Dr. Hakkı Açıkalın’la 3 Gün... (II)

Mustafa Saka

[Sarıklı mezar taşlarını çok seviyorum. Üzerlerinde Osmanlıca kitabeler, yanıbaşlarında asırlık serviler. Βοynuz güvesi kemiklerin tamamını tüketir. Tabiatın, belki de en ilginç varlıklarından biridir. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Ama adapte de oluyorsun sonuçta...

- Sancılı bir durum... Hep “Dayı” faktörü... Ama dediğin gibi çocuksun işte, transformasyon halindesin, gelişiyorsun daha; ister istemez o kültürden besleniyorsun ve yavaş yavaş Fransızlaşıyorsun Hocam... Ve kendi toplumuna yabancılaşıyorsun... Tamam toplumunla içiçesin; toplumunla, ailenle beraber yaşıyorsun, ama onlardan ayrısın, kopuksun... Senin yaşadığın gerçeklik artık Saint-Benoit gerçekliği... O isim, Saint-Benoitlı olmak; belli bir süre sonra içselleştiriyorsun... Türkiye’nin de bir gerçekliği var o dönem, özel bir konjonktürü var; 70-80... Türkiye sosyalist hareketinin Marksist-Leninist hareketinin legâl-illegâl kurumlaştığı dönem... Militanlaştığı, çatışmaya başladığı dönem, özellikle 76-77’lerden itibaren... İster istemez o toplumda yaşananlar bir sürü imbikten geçtikten sonra yansısa bile senin eğitim kurumuna da sızıyor... Diğer okullara çoktan girmiş, örgütlenmiş, eylemlilik kazanmış... Bu hareketler kamplaşmışlar, okullar paylaşılmış, Türkiye kuşatılmış, kamplaşmış, netleşmiş, çatışmalar yoğunlaşmış... Tabiî bu boyutta bir şey yok benim okulumda, ama gölgeler var... İşte benim okul içinde ilk Türkiye sosyalist hareketlerinden birine mensup bir insanla karşılaşmam, 1977... İsmini vermemde bir sakınca da yok, Murat Yıldırım isminde bir sınıf arkadaşım... Geldiği çevre itibariyle, Saint-Benoit gibi genelde burjuvazinin çocuklarının okuduğu bir okulda okuyorsa da, geldiği sosyal çevre itibariyle biraz alt sınıftan bir arkadaştı... İşte onunla, -politik tarz diyelim- örgütsüz olarak SB’ye girdi... Bir kişi, ama temas, etrafını etkilemesi... Detaylar sonra anlaşıldı, tartışıldı; ama “sosyalist retorik”... Bir bu... Yine, bizim okulda devlet okullarına nazaran hür bir eğitim var; -yani gözün açılıyor yavaş yavaş- yani ortaokulda Mao’yu öğrendim ben... Alafranga; Türkiye’de algılandığı gibi değil, Fransa’da nasıl algılanıyorsa... Mao’nun anne babasının psikolojilerine kadar, annesinin bir Çin milliyetçisi, bir vatanperver olması, buna mukabil babasının bir tefeci olması, çevresinde çok olumsuz bir kişilik olarak tanınması ve bu çatışmadan etkilenimleri ile Pekin’e gidip asker olması... Fransa böyle bakıyor, kitaplarına da böyle işliyor, öğretmenlerine de bu boyutlarıyla anlattırıyor... Yani “Maoizm şudur”, “Kültür Devrimi budur”, işte “bin çiçek açsın, bin fikir yarışsın” gibi değil... Öne çıkarılması gerekenin “anası kim, babası ne, hangi saiklerle Komünist oldu” filân, tamamen psikanalitik, Frodyen... Ve bunun altında da aslında Mao’yu tahkir etmek; yani “bak bu Mao, ama babası tefeci” filân gibi... Bu “babası da” kısmı var ya Hocam; Batı bunu kurcalayacak... Bugün nasıl Lâdin’e yapılan; eşcinselliğine kadar varan ahlâksızca ayak oyunlarıyla bel altından vurmalar filân... Aslında bu Batı’nın kültürünün mühim bir parçası; Batı Kültürünün mayası bu ...

- 28 Şubat’a hazırlık sürecinde Müslüm Hoca’ya yapılan...

- İşte bir de burdan siyaseti tanıyoruz; yani 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı, Almanya-Rusya çelişkisi, Stalin-Hitler... Ama asla ve kat’a ve ne hikmetse buralarda hiç Yahudi yok, Siyonizm yok, Judaizm yok!.. Hep Hitler var..

- "Kötü adam"!..

