Dr. Hakkı Açıkalın’la 3 Gün...(I)

Mustafa Saka

Onu ilk defa Komotini’de, "kıtel”de (otogar) gördüm.

O anki kelime "kıtâl”di; yakınma, yadırgama, boşa düşme, itiraz, bir sürü şeyle boğuşma!..

Meselâ: "Bu şehir burada kurulmamalıydı, bu adam burada olmamalıydı, ben burada durmamalıydım”!..

Bizimkiler bu şehre Gümülcine diyor, Yunanlılar ise Komotini; ben, o an hangisine daha çok kızgınsam veya kimin damarına basmak istiyorsam ona göre birini kullanıyorum; veya dilime geldiği gibi...

Fakat "Gömülcine" diyesim geliyor çok defa!

İskeçe (Ksanti) ile Dedeağaç (Aleksandrupoli) şehirleri arasında; Ne İskeçe gibi Rodop dağlarına yaslanabilmiş, ne Dedeağaç gibi Ege’ye inebilmiş; ovanın ortasında kalakalmış bir şehir! Konya gibi meselâ ovaya kurulmuş ama yükselebilmiş bir şehir de değil; ovaya, bir çukura gömülmüş gibi adeta! Bu yüzden “Gömülcine” diyesim geliyor çok defa...

Bu şehrin, kadim medeniyetlerin kadim şehircilik anlayışlarına aykırılığı üzerinde bu kadar durmamın bir sebebi Doktor Hakkı Açıkalın, bir sebebi kendim, bir sebebi de "mültecilik"!

Mülteci de ne bir dağa yaslanabilir, ne bir limana inebilir; bir ovanın ortasında, bir çukurda kalakalmıştır; tıpkı bu şehir gibi... Ve bu şehir neyse, biz de oyduk bu şehirde...

Bir ropörtaj fikri bu düşüncelerle gelişti biraz da... İnsanlara hakkıyla paha biçilecek bir pazar kurulsa farzımuhâl, bu pazarda beş para etmeyeceklerin cüzzamlı muamelesi yapıp uzak durduğu, kem baktığı, terörist dediği mültecilerin birbirlerine mikrofon uzatması... Bu şartlarda, bir mültecinin bir mülteci için yapabildiği bu ancak... Hatta biribirleriyle aynı dünya görüşünü paylaşmasalar bile, başka ciddi rezervleri olsa bile, bir mülteci herhangi bir mülteci için böyle düşünür; hele Türkiyeli ve özellikli biri olunca...

"O şehir orada kurulmamalıydı, o adam orada olmamalıydı, ben orada durmamalıydım”!

Ben orada durmadım, kısa bir molanın ardından yola devam ettim; fakat onlar oradalar hâlâ... Bu kez beni, Ramazan’da iftar topu atıldığını, minârelerde kandiller yakıldığını ve sahurda davullar çalındığını söyleyerek kandırdılar... Uçarak gittim... 1423 Ramazanı’nı beraber karşıladık... İftar topları atıldı, kandiller yakıldı, müezzin efendiler önce dört kez “Allahüekber!” diye seslendiler dehre ve şehre... Biz, dükkandan bozma bir fakirhânede, bir ayağı kırık bir masanın üzerinde, ayağının kırık olduğu tarafa abanıp da acemi ellerimizle yaptığımız çorbayı dökmemeye gayret ederek orucumuzu açarken, iki kez daha “Allahüekber” diye seslendi müezzinler... “Allahüekber”! “Allahüekber”! Müezzinler günde beş vakit ve otuz defa haykırsalar da bu hakikati; başka başka şeylerden ürküyor ve çekiniyoruz yine de... Galiba onlar da öyle; ki bir iftara davet eden olmadı... Belki de bilmiyorlardı, tanımıyorlardı... Mültecilik; “bilinmeyen”, “tanınmayan”, “yaşadığı varsayılmayan” bir şey işte; işte biraz da bu yüzden yapıldı bu ropörtaj!

1423 Ramazanı’nın ilk üç gününü beraber geçirdik... Üç gece, çingeneler sahur davullarına vurana kadar konuştuk... Bu sohbetlerin 45’lik on tane kasete sığdığı kadarını kaydettim; toplam 7,5 saatlik bir ropörtaj oldu... Kasetleri deşifre ederken içinden bazı tekrarları ve hususiyet arzeden birkaç cümleyi çıkardım sadece; bunun dışında ne diline, ne metnine bir müdahalem olmadı...

Bu satırları yazarken meslekî bir heyecan, bir gazetecilik heyecanı da duyuyorum... Ve bir de; “Başka biri yapsaydı bu ropörtajı, nasıl bir portre çizerdi?” diye kendi kendime soruyorum şimdi... Muhakkak daha canlı ve daha maktaından bir portre çıkarılabilirdi ortaya... Biraz da bu açığı kapatmak ve olabildiğince aslı gibi bir portre sunabilmek için sizlere; “Not Defteri”nden, okumama ve sizlerle de paylaşmama izin verdiği bazı renkler serpiştirdim konuşma aralarına; [köşeli parantez] içinde ve -Yevmiye Defterinden- dipnotuyla...

Saygılarımla arzederim!..

 

7 Aralık 2002 / Hanya

 

 

[1997 yılının Mart ayında, Lavrion mülteci kampında PKK’nin bir eğitim toplantısı sırasında ütopya tartışması yapıldı; ve ben de şunları dile getirdim: “Bir ütopyaya sahip olabilmek için önce bilmek, algılamak, sezmek ve inanmak gerekir. Bütün bunların üzerine hayal gücünüzü, fantezilerinizi ve -eğer varsa- üst bilinç, üst mânâ ve üst dil özelliğinizi eklersiniz; ve bir ütopya ortaya koyarsınız. Bunun dışında, insanların sık sık ütopyadan bahsedip durmasının pek bir anlamı yoktur. Bu cümlelerden hareketle ben kendimi ütopya üretmeye yetkin bulmuyorum. Doğrusu; işi ehline bırakmaktır!” -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Sayın Doktorum; nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum... Gazeteciliğime değil, sana güveniyorum açıkçası... Evinden başlayalım meselâ; doğrusu Dostoyevski’nin bile hayâllerini zorlayacak bir mekân burası... Fakirhânenin fukarâlığını örtüyor biraz duvarlar; resimlerin...

- Çok hazırlıksızım, kendimi biraz zorlamam gerektiğini farkediyorum... Bilemiyorum ne diyeceğimi; bilinçaltımdan, üzerinde yoğunlaşabileceğim bir iki kavram çekmeye çalışıyorum...

- Resimlerinde ilk dikkatimi çeken meselâ, insanı bakarken bile yoran detaylar... “Detay” uygun bir kavram mı konuşmaya başlamak için?..

- Çizgiden yola çıktığımız zaman; çizginin açıları, eğrileri, yükseltileri, yönleri hepsi devreye giriyor... Resim tabiî bir bütün; resmin içinde sadece matematik değil, herşey var...

- Anatomi var; uzmanlık alanın... Resim ve anatomi meselâ...

- Bana şeyi hatırlattın... Büyük bir parantez açıp flash back yapılabilir... Sene 1994... Ben o zaman anatomide asistanım... Bana şu soruldu; Prof. Recep Mesut Türkiye’de anatomi ilminin babalarından sayılan bir insandır, “insan burnu üzerine çalışır mısın” demişti bana... Ben de “hay hay Hocam” dedim, kabul ettim büyük bir şevkle... Burun üzerine bir poster çalışması ve bir bildiri hazırladım; burnun profilden görünüşü, burun profillerinin klasifikasyonu ve burun taban ve burun uzunluğunun oranları üzerinde muhtelif ırklar bakımından bir çalışma... Temel anlamda üç tip burundan bahsedilir... Ara özellikler olmakla birlikte bir tanesi platirini, bir tanesi leptorini, bir tanesi de mezorinidir... Her üç terim de Yunan kökenli... Yayvan burun, düz burun platiriniye genellikle siyahlarda rastlanıyor... Bu burun tipinde, burnun eniyle boyu oranı 0.66’dan büyüktür... İnce, uzun burun leptorinide en-boy oranı 0.50’den daha küçüktür; genellikle Doğu Avrupa, Slav ve Ön Asya topluluklarında görülür... Orta tip burun mezorinide ise en-boy oranı 0.50 ile 0.66 arasındadır; ve bu da Orta Avrupa, Kuzey Avrupa, İskandinavya bölgelerinde yaygındır... Bu buruna plastik cerrahide İsveç burnu da denir; hafif kalkık, hafif sivri...

