COYOTTE VE SKİLİA - VII (Sıkıntılı Eser)
Netâmeli bir konuydu bu ve içinde Aristo falan vardı. Önce Aristotelis’le ilgili bir şeyler söyleyelim. Aristotelian Tarzlarla İlgili Yaklaşımlar-1 Siyâsî Komünotenin (Ortaklık, Birleşiklik) Aristotelien tanımında evrensellik ve parçasallık
I - Bireyin siyâsî cemiyetteki statüsü II - Komünotelerin (Ortaklıklar, Birleşiklikler) hûviyetleri III - Adâlet sorunu Bugün, Komünotaristler (Ortaklıkçılar, Birleşiklikçiler) ile Liberaller arasında çok canlı bir mücâdele var, özellikle de ABD'de. Eğer liberaller, genel olarak Modernler'in siyâsî felsefesi üzerine vurgu yaparlarsa, özellikle de Sosyal Sözleşme’nin (Contrat Social) Rousseau'cu theorisi üzerine, Komünotaristler'in büyük çoğunluğu kendilerini Aristotelis'in pratik felsefesiyle ortaya koyuyorlar. Öyle ki, Komünotarizm, çağdaş 'Neo-Aristoculuk'un biçimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Komünotarizm umumî bir biçimde, insan haklarına âid modern theorilerin evrenselciliğine (universalizm) karşı bir reaksiyondur. Buna nazaran, spesifik sayılan insan haqları evvelâ tanımlı (determine) bir komünoteye tâbîdir. Bu haqlardan birincisi, öz kültürel hûviyetinin doğrulanması ve onun evrensellik dahilinde çözünümünün reddiyesi temelinde mantıklı hâle gelir. Bu mücâdele, münâkaşayı hem felsefî hem de sosyo-politik olarak beslemekte ve sosyal pratiği belirlemektedir. Bu, hem 3. Dünya ülkelerinde hem de gelişmiş ülkelerde böyledir. Bugün içun Aristotelis, hem ilericiler (progressistes) hem de Muhafazakârlar (conservateurs) açısından belirleyici olmaktadır. Bu mücâdelede Aristotelis'in yeri neresi olabilir? Münâkaşanın terimlerini kesinleştirmek ve netleştirmek için, Komünotarizm'in karakteri üzerinde bir vurgu yapmak gerekebilir. Komünotarist düşünürler, liberal programın kritiğini yaparken bazı ortak noktalarda buluşuyorlar: 1) Adâlet uzlaşmaları konusunda İyilik (Hayr) kavramlarının önceliği. 2) Atomist Liberal düşüncenin belirleyicisi olmaksızın 'Ben'in kritiği 3) Komünoter değerler ve gelenekler biçiminde, bağlamsal (contextuelles) ve tarihî tesbitlerin kaçınılmazlığı. Logos'a mâlik olma ve insanın siyâsî tabiatı arasındaki nihâî ilişki şu şekilde doğrulanmaya çalışılmaktadır: Tabiat insana logosu vermiştir ve bu logos, siyâsî hayata iştirâq olmadıkça 'BOŞ' bir şeydir. Evet, siyâsî bir varlık olarak kendini ortaya koyamayan ve beliremeyen insanın-bu mânâda-lisânı (logos’u) yoktur yani 'Lâl'dir, dilsizdir. Dilsizler umumîyetle 'Ahras' (Sağır) da oldukları için 'Logos'suz insan hem dilsiz hem de sağır olmaktadır. Bu durum, basit mânâda 'Ses'den (Foni) farqlıdır. Bu basit sese hayvanlarda da rastlanmaktadır (Bu tezi ihtiyatla karşılıyorum zira hayvanatın sesinin ilmî analizi henüz tamamlanmamıştır ve böyle bir iddiâ bugün için çok sağlam kabul edilemez). Yine Aristocu anlayışta, bu ses zevki ve ısdırabı anlatmak içindir fakat lisân (logos) yararlı ve zararlı olanı, doğru ve yanlış olanı, haqlı ve haqsız olanı işâret etme ve dillendirme yetisine sahib olduğundan 'Basit sesler'den çok farqlı bir şeye denk düşmektedir. O nedenle, siyâset yapmayan insan sâdece 'bağırmakta veya mırıldanmaktadır'. Eğer, lisân'ın (logos) insanın özünde varolduğu bir haqiqat ise bunun, insanın özünde olduğu kabul edilen 'İYİ'den, 'KÖTÜ'den ve 'DOĞRU'dan daha 'ÖZ' bir âidiyet olduğu söylenebilir. Bu mefhumları (İyi, kötü, doğru) 'Amorf' (Şekilsiz, biçimsiz) hâlden 'Morfomenos' (Yakışıklı, şekilli şemâlli) hâle taşıyan ve onları geliştiren Aristo'ya nazaran aile ve 'Polis'tir (Şehir). Buna göre, İnsan, iyi, kötü ve doğruyu ancak 'Polis'te geliştirebilir ve bu da 'SİYÂSET' yapmaktan geçmektedir. İnsan 'logos'a (Lisân) mâlik olduğundandır ki, moral mefhumları idrâk edebilmekte ve aileden başlayarak siyâsî bir komünote kurabilmektedir. O nedenle aile, sosyal olmaktan daha ziyâde siyâsî bir komünotedir. Logos, siyâsî komünote ile değerlerin müşterek algısını nasıl kurabilir? Komünotaristler açısından, insan doğumsal tesâdüf neticesinde mensubu olduğu toplumun değerlerini taşır. Fakat bu durumda logos'a hangi rolün yükleneceği net değildir. Pasif bir biçimde ve tenkidsiz olarak an'âne, örf ve geleneklerin ferdin eylemlilik normlarını belirlediğini söyleyip geçebiliriz. O hâlde içtimâî tekâmül nasıl olacaktır? Demek ki, Aristotelis logos'a, Komünoteristler'in yüklediğinden daha yüksek ve yüce bir fonksiyon atfetmektedir. Logos, herşeyden evvel sürekli bir özgürleşme ifâdesi olmaktadır. 'Her ân yeni bir şânda, yeni bir vechede' olmak... İyiyi, kötüyü ve doğruyu bulmak ancak onları bulduğun yerde bırakmamak ve her daim billûrlaştırmak. Buraya kadar Aristotelis'i birşeyleri yakalamakla destekleriz fakat bu yüceltmeyi mâveraya doğru değil de, toprağa doğru yürütmesi ve kategorilerini ve felsefesini böyle kurması en son tahlilde Paganizm ve Şamanizm tipi primitif aristokrasilere sürüklenilmesine yol açmıştır. Komünoteye âidiyet bir gerçektir ve komünote bir değerler manzumesidir. Fakat, eğer bu komünote 'otomatize' oluyorsa değerler de 'otomat'a bağlıdır ve derinlikten uzak olmaktadır. Tekâmül edememekte ve yozlaşmaktadır. Basit olarak değerlendirmek gerekirse, iki koşula işâret etmektedir: İhtiyaç ve kabiliyet. 'Aftarhikos' (Otarşik) bir ferd veyâ bir 'tanrı' kendi kendiyle yetinebilir ve erdemlerini gerçekleştirmek için komünoter bir meditasyona ihtiyaç duymayabilir. Fakat, aksine, komünikasyon (Kinonein) kurmaktan âciz bir ferd komünoteye muhtaçtır. Olaylara böyle bakıldığında, yani ihtiyaç ve kabiliyet yâviyesinden bakıldığında Şaman tanrılar ve bilgeler ile kabiliyetsiz ve pasif ferdlerden başka bir varlık göremeyiz ki, mevcud dünyanın tablosu tam da böyle olmaktadır. Cemiyete ihtiyacı olmadığını kabul eden 'tanrılar' ve cemiyette birer sülük olarak yaşayan 'kabiliyetsizler'. 'Tanrılar', 'Sülükler'i (Solucanlar da diyebiliriz) kavanozlarda besler ve gerektiğinde 'direnenler'in sırtına yerleştirip tehlikeyi! bertaraf ederler. Yaşadığımız komünote böyledir ve (Neo) Aristotelien'dir. Fakat onun bininci kuşaktan kopyası olduğu için çok daha fazla dejeneredir. Politika'nın en meşhur vurgularından biri, 'İnsan'ın siyâsî bir hayvan olması' ve bu mantıktan hareketle de 'hayvanlar arasında lisân maliki yegâne varlık olması' esprisidir. Aslında, 'Lisân' mefhumu çoğu zaman yanlış kullanılmaktadır zira orijinal metinde 'Logos' olarak kullanılan kavramın karşılığını, lisân olarak (en azından sâdece lisân olarak) veremiyoruz. Logos: Λόγος (Lôgos). Söz, kelâm, bilim, konuşma, akıl, nutuk, vaaz, darb-ı mesel, maksad, vaad, bilgi, lisân. Diyelim ki, komünoteye âidiyet, ferd açısından irâdeye ve iletişim kurma, paylaşma ve iştirâq etme kapasitesine tekâbül ediyor. Böyle bakarsak, ferdi 'siyâsî ve komünoter hayvan olarak anlayabiliriz. Ancak, materyalist de olsa tabiat (natura) kesinlikle mekanik bir tesbit (determinasyon) olamaz. Onun (natura), ân be ân güncelleşme dayatan bir karakteri vardır. Bu da insanın aktif bir davranışı olarak sürekli belirir. Burada da, şöyle bir paradoksla karşılaşılır: Komünote tabiî olsa dahi, 'Birinci Yasa Koyucu' (πρώτο νομοθέτης - Prôto Nomothêtis) tarafından kurulmaya, kurumlaşmaya ihtiyacı vardır. Bu, eğer, Şehir adâlet kabullerine-saygınlıklarına itaat ederse 'En büyük iyiliklerin sebebi' olacaktır. Çünki adâlet 'Siyâsî komünotenin nizâmıdır (politikis koinonias taxis)'. Görüldüğü üzere Aristotelis, adâletin siyâsî birlikteliğin nizâmı olduğunu belirtiyor ve şehrin ehemmiyetine vurgu yapıyor. Daha başka yanları da var Aristo’nun ve umuyoruz ileride biraz değinebiliriz. Dion i Zos ve Psihi… Bazıları, o olmasaydı ne trajedi, ne komedi ne de lirizm olacaktı derler. Kim bu ilâh? Evet Dionysos’tan sözediyoruz. Sophocleus, Pindares, Eschyle gibi birçok edebiyatçı, şâir-yazar şaheserlerini kaleme alamayacaktı. Dionysos da Hermes gibi, Pantheon’a (ilâhlar makamına) bir türlü oturamamış, Olympos elitinin kurallarına uyamamış eşdeyişle aykırı bir konum işgâl etmiştir. Thrakya veya Frigya kültüne âid olduğu düşünülüyor. Şarabın, esrikliğin (ekstazi), umutların, hayallerin ve halüsinasyonları (sanrıların) ilhamcısı ve en üst düzeydeki denetleyicisidir. İsmi Frigce kökenli olup, “Zeus’un oğlu" (Dion i Zos) anlamındadır. Annesi Semele de bir Frigyalı’dır ve Frigler arasında toprak (yer) ilâhesidir. Zeus’la yasak aşk yaşar ve bu ilişkiden Dionysos meydana gelir. Frigya, Traklar tarafından işgâl edildikten sonra Dionysos, bir Yunan ilâhı olarak kutsanmaya başlamıştır. Titan Thetis, Dionysos’u bağrına basmış ve onu koruması altına almıştır. Eskortu zayıf olan bir ilâh olarak bilinir: Satirler onun en yakın çevresinde bulunurlar ve yanından hiç ayrılmazlar. Aristofanes, “Kurbağalar" (Vatrahi) adlı eserinin “Dionysalexandros" başlıklı bölümünde onu ilâhların en düşüğü olarak sunar. Ancak, halk nezdinde Dionysos çok daha prestijlidir. Kutsal umutların ve sanrıların ilâhı yeri geldiğinde bütün bir şehrin ahalisini, ardından dağlara sürükleyip orada onlara söylevler verebilmektedir. Halka genelde bir boğa formunda göründüğü söylenir. Dionysos düzen karşıtı bir ilâhtır. Ölçüleri ve kuralları eleştirir, tanımaz. Konformizmi reddeder. Bu yönüyle ideal Yunan tanrılarına benzemez. Thebes (Teb) kralı Penthe, Dionysos’la çatışır ve ona savaş ilân eder. Dionysos onu “halüsinasyon" (sanrı) silahıyla etkisiz hâle getirir. Dionysos, Thebes şehrinin bütün kadınlarını da kollektif bir çılgınığa maruz bırakır. Kadınların hepsi ormanlara kaçışırlar, kral Penthe de onları izler. Esrimenin etkisiyle Penthe’yi bir aslan olarak algılarlar. Kadınların arasında bulunan Penthe’nin annesi Agave, oğlunu öldürür, başını keser ve kellesini kraliyet sarayına getirip zafer çığlıkları atmaya başlar. Yunan Mitolojisi’nin en trajik ve aynı zamanda en incelikli tablolarından biridir bu. Dionysos tarafından cezalandırılan ölümlülerden biri de Likurgos’tur. Argoslu asil Proitos’un ve Orkhomeneli asil Minas’ın kızları Dionysos’u kutsamayı reddederler zira bu Yunan kökenli bir tanrı değildir. Bahâne olarak da, kadınların görevinin evde oturmak, yün eğirmek, ev işleriyle uğraşmak olduğunu belirtirler. Başlarına gelen şey, halüsinasyon görmek olur. Bu sanrı krizi sırasında kendi çocuklarını öldürürler. Zamanla, Dionysos’a adamalar ve kutsamalar artar ve bütün coğrafyayı sarar. Bu kutsamları tâkib eden eğlenceler sırasında alkol ve muhtemelen keyf verici bitkilerin tüketimi yükselir. Belli bir süre sonra bu törenler tamamen bir ritüele (âyin) dönüşür ve bu âyinlerde maskeler kullanılmaya başlar. Bu artık ilâhî bir dans hâline gelmiştir. Bu nedenle Dionysos, “Maskara tanrı" (Maskelerin tanrısı) adı da verilmiştir. Maskara kelimesi Türkçe’ye geçtikten sonra anlam bozunmasına uğramış ve “soytarı" anlamına bürünmüştür. Bu âyinler ileriki süreçlerde trajedi ve komedi san’atlarının nüvesini teşkil etmişlerdir. Dionysos’u, sâdece eğlencenin ve esrimenin ilâhı görmek yanlıştır. O aynı zamanda ve esas olarak “tutkular"ın ve “duygular"ın ilâhıdır. Acı çekmektedir ve bu acısını gidermenin yolu olarak da, hayalleri ve kutsal umutları gündemleştirir. Dionysos’un nezdinde gerçerkleşen bu “derin duygulanım" (pathetizm) aslında kitlelerin, ezilenlerin, yoksulların, hastaların duygulanımı ve nihâyet esrimesidir. Onun ısdırabı diğer Olympos ilâhlarının geçici ısdırablarına pek benzemez, kalıcı ve derindir. Bu yönüyle, onu “Derin acıların ilâhı" olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenledir ki, realiteden kaçar ve sanrılara, hayallere, esrimelere sığınır ve o âlemde yaşar. Dionysos’un pathetikliği, annesi Semele’den gelir. Zeus, bütün kadınları kandırdığı gibi onu da, ne isterse yapacağını söyleyerek kandırır ve birlikte olur. Olayı öğrenen Hera, yaşlı bir rahibe kılığında Semele’nin yanına gider ve şöyle der: “Seni seven bu genç adam kesinlikle Zeus mudur? O senin duygularını istismar ediyor olmasın? Bunu nereden bileceksin? Belki de o bir ölümlüdür. Ondan bunu kanıtlamasını talep et, bir kanıt iste. Ona, yatakta Hera’ya göründüğü kılıkta görünmesini iste. Böylece seni aldatıp aldatmadığını anlayabilirsin". Oysa, gerçek aşkın kanıta ihtiyacı yoktur; bütün görkemiyle sevgilide ânîden ortaya çıkar. Aşk, kendi başına en büyük kanıttır, kanıtların kanıtıdır. Aslında Semele de böyle düşünür ama, kıskanç kızkardeşlerinin tavsiyesi üzerine Psikhe (Ruh veya nefs), Semele’ye şüpheyi aşılar. Zeus’tan, ona bir ilâh formunda görünmesini ister. Zeus, verdiği sözü yerine getirir ve Semele’ye ilâh formunda görünür. Semele buna dayanamaz ve tükenir, Zeus, Semele’nin taşıdığı bebeği kurtarır ve onu kendi kalçasında saklar. İşte o Dionysos’tur. Yıllar sonra, Dionysos, annesi Semele’nin cehennemde bulunduğunu öğrenir, cehenneme onu aramaya gider, bulur onunla birlikte Olympos’a geri döner. Psyche - Yuch Bu, "cehenneme iniş” geleneği, bazı esoterik (batınî) tariqatlara da geçmiştir. Bu geleneğin bir parçası olarak, Aşk (Erotas) ve Ruh veya Nefs (Psikhe, Psihi) sarkacı ortaya konmuştur. Aşk’ın, Ruh’a bir alternatif olup olmadığı, Ruh’un aşkı kıskanıp kıskanmadığı ve onu yok etmek için harekete geçip geçmediği tartışılagelmiştir. Ruh’un genelde Aşk’a izin vermemekten yana olduğuna inanılmıştır. Mitholojide ise, Ruh, Aşk tarafından sevilmiştir, Aşk, sevgilisi olan Ruh’un yüzünü aramaz, onu görmeyi taleb etmez. Onun doğal hâlini merak etmez, o da (ruh), kendini şübheye garkeden kıskanç kızkardeşlerinin kurbanı olmuştur. O da sevdiğini kaybetmiştir. Ancak bu noktadan itibâren, gelenekler değişiklikler arzetmeye başlar: Dionysos, bütün içtenliğiyle annesini kurtarmak ister, Psikhe bu anlamda, ebedî aşkına ulaşmak için bütün çetrefilleri aşacaktır. Psikhe’nin bizzat ismi, efsâneyi net hâle getirmektedir. Şübhelerin ve imân eksikliğinin kurbanı olan “psikhe”miz (ruhumuz veya nefsimiz), İlâhî olanla aramızda varolan irtibatı kaybeder. Semele mithosu da başka bir anlam taşımamaktadır. O da kuşkularının kurbanı olmuş ve oğlu Dionysos tarafından cehennemden kurtarılmıştır. Burada Dionysos’un yüklendiği rol, “tutku"dur. Bu tutku, hem bir aşkı hem de, annesinin şahsında kendi acılarının