- Kötü adamlar; Mussolini var, Stalin var, Mao var... Ve bu figürlerin de, genelde hep psikanalitik açılımları... İşte buralardan siyaseti öğreniyoruz... Bir arakadaş daha var okulda... Ve bir de Ortaköy var; Ortaköy o zamanlar solcuların önemli merkezlerinden birisi, hatta kimilerine göre kalesi filân... Hemen hemen bütün sosyalist örgütler var... Aynı dönemde ailenin korkunç korumacı yaklaşımı var; “aman dışarı çıkma”, “aman kimseyle görüşme” “aman şöyle, böyle”... Ama görüşüyorsun işte; sokakta yürürken görüşüyorsun... Senin komşuların, semt çevresi yüzde doksan dokuz solcu zaten... Bunların bir kısmı da örgütlü, sempatizan, taraftar, sendikalı; önünde sonunda politize insanlar...

- İzmir gibi, “Gâvur Ortaköy"...

- Tabiî... Ermeni var, Yunan var arkadaş çevremizde; onlar da hep solcu... Onlar için solcu olmaktan başka çıkar yol yok zaten; solculuk onlar için bir açılım, önemli bir çıkış... Bakış açısı da toplumun; “bunlar Ermeni, Yunan gâvuru, dinsiz imansız herifler zaten”...

- Olsa olsa solcu olurlar...

- Onlar da bunu benimsemiş durumdalar... Böyle rengârenk... Her fraksiyon var; ve çok küçük bir grup da Kawacılar var, Kukcular.. Bir de Hocam, komşular arasında bir aile var; sosyal sınıf olarak burjuva, hatta burjuva üstü kapitalist bir aile, çok zengin... Hatay alevisi bunlar... Hiçbir ekonomik problemleri yok; fakat üç çocukları var, üçü de aşırı politizeler... Bir tanesi öğretmen, ikisi henüz üniversitede... Bunlarla temasım var; yaşça onlardan küçüğüm, ama beni seviyorlar, sürekli davet ediyorlar, evlerine gidiyorum, beni örgütlemeye çalışıyorlar... İlginçtir; üçü de üç ayrı örgütün elemanı... Senaryo gibi...

- Alevîlik ve solculuk, o dönem için daha fazla örtüşüyor...

- Tabiî.. Bugün nisbeten...

- O zamanlar terör kelimesi de yok, "anarşist”... Babam öyle derdi hep...

- Evet; "anarşistler geldi, anarşistler gitti”...

- Ve böyle beş - on koldan örülüyorsun

- Örülüyorsun evet; kelime bu... Ve giriyorsun Saka!.. O coşku var... Bir de o delikanlılık evresinin kaynama şeyleri... Bir haber geliyor, filanca yerde bir grup faşist sıkıştırmışlar; koşturup peşinden gitmeler... İleri konumdakiler de seni gazlıyor, “aslanlar koşun” filân... İşte bu saiklerle filân artık solun sath-ı mâiline giriyorsun... Zaten o dönemin gençliğinin bu tür saiklerle yetiştiğini söylemek mümkün... Gerçek anlamda politize olmuş çok az insan vardır...

- "Yürüyün abi, gidelim"...

- Yürüdük... Aynı dönemde baba tarafımdan birkaç akrabam İstanbul’a, üniversiteye geliyor... Üniversitede öğrenciler; üçü kız biri erkek... Yurtta kalıyorlar, ama sık sık bize yemeğe, kalmaya geliyorlar; babama emanet edilmişler açıkçası, “bunlara göz kulak ol” hesabı...Şimdi bunlarla konuşuyorum birebir; bunlar da beni örgütlemeye çalışıyorlar, bunlar da politize olmuşlar... Hatta o yedi kişinin öldüğü Hukuk Fakültesi baskınında, -16 Mart 78 olması lazım- işte bu ikisi yaralandılar, bir hafta on gün bizde yattılar... İkisi de Dev-Solcu... Diğer kızlardan biri, Behiye İGD’li, Emine TKP-ML’li... Dördü de sonuçta sıkı sosyalist... Yürüyüşler, eylemler... Gençlik dinamizmi, iç kaynamaları filân, adeta sana başka bir seçenek kalmıyor; yani sen sosyalist olacaksın... Bir de heyecan veriyor çevren, bir de okuyorsun... Nihayet benim, -uzatmayalım- sosyalist kimliğim, sosyalist imanım diyelim; işte o dönem kazanmaya başladım.

- Örgütlü olarak?

- Adını vermeyeyim; işte bir sosyalist örgütle temas, katılım... Ben bu örgütün propandasını Saint-Benoit’da yapmaya başladım Hocam, bir misyon üstlendim; 1979’da...Çok enteresandır; ilk defa değil belki, ama çok nadir bir durum Türkiye’de, Saint-Benoit gibi bir okulda Türkiye Sosyalist hareketine mensup bir bireyin "halkçılık” temelinde propaganda yapması, afişleme yapması, bildiriler... Yakalansan korkunç olumsuz bir durum doğacak; korku da var, polis molis... Ama bütün bunlara rağmen fişleme, bildiri filan eylemlerimiz oldu okulda... Bütün okul sarsıldı, çok aradılar... Ben ve öbür iki kişi; konuşmalarımız, birbirimizi gazalamalar, “devrim oluyor, yarın, öbür gün”... Tabiî hiç tutmadı; hiç...