- Kedi burnu tarifsiz estetik Doktorum... Konuyu dağıtmış olmıyayım da... Tedâileri yoğun; “Ümit Burnu”, Târık bin Ziyad...

- Ben de burundan yola çıkarak, “burun ve tarih” veya “burun ve kavramlar” arasında bir ara geçiş yapılabilir mi arayışındayım... İşte İsveç burnundan bahsettik; bayanların özel alâka duyduğu bir burun... Her ne kadar idealize edilse de bu burun; insanların prosopik yapısına...

- Şemâiline...

- Evet şemâil; “prosopos”, Yunanca “yüz, sûret" anlamına geliyor... Yüz yapısına her zaman denk düşmüyor; yuvarlak yüzlü bir insana böyle bir burun koymak... Önemli olan proportion dediğimiz, yüz-burun oranı...

- Resimden hiç anlamadığım hâlde burnumu sokuyorum; resimlerindeki bu kadar detay sanki meslekî, teşrihî...

- Burunla ilgili bir şey daha söyleyeyim; şöyle bir şey vardır “anatomi”de: Dünya üzerinde, istisnasız hiçbir burun düz değildir, en düz burun bile sapmalıdır... Benim çizdiğim, ben buna sanat diyemiyorum, eskizler diyebiliriz; teşrihî bir motif evet var... Lâtincesi “diseksiyon” teşrihin; bunun yapay Türkçesini çok zorlayark “dilgibilim” dediler, “dilmek”ten... Tabiî Arapça “teşrih”, Yunanca “anatomi”, Lâtince “diseksiyon” kavramlarını karşılayamayan zorlama bir kavram... Resimlerime tekrar dönersek; evet ben teşrihe önem veriyorum... Detaycılığı çok seviyorum; her ne kadar ışığı çok doğru kullanamasam da... Fakat kendimi kendim tarif etmem gerekirse detay mevzuunda; zor tabiî... Bir hatıramı anlatayım: Sanıyorum sene 81, aylardan da Aralık, bir ziyaret sebebiyle İzmir’deyim, bir dostumun evinde kalıyorum; bir takım sıkıntılarım var, uykusuzluk çekiyorum ileri düzeyde ve kapıların açılıp kapanmasından müthiş rahatsız oluyorum, ürperiyorum, irkiliyorum, tahriş oluyorum... Bunun üzerine, Ege Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi Nöröloji bölümünün önemli isimlerinden, entelektüel yanı da olan Profösör Doktor Kâmuran Kumral’ın Konak’taki muayenehânesine gittim o dostumun tavsiyesiyle... Oturduk, şikâyetlerimi anlattım... Gülümsedi... Zaten böyle pos bıyıklı, hoş sohbet bir adam... Aile durumumu sordu, hatta “çamaşırlarını anan mı yıkıyor senin” dedi... Dedim: “Evet”... Dedi: “Parayı baban mı veriyor?” Dedim: “Evet...” “E daha ne istiyorsun?” dedi, “belânı mı arıyorsun?”... Konu buradan... Buraya gelene kadar din, felsefe, çok şey konuştuk tabiî... “Sen çok biliyorsun; sana bir soru sorayım” dedi: “12 İmamı sayabilir misin?” 11 tanesini saydım; bir tanesini de biliyorum, fakat bir türlü hatırlayamıyorum... Bir türlü hatırlayamadığım imam, Muhammed Bakır; mübâreğin ismini bir türlü hatırlayamadım... “Bak gördün mü” dedi, “bir tanesini bilemedin”... Neyse... Yani detaycılığım üzerine teşhisleri vardı başka hocalarımın da; bir tahlili hak ediyor, kabul ediyorum bunu...

 

[Tablonun içindeki ressam! Tablo yapmakla tablonun içinde olmak arasındaki fark; öznenin, Tarih'i yalnızca bilmesi ve öğrenmesi değil, aynı zamanda duymasıdır da. Her özgün süreçte bir sembol öne çıkarken bir sembol de, "kripto"luk görevini üstlenir. Ve ressam, şu ya da bu sembol olarak öznesini tabloya yerleştirir. Bu nasıl anlaşılacaktır? Bu, iconographique bir kod mudur? Karakter midir? Sıradan bir eskiz midir? Çözüm, metodu yakalamaktan geçer. Yöntem, bir yönüyle geleneksel pratiği önce dekode etmek ve resimle ön işâret sistemleri arasındaki ilişkiyi kurmaktır. Daha sonra kendi kodunu yerleştirerek onu tanıtmak gerekir. Kodun figüratif olması gerekmez. Bu, eserin dışında yer alan bir referans da olabilir. Bu referansı yakalayamayan militan adayı, irâdî ya da gayri irâdî bir itaatsizliğe hatta muhalefete düşer. Bundan sonrası, aynı çözümleme tekniğini her tabloya, dünya tablosuna ve evrene doğru geliştirmektir. Metodu geliştirmek için, ressamın psikanalizini yapmak bir ön adım olarak ele alınabilir. Eser sahibi, hangi psişik süreçlerin sonucunda eserini üretmiştir? Ve eğer tabloda bir işâret bırakmışsa, bu ne tür bir işâret olabilir? Cevap, psişik sürecin bilince taşınması sonucu, onun tabloya ne tür imgelerle yansıyacağını bilmektir. Bunu beceren militan, rahatlıkla bir, "Mizaçlar Teorisi" oluşturabilir. Bu yönüyle O, "Mizaçlar Teorisi" ni gerçekleştirmiş bir usta militandır. O, "İhtiyatın kinâyesi"ni de en ince detaylarına kadar katman katman tahlil edebilecek kudrete ulaşabilmiştir. Sıra, tablosunda saklanmaya gelmiştir. Bu tablo, şimdi diğer "Mizaç Teorisyenleri"ni beklemektedir. -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Psikoloji ilminin "normâl" kabul ettiği bir insan normâl midir Doktorum?

- Bu geniş bir mevzu; üzerinde, moda tabirle uzman görüş belirtmek kolay değil... Fakat, eğer ortada modern psikoloji diye birşey varsa, bunu bir ön kabûl sayarsak, ortaya şöyle bir tablo çıkıyor, bugün tıbbiyeye yeni başlayan öğrencilere “normal insan”ı şöyle tanımlıyorlar: “Kendisiyle, yakın ve uzak çevresiyle ve -buraya dikkat- Allahıyla uyum içinde olan, iyi ilişkiler içinde olan insan...” Tanımın içinde, genel bilim çevrelerince pek de hoşa gitmeyen bir kavram var: Allah... Allah deyince bu bilim çevrelerinde bir huzursuzluk hissedilir...

- "Tanrı” rahatlatır onları...

- Tabiî, genel... Tanımı böyle koyunca, bu tanıma uymayan insanları da muhtelif tasniflere tâbi tutuyor; işte asosyal diyorlar meselâ... Veya daha muzır olanlar için antisosyal...

- Herkes normal olsaydı, insanlık mağaradan çıkamazdı herhâlde; bütün devrimciler bu tarif karşısında hastalıklı...

- Sadece devrimciler değil... Psikoloji ilmi, her alandaki öncü rolü üstlenmiş insanların özel durumlarını da kabul ediyor, istisna sayıyor, irdeliyor tabiî... Edison, işte asosyal bir kişilikti... Normal olmayan insanlara bir sürü isimler veriyor psikoloji ilmi; bu öncü kişiliklerin inkişaflarına saygı duymak zorunda da hissediyor kendini....

- Endüstriyel bilim; ya öldür ya pazara sür...