dinmesini ifâde eder. Buna mukâbil, Orfizm’e özgü Dionysos Zagreus mithosunda, Dionysos’un eylemi, "Ruh’un selâmı” olarak algılanır. Bu mitosa göre, Dionysos, Zeus’un ayrıcalıklı çocuğudur ve dünya imparatorluğunu ele geçirmesi istenmektedir ve onun annesi, Semele değil Zeus’un öz kızı Persefon’dur. Persefon’un annesi de bereket ilâhesi Demeter’dir (Dimitra). Zeus, öz kızına bir yılan formunda yaklaşır (Persefon, cehennemlerden sorumlu ilâh olan Hadis (Hades) tarafından alıkonur ve onun eşi olur. Hades ona, yılda üç ay yeryüzüne çıkma izni verir. Bu dönem ilkbahardır ve onun yeryüzüne çıkışıyla annesi Demeter mutlu olur, tabiat yeşerir). Zeus'un öz kızına yaklaşma girişimi Hera’yı deliye döndürür ve Titanlar’a, Dionysos’u teslim almalarını ve onu oyuncaklarla oyalamalarını söyler. Titanlar ise onu parçalarlar ve sadece kalbi, Athina (Athena) tarafından kurtarılır. Zeus, Titanlar'ı yıldırımlarla kül eder. O küllerden yeni bir insan nesli doğar ve bu soy Dionysos’un yüreğini taşır. Bu bağlamda insan, içinde taşıdığı “titanik" lekeden kurtulmak ve "dionisiak" unsuru açığa çıkarmakla yükümlüdür. Tâ başlarda bu ’ouvrage’ın kategorisini tesbit edebilmekten uzak olduğumu yazmıştım. Okur da aynı sıkıntıyı yaşıyor olmalıdır. Kitabın ismi de sıkıntılıdır. Coyotte ve Skilia, yani Kır Kurdu ve Köpekler. Bir Kır Kurdu ve bir de Köpekler mi var? Kim bu Kır Kurdu ve Köpekler? Böyle bir ayırım olmalı mıdır? Bu suallerin objektif veya sübjektif cevabları olabilir mi? İşte, zâten bu eser biraz da bu soruların cevablarını kendi üslûbunca vermeye gayret ediyor. Geçişler sert olsa bile ihtiyâçları da anlatıyor. Hayatın başladığı, devam ettiği ve ivmelendiği yerde tutunulacak ve sıkı sıkı sarılınacak şeyler vardır. Oradayız ve dönüm noktası falan değil bizzât bidâyettir, dâimdir ve aqıbettir. Şiirle gerginliği atarak; Bu dünyâ bir misafirhânedir Bir muqîm âdem bulunmaz Ne âcib kâşânedir Ol yerde pâdişâh olsa da şânın Âqıbet, iki taş olur nişânın Garib ve ürpertici kelâm... dünyâ misafirhâneymiş, orada (dâimî) olarak iqâmet muhalmiş, Bir acaib kâşâne imiş. Pâdişâh da olsan, eninde sonunda senden geriye - o da eğer kalırsa - iki taş kalırmış. Peki, istisnâsı var mı, yani, iki taş değil de, geriye dev âbidelerin kaldığı ve insanlık tarihini ayakta tuttukları vâkî midir? Bir, çok mühîm cevabı, K’ın ’Büyük Muztaribler-III’ isimli eserinden aktarıyoruz: “İnsan aklı, bilgisinin bir türünde öyle sorular tarafından rahatsız edilir ki, bunları gözardı edemez, çünki, ona {insana} kendi tabiatı tarafından verilirler; ve yine de onları cevablayamaz, çünki insan aklının bütün kabiliyetini aşarlar. İnsanda, kendini aşan birşey: Aşandayız, aşandanız! Men: Ben. Anlamak için sormak. Vasıflandırmak. Bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli. Bir şeyi kolaylaştırma... Men’a: Ölüm haberi. Benlik. Sarp. Çetin. El erişmez, zabtı zor. Deniz. İlim. Abdülhâkim Arvasî Hazretleri, “bir velî mevzuunu bulamaz ki, ‘ben’ desin!” buyuruyor… Bu sözden mülhem, velî’nin ‘müteal - aşkın’da olduğunu söyleyebiliriz. Kelime ve kavramların, dilde kuru takırtılar olmaktan çıkıp da, duyudan akıla ve ruha serüveninde içi içi tecrübî olarak doldurulur keyfiyetler (qaliteler, Y.N) hâline gelişinde, ruha-şer’iate âid üstünlüklerin akıl yoluyla anlaşılamayacağı da anlaşılır; aklın anlaması gereken budur… Duyularla algıladığımız dış âlem, duyuların akıl ve ruhla alâkası, bu çerçevede ideler ve tasavvurlar âlemi; ve nihâyet ‘kalbin yolu İslâm’ın haqiqatini gösterdiği ‘müteal-aşkın’ emr âlemi… Halq âlemine nisbetle her türlü keyfiyetten münezzeh bu âlem, Allah’ın ‘Zât âlemi’ne nisbetle keyfiyet hâlindeki tecellilerine mevzu olur ki, sonsuz; ve Allah’ın bizzât bildirdiği üzere, ruh, O’nun emrindendir”. Yukarıdaki şiirde, insanların âqıbetlerinin - mevkileri ne olursa olsun - iki taş olduğnu okumuştuk. Ölüyorlar, ölüyoruz, ölüyorsunuz. Geriye cürûf ve tabiat için dönüşümü elzem materyel kalıyor ki, mevzuumuz değil. Âbidelerden bahisle, ‘ölümsüzlük’ü vurguluyoruz. Ölmemeyi. Mümkün mü? Ölmeden ölmek. Fizikî hayat sürerken, kendini öldürmek. Ben’i yani Eğo’yu (Egw) öldürmek. O durumda ’Müteal-Aşkın-Transandantal’ olunuyor. Ve akılla değil, ruhla oluyor. Aczimizi, ‘Zevken İdrâk’ etmek. Akılları zorlamaya devamla;
ENOSİS İsus Theodoros Saf nazariyye olarak Stoacılar da, Aristotelien Mantık da, evvel emirde, Allah’ın ’Müteâli’ (Deneyüstü=İpervatikos) olduğunu ve sâniyen de, Allah’ın kâinatın her tarafında ve tecrid edilemez bir biçimde mevcud olduğunu [Endokosmikotita] teslim ederler. Aristotelien öğretide, İlâhî Öz’ün (Ousia), Tabiat’tan (Fisis) beri bir şekilde mânâlandırılması tesbit edilmiştir ki, buna Sahte Aristoculuk da (Pseudo-Aristotelizm) denebilir. Stoacılar da, İlâhî Enerji’nin (Nûr) kudretinin bütün kâinatı kavradığını kabul ederler. Buna ‘Metafizik Teklik’ de (Metafisiko Monismo) denir. Stoacılar için Allah, Kâinat’tır, Aristotelis için ise Allah, Şuurlu olan Canlı bir Varlık’tır (O Theos ine ena Zondano On pou ehi sinidisi). Bazı Aristocular’a göre ise, Allah ‘şuurlu olmuş olan’ Canlı bir Varlık’tır (O Theos ine ena Zondano On pou egine skopima). Yani, buna göre Allah, ‘sonradan’ ve/veya süreç içinde ‘Şuurî’ olmuş eşdeyişle bir ‘tekâmül’ geçirmiştir. En son tahlilde bu görüş, ‘evolutioniste’ (Evrimci/tekâmülcü) bir görüştür. Bu ‘evrilerek gelişen Canlı Varlık’ hayatın da başlangıcı olmuş (İ Arhi tis Zois) ve muhtelif şekiller almıştır (diaforetikes morfes). Bu ‘Uzlaştırıcı/uyumlandırıcı İlâhcılık’ (Simvivastikos Theismos) ve ‘Kamutanrıcılık’ (Pantheismos) anlayışına nazaran, İlâhî Öz (Ousia), İlâhî Kudret’ten (Dînami) ayrılır/ayrı tutulur ve İlâhî Tesir Hiyerarşisi (İerarhia tis Theikis Epenergias) Gök’ten / Uzay’dan (Ourania) Yer’e (Yi, Gi) doğru değerlendirilir. Bu anlatımın, tasavvuf ilmindeki İlâhî tenezzül ile karıştırılmaması gerekiyor zirâ burada, teşbihi olarak, Allah’ın Öz’u sanki göklerde ve Kudret’i de sanki Yer’e inmiş gibi bir hatalı bakış ortaya çıkar ki, bunun tasavvuftaki ‘Tenezzül’ mefhumuyla bir ilgisi yoktur ve tamamen Pantheist’tir (kamutanrıcı). O nedenledir ki, vetire dahilinde İlâh, Yer’de muhtelif şekillerle kısıtlanmış ve dar fizikî bakış zâviyesinden şekillere büründürülmüş, diğer bir deyişle daha da gerileyerek iş Anthropomorfizm’e (İnsan şekilcilik, İlâh’ın insan kılığına sokularak geriletilmesi) varmış ve bu görüş Baba-Oğul (İlâh-İyşâ) konseptine de sirâyet etmiş, İlâh ete kemiğe bürünerek yere inmiş ve insanla sınırlandırılmıştır. Bütün bu ve benzeri öğretilerde Allah’a bir ayrılıma/ayrılık (diahorismos) atfedilmiş ve O’nun, Öz’üyle (Öz Varlığı) Kudret’i sanki iki ayrı varlıkmış gibi birbirinden ayrılmıştır. Yine Aristocu görüşte, İlâh ve Ruh (Pnevma) üstüste bindirilmiş (aynılaştırılmış) ve böylelikle hayatın fizik kudretlerinin (oi fisikes dinamis tis Zois) Saf Ruh’un (Katharos Pnevma) tesiri ile ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Oysa İslâm tasavvufunda Allah, Ruh’tan da berîdir ve onunla özdeşleştirilemez, Ruh ancak Allah’ın halqettiği bir varlıktır yani mahlûqtur. Mahlûq’la Halıq aynılaştırılamaz. Ruh’un fizik kuvvetler üzerindeki tesiri ve hayatiyyet kazandırıcılığı ise başka birşeydir ve Allah’ın emriyle varlığa tesir edici ve onu harekete geçirici olabilir. Bu inceliklere Eski Yunan’da pek rastlanmaz çünkü İslâm Tasavvufu’nun spesifikliğiyle alâkalı bir mevzudur. Buradaki diğer bir rafinman da şudur ki, Aristoculuk da Stoacılık da en son tecridde, Allah’ı ’taakkul’ etme (Akletme) hatasına düşer yani Aklî methodlarla delillendirmeye kalkışır ki, bu zuldür. Allah’ın taakkul edilmesi muhaldir çünkü mahlûq olan akl’ın kendini yaratan Akl-ı İlâhî’yi yani Akl-ı Kül’ü felsefî methodla (tâlî method) idrâk etmeye yeltenmesi O’nu, en nihâyetinde yere indirmesine kadar gider ve ‘Zevk veren İdrâk’ değil ‘Aklı zâi ettiren, boşa düşürüp âcizleştiren bir idrâk’la karşı karşıya gelinir. İşte bu durumda Aristotelien Akıl, ’Neden Allah’ın enerjisi (Nûr’u) maddeye evrildi, maddeye dönüştü?’ nev’inden bir sual sorar. Devamla da, ‘Kim ve nerede kesinkes (muayyen/determine) bir biçimde maddenin hareketi(nden ibâret) oldu?’ suali gelir. Bu sualler tevcih edildiğinde, tabiî olarak, Saf Ruh’la (Katharos Pnevma) İlâhî Öz’ün özdeşleştirilmesi mevzuunda büyük sıkıntılar yaşanmaya başlar. Aristotelis’in kendisi de, Halıq’la Mahlûq arasındaki ilişkiyi netleştiremeyerek, ‘hareketsiz olan’ın (Akinito) nasıl harekete geçtiğini ve harekete geçirenle (muharrikle) birlikte mi yoksa harekete geçirenden bağımsız olarak mı hareket ettiği mevzuunda kesin bir hükme varamamıştır. Bu problem, ‘Dînî Düalizm’ (Thriskeftikos Diismos) gündeme geldiğinde daha da keskinleşmiştir. Şöyle ki; Dîn (Hristiyanlık), Allah’la maddeyi karşı karşıya getirmiş ve böylece, Allah sâdece kâinat’tan beri kılınmakla kalmamış ruh’tan da berî kabul edilmiştir. Böylelikle Ruh (Pnevma) Allah’ın ’sıradan’ (basit) yaratığı (dimiourgima) olarak kabul edilmiştir. Filhakika, ’Ulûhiyyet Konsepti’ (i Ennia tis Theotitas) bütün keyfiyyetleri ihâta eden ve dahi onlardan da beri olan bir ’ahâdî külliyet’ (Enotita tou Ollou) arzetmiş oldu. Filon, Allah’ın ’keyfiyetinin olmadığını’ (Theos Apoion) ileri sürdü. Ve devamla, bu nedenle insan şuurunda sonlu kategoriler (peperasmena katigorimata) oluşturabilecek bağlamda yanaşılabilir hiçbir niteliği olmaması hasebiyle Allah’ın herşeyin fevkinde tutulabileceğini iddia etti. Bu öğretiye ’Reddiyeci/Menfici İlâhiyat’ (Apofatiki Theologia) denir. Bunu, ’Allah’a keyfiyet izâfe edilemez’ biçiminde anlayanlar da var. Neo-platonien mektebde ise, bu hâlin daha yüksek bir biçimini (anoteri morfi) görürüz yani özde aynı şeydir. Ermetik metinlerde Allah, ’namütenahi’ (apiros) ve ’teşhis edilemez, tanınıp bilinemez’ (adiagnostos), ’Tarifsiz-sözle ifâde edilemez’ (afatos) ve kendisinin ve İlm’in (Logos) sebebi olarak tanımlanir ve İlm’in yaratıcısı olarak da herşeyin fevkinde kabul edilir. Ve Plotinos’a göre, Uluhiyyet, mutlak deneyüstü, temel/başlangıçsal Öz (apolita ipervatiki protarhiki ousia) yani Ruh’un da fevkinde bulunan ’Tevhidî bir Gâye’ olma hâlidir. Ruh, ’Kesret’in Tevhidi’ (Enotita tin Pollotita) dahilinde bir başlangıç ilkesidir (arhi). Bu sebeble, ancak ve ancak Allah’tan kaynaklanabilir. Bu ’Tek/Ahad’ (En), ’Fikir ve kavrayış’tan (Noisi) ve ’Varolma/Varlık’dan (Ine) evveldir ve ’Namütenahi-sonsuz, sınırsız’ (apiros), ’Şekli olmayan’ (Amorfos), ’Ötede’dir (Epekina) ve bu sebeble de, ’Şuur’ (Sinidisi) ve ’Eylemlilik-faaliyet ve canlılık’ sahibi değildir. İamvlikos, Plotinos’un ’En’inin (Tek) üzerine, tamamen (mutlak) sonsuz olan (telos arrito) bir ’Ena’ (Ahad) yerleştirdi ve buna ’Heryerde Sonsuz İlk Başlangıç’ (Pandi Arritos Arhi) ismini verdi. Her ne kadar belli bir felsefî üst aşamaya varılmış olsa da, Eski Yunan’da bir ’Enosi me tin İparksi’ (Varlığın Birliği, Vahdet-i Vücûd) anlayışından-en azından İslâm Tasavvufu’na kaynaklık etme bağlamında-bahsedilemez. Bu durum gâyet tabiî karşılanmalıdır zirâ, İslâm’ın dünyâyı henüz manifest bir biçimde şereflendirmediği bir dönemde bazı fiqirlerin tartışılıyor olmasını İslâm tasavvufu olarak anlayamayız zirâ daha İslâm gelmemişken onun adıyla anılan bir ilm’in (İslâm tasavvufu) ve prensiplerinin ortada olması bilimsel sayılamaz. Yukarıda hülâsa edilen İlâh, varlık, tevhid, ruh vs. gibi mevzuların değerlendirilmesinden de anlaşılacağı üzere, ’Ben Bilinmez bir Hazine’ydim, bilinmek istedim’, ’Taakkul değil zevken idrâk’, ’O değil O’ndan’, ’Size Ruh’tan kalîl bir ilm verilmiştir’, ’Allah her ân yeni bir Şân’dadır’, ’Feyz-i Akdes / Feyz-i Mukaddes’, ’Adem-Madum’ vs. bir sürü doneden mahrum olunan bir periyodda ’İslâm Tasavvufu’nun Yunan Felsefesi’nden ’aparıldığını!’ ileri sürmek mantık ve bilimdışıdır. Plotinos’un 9 kürevi katman (enneades) theorisi -ki, Ruh katmanlarının yayılışını izâh eder-Qabbalah kitabının temel prensibini teşkil etmiştir. Yani, Plotinos’un bu theorisini özümseyen kişi otomatikman - birkaç teferruat dışında - Qabbalah’ı da çözebilir. İslâm tasavvufu ise çok çok daha ileri ve orijinal bir ilm olup ne Eski Yunan’ın ’Tevhid Anlayışı’yla, ne Qabbalah’la ne de binbir çesit Asya mistisizmiyle kıyâs edilemez. Kaldı ki, yukarıda da belirttiğimiz üzere Qabbalah (Yahudî mistikliği) tamamen Eski Yunan kaynaklıdır ve onun üzerine Yahudî dîn âlimleri ve sihir erbâbı tarafından binâ edilmiştir ki, Eski Yunan’dan-relatif olarak-geridir ve İslâm tasavvufundan hayda hayda geridir. Bir yunan arkadaş bunları dile getiriyor, çok değerlidir. Derdliyim, ruhuma hicrân… Falsifikasyonlar ülkesidir, yurdum… Falsifikasyon kelimesi en çok Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün ağzına yakışır ve Türkiye’de bu kavramın mânevî babası olarak onun kulaklarını çınlatıyorum. Çok iyi, yerinde-doğru ve hoş kullanmaktadır. Falsifier: Fransızca olan bu fiil, yanıltmak temelinde değiştirmek, saptırmak, çarpıtmak, illüzyona uğratmak, aldatmak gibi anlamlara gelir. Latin kökenlidir. Yani, doğru olanı yanlışla ikâme ederek bunu doğruymuş gibi sunmaktır. Bu bir devlet politikası ise tabiî olarak, onun kurumlarına ve nihâyet halqın iliklerine kadar işler. Sahtekâr olunur. Sahtekârız; kurumlarımız sahtekâr, riyâkâr ve falsifikatör. Eğitimimiz, öğretimimiz, siyâset kurumumuz, bilim kurumlarımız, san’at ve kültürümüz falsifikasyon üzerine binâ edilmiştir. Hâliyle, doğduğumuz günden öldüğümüz âna kadar birçok şeyi yanlış - aslında falsifie edilmiş şekliyle - biliriz. Hayatımız ’Yanlışlıklar Komedyası’dır ve tabiî ’insanlık komedisi’ de olmaktadır. Parasal anlamda hırsızlık, mânâ buudundaki hırsızlıktan çok daha hafif kalmaktadır. Birincisi az sayıda insanı zarara uğratırken diğeri koskoca bir toplumu, bir ülkeyi ağır zararlara uğratmaktadır. Prof. Dr. Yalçın Küçük, Türkiye’de - meâlen - tarihi falsifie eden tarihçi’nin göklere çıkarıldığını yazıyor. Ben bunu bütün alanlara teşmil ediyorum. Topyekûn bir falsifikasyon vebâsıyla yaşamaya alışmışız ve yanısıra, şabbataist-Kemalist profesör Türkân Saylan çok iyi bilecektir, lepralımız (cüzâm) da çoktur. Kuduz da öyle. Tüberküloz