- Öyle bir okulda...

- Ama denedik işte... Nihayet 80 ihtilâli... İhtilâlle beraber şu oldu Hocam; işte, bahsettiğim o ailevî kanallar, Ortaköy, üstüne Saint-Benoit, Katolizm, üstüne Sosyalizm... Sosyalizmi Fransa’dan görme; Marks, Lenin, Mao’ya o etkiyle bakma... Birikim anlamında müthiş bir zenginlik aslında...

- Zenginlik değil sadece...

- Tabiî müthiş bir kafa karışıklığı; Müslüman mısın, Sosyalist misin, Hristiyan mısın, muhâfazakâr mısın, Kemalist misin?! Ve Babam her ne kadar CHP’li olsa da MTTB ve MHP’lilik de var kökeninde; İlhan Dârendelioğlu arkadaşı... Sağın, Ülkücü hareketin mühim kellelerinden biri; Toprak diye bir dergi çıkarıyor... O zaman bizim eve Toprak dergileri de geliyor; Toprakları da okuyorum... Bir tane başlık atmış meselâ... Yedi-sekiz tane baykuş koymuş; Marks, Lenin, Stalin, Mao, Enver Hoca filân... Bu baykuşlar işte karanlıkta bir ağaca tünemişler filân... Bol slogan, gaz... İşte bir de böyle bir şey var... 1979’da galiba öldürüldü Dârendelioğlu... Sonra Kaddâfi var...

- Yeşil Kitab...

- Kırmızı, yeşil; her yandan müthiş bir donanım, etkilenim var böyle... Öte yandan korkunç bir kopuşma, kopukluk; paramparçasın... Herşeysin, hiçbir şey değilsin; böyle bir şey... O insandaki temel adalet duygusu var ya Saka, o duygu seni bunlardan biri olmaya doğru taşıyor... Beni Sosyalizme taşıdı.

- Ve 80 ihtilâli...

- Müthiş bir çöküntü... 10. Sınıftaydım; “fen”den başarısız olup, “edebiyat”a geçtim o sene, edebiyata gömüldüm Saka... Çok iyi bir başarıyla 11’e geçtim, son sınıfa... Fakat o 81-82 Saka; müthiş bir savrulma, serserilik... Büyük bir boşluğa düşüş; postmodern bir yaşam tarzı... Uzun saç, kirli sakal, yırtık kot; böyle şekle müteallik tezahürleri olan bir edebî-felsefî... İçe dönüş aslında... İşte bu dönemde “Çile” ile karşılaştım birgün, Sahaflar’da... Necip Fazıl ismini duymuştum, ama... Çile, o günkü psikolojimi kavrıyor; mumlar, cinler, periler, gökler, gölgeler... Düşmüşüm bir yere, bu düştüğüm yerde her şey var... Ve aile ile çatıştığım, babama tavır koyduğum, rest çektiğim dönem... Asi çocuk... O dönem, Ortaköy’de bu entel-dantel modasının başlaması; kafeler, barakiler... Toplumsal boşluk oralarda dolmaya başlıyor...

- Sistemli bir şekilde...

- Tabiî; depolitizasyon... Üniversite ile beraber, o üniversiter değil de kantin havası; yozlaşmanın devamı... Üniversite bir yükseliş değil, bir gerileme benim için... Yine demoralizasyon... Ailede bir sevinç; “bak serseri merseri ama üniversiteyi kazandı”... Farkımda değil... İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi... Ama üç kuzen de tıbbiyeyi kazanmışlar... Ailede o ilk sevincin peşinden bu şey başladı tekrar; “bak onlar tıbbiyeyi kazandılar”... Beni, o döneme kadar aklımın ucundan bile geçmeyen gereksiz bir tahrik, hırs bastı, gaza geldim... Seneye tıbbiyeyi kazandım... Gereksiz, sanal bir yarış aslında; ama piyasam arttı tabiî, “bak Hakkı da tıbbiyeyi kazandı” bilmem ne... Saint-Benoit Edebiyat’tan çıkıp da tıbbiyeye giren iki kişi var tüm okul tarihinde, biri benim işte... Bu dönem tam bir depolitizasyon dönemi Türkiye’de; ben 12 Eylülün ilk denekler grubunda ben de varım...

- 84’te PKK çıkıyor; senin...

- Çıkmış ama bize gelmemiş daha; gazetelerde üç beş cümlelik şeyler okuyorsun, “çapulcular” filân... O depolitizasyon sürecini besleyici şeyler çıkıyor o dönem; gizem konuları... Kurgubilim; Tanrıların Arabaları...

- Pornografiyle bulaşık...

- Ve bunalım edebiyatı, bunalım sineması, bunalımlı yazarlar... Oğuz Atay...

- "Tutunamayanlar"...