- Endüstriyel bilim ifadesi biraz kibar kalır; bunu ben “Yahudi Bilimi” diye adlandırıyorum... Zaten burdan bir başka ara tartışma da çıkıyor: “Bilim objektif mi, her türlü dogmadan ârî mi?” İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, hele ki endüstri devriminden sonra bilimin asla ve kat’a ideolojiden, politikadan bağımsız olmadığını çok açık söyleyebiliriz... Özellikle teknolojik inkişafla, bütün ilmî inkişafların belli çevreler ve kurumlar tarafından finanse edildiğini biliyoruz... Bu finanse edenler ister devlet olsun, ister tröst olsun; neticede kendi hesaplarının, kendi menfaatlerinin yani kendi siyaset ve ideolojilerinin reklâmını ve propagandasını yapmak temelinde bu yatırımları yapıyorlar... Kimse babasının hayrına bu yatırımları yapmaz... Hâl böyle olunca, kendi ideolojisine ve politikalarına aykırı olan şeyin bu çevrelerden “bilimsel” raporu alması mümkün değildir... İşin mânevî destek boyutu da var; bugün dünyada muhtelif bilimleri tescil konumunda yayın organları vardır... Jama bunlardan biri meselâ; Amerikan-İngiliz ortak yapımı, Anglosakson... Bu dergide bilimsel bir makale yayınlatabilmek için tıbbî bir buluş yapmak kâfî gelmez; bir çok hakem kademesinden filtre edilerek -bu kişinin sadece ilmî kimliği değil sâdece- dinî, siyâsî kimliği de irdelendikten sonra yayınlanabilir... Bu da inanılmaz bir şebekenin varlığını kabul etmeyi, onlarla angajmana girmeyi, ideolojik yakınlık kurmayı gerektirir... Hâl böyle olunca hangi “objektif bilim”den bahsedilebilir?! Bunu nasıl söyleyebiliyoruz? Bu süreci bizzat yaşamış olan insanların anlatımlarından biliyoruz... Ve zaten görebiliyoruz bunu...

- Bu durumda, bu paradigmayı yıkmadan Türkiye gibi ülkelerin ilerlemeleri de bir serap... Külliyâtta yazdığı gibi: “İdeolojisini üretememiş toplumların bilimini de, teknolojisini de başkaları üretiveriyor”... Tayyip Bey biraz daha geliştirmiş şu Kemal’in ifadelerini; muâsır medeniyet seviyesinin “üzerine çıkmak”tan bahsediyor...

- Zavallı Tayyip... Bir Nobel kurumu örneği var; Tıp, Kimya, Fizik, Barış ödülleri verir her yıl... Dikkat edersen Nobel ödülleri tarihine; -bu ödülleri alanların elbette ilmî bir formasyonu vardır, ama- bu ödülleri alanların milliyetlerine, dinlerine, ideolojilerine, ilişkilerine bir bakılsın... Bu ödülleri alan insanlar, her ne hikmetse ya apaçık Yahudi veya başka tâbiyetler altında bu kimliklerini örtmüş olan insanlardır... Üç beş tane olsa tesadüf diyebiliriz, ama % 80’lerin üzerinde... Neden böyle?... “Adamlar çalışmış, almış” mı diyelim?.. İşte bu noktada bizim bakışımız çözüyor olayı; diyoruz ki biz: Herşeyde olduğu gibi bilimde de hadise ideolojiktir... Ha, benim açımdan bilimin ideolojik olması kadar normâl birşey yoktur... Hatta duygularımız, sevgilerimiz ve aşklarımız bile ideolojiktir; kahvehâne kültürümüz bile... Bunun farkında olmak veya olmamak mesele...

- Ya siyasetini üreteceksin, yapacaksın veya birilerinin siyasetine alet olacaksın; üçüncü bir ihtimâl yok yani...

- Yok! Avama lâfım yok, ama bu hakikati görmesini beklediğimiz insanların medyada, meydanlarda “efendim ideolojik yaklaşmamak lâzım” gibi lâflarını duyunca çileden çıkıyorum ben Saka...

- Bu da bir ideoloji Doktorum; kökü dışarda bir ideolojinin gönüllü propagandistliğini yapıyor adamlar...

- İdeolojisi olmayan bir insanın, ben kendi adıma söylüyorum, ideolojisi olmayan bir insanın ben insanlığından şüphe ederim... İnsanı insan yapan şuursa, işte şuurdur ideoloji... Şuursuz bir hayat, şuursuz bir bilim, şuursuz bir sanat, şuursuz bir siyaset, şuursuz bir ilerleme mümkün değildir...

- Şöyle özetleyebiliriz yani dünyanın bugünkü gerçeğini: Hâkim bir ideoloji; Judaizm... Bilim bunun bilimi, sanat bunun sanatı, sinema, tiyatro, edebiyat, sivil toplum örgütleri, partiler, ekonomi, siyaset bunun siyaseti...

- Basın bunun basını...

- "Çok toptancı, kolaycı, komplocu bir yaklaşım olmuyor mu?!” Diyor birileri...

- Bu da bir manipülâsyon... "İlerleme”den bahsedilen her yerde, “ilerleme” de bunun ilerlemesi; bir ideolojin yoksa...

- Tırnak içinde söylüyorum, “ideoloji”ye karşı da, bu mefhumun mücerret hâline bile bir antipati de var; Türkiye’de bilhassa... Yani bütün tedâileri olumsuz “ideoloji”nin halk nezdinde; savaş, kargaşa, anarşizm... Komünizmle eşanlamlı gibi biraz da... Hatta bazı keskin müslümanlar, “biz müslümanız; ideolojiye ihtiyacımız” yok gibi... Cemil Meriç bile, Allah rahmet eylesin; “deli gömleği” diyebilmiş... Bir hatıram da var Doktorum Cemil Meriç’le... 87 olması lâzım... Evine gitmiştim bir mülâkat için, o konuşmamızda da tekrar etti bunu ve “bir ideoloji değil” dedi Büyük Doğu için de... Yayınlandı o konuşmamız Tavır’da... Hülâsa... Müsadenle bir Reha Muhtar sorusu sorayım Doktorum: “Eskiden ideoloji mi vardı?”

- Güzel... Bazı tarihî dönemeçler ve tarihî kilometre taşları vardır... Ve bütün insanlık, en cahilinden en gelişmişine, en sıradan vatandaştan en birikimli entelektüeline kadar bu kilometre taşlarının adını bilir en azından... Meselâ Fransız İhtilâline bakalım... İlericiliğinden bahsedilir; hakikaten ilericidir, devirdiği anlayışa göre bir ileri aşamayı temsil eder... İşte Fransız İhtilâli denilen şey bugün birçok devletin, refah devleti olarak kabul edilen devletlerin “devlet ideolojisi” olarak kabul edilen “burjuva demokrasisi”nin doğurucusudur... Bu ideoloji, Fransız İhtilâli’nin bir ürünüdür... Sırası gelmişken: “Burjuva demokrasisi nedir; gerçek midir, aynadaki hayâl midir?” Bunları derin tahlillerle değerlendirmek de mümkün... Ama çok basit bir soru soruyorum ben... Bugün burjuva demokrasisini işleten müreffeh batı ülkeleri gayrısâfî millî hasılaları, fert başına düşen millî gelirleri 30-40 bin Dolarlarda dolaşan devletler bu refah düzeylerini, bu gelişmişliklerini ve teknolojik inkişafları neyin üzerinden, neyin karşılığı, nelere mâlolarak...