da, pnömoni de, çocuk felci de... Mefluç durumdayız, falsifie’yiz. Kuşkusuz bütün falsifikasyon misâllerini bu kitaba alamayız. Bazılarına işâret edebiliriz. Türk-İslâm sentezi ne demek? Cevabını şöyle veriyorlar ; İslâm’ın Türk gelenek ve örflerine göre anlamlandırılması. Bir de, alt kategorileri mevcud : Hoca Ahmed Yesevî’nin İslâm’ı, Hacı Bektaş Velî’nin uyguladığı İslâm, Kalvinist-Reformist Fethullah Gülen’in İslâm anlayışı, Evrenosoğlu cemaatinin İslâm anlayışı, Dost tarîqatının İslâm’ı, Ahmed Hulusî Akten’in İslâm’ı, Hüseyin Hilmî Işık isimli Şabbataist’in İslâm’ı, Menzil Dergâhı’nın İslâm’ı, Altın Çağ Bilgi kitabı’nın İslâmı, Diyânet İşleri’nin İslâmı, Mewlevîler’in İslâmı, Alewî Türkleri’nin İslâmı, Kızılbaşların İslâmı, İzzeddîn Doğan’ın İslâmı, Zekeriya Beyaz’ın İslâmı, Banu Alkan’ın İslâmı, İsmail Nacar’ın İslâmı, Yaşar Nurî’nin İslâmı, Arubî İslâmı, Ticânî İslâmı vs… Nedir bu ? Hepsi birden falsifikasyon. Gelenek dîn’in nass’ı olabilir mi ? Hayır. Peki, gelenekle semâvî bir dîn aynı kavram içinde özdeşleşebilir mi? Hayır. Biri Âlemşumûl’dür ve herkese aynı biçimde hitâb eder, diğeri lokaldir-bölgeseldir. At eti mekrûhtur fakat Türkmenistan’da Müslümanlar at eti yerler, Arab yarımadasında deve neyse Orta Asya’da atın yeri odur. Burada, ’gelenek’e hürmetin bir gereği ve açılım olarak İslâm’a atıfta bulunmak mümkündür. Başka gelenekler de vardır ve bunlar da anlaşılırdır. Fakat burada bir dîn hükmüne dönük reform veya değişiklik yoktur. Fakat, Türk-İslâm Sentezi dediğinizde, iki kavramı denk tutmuş olursunuz, yanlıştır. İslâm, Türk’ü de kavrayan en büyük dâiredir. Senteze uğratmaya kalkıştığınız zaman, Türk bir tez, İslâm bir başka tez ve Türk-İslâm Sentezi de bu iki tezin bireşimi olur ki, küfürden aşağı değil. Mü’min’in imânı açık, küfrü gizli; kâfirin ise küfrü açık, imânı gizli... ’Küfr’ Arabî’de ’üstünü örtmek, gerçeği örtmek’ mânâsına. Batı dillerinde karşılığı var mı? Var; Cover (ing), couvrir (fr), cobrire (port.) Aynı anlamda ‘örtmek’ ve Arabî kökenli, oradan diğer Batı dillerine. Küfür, Cover, Couvrir, hepsi burada falsifikasyon anlamındadır. Ört ki, ölem. Başka kelimelerimiz? Var; False, Faute, Falso gibi ve aynı sülâleden. ‘(Topa) falso vermek’ topa, hedeflediğiniz bir yöne doğru gönderecek biçimde vurmak anlamında. İç veya dış falso olabilir. Bir cismin istikâmetini istediğimiz yönde değiştiriyoruz. Sağa veyâ sola doğru. Sağa veyâ sola saptırıyoruz. Menzilini belirliyoruz. ‘Falso yapmak’ deyimi, ‘Hata yapmak, gaf yapmak, yanlış bir hareket yapmak veya kelâm sarfetmek’ mânâsına. False / Faute, ‘kusur, hata’ mânâsına. 9 kusurlu hareket bir futbol terimi ve penaltı bunlardan biri oluyor. Penaltı, ’karşısında’ anlamına geliyor. Hata yaptığın zaman, karşına alıyorsun. Ya da seni karşına alıyorlar ve bedel ödetiyorlar. Kural böyle, ’false’un karşılığı penaltı ve muhtemelen gol yiyorsun. Faul kelimesi de bir spor terimi olarak karşımıza çıkıyor, aynı soydan. Faul yapmak, Faullü davranmak, faule sebebiyet vermek, faullü hareket, faullü müdâhale vs. Gibi deyimler hep falsifikasyonu çağrıştırıyor. Ortada bir çarpıtma, aldatma, kandırma girişimi var. Deyimleri veya kelimeleri yanlış, eksik ve çarpık kullanmamızın sebebi falsifikasyonun bir devlet politikası olmasıyla ilintili. Free-kick (Frikik): Serbest vuruş anlamında bir ingilizce kelime. Kullanıyoruz; Frikik. Fakat çoğu zaman ’Frikik Vuruşu’ diyoruz. Yanlıştır. Serbest Vuruş Vuruşu denmez. Frikik vermek ise, mankenlerimiz ve san’atçılarımız açısından, ‘donlarını göstermek’ veya ‘donlarının görünmesi’ anlamına gelmekle basın malzemesi olmalarına işâret ve halqımız ‘mankeninin donunu’ haqlı olarak merâk ediyor. Don göstermek faullü bir hareket olarak frikik biçiminde değerlendiriliyor. Medyamız, devletimizin en nadide kurumudur ve His master voice’tur, sahibinin sesi. Hürriyet isimli gazete, tirajı en yüksek olan, arka sayfasında bizi her zaman bir kadın fotografıyla aydınlatır. Genelde yarı çıplak, üstsüz olan kadın’ın Türk yemeklerine veya Türk erkeklerine olan düşkünlüğünü öğrenmiş oluruz. Frikik gerektirir. Falso’dur. Falsifikasyon’dur. Fosse Sceptique (Fos septik): Fransızca olan bu kelimenin mânâsı ‘kirli, enfekte materyek bulunduran çukur’. Kullanmıyor değiliz ama ‘Foseptik Çukuru’ diyoruz. Yanlıştır; Kirli Çukur Çukuru demiş oluyoruz ki, gereksiz ve kakofonik bir tekrar var. Cehâletle berâber falsifikasyon etkisi, vebâ ve sıtma birarada, foseptik’te. Oradan çıkamıyoruz ve insanımızın oradan çıkmaması için çok çaba sarfediyoruz. Ulusal Güvenlik’imizden daha az önemli olmadığını yazıyorum. Nuance (Nüans): Küçük Farq anlamında fransızca bir kelime. Biz ise ‘Nüans farqı’ biçiminde kullanırız. Farq farqı. Farqımızı pekiştirerek anlatma ihtiyacımızdan kaynaklanıyor olsa gerektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti: Bu örneği sayın Küçük’ten aparıyorum. Cumhuriyet: Arabî. Halq (Cumhur) kelimesinden mülhem ve ’Halq İqtidârı’nı anlatıyor. Biz, muhteva olarak Batı’dan evirdik; Res-Publica. O da Halq’ın onayını ve idâresini anlatıyor. Ve, demokrasi; Yunanî’dir. Dhmokratia (Dimokratia). DhmoV (Dimos: Kitle, topluluk) + KratoV (Kratos: Devlet, idâre, yönetim) Demokrasi ile Cumhuriyet ve onunla da Res-publika arasında farq yok. Gelelim ’Devlet’ mes’elesine. Arabî’dir ve Fransızca ’Etat’, ingilizce ’State’, Yunanî ’Kratos’ ile karşılanır. Fakat, meselâ Türkiye Cumhuriyeti Devleti diye bilip tanıdığımız devletin, Batı’daki karşılığında ’Devleti’ kısmını göremiyoruz ve doğrudur. Fransızca’da ’République de Turquie’ (Repüblik de Türki: Türkiye Cumhuriyeti) biçiminde söylenir ve oradaki ’République’ aynı zamanda ’Devlet’ mânâsını hâizdir. Yunanca’da da ’Tourkiki Dhmokratia’ (Turkiki Dimokratia) ifâdesi kullanılır ki, orada da Dimokratia aynı zamanda devlete işâret eder. İngilizler de ’Republic of Turkey’ derler ve hep aynıdır. Onlar kendileri için de aynı deyimleri kullanır; République de France, Elliniki Dimokratia vs. Peki, neden Türkiye Cumhuriyeti Devleti diyoruz? Mal bulmuş Mağribî deyimini burada kullanmak iktizâ etti. Cumhuriyet’sin zâten ve hâliyle ‘devlet’sin. Falsifikasyonla berâber ‘Diktatorial’, ‘Tiranik’ ve ‘Despotik’ bir vurgu var ki, devletin kuruluş süreci ve biçimi konusunda ipucudur. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e açıklamalarından ve aydınlatmasından dolayı herkesin teşekkür borçlu olduğunu söylüyorum, haqlıyım. Dünyâda devrimin (hangi ideolojininki olursa olsun) en zor gerçekleşeceği yerlerden biri Anadolu’dur fakat, dünyâyı sarsacağı, çok güçlü olacağı da kesindir. Kolombiya’da gerçekleşebilecek bir sosyalist devrim Latin Amerika’yı mutlaka etkileyecektir, dünyâyı da bir ölçüde etkiler ancak bir büyük zelzele ve altüstoluş ortaya çıkarmaz. Kezâ Nepal’de gerçekleşebilecek bir Maoist devrimin de dünyâda akılalmaz tesirler oluşturabileceğini sanmam. Fakat bir Anadolu devrimi dünyânın zemberiğini yerinden fırlatacak nitelikte ve şiddette olacaktır. Devletin kuruluşundaki yahudî-şabbataist maya ve güç, ideolojik gerçekliği, Kemalizm’in arkası, dün ve bugün TC’nin kurumlarındaki haqiqî kadrolaşma, genelkurmay’ın ve MGK’nin realitesi ortaya çıkacaktır. Bu durum, İzrael’I çok zorlar zira kendi toprakları olarak algıladığı bir yerde kendi ideolojisine (judaizm) karşı bir devrim ortaya çıkmaktadır ve burada yahudîlik hem deşifre olacak hem de derin bir yara alacaktır. İslâm dünyâsı, halifeliğin düştüğü yerden kalkmasını görecek ve yıllardır Arab’la, Fars’la, Kürt’le Türkiyeli’nin (veya Türk’ün) arasına örülen ve yahudî malasıyla becerilen duvar yıkılacak, olayın aslında bir ‘divide et impera’ politikası olduğu anlaşılacak ve kral çıplak kalacaktır. Donu düşen kralın prestiji, etkisi veyâ karizması kalmayacaktır. Demek ki, Anadolu devrimi Ortadoğu’nun bütün dengelerini silbaştan değiştirecek ve paradigma ante yere batacaktır. Ortadoğu, dünyânın büyüsü, sihri, mâbedi, medeniyet merkezi kısaca ana karargâhıdır. Ana karargâh el değiştirdiğinde, roller ve muhatablar da değişecektir ki, İzrael için tam bir ‘Katastrof’tur. Asıl ‘Apokalips’ (Qıyâmet) bu olacaktır. Batı dünyası için aynı şoklar geçerli olacaktır; her türlü pislik için karakol olarak kullandığı topraklarda artık at oynatamayacak, köleciliğini sürdüremeyecek, sömüremeyecektir. Halqların idâreyi oligarşinin elinden alıp kendine mâl etmesiyle insanlık ayağa kalkacaktır. Asya’dan Afrika’ya, Amerika’dan Kafkasya’ya, Avustralya’ya kadar tarihin en büyük depremi yaşanacaktır. Çok zor ancak çok güçlü ve dinamik olacağı kesindir. Falsifikasyonlar ortadan kalkmadan imkân yok. Nerelerde kaldığımızı bile hatırlamıyorum. Ey mest-i nâzım diye devam edilebilirdi aslında. Sanki iyi kötü bir edebî iş yapmıyoruz da Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün 'Tezler'ine nazirede bulunuyoruz. Öyle ya da böyle hayat mücâdelesini lehimize çevirmek için uğraşıp duruyoruz. Bunu yaparken ne kadar rafineyiz, ne kadar soğukkanlıyız, ne denli kuvvetli ve altını doldurabiliriz, muamma... Ben bu eseri kaleme alırken, birçok şeyden (ideoloji ve siyâset gibi) birçok mevzudan imtina etmeyi düşünüyordum, oldu mu? Hayır, dönüp dolaşıp edebiyyata ve bediiyyata mugayyir ne varsa didiklemeye yelteniyorum. Peki, nerede kaldı işin san'ât tarafı, incelikler, rafinmanlar, geline söyleyip kıza göndermeler, derinlik, hiciv, nükte, tecvid, şiir ruhu vs.? Kaybolup gitti her hâlde. Baştan mı başlamak gerekiyor veya ikinci bir başlangıç mı, ara başlıklar mı, kurtarır mı? Hiçbir fiqrim olmadığını rahatlıkla yazabilirim. Rüyâ... Bir evliya, rüyâ görmemenin hayvan sihhatine delâlet ettigini söylüyor. Rüyâ görüyor muyuz? Dahası nitelikli rüyâ görüyor muyuz? Ve, nereden bileceğiz qalitesini? Kim yoracak, kim tâbir edecek? Belki bu işin en büyük ustası sayılan Nablusî' ye başvurmak gerekiyor. Rüyâlar çok mühîm. Sembollerle veyâ doğrudan haber kaynağı, tarih boyunca klasik veya modern devlet idârecilerinden tutun da bilim adamlarına ve avama kadar herkes rüyâ mes'elesi ile ilgilenmiş. Hz. Yusuf'un tâbir gücü dillere destân olmuştur. Fir'avn onun dedikleriyle siyâset belirliyordu, kıtlıkları, hastalıkları, olup bitecekleri ondan alıyordu. Ben lisâniyat ilmine hayran olduğum ve bu işin çıraklığını/ameleliğini yaptığım için işin biraz o boyutuyla ilgiliyim. Ve, hâliyle yine o tarafa eğilmeyi planlıyorum. Hayvan sıhhatindeyim. Yunanlar, 'onuro' (Oniro) kelimesini kullanıyorlar. Ehi mia oniro dedikleri zaman ise, 'Onun bir rüyâsı/hayâli vardı' demeye getiriyorlar. Herkesin bir 'oniro'su yok mudur? Tabiî ki vardır. Büyüdükçe ve çapı genişledikçe bu 'oniro'nun, karmaşıklığı, zorluğu ve gözkamaştırıcılığı da artar. O kadar ki, âdetâ bir iptilâ hâline gelir, kopulması, uzaklaşılması hattâ bir ân olsun akıldan çıkarılması muhâl olur. Unutmak ya da vazgeçmek istediğinizde büyük bir boşluğa, angoisse'a düşersiniz. Herşey altüst olmaya başlar, zindana döner hayat, olmazsa olmazınızdır 'oniro'. Herşeyleri göze alırsınız da hayâllerinizden ferâgat etmeyi asla. Ben, akla düşman biri olarak, hayâllerimden gayrısına hiç değer vermedim, bundan sonra da verebileceğimi sanmıyorum. Şu ânda saat sabaha karşı 05:24 ve hayâllerimde hiçbir gerileme görünmüyor ve saatler hep şâhiddir. Geceleri yazmayı tercih ediyorum ve daha ziyâde de sabaha karşı veya geceyarısından sonra. Herkesin rüyâ avına çıktığı veyâ rüyâların insan aradığı, her hâlde bulamıyorlardır, waqtlerde ben hayâllerimden gros olarak bahsetme bahtiyarlığındayım, çok şükür ve âmin. Fransız 'Rêve' diyor. 'Rev' olarak okuyoruz. Rüyâ görmek için de 'Rêver' (Reve) fiilini kullaniyor. Bir şair, 'Je ne fais que rêver' diyor, 'sâdece rüyâ görüyorum' veya yaptığım tek iş rüyâ görmek anlamındadır. Remake: Bir filmin yeni versiyonu anlamında. Réverbération kelimesi ışığın veya harâretin yansıması anlamına geliyor. İkinci bir anlamı daha var: Bir ortamda sesin/gürültünün yayımı durduktan sonra işitme duyusunun dirençli hâle gelmesini anlatıyor. Réverbère ise kısaca sokak lambası. Merkezden idâre edilen modern sokak lambalarının hiçbir gizemi yok, karşımda öylece, kaba saba beton direklerin ucuna tünemiş les yiyici yaratıklar gibi sırıtıyorlar. Bu réverbère'lerin ışığında! hayâllerimi konuşturmaya çalışıyorum. Nerede o eski sokak lambaları diyesim geliyor, insanı alıp götüren, hülyâlarıyla buluşturan, samimî lambalar ve nerede bu modern eşkiyâlar! Bunun fiili de var: Réverbérer. Işık veya harâret göndermek, yansıtmak anlamnda. Işık kalmış mi ki, gönderiyorsun? Revercher ise, bir deliği bir kalay parçasıyla tıkamak mânâsına. Heryer delik deşik olmuş, kalaycılık ise tarihe karışan bir meslek. Bundan daha büyük çelişki olabilir mi? Baş çelişki işte bu; delik çok ve fakat kalaycı yok, gayba karışmış. İstediğimiz kadar hayâl edelim ve rüyâ peşinde koşalım, kalaycılığın öldüğü yerde ve dünyada rüyâlarin karşılığından bahsedilebilir ki? Reverdir; İkinci bir defâ yeşile boyamak, yeşilligini pekistirmek, yeniden yeşillemek, yeşertmek, yeniden yeşil olmak, figüratif mânâda ise yeniden gençleşmek, daha güçlü olmak. Bir tür rönesans olsa gerek, hayâl veyâ rüyâ. Ce vieillard reverdit dediğimizde bu ihtiyâr yeniden gençleşiyor, güçleniyor demek istiyoruz. Bazı şeylerin yeniden güçlenmesi iyidir ve elzemdir. Bazı başkalarının ise reverdir fiiliyle yaşayacağı ve daha önemlisi yaşatacağı şeyler bir hayâlden ziyâde bir kâbus olacağı için o yeşermeye 'hortlamak' fiilinin anlam penceresinden bakıyoruz. Eylemcilerine ise hortlaklar diyoruz. Bunlar asla yeşil değildir, yani cevherleri itibârıyla kararmışlardır. Reveransı hiçbir zaman haq etmeyenlerdir, saygıdan uzaktır ve Belh'üm Âdal derecesini temsil ederler. Aşağıların aşağısıdır orası, cehennemin dibi, gayya kuyusu. İngiliz 'Dream'le karşılıyor ve bugünlerde yalan olduğu çok net bir biçimde görülebilen, 'The American Dream' (Amerikan Rüyâsi) denen nesnenin aslında 'The American Nightmare' (Amerikan Kâbusu) olduğudur. İngilizce, gittiği her yeri dreamland diye tanımlarken o dili konuşanlar oraları katli'âmdan, soykırımdan ve vahşetten geçiriyor. Çelişki çok büyük. Dream artık kanlı ve karanlık bir mizansen işâret etmektedir. Orada hayâl değil, lânet dolaşmakta insanlık değil alçaklık hâkim olmaktadır. Insurgents adı verdikleri insanlar ise hayâllerini muhafaza edebilmekten başka hiçbir şey yapmamaktadır. Rüyâ zulümle replasedir. Eyvah ki, diğer parçalar basit hayâllerin peşindedirler. Çirkin sür’âtli ve kötü ingilizce konuşan bir dışişleri bakanı, Amerikan ve Iraq askerleri 'teröristler'den kurtulmak için mücâdele veriyorlar, bunu anlamak gerekli diyebiliyor. Ölenler ise 3 aylık, iki yaşında, 70 yaşındaki 'teröristler!'