- "Tutunamayanlar"... Erich Fromm; "Sevmek Sanatı”... Desmond Morris; “Sevmek Dokunmaktır”... Böyle, dediğin gibi pornografiyle bulaşık; Fromm, Freud, sevmek, okşamak, sevişme, coitus filân... Ve gizem konuları; Peru’daki Ant dağları, uzaydan gelenler... “Sızıntı” da o dönemde çıkmaya başladı; onu da okuyoruz...

- "Zafer"...

- Sızıntı, Zafer; bunların bir rolü daha var o zamanlar... Bilim yapan tek dergi devletin, TÜBİTAK’ın Bilim Teknik dergisi; Sızıntı, Zafer bunun bir İslâmî alternatifi gibi çıktı... Bir de her resme tasma takarlar...

- Sûret haram ya Doktorum; boyunlarına bir çizgi atarak sûret bütünlüğünü bozup... Bugün televizyonlarında her nane var; ama o dönem bu kadar takvâ ehliydi beyler...

- Neyse, işte o dönem bunları da okuyoruz... Ve ruhçu yayınlar Saka; Bedri Ruhselman okuyoruz... Epey de ruh çağırdık bu arada, seans yaptık... Ve fikren tekrar “Dayı”ya dönüş...

- İslâm’a dönüş...

- Dönüş; ama bu çerçevede... Apolitik bir dönem; seni besleyen politik bir şey yok... İşte bu dönemde Ahmet Hulûsi; 86-87... “Dua” kitabıydı galiba... “Modern, dindar” filân... “Saçın da açık olabilir”, mini etek bile giyebilirsin, elinde de tesbih olabilir”...

 

[Babamla bir konu üzerine tartışıyoruz. Yer, bir spor salonu ve UV ışınlarıyla aydınlatılmış. Tartışma çatışmaya dönüşüyor, karşılıklı restleşip küfürleşiyoruz. Annemle, fındık taban fiyatları üzerine tartışıyoruz. O, bunun bir devlet meselesi olduğunu ve benim ilgilenmemem gerektiğini söylüyor. Ben ise bunun ulusal bir sorun olduğunu iddia ediyorum ve fiyatların düşüklüğünün bir köylü hareketine neden olabileceğini ve bunun da Doğu Karadeniz bölgesinden uç vereceğini söylüyorum. O, Karadeniz insanının mütedeyyin olduğunu ve böyle şeylere tevessül etmeyeceğini savunuyor. Dışarı çıkıp balıkçıya uğruyorum ve ona Cumhuriyet gazetesi satıp satmadığını soruyorum. O, bana yan tarafı işaret ediyor. Yandaki gazete bayiînden bir Cumhuriyet alıp çıkıyorum. -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Üniversite, depolitizasyon, "savaşma seviş”, ruhçuluk, Sızıntı, Ahmet Hulûsi... Bunları konuşmuştuk Doktorum en son...

- Üniversiteden beklenen... Hele Türkiye gibi bir ülke için daha büyük bir ehemmiyet arzetmesi lâzım; gerek akademik formasyon, gerek teknik eğitim, beyin yetiştirme bakımından... Türkiye’de üniversite sınavları büyük bir maraton, büyük bir strese sebep oluyor, hayat memat meselesi oluyor... Bu yarıştan sıyrılıp bir üniversiteye kaydolabilenler, kendilerince geleceklerini kurtardıklarını zannediyorlar... Toplumun her kesiminden insanlar bu üniversiter kurumlarda buluşuyorlar...

- Şunu sorayım Doktorum; “mutlu azınlık” dediğimiz kesimden bir ailenin, yabancı eğitim de almış bir çocuğu olarak, üniversitede fakir fukara çocularıyla...

- Zenginlik tek başına belirleyici değil; devlet liselerinden mezun bujuva çocukları ile yabancı dille eğitim yapan ve batı ülkelerinin kültür ve özelliklerini taşıyan yabancı okullardan gelenlerin durumu da farklı...

- Tıbbiye ile devrimcilik arasında bir yatay geçiş mi var Doktorum? Türkiye’den, dünyadan epey örnek var; Che, Kıvılcımlı, Üsâme bin Lâdin’in hemen yanındaki...