- Yâni kimlerin sırtından

- Evet kimlerin sırtından elde ediyorlar? Bu hiç sorulmuyor, tartışılmıyor nedense!.. Aslında bilinir de, çok sıradan bir bilgiymiş gibi lâfı bile edilmez, üzerinde durulmaz... Meselâ Opel, Renault, Fiat, Thomson, Mercedes, Mc Donalds, daha sayısız uluslararası şirket, eğer kendi ülkeleri veya Avrupa Birliği gibi kendi birlikleri içinde kalsalar; Asya, Ortadoğu, Afrika, Lâtin Amerika gibi dünyanın öbür büyük yarısı bu tröstlerin ürünlerini tüketmeseler, hem de öyle uzun bir süre değil bir kaç ay meselâ... “Bu tröstlerin hâli ne olur?”dan daha öte, “o devletlerdeki refah ne olur?”, “o vazgeçemedikleri demokrasi ne olur acaba?”! Kâğıttan kaplan oldukları görülür o zaman... İşte o zaman, o uygulamada olduğu varsayılan batı demokrasisinin, batı paradigmasının nasıl tepetaklak olacağını, nasıl çok kısa bir sürede çökebileceğini görürüz... İşte bunları tartışmak lâzım... Fransız Devrimi’nden yola çıkarken başka bir şeyi ifade etmeye çalışıyordum aslında ben; şimdi herkes Kardinal Richelieu bilir, Louis’yi bilir, Danton’u bilir, Bastille Hapishânesi’ni bilir, halkın ayaklanmasını bilir, kısaca devrimin ana motiflerini tanır... Ama şu konuşulmaz: Fransız İhtilâli’yle Rothschild ailesi arasındaki ilişki... Arka plânını bilmez kimse; bilenler de dar alanlarda, küçük salonlarda dile getirir... Yani: “Fransız İhtilâli’ni takip eden süreçte neden birden, garip bir biçimde tüm Avrupa’daki Yahudi gettoları bir bir müthiş haklar kazanmışlardır?” Meselâ bir Frankfurt Gettosu, Almanya’da... Frankfurt’ta Yahudilerin ticaret yapması yasaktı getto dışında; kente girip pazarda tezgâh açmaları suç... Ancak Hristiyanlar için tatil günü olan Pazar günleri, çok kısıtlı olarak bir ticarî faaliyetleri olabiliyor... Şimdi bir bakıyoruz, 1789 İhtilâli’ni müteâkiben teker teker bütün Avrupa gettolarında bu yasaklar kalkıyor ve Mûsevîlere akılalmaz haklar tanınıyor... Şimdi bütün bunların arkasında... Ben Rothschild ailesi paradigmasını bir misâl olarak verdim; sayısız başka aile ve çevreyi örnek vermek de mümkün... Tabiî Rothschildlar çok öne çıkmıştır, çok büyümüştür ve uluslararası düzeye gelmiştir; bunun için bu örneği veriyorum... Mayer’dir bunların babası; Mayer’in oğullarından David şöyle der: “Ben tiyatroya gitmem, ben sinemaya gitmem, ben kumar oynamam, ben alkol kullanmam, benim ekstra hiçbir eğlencem yoktur, ben sadece çalışırım ve kutsal kitap okurum; ben bir Yahudiyim, Yahudi olmaktan da şeref duyuyorum...” Daha sonra Rothschildları inceleyen araştırmacılar enteresan tesbitlerde bulunurlar... Meselâ bir tanesi şöyle der, Heine: “Modern dönemlerin ilâhı paradır, peygamberi de Rothschildlardır!" Başkaları da Rothschildları, "dünyayı saran sekiz kollu ahtapot”a benzetirler... İşte şurda bir kitap var bunlarla ilgili; 1849’la 1999 arasında 150 yıllık Rothschildlar dönemini anlatan çok ilmî de bir kitap; Rothschildlar Mâlikhânesi... Yazarı Niall Ferguson; Rothschildlar arşivlerini de inceleyen, KGB’nin arşivlerine de girerek Rothschildları inceleyen ilk tarihçi... Bu arada bir parantez açayım, belki dikkatlerden kaçmış olabilir... Geçtiğimiz aylarda Almanya’da bir grup araştırmacı Rothschildlar ailesinin gizli yazışmaların deşifre etmeyi başardı; bu mektupların çok farklı, sadece aile fertleri tarafından okunabilen bir dille yazıldığını ve bu dilin de “Lâdino-Almanca” karışımı bir dil olduğunu...

- Lâdino?

- Lâdino için "İspanyol Yahudicesi” demek mümkün veya “Yahudi İspanyolcası”; Almanca ile de karıştırılarak üretilmiş bir şifreli dil... İşte bu mektuplar geçtiğimiz aylarda deşifre edilebildi; ve müthiş, devletler düzeyinde ilişkileri ihtiva ettiğini, skandallar ihtivâ ettiğini Alman bilim adamları tesbit etmiş durumda bugün... Yakında bir kitap hâlinde yayınlanır zannediyorum... Gerçi bu kitap da onbinlerce mektubun deşifresiyle yazılmış bir kitap...

- Şu da sorulabilir belki: Bu kitap meselâ, neden 2001’de yazıldı da; 1. Ve 2. Dünya Savaşı zamanlarında yazılmadı?

- Bu tartışmaya değer bir soru... İki dünya savaşının sebepleri tartışılması lâzım... Sadece bu Rothschildlar ailesi bile bir fenomendir; ta Fransız İhtilâli’nden günümüze kadar meydana gelen, Napolyon’dan tut Balkan savaşlarına, Yunanistan’ın bağımsızlık savaşına kadar, Brezilya’daki altüst oluşlara kadar, Filistin’e kadar...

 

[Gazeteci Kostas, Talmud ideolojisi üzerine bazı sorular sordu. Ona detaylı bir biçimde bilgi verdim. Memnun oldu, beni de taltif etti. Hoşuma gitmedi değil. Talmud kelimesi, “düşünmek” anlamına gelen “lamud” kökünden; “öğrenme” anlamını taşır. Bugünlerde şu kitapları dönüşümlü olarak okuyorum: Schroedinger’in Kedisi-Kâbus / Alev Alatlı, Hırka-i Tecrid / Salih Mirzabeyoğlu, Bay Pipo / Soner Yalçın, The Essential Kabbalah / Daniel C. Matt... -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Osmanlı’nın yıkılışına kadar...

- Tabiî... Ve Te Ce’nin kuruluşuna kadar... Tüm dünyadaki sosyal ve siyâsî hareketlerin içinde çok önemli rolleri olduğunu görüyoruz... Bu arada, bir Bolşevik Devrimi... Ben bunu yazdım; Bolşevik Devrimi arkasındaki Yahudi faktörünü... Arjantin meselâ... Atina’da bir toplantı yapıldı geçenlerde; bütün dünyadan anti-globalist hareketlerin temsilcileri geldiler... Arjantin İşçi Partisi’nin lideri, benim çok yakın bir dostuma aynen şunu söyledi: “Ben ve Parti’nin ileri gelenleri Yahudiyiz”... Bu kadar açık, gizlemeye gerek duymadan söylüyor adam...Bu son dönemde Arjantin’deki olayları örgütleyen kurum da, bu Arjantin İşçi Partisi... Troçkist...

- Bizim de legâl bir Komünist partimiz oldu Doktorum; onun başına getirilen adam da Yahudi, Sabataist...

- TKP’nin şimdiki Yahudiliğine gelene kadar, TKP’nin kuruluş aşamasındaki isimlere bakmak lâzım; Mustafa Suphi’den Rasih Nuri İleri’ye kadar, Serteller ailesine kadar... Yeri gelmişken yine bir parantez açayım... Şu Gerşom Şolem’in meşhur La Kabbale kitabı... Gerşom Şolem, bu Kabala ve Yahudi bâtınî ilimleri konusunda müthiş bilgili bir adam; büyük bir referans... Bu kitabın, kitap Fransızca’dır, bu kitabın 8. bölümünün ana başlığı: Les Doenmeh (Dönmeler) ismini taşıyor... Bu başlığın altında Sabatay Sevi’den bahsediyor; hayatı, ilişkileri, çevresi, öğretisi vesâire... Onun temel klasifikasyonunu yapıyor; “İzmirim” dedikleri İzmirliler grubu...

- Yâkubîler...

- Evet... İşte Osman Baba...

- Galatasaray Lisesi’nin de sembolü bu adam...

- Bunun bağlılarına Konyosos diyorlar; demim bahsettiğimiz dilden, Ladino bir kelime... Karakaşlar bunlar; bu Selânik ekibi... TKP’den girdik mevzuya... 1720 yılında; Baruşiyah Russo isminde bir önder, Sabatay önderlerinden bir tanesi, bu tarihte ölüyor... Onun yerine oğlu geçiyor; Derviş Efendi... 1780-90’lar...

- Şimdi herkes uyandı zannediyorum, her sakallının “kâmil” derviş olmadığına...