. Bir başka dışişleri bakanı, tepkilerimizin demokratik olmasını ve anti-semitizme düşmememiz gerektiğini söylüyor. İtidâl tavsiye ediyor. Hayâlden çıkıp hayâlperest olmamızı ister gibi. Demokrasi diyor bu adam, bak şu konuşana, hayretleri zorlayan, akla sezâ bir tavsiye. O da çirkin, bunlar hep böyle, çirkinliklerini yüzlerinde de açık ediyorlar. Rabbiyesirleri silinmiş olsa gerek. Bunlar rüyâ göremezler. Rüyâ kapıları çoktan kapanmış olmalı ve hergün kâbus gördükleri kesin. Mezbahaların Calligula'ları bunlar. Avustralya timsahlarının güçlü çeneleri arasında debelenerek can veren yaban domuzlarının attığı çığlıkları kurarak demokrasi yalanına başvuruyorlar. Şatolarının etrafına kazdıkları hendeklerde dolaşan krokodillerin yaqında dönüp efendilerini yiyebileceklerini düşündükce, uykuları kaçıyor, boğuluyorlar, ya halq hayâllerini gerçekleştirme kararlılığını gösterirse... İtalyanlar rüyâyı 'sogno' ile karşılıyorlar. Sogno fatta realta dedikleri waqit, rüyâ gerçek oluyor. Immaginare fiili ise hayâl etmek, hayâl kurmak anlamında, ingilizler'in to dream up'ına denk düşüyor. Latinler ise, 'somnio' kelimesini kullanıyorlar. Tersi ise insomnia ve uykusuzluk mânâsına geliyor. Uyuyan ekseriyet ile uyumayan ve uykuyu zul kabul eden bir ekalliyet, dünya üzerindeki büyük çelişkilerden birini de temsil ediyorlar. Uyuyanların veya uyku düşkünlerinin ulaşacağı yer sonsuz ve aynı zamanda da sonsuz uykusuzluk yani ölüm ve qabir, maqber. Şâir, 'pir nûr o mevki' diyor. Uyumayanlar ve sürekli uyanık kalmayı tercih edenler için, çileyi çekenler için, azaba mâruz kalanlar için, mücâdele edip direnenler için evet, o mevki cennetten bir köşe. Fakat, anal bölgelerini pirelere ve oksiyürlere kaşıttıranlar için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Onlar için başka programlar var. Cıvırların kucağında uyumaktan hoşlanan mollalar uyandıklarında, aydıklarında kendilerini derin bir kâbus sürecinin içinde bulacaklar. Rüyâ, bir anlamıyla, ölmeden ölmektir. Eşdeyişle ölümü öldürmek, yeniden doğup lûgatından ölümü çıkarabilmektir. Rüyâsız bir hayat ve tabiî ki, hayâlsiz, yaşanası değildir. Mütefeqqirce söylemek gerekirse, 'n'ideyim o hayatı... Fonda şabbatay kızı Candan Erçetin, Kadifeden kesesi isimli şarkıyı hem Türkî hem de Yunanî seslendiriyor: Kadifeden kesesi, kahveden gelir sesi, oturmuş kumar oynar, ah ciğerimin, ah ciğerimin köşesi, aman yolla Beyoğlu'na yolla, yavrum yolla İstanbul'a yolla, yolla, yolla yâr yolla... Ta matakia sou pouli mou hamilo kitazoune, san girizoune ke miloune stin kardia mou spazoune... (Gözlerin, kuşum, hoş bakıyorlar, döner ve konuşur gibisinden kalbimi kırıyorlar)... Kadife yastığım yok odana bastığım yok, kitaba el basarım senden başka dostum yok... Aman yolla Beyoğlu'na yolla, yavrum yolla İstanbul'a yolla, yolla, yolla, yar yolla... Başka şarkılar da var repertuarda; Telgrafın tellerine kuşlar mı konar, herkes sevdiğine yavrum böyle mi yanar, yanıma gel yanıma da, yanı yanıbaşıma, şu gençlikte neler geldi câhil başıma... Telgrafin tellerini arşınlamalı, yâr üstüne yâr seveni kurşunlamalı. Zeytinyağlı yağlı yiyemem aman , basma da fistan giyemem aman, senin gibi câhile, ben, efendim diyemem aman, kaldım duman içi dağlarda, sevgili yârim nerelerde... Arada, Afou m'agapas kai ego s'agapo (zira, sen beni seviyorsun ve ben de seni) var... Asmadan üzüm aldım, sandıkla çeyiz sardım, verin benim yârimi, annemden izin aldım... Böyle gidiyor işte... 'Senin gibi câhile, ben, efendim diyemem' bölümü yakıcıdır. Sorun burada yatıyor. Hep câhillere 'efendim' demek zorunda bırakıldığımız bir coğrafyada yaşıyoruz. Neden böyle? Soner Yalçın, 'Efendi' isimli kitabında, bu kelimenin sâdece Şabbataylar için kullanılan bir hitâb olduğunu yazıyor. Demek ki, Şabbataylar'a 'efendim' dememiz gerekiyordu, böyle öğretilmiştir. Gerçekte, bu dünyânın efendilerinin yahudîler olduğunu kabul eden birçok insan gibi düşünülecek olursa şabbataylara 'efendi' dememizde bir sakınca yok. Zâten, bilerek bilmeyerek söylüyoruz. Ellerimizi oğuşturup, iki büklüm olup, söze 'efendim' diye başlamayı itiyât edinmişiz. Üstelik, efendi'lerimiz, bizleri idâre edenler, üzerimizde tahakküm kuranlar, zâlimlerimiz aynı zamanda 'câhil'dir, askeriyle siviliyle hepsi câhil ve önemli bir kısmı ise zır câhil. Ama, efendilik onlar için âdetâ bir genetik nitelik olarak algılandığından adamlar istedikleri gibi at oynatıyorlar. Ve şarkımızın devamında, 'kaldım duman içi dağlarda' diyor, serzeniştir. Bunu ister dumanlı dağların içinde kalmak, isterseniz de dağlarda duman olmak biçiminde anlayın son tahlilde, dağlardayız. Şarkılar çoktur; başına bir hâl gelirse cânım, dağlara gel dağlara, seni saklar vermez ele cânım, dağlara gel dağlara. Devrimcilerin sevdiği bir şarkıdır, isyâna, başkaldırıya, direnişe, temizliğe, tabiata, bozulmamışlığa, hürriyete dâvettir. O nedenledir ki, savaşçılar, boyun eğmek istemeyenler, 'Oute Afentes, Oute imperialismos' (Ne Efendiler, ne emperyalizm) şiârını benimseyenler dağları tercih ederler. Kimileri ise, dağlar seni delik delik delerim şarkısını severler, özellikle devletin silahlı güçleri bu şarkıyı benimsiyorlar. Resmî ideoloji, bir İsveç halq şarkısından apardığı 'Dağ başını duman almış' marşını insanlarımıza sıklıkla söyletmekten özel bir zevk alır. Yol ver dağlar yol ver bana diyenler, bir sıkıntıyı anlatıyorlar, Yâre ulaşmak istemleri olmalı. Kürdler dağlarla içiçe, bütünleşmiş, sırlarını, ısdırablarını, aşklarını, acılarını, mutluluklarını hep dağlarla paylaşıyorlar. Çiyâye Gabar, Çiyâye Reş, Çiyâye Sor, Çiyâye Spi, Çiyâye Mezın hepsi sırlarla doludur. Şarkımız, sevgili yârim nerelerde diye sual ediyor. Yâr, hep aranan ve hiçbulunmayandır bizim kültürümüzde; biryerlerdedir ve bilinmez, nerede olduğu. Aranır, merâk edilir, peşinden koşulur ama bir türlü bulunmaz. O nedenle yâr üzerine yakılan türküler aslında hep bir arayışın ifâdesidir. Bulunamaz, yer yarılıp içine girmiştir yâr. Yar kenarlarında, tehlikeli mekânlarda, falezlerde dolaşıp durduğu hakkında gelişkin bir inanç vardır. Düştü düşecektir, her hâlde dağların dumanı içinde kaldığından. Sonra yaylaya veya ovaya (düzlüğe) inip asmadan üzüm alır ozanımız. Düze inen kişi 'medeniyet'le tanışır. Medeniyet ismli canavarla tanışmanın bedelleri olduğu tartışılmaz. Direnişçilikten, hoyratlıktan, hürriyetten uzaklaşma anlamına gelir. Urfa ile Şırnak arasında bu nedenle büyük bir farq var ve 'efendilerin medeniyeti' Urfa'da kurulu. Orada, efendiler herşeyi