- "Tıbbiye’den her şey çıkar; ara sıra da hekim çıkar”... Böyle bir şey de var... Bu her ne kadar mübalâğalı bir yaklaşım da olsa, bütün dünyada, ulusların kurtuluş mücâdelelerinde hekimlerin ciddi bir katılımlarının, katkılarının olduğu, hatta zaman zaman öncü rollerinin olduğu da bir gerçek... Bunların en uç örneklerinden birisi Ernesto Che Guevera’dır. Che, Arjantin’de tanınan, bilinen bir ailenin çocuğudur; De la Serna ailesinin... Ekonomik bir sorunu yoktur... Tabâbet eğitimini tamamladıktan sonra, kendisinin astım problemi olmasına rağmen aşağı yukarı yedi sekiz bin kilometrelik bir yol katederek, Arjantin’den Bolivya’ya kadar gidiyor... Ve kafasında ciddi altüst oluşlar gerçekleştirmek, devrimci gelişmelere yol açmak gibi bir hedef var... Sonrasını anlatmaya gerek yok... Ernesta de le Serna, bilinen ismiyle Che Guevera dünya devriminin ve dünya devrimci gençliğinin adeta idolü hâline geliyor ve dünyanın bir çok yerindeki devrimci hareketler ondan bağımsız düşünülemiyor... Nerede bir yürüyüş, bir eylem varsa; Marks’ın, Lenin’in yanında, belki onlardan daha fazla, çok daha önde Che’nin fotoğrafları, sloganları görülüyor.. Öyle ki Che’nin Bolivya’da öldürülmesinden sonra, halkın Che’ye adeta Mesih gibi bakmaya başlaması... Tüm uluslararası platformlarda tartışılması... Pratikçi, enternasyonalist kişi olarak ortaya çıkması en azından; doktor devrimci olarak... Bunun dışında ulusal süreçlere baktığımızda ilk aklımıza gelen figür, sosyalist figür: Dr. Hikmet Kıvılcımlı... Bugün TKP-Kıvılcım adıyla andığımız organizasyonun kurucusu... Türkiye’de sosyalist anlayışa yeni bir katkı, belirleyici bir istikâmet vermiş olması açısından önemli bir isimdir... Hikmet Kıvılcımlı’nın bana göre şanssızlığı, kendisini takip eden neslin o kadar başarılı, sonuç alıcı olamamasıdır... Siyâset dışında, tabiblerin sanattan edebiyâta, kültüre çok geniş bir spectrumda Türkiye’de katkıları olmuştur... Bir Adnan Adıvar, Refik Saydam, Fahreddin Kerim Gökay, Hüsrev Hatemî, bir Ayhan Songar, Halûk Nurbâki, benim de hocam olan Prof. Dr. Ahmet Saltık... Saymaya kalksak, Türkiye’de ve dünya tarihinde kuşkusuz daha birçok hekimden bahsedilebilir... Fakat demin verdiğin örnek çok önemli; Üsâme bin Lâdin’in yanındaki, sağ kolu konumundaki Dr. El Zevâhirî... Hipokrat’a atfedilen bir lâf vardır; derler ki: “Hekim, Allah’ın dünyadaki elidir”... Burdan, sadece tanı koyucu ve tedavi edici meslekî-profesyonel bir mânâdan ziyâde, daha kapsamlı ve tabâbetin sadece dar anlamda bir hekimlik mesleği değil, bir sanat, bir sosyolojik, kültürel, edebî, devrimci süreçler silsilesi, bütünü olduğu...

 

[Che Guevara’nın kızı Dr. Aleida, 1997 yılında Atina’da bir söyleşiye katıldı. Dr. Aleida pediatri uzmanı ve Küba Komünist Partisi’nin üyesi. Birisi şöyle bir soru sordu. “Yüzünüzün hangi bölümü babanıza benziyor?” Dr. Aleida sağ elini burnunun uç kısmına koydu ve diğer eliyle “buradan yukarısı” der gibi bir işaret yaptı. Tam bu sırada içeri iki polis girdi; bomba ihbarı yapıldığını ve salonun boşaltılması gerektiğini söylediler. Organizasyonu üstlenen belediye başkanı salonun boşaltılmasına izin vermedi ve sorumluluğu üstüne alarak polisleri geri yolladı. Dr. Aleida’nın eli hâlâ burnunun ucundaydı. -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Siyâsetten sosyal hayata, dinden felsefî düşünceye, cerrahlıktan devrimciliğe kadar...

- Evet, çok kapsayıcı, çok zengin bir ilim... Hatta eski Yunan’da, Mezopotamya’da ve bütün eski medeniyetlerde filozofların ve ilim erbâbının aynı zamanda tıp erbâbı olması... Yine tersinden bakıldığında tıp erbâbının aynı zamanda ilim erbabı olması, sanatçı olması... İşte bir İbn-i Sinâ örneği var; İbn-i Sinâ bir hekimdir, ama aynı zamanda bir matematikçidir, filozoftur... Hâkezâ Batı’da Galene de; bizim tıbbın, anatominin babalarından kabul edilen Galenos da şair, edebiyatçı ve felsefî notları olan bir büyük şahsiyet...

- Hekimlik ve akademik kariyerin ınkıtaya uğramış durumda; mültecisin şimdi...

- Ben... Söylemiştim, benim amacım hekimlik değildi aslında; edebî, felsefî bir temâyülüm vardı... Mâlûm saikler beni tıbbiyeye taşıdı... Fakat ben tıbbiyeye -meslekî anlamda olsun, ilişkileri, kavrayıcılığı anlamında olsun- tıbbiyeye çok kısa sürede adapte olduğumu düşünüyorum... Hiç zorluk çekmedim; teknik eğitim-öğretim anlamında... Bunda bana şunun yardımı oldu tabiî; tabâbetin terminolojisi % 50-60 oranında Grekçe, % 30-40 oranında Lâtince ve Batı dillerinden geldiği için, özellikle Fransızca başta olmak üzere bu dillerden birine hâkim olan için Tıp terminolojisi çok kolaylaşıyor... Hatta bazen hiç çalışmadan, kavram bilgisiyle sınavlardan başarıyla geçmenizi sağlayabiliyor...