- Bir alâka var... Bu Gerşom Şolem diyor ki: Bunlar Selânik’te tarikatlarla yakın ilişki içindeydiler; özellikle de Bektâşîlerle, Mevlevî ve Melâmîlerle... Şeyh Bedrettin de bu Melâmîlerin şeyhlerindendir... Kitapta şöyle bir şey daha var: Bunlar aynı zamanda Jön-Türk hareketinin de militanlarıydılar... Daha sonra işte üç bakanlık aldılar... Biri ekonomiden sorumlu Cavit Bey; Baruşiyah Russo ailesinin bir ferdidir... Ve bu kitaptan şu tesbiti de söyleyeyim: “Türk hükümeti her ne kadar yalanlasa da, Selânik Yahudileri hiçbir baskı altında olmadan, gönüllü olarak Atatürk’ün de dönme olduğunu söylerler”...

- İdeoloji bu....

- Hakim ideolojinin arka plânı bu... Tabiî bu söylediklerimiz, yazdıklarımız hakikaten devede kulak şeyler Saka... Bu arka plânı bilemezsen, bir ideolojin yoksa; Fransız İhtilâlinin de Judaist yazımını okur öğrenirsin...

- "Aydınlanma Devrimi” filân derim...

- Diyorsun zâten... Sonra Bismark Almanyası... Nedir başarının arka plânı?... Sanâyi ve ticâretteki ilerlemelerin arka plânı nedir?... Britanya’yı filân hiç söylemiyorum... Benjamin D'Israeli kimdir?.. Bu adam "snobizm" denen züppelik akımının da öncüsü; o kılık kıyafetiyle de kendini Britanya parlamentosuna, Lordlar Kamarası’na dayatabilmiş bir isim... Hâkezâ Amerika; Abraham Linkoln!.. Müthiş bir Yahudi... Jefırsın... Sadece siyaset de değil; bilim, felsefe, sanat, ekonomi vesâire bütün bu alanların temsil ve yönetim mekanizmalarında da sürekli bir ideolojinin mensupları var...

- Bu minvâlde Yunanistan’ın bağımsızlığını ve bugünkü siyâsî-ekonomik “başarısı”nı teğet geçmek için soruyorum Doktorum; Misha Glenny, Balkanlar üzerine güzel bir araştırmasını okudum, Yunanistan bölümünde şöyle bir şey diyordu meâlen: “Büyük bir heyecanla geldiğim Yunanistan’da tam bir hayâl kırıklığı yaşadım; bütün diğer Elinofil araştırmacılar gibi...” diyordu...

- Kuşkusuz katılıyorum; çok doğru bir tesbit... Büyük hissiyatları, büyük derinlikleri, hassasiyetleri ve kaygıları olan insanların böyle birşeyi hissetmemesini bekleyemem... Biliyorsundur, Üstad’ın bir tesbiti var: “İki şey var mucize çapında” diyor, “biri Arap Dili, biri Kadim Yunan Medeniyeti”... Üstad’ın da belirttiği gibi, işte iki büyük muammâdan biri Kadim Yunan Medeniyeti... Hatta bunun Atlantis kıtasıyla, Mu kıtasıyla...Dünyadan silindiği varsayılan kültürlerle süslü bir medeniyet... Bir de bugünün Yunanına bakıyoruz; akılalmaz kopukluklar var... Ben bunları Yunan dostlarımla da çok konuştum, tartıştım; yüzlerine de bunu söylüyorum... Onlar da bunu büyük bir olgunlukla kabul ediyorlar... Zannediyorum bunun tek bir açıklaması var: Müthiş bir tarihsel yırtılma, köklerden büsbütün kopma, yeni nesillerin eski ile hiçbir irtibatının kalmaması... O Kadim Yunan’la tek bağları aynı coğrafya üzerinde oturmaktan ibaret...Bu ülkede mutlaka çok değerli, çok klas adamlar var, çok değerli ilişkilerimiz var bu insanlarla; ama en çok da onlara söylüyorum ben bunu... “Atina’ya parayı sokmayın” demişti Plâton, “ifsad edersiniz”; 2500 yıl sonraki manzara işte bu, ifsad olmuş bir Yunanistan... Aslında dünyaya teşmil edebiliriz bunu; dünyaya para girdi... Para Yahudi’yi de beraber getirdi...

 

["O saatte, şakirtleri İsa'ya gelip dediler: Göklerin Melekûtu'nda en büyük kimdir? İsa, yanına bir küçük çocuk çağırıp onu ortalarında durdurdu ve dedi ki: Doğrusu size derim; siz, dönmez ve küçük çocuklar gibi olmazsanız Göklerin Melekûtu'na asla giremeyeceksiniz. Bundan dolayı, kim bu küçük çocuk gibi kendini alçaltırsa, Göklerin Melekûtu'nda en büyük olur." (Matta 18. Bab, 1-4. Âyetler) Çocuk arılığına ulaşmak, militanlaşmanın doğru yönüdür... -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Sayın Doktorum; içinden geldiğin çevre, burjuva kültürü, İslâmî kökler, Sol’la temas, PKK ile buluşma ve sonunda İbdâ ile... Böyle geniş bir yelpazede... Çocukluğundan başlayalım... Özgeçmiş anlamında değil tam; biyografik bir iskelet kurup, onun üzerine giydirmek istiyorum sohbetimizi... Nereden, nasıl başladı hayat macerası? Bu alet (kasetçalar) elinden gelen gayreti gösterecek sohbetimizin tabiîliğini bozmak için; ama dün ısındık biraz... Konumuz sensin Doktorum; buyur...

- Saka; şimdi derler ya... Yeri gelmişken onu da söyleyeyim; bazen sorarlar insanlar birbirlerine; işte, “küçüklüğünü hatırlıyor musun”, “kaç yaşından sonrasını veya öncesini hatırlıyorsun” filan... Ve hep bana garip gelen bir şey vardır Hocam; yani genelde benim yakın veya uzak çevremdeki insanların hemen hemen hepsi somut yaşlar vererek, işte iki yaş, üç yaş, beş yaş vs. tesbitlerde bulunurlar... İşte “ben üş yaşımdayken şöyle yaptım, bunu hatırlıyorum” filan... Bunları ben hep yadırgarım... Yani niye?! Ya derim bu adamlar yalan söylüyor veya bende bir anormallik var... Çünkü ben hiç o kadar küçükken “şu yaşta şunu yaptım, şu yaşta şöyle oldu, şununla karşılaştım” gibi net yanıtlar veremiyorum...

- Yalan olmadığı kesin galiba Doktorum; anormallik... Benim meselâ, bir tane de olsa hatırladığım bir şey var üç yaşımdayken: Abim, babamdan izinsiz evlenmiş ve yengemi getirmiş İstanbuldan; yengemden kaçtığımı hatırlıyorum çok net... Bu hâdise olmasaydı ben de bir şey hatırlamıyor olacaktım belki...

- Benim yaş vererek hatırlayabileceğim olaylar Saka, en az altı yaş sonrasına rastgeliyor... İlkokula gitmem... Yani ondan önceki dönemleri somut verileriyle hatırlayamıyorum... Nedenini bilmiyorum... Çok flû, çok genel bir çerçeve içinde hatırlayabiliyorum... Şimdi geriye dönüyorum; benim bazen dezavantaj bazen de avantaj olarak algıladığım bir durum vardır... Ben iki çocuklu bir ailenin büyük ve erkek çocuğuyum, yani tek erkek çocuğuyum. Yani Türkiye’nin genel özelliklerinden birisi; erkek çocukların kız çocuklara tercih edilmesi... Böyle bir eğilim vardır... Aynı şey çok katı kurallara dayanmamakla birlikte bizim ailede de işleyen bir kuraldı... Erkeğe ilgi, erkek çocuğa alâka, üstüne titreme filân. Ben ilkokula başladığım zaman, ailenin de o sosyal statüsüyle ilgili olarak gerek okul idaresi, gerek öğretmenler, gerek çevreden gördüğüm muâmele ayrıcalıklı idi... Nisbeten ayrıcalıklıydı... “Bu şey çocuk” filân; benim ilkokula adım attığım ilk günden, okuldan ayrıldığım son güne kadar beş yıllık dönemde müthiş ayrıcalıklarım oldu... Bunların kimi hak edilmiş ayrıcalıklardı belki, ama bir kısmı da hak edilmemiş ayrıcalıklardı... Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar karnelerim hep “pekiyi” idi, yani hiçbir tane bile iyi yoktu... Bu meselâ hak edilmemiş bir ayrıcalıktı... Benim zamanımda “diş koruma” diye bir ders vardı ama benim dişlerim korunmuş değildi, fırçalamazdım doğru düzgün bilmem ne... Fakat buna rağmen otomatikman “pekiyi” alırdım... İşte böyle, “hayat bilgisi” konusundaki benim başarım tartışılabilir bir başarıydı; ama “pekiyi” alırdım, aldırılırdım filân... Bu ne demek? Yedi - oniki yaş dönemim müthiş bir şey dönemi oldu; hem kendisine büyük bir ilgi gösterilen aile tarafından, okul tarafından, çevre tarafından, hem benim çevremi ve kendimi tanımamda, sosyal yapıyı, dokuyu, halkı, toplumu filân anlamamda müthiş bir rol oynadı... Yani ben orda şunu gördüm: “Ayrıcalıklı olmak”! Veya “ayrıcalık şu demek”! Bunların farkına vardım... Tabiî çok iptidâî düzeyde, ama...

