşiyor gibi görünüyorlar? Adı üzerinde 'gibi görünüyorlar'. Veya, gerçekten cebelleşseler de farqetmiyor çünkü kendi içlerinde kavga edebilirler, sorun yoktur.

Bir başka şehir...

İeruşalim (Qudüs, Aelia Capitolina, Hieroshalim, Yeruşalim, Yeruşalaim)

"Ve vâkî oldu ki, krallığının dokuzuncu yılında, onuncu ayda, ayın onuncu gününde, Babil kralı Nebukadnezar kendisi ve bütün ordusu Yeruşalim’in (Qudüs) karşısına geldi ve ona karşı ordugâh kurdu... Ve Rabb’in evini ve kralın evini ve Yeruşalim’in bütün evlerini, her büyük evi ateşe verdi”. (Eski Ahid, ıı. Krallar, 25;1,9)

Fars Kralı Kiros şöyle der: “Göklerin Tanrısı Yehova (YHWH), dünyanın bütün krallıklarını bana verdi; ve Yahuda’da olan Yeruşalim’de kendisi için ev yapayım diye bana emretti”. (Eski Ahit, ıı. Tarihler, 36;23)

Jerusalem: Şehir muhtelif dönemlerde farqlı isimler almıştır. Hz. İbrahim döneminde şehre “Şalim” denildiği Eski Ahid’de yazar. Aziz Paul, İbrânîler’e Mektublar’ında “Şalim” kelimesinin barış anlamına geldiğini söyler. Ancak, Eski Ahid’de Melkisedek hükümdârın başşehri gibi gösterilen Şalim şehrinin, bildiğimiz Yeruşalim ise Melkisedek’in aslında Hz. İyşâ’nın tâ kendisi olduğunu (tebdil-i Vücud) ve Şalim’in Hz. İyşâ’nın payitahtı istenmesidir. Şehrin bir diğer ismi “İevus”tur. Bu isim de Eski Ahid’de geçer. Bu isim kökenini burada yaşayan Kenani halkının bir kolu olan İevuslar’dan alır. Üçüncü isim İeruşalim’dir. Bu isme de Eski Ahid’de rastlanmaktadır. Bu ismin bir yahudi krala ait olduğu iddiası vardır. Bunu ünlü tarihçi Tacitus beyan eder. Attika anlamına gelmektedir. İeros denmesinden kasıt da, bu şehirde bulunan “Beytullah” eşdeyişle Hz. Süleyman’ın inşa ettirdiği “Sahratullah” mabedidir. Yani şöyle de adlandırılıyor: “İeron Solomontos”. Daha sonra kelimeler kaynaşıp İeroşalim’e evrilmiştir. Tarihçi Rolands, “İeron kelimesinin İbranîce, “vâris olmak” anlamına gelen “Yaras” kelimesinden köken aldığını iddia eder. Buradan yola çıkarak, İeruşalim’in manasının “Veraset-i Sulh” yahut “Muktesebat-ı Irsiyye-i Sulh” anlamında olduğu ileri sürülmektedir. Tarihçi Gnesios ise, “İeron” kelimesinin İbranice “mesken” anlamına geldiğini ve İeroşalim’in de “Sulh Meskeni” manasında olduğunu söylemektedir. Bazı tarihçilere göre, “İeron” kelimesi İbranice “Görmek” anlamına gelen “Raa” kelimesi ile bağlantılıdır. Buradan hareketle bakılırsa, İeroşalim, “Sulhu görmek” demektir. Şehrin bir başka ismi, “Kaditis” dir. Bu kelimeyi Yunan seyyah-tarihçi Herodotos beyan ediyor. Bu kelimenin, çok eski tarihlerde yahudilerin şehre verdiği “Kud’usa” isminden geldiği sanılıyor. Bir diğer isim “Ailia” (Elia) dır. Ailia Capitolia da denir. Bu isim, İ.S.136 yılında kente gelen Roma imparatoru Ailios Adrianos tarafından verilmiştir. Capitolios denmesinin sebebi ise bölgede zeus Kapitolü adı verilen bir tapınağın bulunmasıdır. Bulunan sikkelerin üzerinde “COL AELCAP.” Yani (Colonia Ailia Kapitolina) yazıları görülmektedir. İznik (Nikea) da gerçekleşen 1. Konsil (1. Ekümenik Sinodos) nizamnamesinin 7. Bendinde dahi İeruşalim episkoposundan bahsedilirken, “Episkopos Ailias” denilmiştir. Müslümanlar ve Araplar şehri “Beyt-ül Mukaddes” (Aziz Hane, Kutsal Ev) veya “El-Quds” ya da “Quds-ü Şerif” olarak isimlendirirler. (Yahudi ideolojisine göre iki tane İeruşalim vardır: İlahi plandaki İeruşalim ve yeryüzü planındaki İeruşalim. Yeryüzü planındaki İeruşalim, İlahi iradenin en üst düzeydeki yansıma alanıdır. Öte yandan yeryüzü planındaki İeruşalim. Yeryüzü planındaki İeruşalim, İlahi iradenin en üst düzeydeki yansıma alanıdır. Öte yandan yeryüzü planındaki İeruşalim, İhali kattaki İeruşalim’i etkiler. Bu bağlamda iki plan arasında bir tür interaction (karşılıklı etkileşim) sözkonusudur. Yahudiler’in İeruşalim’i bu kadar önemsemelerinin nedenlerinden biri de budur. Hem Yahudiler’in, hem Müslümanlar’ın hem de Hristiyanlar’ın kutsal şehri. Süleyman Mabedi, Kutsal Mezat Kilisesi ve Mescid-i Aksa burada bulunmaktadır. İsrail işgali altındadır. Aziz Petrus ve İsa peygamber de burada yaşamıştır. İlk Hristiyan şehidi olarak kabul edilen, bir rivayete göre, Aziz Stephen de Kudüs’te yahudiler tarafından taşlanarak öldürülmüştür. Yahudiler’in, Kudüs’e verdiği önemi göstermesi açısından Mezmurlar’da bulunan şu şiir kaydadeğerdir:

Babil nehirlerinde, orada oturduk ve ağladık

Sion’u anımsadığımız zaman

Söğütlerin üzerinde, onun ortasında çalgılarımızı astık

Çünkü bizi tutsak alanlar

Orada, bizden naşide sözlerini istediler.

Ve bizi harap edenler, ilahi, dediler:

Bize Sion’un kasidelerinden teganni edin.

Nasıl ecnebî bir toprakta,

Allah’ın kasidesini teganni edebiliriz;

Eğer seni herhangi bir vaqitte unutursam Yeruşalim,

Elim unutulsun

Dilim gırtlağımı örtsün

Eğer seni düşünmezsem ve seni anmazsam Yeruşalim

Sevincin çılgınlığı içinde de...

 

www.drhakkiacikalin.up.to

 

DİĞER YAZILARI

-Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- I

- Ma Alladzi Hadatha Fi Hadath 11/9  (11/09 'da Ne Oldu?)

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- II

- Aslında Nükte

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- III

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- IV

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - V

- Sholastik'ten Yola Çıkarak

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VI

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VII

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VIII

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - IX

- JEW

 

www.yeniakademya.org

www.akademya.up.to