- Az önce bunu da kastederek sormuştum; bu avantajlarla üniversiteye gelen o mutlu azınlık dediğimiz kesimin çocukları ile Anadolu çocukları açısından üniversite paradigmasını... İyi bir yabancı dil avantajı olmayan bu insanlar ezbere mecbûren...

- Evet şimdi bu avantajı olmayanların hem ezberlemek gibi bir dezavantajları var... Dezavantaj, çünkü ezberlemekle kalıcı olacak gibi değil; tıpta mekanizmayı, işleyişi bilmeden ezberci bir eğitim ve böyle diploma alan bir hekim, %80 oranında tıbba yeniden başlamak durumunda... İşlevden, mekanizmadan kasıt da, tıbbiyelerin 1.-2. Sınıflarında okutulan ve temel tıp bilimlerinden olan fizyoloji... Fizyolojisini bilmeyen, tıbbın mekanizmalarına da yabancıdır; ve ezbercilikle... Tekrar konumuza dönersek; benim tabâbete adapte olmam hiç zor olmadı, kolay uyum sağladım... Ancak benim tabâbet eğitimim içinde, genel yaşam karakterimin bir parçası olarak çok sayıda altüst oluş oldu. Bu altüst oluşların bir kısmı şahsî ve içtimâî hayata dâir... Diğer kısmı, tıbbiyenin ikinci yarısından, 86-87’den itibaren apolitik buzlar çözülmeye, iklim ısınmaya başladı... Bir öğrenci olarak bu havanın bize de yansımaması imkânsızdı; biz de bu yeniden şekillenmeye başlayan politik çevrelerle ilişkilenmeye başladık, alâkalarımızı kurmaya başladık...Tabiî 80 öncesine nazaran oldukça soğuk, kuru, kifâyetsiz; ama başlangıç olması hasebiyle önemli... Politize olmaya başlayan bir gençliğin emeklemeleri, kendini yeniden üretmeleri temelinde yadsımamak, küçümsememek lâzım, doğru algılamak lâzım...

- Doğru anlamanın bir bedeli oldu sana; akademik kariyerin, parlak geleceğin...

- Tamam... Şimdi ben tıbbiyeyi bitirdikten sonra yine bir ikileme düştüm; yani tıbbiyeyi bitir, hekim ol, mecburi hizmete git, sonra bir muayenehâne aç gibi önümde kuru, beni tatmin etmeyen hedefler vardı... Tıbbiyeyi bitirdikten sonra böyle birkaç aylık bir bocalama yaşadım; ne yapayım, ne edeyim?.. Biraz da tepkisel, bir mecburi hizmet kurası çektim ve 1990 yılının 5 Aralığında Afyon’un bir ilçesinde mecburi hizmete başladım... Fakat kesinlikle büyük sorun yaşadım, hiç adapte olamadım...

- Aradaki mesâfe mi?

- Aradaki mesafenin derin olmasına bağlı muhtemelen; toplumsal ilişkilerde büyük bir kırılma, meslekî anlamda da büyük bir tatminsizlik... Bütün bunlarla beraber 91 Nisanı’na kadar gidebilen beş aylık -bunun bir kısmı da izinlerle- bir mecburi hizmet süreci; benim sabrımın taştığı, dayanma noktamın kırıldığı evre oldu... İstifa ettim... Yeni bir kararla yurtdışına gitmek, yurt dışında ihtisası devam ettirmek... Bu yurtdışı seçeneklerden en belki bana uzak olanı Macaristan’dı; fakat bir furyaydı o dönemde, Türk hekimleri özellikle uzmanlık sınavından sıyrılmak için Macaristan’a ihtisasa gidiyorlardı... Macaristan’ın da böyle bir politikası vardı, ihtisas alanları açılıyordu... Ben de bu furya ile 1991 yılının Mayıs ayında Macaristan’a gittim; Peç şehrinde, Peç Üniversitesinde beyin ve sinir cerrahisi bölümünde ihtisasa başladım...

- Şimdi burada küçük bir parantez açılabilir; niye beyin ve sinir cerrahisi?

- Tıpta ilginç bir espri daha vardır; “hekimin aptalı cerrah, cerrahın aptalı da beyin cerrahı olur”; “ama en aptalı da beyin cerrahlarının eşleridir” derler... Böyle bir espri vardır... Gerçekten de beyin cerrahlığı hem meşakkatli, hem de hastalarının zor olması hasebiyle stresli, hem süresi daha uzun bir ihtisas alanı olması, hem de müthiş bir mesuliyet gerektiren bir ihtisas alanı olması... Fakat ben, insan sinir sistemine meraklıydım... Bu insan sinir sisteminin mekanizmaları, hâla bile, başta beyin olmak üzere, gizemleri diyelim, ilmî anlamda çözülememiştir, teknolojinin vardığı aşamaya rağmen...