- Bu ülkenin büyük çoğunluğu da, bu ayrıcalığın farkına tersinden varıyor...

- İşte bu çok önemli; ülkenin çoğunluk nüfusunun bunun farkına tersinden vardığının farkına varmamıştım tabiî ben o zaman... Ben kendi cephemden... Ama en son tahlilde o yollar bir yerde birleşiyor işte...

- Örnekte görüldüğümüz gibi...

- Meselâ yani... Gerek ayrıcalıklı olarak kendinin farkına varmak, gerek aşağılanıp, ezilip, horlanıp kendinin farkına varmak; “öteki”nin farkına varmak! Ve ona göre davranma eğilimlerinin gelişmesi filân... İşte bu dönemle ilgili söylenebilecek bir sürü olaylar var; anılar filân... Fakat ben aynı dönemde şunu gördüm; meselâ evimize girip çıkan akrabadan, çevreden, eş-dosttan, yakınlardan milletvekilleri, yazan çizen insanlar vesaire... Bu insanların sık sık bizim evimize girip çıkması, ister istemez onlarla diyalog kurmana yol açıyor... Gerçi çok çocuksun, ama muhatapsın da aynı zamanda... Bu insanların bende bıraktığı ilk intibâ genel olarak, ortak özellikler olarak şöyleydi: Benim okulda yaşadığım, bana hissettirilen o ayrıcalıklı çocuk, özel çocuk imajıyla aynı bu milletvekilleri, ekâbirân, zât-ı muhteremlerin de okuldakine benzer bir yaklaşımı, davranışı olduğunu farkettim... Yani onlardan da hep önemli çocuk, iyi eğitim, aslan-kaplan vesaire... Yani hiç bir zaman eleştirel olmayan tavırlar, anlatabildim mi?.. Yani senin karşına geçip de “bak oğlum bu yanlıştır, bu doğrudur, bu çirkindir, bu güzeldir, bu kötüdür” tarzında değil... Hep ikili, sıfır-bir; aslansın-kaplansın tarzı mübalâğalı yaklaşımlar... Abartılı tarz veya yerin dibine geçirici itme kakma tarzı... Ben Allah’tan, birinci gruptaydım... Dediğin gibi Türkiye’nin öbür yüzündeki gerçeklik ise ezilen, horlanan bilmem ne... Tabiî sadece okulda değil evde, ailede, dayısı, amcası, şusu busu tarafından da “eşşek senden adam olmaz zaten”, “kalk”, işte “simit sat”, “bilmem ne yap”, “bunu okuldan alın” tarzında bir davranışlar silsilesi ve dizisine muhatap olan insanlar... İşte hayatın ilerleyen evrelerinde de bunlar insanın şeyini belirliyor. Buna mukâbil bir kızkardeş; benden çok daha başarılı bir insan... Yani emekte, çalışmada, kendini vermede, eğitimde vs. bana göre nisbeten daha az ayrıcalıklı okul içinde... Yani ayrıcalık dediğimiz şey her ne ise benim ondan aldığım nemanın onda biri kadar belki yararlanabilen bir kız kardeş... Çok başarılı, çok olumlu, çok emektar, kendini iyice veren ve çok daha zeki olduğuna inandığım bir insan ama bunun karşılığını benim düzeyimde alamayan... Ha okulda bunun karşılığını hak ederek, bileğinin hakkıyla alıyor, okul birincisi vesaire... Ama şey yok, pohpohlama noktasında bana gösterilen alakanın onda biri yok. Anlatabildim mi? Hâkezâ evde de öyle... Bana yüklenen misyon, benden beklenen bambaşka... Hâlbuki ben bu şeyi göstermiyorum... Objektif bakan biri ailenin içine bunu çok rahat görebilir aslında; der ki “bu haylaz, zaman zaman oportünist, zaman zaman üçkağıtçı”; böyle bir tip... Yani çok emektar, çok kendini veren, çok dişli, iştahlı, agresif bir tip değil; haylaz, oyunu moyunu seven, okuldan kaçmayı seven, üçkağıdı seven bir tip... Muhtemelen benim ailem de bunu görüyordu, görüyor olmalıydı, ama o korumacı yaklaşım, “olsun”, “gazla itmeyle, kakmayla yürüsün”cü yaklaşım, işte ayrıcalık olarak ifade edilebilir belki... Şimdi bütün bunların bende uyandırdığı bir şey var, olumlu taraf bu; ben bunları gözlemleyebildim: Aile içinde iki kardeşe eşit olmayan muamele... Tamam şöyle anlaşılmasın; başka ailelerdeki belirgin ve kötü davranış hakim değil... Hani kız çocuğa eğitim bile çok görülür, okutulmaz filân; öyle bir ayrımcılık değil bu... Ama yine de bir ayrımcılık... Benim daha o zaman bunun bir nebze farkına varmış olmam bende büyük bir sıkıntı oluşturdu, bir yara oldu bende; anlatabildim mi? Neden aile içinde böyle bir ayrım, okulda ayrım? Okulda da öğretmenler tarafından dövülen, itilen kakılan öğrenciler... Ve içinde benim de bulunduğum üç beş kişilik ayrıcalıklı grup... İşte bize ilişilmez, dokunulmaz, dövmek mövmek ne kelime, kötü kelâm bile edilmez... El bebek gül bebek... Toplumda böyle, çevremde böyle, ilişkilerimde böyle, ailede böyle, aile içinde kardeşle aramda böyle... Benim insiyâkî sosyalistliğim diyelim ona; sekiz - on yaşındaki çocuğun sosyalistliğinden ne olur, teorik mânâda bir ilgisi olamaz... Ama adına illâki sosyalistlik diyeceksek, veya başka bir şey; adil kişilik...

 

[Annem ve İrini Papa… Annem’in İrini Papa’ya benzediğini çok sonraları farkettim. İrini Papa’yı, oynadığı rollerden dolayı beğenmemin ardındaki gerçek aslında bilinçaltımdaki Anne imgesiymiş; bunu Nudem ortaya çıkardı. Annem, ailenin en küçüğü, 10 yıl aradan sonra gelen tekne kazıntısı. En çok kaplumbağalardan korkar. Şimdilerde sit alanı olan ve geçtiğimiz yıllarda restore edilen kocaman bir konakta doğmuş. Yıllar önce o konakta ben de kaldım, çok bakımsızdı. Ama büyülü bir yerdi. Annemin en eski resmi 13 yaşındayken çekilmiş olan upuzun, sapsarı, atkuyruğu saçlı olanı. Elinde de dondurma var; külâhlı. İfadesine bakarak duygularını anlamak çok zor. Resmin kenarları tırtıklı. -Yevmiye Defterinden-]

 

- Fıtrî adalet duygusu...