belirliyor. Asmaları onlar yetiştiriyor, üzümleri onlar yiyor. Gabar'da ise efendileri göremiyoruz, orada efendilerin askerleri ve hoyrat adamlar arasında bir hesablaşma yaşanıyor. Urfa'daki (ovada) efendiler, Şırnak'takilere ulaşamıyorlar. Oysa, Urfa kelimesi AsurÎ-Süryânî lisânında ‘Oor Haa Ya’ olarak söyleniyor ve ‘kutsal kent’ mânâsına. Sümer’deki ‘Ur’ şehri var ya hani işte o ‘Ur’ zâten ‘şehir’ mânâsına. Ovalar, tehlikelidir meselâ keklik avları hep düz ovada yapılıyor. Sanayi tesisleri hep ovalarda kuruluyor. Yerleşim bölgeleri oralarda. Direnenler arasında kadınlar var, güçlü kadınlar onlar. En zor durumda kendilerini imhâ etmekten zerre kadar çekinmeyen, on tane daha canım olsaydı onları da verirdim diye arkalarında mektublar bırakan kadınlar. Dağların çelikleştirdiği kadınlar. Dağların sakladığı, bağrına bastığı fidanlar, Uruguay dağlarından Korsika dağlarına, Kürdistan dağlarından Nepal dağlarına kadar kartal yuvalarının keskin bakışlı yiğit insanlar. Dağlar, misyon mekânları. Şehirler ise birer mezbaha, birer öğütme ve tüketme merkezi, direnişin çok zor koşullarda yürütülebildiği sefâlethâneler vasatı. Bir Renault reklamı, billboardlarda. Renault Cabriolet'nin tanıtımı yapılıyor. Arabanın üstü yarı yarıya açılmış ve hemen üzerinde genç bir kadın fotografı, elleriyle atletini göğüsleri görünecek biçimde yukarıya doğru sıyırmış ve göğüsleri meydanda. Analoji kuruluyor, Renault cabriolet, aynı göğüslerini açan bir kadın gibi çekici ve tahrikkâr, haydi gelip alın bu Renault'yu, kız gibi araba işte! Buna reklam deniyor veya propaganda ve bu reklamın enstrümanı mı dersiniz, âleti mi, vasıtası mı, genç bir kadın, bir manken, bir fotomodel. Marifeti göğüslerini sergilemesinde. O görüntü Renault'ya birçok satış yaptıracak ve kapitalizm para kazanıp büyük kârlar elde edecek. Kadın eti iyi para ediyor, hiçbir av kuşun, sülünler, yelveler, keklikler, bıldırcınlar, turaçlar, siyah havyar, istakoz, pavurya vs. o kadar para edemez. Kadının bittiği yer burası olmalı, ovalar ve düzlükler veya uçsuz bucaksız avlaklar. Hayatın devam ettiği yerde kadının rengi fıstıkî ve kokusu malttır. Arpa posası ve küspesi kokmaktadır. Yabancıdır, yabancılaşmıştır. Ayakları yoktur ve yere inememektedir. Sebeb belki de, bundan 4000 sene evvel ilk kârhâneyi hizmete açan Sümer rahib devletinin üst düzey bürokrasisidir. Ur, Sümer'in başşehridir ve daha sonraları yahudîler açısından anlam yüklenmiştir. Kârhânecilik büyük bir sektördür ve erkeğin azgınlığını daha doğrusu deli enerjisini öldürme, serinletme yeridir. Kârhânecilik o gün bugündür istiqrârlı bir devlet politikasıdır ve hep başvurulmuştur. İdrâklerin iğdiş edildiği yerlerdir. Erkek bugün kastredir, enenmiştir ve ortada bir hadımlar ordusu vardır. Kadının fahişeleşitirildiği bir toplumda erkek de eunikoid olmuştur. Bu hadımlar, 'Efendiler'in saraylarında 'hadımağalığı' işlevini sürdürmektedir. Meselâ, ABD'ndeki yahudî saraylarında peşkircilik yapan 'Müslüman' taslakları vardır, bunlar efendilerinin belirlediği haremlerde ağalık görevi üstlenirler, hiçbir inisiyatifleri yoktur. Ödlektirler ve efendilerine kölece bağlıdırlar. Kadın artık alkol kokmakta ve efeminelerin arasında kendi gerçekliğinden iyice kopmaktadır. Şaşkındır ve ne olup bittiğine bir türlü anlam verememekterdir. Öte yandan şabbatay kadınlar efendilerinden memnun ve keyfleri gıcırdır. Hesabın ve sapın döneceğine ihtimâl vermeden günlerini gün etmektedirler. Renault onların elindedir ve Renault'nun mutluluğu atletlerini sıyırıp göğüslerini teşhir etmelerini gerektiriyor. Kadın artık üstsüzdür ve tangaya yönelmiştir. 'Namuslular'ı ise monokini giyiyorlar. Athina'da fahişelik zaman zaman yasaklanıyordu ve o yasaklı dönemlerde fahişeler adreslerini ayakkabılarının altına kabartma yazyıyla işliyorlar ve kumsallarda yürüyüp müşterilerini haberdâr ediyorlardı. Şimdi bu tip işlemlere gerek yoktur, internet var ve sanal âlem üzerinden her türlü pazarlık yapılıyor. Yahudî ve dünyânın en zengin adamı Bill Gates, yahudî ideolojisinin azîzlerinden biridir ve hizmeti hiç tartışılmaz. Müstaqbel Zion devletinin her türden hizmetkârları ve köleleri şimdiden hazırdır. 2006 dünyâ kupasına Almanya ev sahibliği yapıyor. Dünyânın en büyüğü olduğu söylenen kârhânenin 600 kişilik bir fahişe ordusu var. Aynı ânda 600 müşterîye hizmet verebilmekle övünüyorlar ve sahibleri Türk'müş. Girişimcilik işte budur. Milletin uçkurunu çözmek gibi hizmetlerde öncüyüz. En yüksek vergiyi Mathild Manukyan hanımefendi veriyordu ve en büyük saygıyı da o görüyordu. Selânik Cumhuriyeti (SC) bize bu vazifeyi vermiştir, seks hizmetlerinin olabildiğince kamusallaştırılması. En ünlü 'san'âtkârlarımız' ve yine en makamlı ezân okuyucularımız (müezzinlerimiz) hep üçüncü cinse mensubdur; San'at güneşimiz Zekî Müren, bir diğer güneş Bülend Ersoy (Şabbatay), Yılmaz Morgül (Şabbatay), Tarkan Tevetoğlu (Şabbatay), Fatih Ürek, Aydın, Arto ve diğerleri üçüncü cins denilen homoseksüalitenin önemli temsilcileridir. Sâdece san'ât mı, başka sektörlerde yok mu? Var; işadamı ve şabbatay Ali Koçman, işadamı ve yahudî Vitali Hakko, Erol Simavî, tiyatro ve/veya sinema adamları/kadınları İsmet Ay, Genco Erkal, Haldun Dormen, Cüneyd Arkın, Fikret Hakan, Sâmî Hazinses, Sezen Aksu, bilim adamları Tarık Zafer Tunaya, işkadını Neslihan Yargıcı (Erol Simavî'nin kızı Aliye Simavî ile berâberdi), siyâset adamları Ali Adnan Menderes (Ethem Menderes'in partneriydi) ve daha nice seçkin simâ eşcinsel ve/veya biseksüel tercihlerin içindedir. Kocalarını aldatan ünlülerimiz var mı? talebelerine düşkün Tansu Çiller, terzisine düşkün Nazmiye Demirel, herkese düşkün Semra Yeğinmen Özal, Hülya Koçyiğit, Ajda Pekkan, Ayten Alpman, Emel Sayın ilk akla gelenlerdir. Eşcinsellik ve biseksüalite artık (ve SC kurulduğundan beri) bir ayrıcalıktır, bir mühürdür ve qalite işâretidir. Bu vasatlarda kadınların kafa karışıklığı yaşamaları çok anlaşılır bir durum olmaktadır. Daha da kötüsü gizli de yürüse de çocuk seviciliği, oynaşmacılığı) ile ensestin de geliştiğinden haberdârız. Bu 'Müslüman' sıfatının arkasına saklanan idâre emperyalizm ve profesyonel puştluğun babası judaizm için biçilmiş kaftandır, not edikmesi şarttır. Tam bu noktada bitirilmiş kadın çıplaktır, ve bu kadının türbanı ülkenin gündemini sıklıkla meşgûl etmektedir. Polemik malzemesi ve meze tabağı bir antre olarak rolünü oynamaktadır. Çıplaklık (her iki mânâda) ve türban bu ülkenin uzlaşır çelişkisi hâline getirilmiştir. Uzlaşmanın altındaki imzâ, kadınları câmide erkeklerle kolkola saf tutturan irâdedir, kutlamamız gerekiyor. Mülkiyete değinmenin zamanı geldi...
DİĞER YAZILARI -Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- I - Ma Alladzi Hadatha Fi Hadath 11/9 (11/09 'da Ne Oldu?) - Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- II - Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- III - Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- IV - Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - V - Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VI
|