- İnsan sinir sistemiyle, toplumun sinir sistemleri, devrimin sosyal mekanizmaları; bunun ortak gizemleri... Mi?

- Şu bir yıllık bir Macaristan macerasını bitireyim... Bu bir yıllık dilimde ben yine iç altüst oluşlar ve yalpalamalar yaşadım; ve Türkiye’ye dönüp yasaların da izin verdiği ölçüde ihtisasa devam etmek istedim... Fakat tam o sırada bazı ailevî, özel olaylar nedeniyle bundan vazgeçtim; 1992’nin 26 Ağustosuna kadar... Sonra Trakya Üniversitesi Anatomi bilim dalı... Burada biraz geri dönüş yaparak 1990’a... 1990’ın yaz aylarında Marmaris’te tatil yaparken, bir gazete bayiinden gazete alırken dikkatimi bir dergi çekti; Ak-Doğuş dergisi...

 

[08.05.00, sabaha karşı... Hangi şehirde olduğumuzu tam olarak bilemiyorum. Orta büyüklükteki Türkiye şehirlerden biri. Üniversite kampüsünün önünde bekliyorum, hava yağmurlu. Garip bir derinlik duygusu var. Sanki kampüs sonsuza ulaşıyor gibi duruyor. Otobüs ya da dolmuş bekliyorum. Muhtemelen tatil günlerinden biri zira benden başka bir kişi daha var. Etrafta kimseler yok ve vakit akşama yakın ve muhtemelen kış başlangıcı. Beklediğim yerin hemen yanında markete benzer bir yer var ve kapalı. Yakınımda da orta yaşlı, yaprakları tamamen dökülmüş bir ağaç var. Benimle birlikte bekleyen kişi bir kadın, 35-40 yaşlarında. Koyu yeşil renkli bir serçe marka araba geliyor ve şehre doğru gittiğini söylüyor. Kadın arabaya biniyor ve araba hemen uzaklaşıyor. Yalnız başıma beklemeye koyuluyorum. Cep telefonum çalıyor, telefonda S.M. “Selâm Kumandan!” diyorum. O da beni selâmlıyor. Hemen konuya giriyor. “Yakınındaki ağaca bak, kurumuş dallarda ne görüyorsun?” diyor. Daha biraz önce ağaca baktığımı ve hiçbir şey göremediğimi söylemek saygısızlığına düşmemek için ağaca tekrar bakıyorum ve hayretten dilimi yutacak gibi oluyorum. Ağaçta, 3 ayrı dalda 3 ayrı imge görüyorum ve bunlar canlı üstelik. Sağda, orta dallardan birinde emsallerine göre küçük sayılabilecek bir baykuş, hareketsiz bir durumda ve bana bakıyor. Biraz daha aşağıda ve gövdeye daha yakın dallardan birinde bir iskorpit, o da hareketsiz duruyor ve nihayet soldaki dallardan birinde sarışın bukleli saçları olan bir kadın yüzü ve aynı zamanda hareketli, bana sürekli göz kırpıyor. Gördüklerimi, biraz da heyecanlı bir biçimde K’a anlatıyorum. Bana, “Sakın onlara aldanma, onlar türdeşimiz değil!” diyor. Bu cümlelerden onların “cin” olabileceğini düşünüyorum. Teşekkür ediyorum ve telefonu kapatıyorum. İçimi bir sıkıntı kaplıyor. Ağaca tekrar bakıyorum fakat hiçbir şey göremiyorum. Bütün imgeler yokolmuş. Bir anda, anî bir hareketle ve sebebsiz bir biçimde kampüse doğru yürümeye başlıyorum, hava kararmış durumda ve yağmur çiselemeye devam ediyor. Ortalıkta kimseler yok. Her yer kapalı. Uzunca bir yürüyüşten sonra kampüse ulaşıyorum ve bir yolunu bulup içeri giriyorum. Kimseler yok. İleride bir koridordan ışık sızdığını görüyorum ve oraya doğru yöneliyorum. O da ne, 40-50 tane erkekli kızlı öğrenci şamata yapıyorlar. Beni görüyorlar ve hepsi koşarak yanıma geliyorlar, etrafımı kuşatıp dil çıkarıyor ve benimle eğlenmeye başlıyorlar. Kimi kolumdan çekiyor, kimi gıdıklamaya çalışıyor ve beni amfilerden birine davet ediyorlar. İte kaka ilerliyoruz ve beni bir yere sokuyorlar, aynı at ahırı gibi bir yer. Kafamı çıkarıp bakıyorum ve yüksek sesle bağırmaya ve tepinmeye devam ediyorlar. Birden K’ın telefonda söyledikleri aklıma geliyor ve bağırmaya başlıyorum, “Orospu çocukları, siz cinsiniz!”. Önce şaşırıyorlar ve birbirlerine bakıp gülüşüyorlar. Bu arada, beyaz önlüklü, gözlüklü, ciddi tavırlı bir kişi yanıma geliyor ve “Benimle gelin lütfen” diyor. Onu tâkip ediyorum. Bir odaya giriyoruz, içeride hayli gelişkin bir teknolojik donanım göze çarpıyor. Bilgisayar ekranında bir göz eskizi var ve altında “Bu göz herşeyi görür” yazıyor. Telefonum yine çalıyor ve yine K. “Bulunduğun yerin neresi olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. Birşeyler hissettiğimi fakat tam olarak bilemediğimi söylüyorum. Cevâben, “Cinlerin askerî eğitim alanındasın” diyor. Tekrar teşekkür ediyorum. Koşarak oradan ayrılıyorum ve şehre ulaşıyorum. Bir börekçiye giriyorum. Cebimde param yok. Sağa sola bakınıyorum ve dükkândan çıkıyorum. Yolda yürürken kimliğimin olmadığını farkediyorum. Börekçiye geri dönüp “Pasaport almak için nereye başvurmam gerekiyor?” diye soruyorum. Bana boş gözlerle bakıyor. Tekrar dışarı çıkıyorum ve yürümeye başlıyorum. Yolda Sedef Adası’na gitmem gerektiğini fakat bu adaya gitmek için pasaport gerekli olup olmadığını hatırlayamadığımı düşünüyorum. Her ihtimale karşı denizden ve “yürüyerek” gitmenin daha güvenli olduğuna hükmediyorum. Su çok sığ ve etrafta kepçelerle midye çıkaran bir sürü insan var. Adaya vardığımda aslında burasının Mersin olduğunu ve günlerden de Pazar olduğunu düşünüyorum. Yollar bomboş. Zeki dayımla (Büyük dayım) karşılaşıyorum. Bu arada onun Arnavutluk devlet başkanlığına aday olduğunu, hatırı sayılır bir oy aldığını ancak seçimi kaybettiğini öğreniyorum. S.M. üzerine konuşuyoruz. Onu kısaca tanıtıyorum. Dayım tereddütlü yaklaşıyor. “Mesleği nedir?” diye soruyor. “Fikir Adamı” diyorum. Garipsiyor. “Böbrek problemi var mı?” diye soruyor. “Bilmiyorum” diye yanıtlıyorum. Ortaçağ Tarihi’yle ilgili el yazması bir kitap gösteriyor ve yazarları arasında K’ın isminin de olduğunu belirtiyor. Kitaba göz gezdirmeye başlıyoruz… Okumakta olduğum kitaplar: Orthodox Psychotherapy / Nafpaktos Hierotheos, Tilki Günlüğü 5.Cilt / Salih Mirzabeyoğlu, PKK 5. Kongre Kararları, Eski Ahid... -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Marmaris ve Ak-Doğuş?!..