- Evet o işte; adalet duygusu... Bunun gelişimi o zamana denk gelir... Basit bir duygu değil ama, hani üzülüyorum filân... Nisbeten şuurlu bir adalet duygusu... Bir şeyler oluyor, toplumsal katmanlar var, kastlar var, karmakarışık bir işleyiş var; işte bunun farkına varıp, bunun üstünde durmak gibi bir ruh hâli... İşte bu dönemlerde iki ya da üç koldan donatıldığımı düşünüyorum... Birinci kol, babamın siyâsî kişiliği... Babam, 1950’lerden itibâren kendisini Millet Partisi’ne bağlamış, Osman Bölükbaşı’ya gönül vermiş, daha sonra Tarsus İlçe Başkanlığını yapmış Millet Partisi’nin; kendisini bu çizgide siyasete adamış bir kişi... Bilâhare, İhtilâl’den (1960) sonra CHP’ye geçmiş, Kemalist kisveye bürünmüş; ama tipik, işte bugünün milliyetçi sol dedikleri, Ecevit’in temsil ettiği ulusal sol... Ben buna sol diyemiyorum; milliyetçilik de değil... Kötü bir milliyetçilik; hem milliyetçi, hem Kemalist, hem de sosyal demokrat... Fakat bu sosyal demokrat kimliğin ardında Demokrat Parti’ye filân karşı duygusal temelde bir tavır; anti DP’ci bir CHP’lilik... Daha sonra istikrarlı bir çizgi takip ediyor; o tarihten günümüze kadar CHP, Ecevit, Baykal... Burada ideolojik bir bağlılık filân yok tabiî; tamamen duygusal, herşeyden bir parça, Türkçü arka plânı da olan, zorlama bir siyâsî kimlik... Tabiî duygusal da olsa, zorlama da olsa belirgin bir Kemâlistlik... Ve çok moda tabirlerle ifade etmek gerekirse: Modern, lâik, Batıcı, İstanbullu, İstanbul’un iyi bir semtinde oturan, ekonomik durumu iyi olan, iyi beslenen, çocuklarının iyi bir eğitim görmesini öngören ideal, iki çocuklu aile... Ve “biz sıkıntı çektik, ama çocuklarımız çekmesin”ci bir yaklaşım; bu anlamda çocuğuna kendini adama... Anne tarafından gelen damar ise; dayılar, anneanne filân Demokrat Parti geleneğinden... Bunlarda da anti CHP’cilik... Yine bir ideolojik nitelik yok; CHP dinsizdir, imansızdır, ezanı da Türkçe yaptı, komünisttir filân gibi, ideolojik değil de daha çok geleneksel kriterler... Temel kriter ezanın Türkçe yapılması; buradan hareketle “CHP komünisttir” tarzı Anti Moskof... Hatta anti Komünit değil de Anti Moskof... Bu önemli... Hani bilirsin de Anti Komünist olursun; böyle değil...

- Komünist deyince anlaşılan bu zaten Doktorum, Anadolu’da; dinsiz, imansız, ezanı Türkçe yapan, camileri kapatan, her türlü olumsuzluğun kaynağı olan, mukaddesâtımıza el uzatan namussuz bir figür... Hatta “gavat”... Bugün için, işte Kemalizm’in aslında din düşmanı olmadığı, Kemâl’in karısının da başı örtülü olduğu gibi Kemâl’i aklamaya dönen... Hâlbuki, Kemalizm’e lâf etmenin ipi boynuna geçirmek demek olduğu şartlarda, bu dinsizleştirme ameliyesinin sahiplerine karşı, Kemalizm’e karşı Komünizm üzerinden, CHP ve İsmet üzerinden geliştirilen bir halk muhalefeti, mukâvemetiydi... O gün için mâzur ve mâkul görülebilecek...

- İşte bu... Onların gözünde de CHP denilen şey bunları temsil ediyordu; hainlik, uğursuzluk, din düşmanlığı... Bu kanal da duygusal... Ana çizgi Demokrat Parti, arkasında Adalet Partisi, Süleyman Demirel... Ve tabiî partizanca; basit bir taraftarlık değil, partiyle angajmanı olan muhâfazakâr bir damar... Ama asla, tırnak içinde söylüyorum, radikal olmayan bir dindarlık... Dindar, dini bütün, geleneklere bağlı... Ve bu arada, çocuklarının eğitimine aşırı önem veren... Kendisi millîci belki, fakat çocuğunun bir yabancı okulda okumasından hiç rahatsız olmayan, aksine onur duyan bir aile tipi... Üçüncü damar, -bu özgün bir kişi- benim büyük Dayım, Annemin büyük Abisi... Bu da 35-40 yaşlarından itibaren kendini tamamen dine veren; tesbih, zikir, tarikat bağları olan çeşitli dinî çevrelerle içiçe olan,... Bu da politik düzeyde değil; tamamen saf, dinî temelde yoğunlaşıp kendini yetiştiren bir tip... Benle olan bağı kişisel... Beni örgütlemeye, angaje etmeye çalışan; kitap getirerek, anlatarak, menkıbelerle beni kavrayan, saran, kucaklayan... Üç kanal... Birinci kanal; Kemalist, klasik modern Türkiyeci, CHP’li Baba... Demokrat Partili, AP’li, Süleyman Demirelci, muhâfazakâr, milliyetçi, dindar ama modernizme açık Anne... Bir de üçüncü bir kanal; dindar, hatta daha ileri tarikat ehli ve sürekli beni örgütleyen, kavrayan, saran ve aşırı duygusal bir kişilik... Dayım... Ağlayan zaman zaman, duygulanabilen menkîbe anlatırken, gözleri dolan evliyâullahdan bahsederken... İşte bütün bunların sarmalındasın... Dayımla sürekli aynı ortamda olmamamla beraber sık sık gelip gidiyor... Anne babayla zaten berabersin... Böyle bir klima... Ve modern bir eğitim sürecindesin, iyi eğitim alıyorsun... Bir de abartılıyorsun, ayrıcalıklı bir kişiliksin... Ama şeyi de farkediyorsun bir adalet duygusuyla; “burda bir gariplik var”, “tahriş ediyor beni” de diyorsun... Fakat bir eylemlilik yok, örgütsüzsün o anlamda; duygusal düzeyde... İşte böyle bir ilkokul dönemi... Yani yeni yeni şekillenen, -tomurcuklanan diyelim- ilkel düzeyde, duygular temelinde bir siyasallaşma... Çocuk siyasallığı da denebilir buna; siyasal kimliğin ilk şekillenme evreleri... Ama zengin bir ortam; gelen giden itibariyle, giren çıkan itibariyle, eşraf-çevre ilişkileri itibariyle filân zengin bir çocuk siyasallaşması...

- Neler nelere vesile...

- Şimdi burada ilginç bir nokta var, buna değinmek lâzım... İlkokul yıllarının son iki yılı, dört ve beşinci sınıfından itibaren şeyi görüyorum, bu “eltilik” kavramını... İlk defa o zaman öğrendim... Amcalar, amca eşleri, yengelerim; bir “elti” kavramı ve kadınlar arası çekişmeler... Bende bir şey uyandırması, birşeylere karşılık gelmesi bu döneme rastlar... Mesele de şu: İlkokuldan sonra çocukların eğitim süreçleri; benim, kuzenlerimin... Bayağı kalabalık bir kuzenler topluluğu ve hepsi de hemen hemen aynı yaşta, bir iki yaş farkla akranlar... Tarih: 1972-1973... O dönemde Türkiye’de bu yabancı dille eğitim veren okul sayısı bu kadar fazla değil... Üç tane devlet lisesi; Galatasaray Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi ve İstanbul Erkek Lisesi... Biri Fransızca, biri İngilizce biri Almanca eğitim veriyor... Bunlar devletin, ama nitelikli eğitim veriyorlar... Ve özel eğitim veren, yabancı devletlerin finansındaki yedi – sekiz tane; Robert Koleji, Alman Lisesi, Saint-Benoit, Avusturya vesaire... Türkiyenin en kaymak tabakasına hitab eden, hepsi 10-15 tane okul... Şimdi bu 4.-5. Sınıftaki eltiler tartışması filân bundan; herkes çocuğunu ilkokuldan sonra bu okullardan birine göndermek gibi bir hedefin peşinde... Talep o zaman da yüksek bu okullara, ama bugünkü gibi değil... Gayrimüslim çocukların oranı yarıdan fazlaydı o zamanlar; şimdi her yerde mantar gibi... Şimdi bu eltiler arası örtülü-açık çatışmalar bize yansımaya başlıyor; “o çocuğuna hoca tutmuş”, “yok kursa göndermiş”... O zaman kolej sınavlarına filan hazırlayan en bilinen kurs, Galatasaray Lisesi’’nin açtığı kurs... Belki birkaç tane daha var, ama şey değil... Herkes akın ediyor Galatasaray’a; torpil filan da işliyor, bir sürü şeyler... İşte beni de götürdüler; kuzenler de orda... Bir taraftan bana tutulmuş bir özel hoca da var; Fehâmet Hanım... Benden beklenen; “bu kadar yatırım yapıldı, bu ata oynanır”... Fakat şöyle bir şey var; bana sağlanan bütün bu ayrıcalıklar gelip “sınav” köprüsüne takılıyor... Bir giriş sınavı var ve sınavın içinde torpil yok; burda kendini kanıtlamak zorundasın... Ve o yatırımın müthiş baskısı... Kimse sana sormuyor; SS kuralıyla sen bu sınavlara gireceksin ve kazanacaksın... Her okulun kendi sınavı var; merkezî değil... Gün geldi çattı ve garanti olsun diye beni 7-8 okulun sınavlarına soktular; Robert, Alman, Avusturya, Fransız... Ben, bütün bana gösterilen ihtimama rağmen; üçkağıtçı bir çocuk olduğum için, haylazlığa eğilimli bir öğrenci olduğum için girdiğim okul hariç diğer okulların hepsinde başarısız oldum... Kazanamadım; yedek listelerinde bile yoktum... Saint-Benoit’nın de yedek listesinde, yedeğin de sonlarındaydım... Şöyle olacak; o 90 kişilik asil listenin içinden yarısı tercih etmeyecek asil listeden kazandıkları okulu da, benim önümdeki 45 yedek yerleştirilecek de, 46. bana sıra gelecek... Olmayacak bir şey... Fakat oldu. Çağırdılar ve beklenmeyen bir şekilde ben buraya kayıt oldum... Tabiî kuzenler haklarıyla başarılı oldular; ikisi Galatasaray Lisesi’ni kazandı iyi derecelerle, bir tanesi Tarsus Amerikan Lisesi’ni, bir tanesi Üsküdar Amerikan Koleji’ni kazandı filân... Ben en başarısız tiptim, böyle kuyruğundan yakaladım...

- Bu durum, o eltiler arası rekâbeti daha da alevlendirdi tabiî...

- Evet... İşte, “benim oğlum Galatasaray Lisesi’ni kazandı, onunki burayı, şurayı kazandı”... Böyle absürd, zırva tartışmalar; ve bunun benim müstakbel eğitim hayatımda müthiş sıkıntılar uyandıran... Farkedebiliyorsun yani bu sıkıntıyı... Uzun, iki yıl hazırlık; toplam sekiz yıllık bir orta öğretim... Yepyeni bir kültür; ve “merhaba Lazarist papazlar okulu Saint-Benoit!"...

 

[28. 01. 2000… Sabaha karşı bir rüya. Nudem’i gördüm. Çok sevecendi. Sadece bakıştık. Mekân bütün rüyalarımda olduğu gibi yine kasvetli. Hiç konuşmadık; rüyânın kurgusu gereği ona kalacak bir yer arıyordum. PKK’de işleyiş böyle... / Ocak 1990’a kadar ortada pek birşey yoktu; ne olduysa, 5. Kat’ta cam silerken dengesini kaybedip aşağı düşerek hayatını yitiren yoksul genç kadının cesedini gördüğümde oldu. Acil servisin dışında, bir bankın üzerinde genç bir adam sessizce ağlıyordu. Evet, ölen kadının ağabeyiydi. Kısa süre sonra ayrılıp gitti. Yer Şişli Etfal Hastanesi; hava ve mekân ise hayli kasvetliydi. Seviyorum kasvetli mekânları; ama yaklaşık 10 yıldır o genç kadının cesedi beni sık sık ziyaret eder. Sebebini bilemiyorum; herhalde bilinçaltıma yerleştiği içindir deyip geçmek gerekir… mi? -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Sene 73?

- 74... Demin kanallardan bahsettik; CHP, muhafazakâr, dindar... Az çok oluşmuş bir kimlik... Şimdi bunların üzerine Hocam, dördüncü bir kanal; Fransız kanalı, Fransız kültürü... Sadece Fransız kültürü değil; üzerine, başka bir dinin mensupları olan ve çoğunluğu papaz olan hocalar...Derse giren hocalar matematik, fizik öğretmeni kimliğinin yanısıra “papaz” olan hocalar... Ortam soğuk; çok eski bir taş bina, 1273’ten kalma, 700 yıllık, kilisesi içinde, yüksek tavanlı sınıflar... Yepyeni bir atmosfer; soğuk, serin, kasvetli... Zaten benim hayatımda Saka, kasvete müptelâ olma Saint-Benoit ile başlar; o bina, o ortam... Anneannem höflü yerler derdi; irkiltici, ürpertici, cinli, perili yerler... Eğitim, hazırlık, Fransız, dil... Ve artık ordan sonra şeyden kopuş; mahallenden, çevrenden... Ben bunu bir tür... Geminin... Limandan uzaklaştıkça limandaki figürler silikleşir... Sana el sallayanlar vardır; önce bellidir Ali, Veli, onlar, bunlar... Uzaklaştıkça o figürler silikleşir ve daha sonra kaybolur; kıyı kalır uzaktan silüet halinde... En sonunda hepsi silinir; açık deniz!.. Benim durumum da öyle oldu biraz; birden bir uzaklaştırma, ayrı bir dünya...

- E büyük adam olacaksın ama...

- Tabiî... Bunun meşrulaştırılması böyle yapılıyor aile tarafından: Okuyacak, eğitilecek, büyük adam olacak; yani bıraksın çevremizi, hatta özellikle uzak olsun filân... Mecburen ayak uyduruyorsun...

- Senin yapabilecek bir şeyin yok ki...

- Yok! Çocuksun daha; "yok ben ayak uydurmayacağım” filân diyemezsin... İşte Fransız kültürü, Katolisizm, Hristiyanlıkla yüzyüze tanışma... Ama benim için geçmişten gelen o Ortaköy popülasyonunun... Benim çocukluk dönemimde Ortaköy’ün yarıdan fazlası yine gayrimüslim... Yahudi, Yunan, Ermeni; müslimler gayrimüslimlerden az sayıca... Bunun yanında, okulda Hristiyan kültürüyle yüzyüze gelme var... Orda bir kırılma var Saka!.. Şöyle... İşte ben orda Dayım için hep şöyle derim: “İyi ki vardın”! Yani beni İslam’a ısındırma eğilimleri... Hep derim işte: “Allah razı olsun”! Benim için bir kalkan oldu nisbeten... Âdeta çatışıyorsun...

- Savunmak, korumak gerektiğini hissettiğin bir nüve var...

- Evet bir nüve var! Eğitimi alıyorsun, ama bir direnç de var; “acaba burda beni Hristiyanlaştırırlar mı?” Aslında böyle bir açık yaklaşım yok; ama klima Hristiyan... Buram buram Hristiyanlık; papazlar filân... Sürekli onlarla muhatapsın, papazların rahle-i tedrisinden geçiyorsun, onların enspeksiyonundan geçiyorsun... Onlar senin üzerinde kontrol sağlıyor; seni sıraya sokan, seni yemekhâneye götüren, derste denetleyen, notunu veren adam o... Günün sekiz saati onların elindesin; mühim bir parça... Fransız eğitimi, kültürü vesâirenin yanısıra dini, yani Hristiyanlığı da öğreniyorsun... Böyle bir ders yok, ama öğreniyorsun işte... Dediğim gibi Hristiyan klima var, ruh var... Velhasıl, bu alttan gelen kanalların üzeri yeni bir kanal yeni bir kültür kazanıyorsun: Hristiyan-Fransız-Batı kültürü... Ve çelişkiler... “Ben müslümanım” diyorsun, bağlılıklarını hatırlıyorsun... İşte diğer öğrenciler, aileden böyle bir bağ kuramadan gelen İslâmla; o kadar şanslı değiller... Meselâ onların bir dayıları olamamış, onları İslâm’a bağlayan... Çok daha rahat adapte oluyorlar Fransız kültürüne... Tamam ben de adapte oluyorum, ama olurken direniyorum...

Devamı için tıklayınız

www.drhakkiacikalin.up.to