- Evet bu çok orijinal... Normalde Ak-Doğuş gibi bir dergiyle ve başka İslâmî içerikli bir dergiyle İstanbul’da karşılaşmak tamam da; İslâmî şeyi olmayan insanların tatil yaptıkları Marmaris gibi bir beldede, bir gazete bayiinde Ak-Doğuş’la karşılaşıyorum ve bir solukta okuyorum... Büyük bir heyecan... Derler ya hani; “bir kitap okudum hayatım değişti”... O kadar olmamakla birlikte, hakikaten bir dergi okudum ve hayatımda ciddi bir... Büyük bir empati yakaladım... Benim endirekt olarak İbda fikriyâtıyla tanışmam Ak-Doğuş’u okumamladır... Tabiî geçmişte Necip Fazıl’ı, “Çile”sini 80’lerde okumam filan da etkili; ama Büyük Doğu – İbda ilgisini yakalamam, İbda’yı tanımam Ak-Doğuş’la oldu...

- Bir geri dönüş daha yapalım burada Doktorum... Bir de tiyatro maceran var senin; “Bir Adam Yaratmak”...

- Aslında bu bir geri dönüş değil; bu tiyatro macerasının iki aşaması var... Ben tiyatroya katılma noktasında, 1988 yılında, kulakları çınlasın Türkiye’de amatör tiyatronun ciddi bir emektârı olarak kabul ettiğim Doktor Ertuğrul Tanrıkulu’yla tanışarak tiyatroya adım attım; O’nun tiyatro grubunun bir üyesi olarak tiyatroya başladım... 1989 yılında da Hroşima’nın işlendiği bir oyunda Enola Gay'in pilotu, Richard Waverly rolünü oynadım; mahkeme sürecinde... Ana rollerinden biriydi... Tekrar ismini anmak istiyorum; Doktor Ertuğrul Tanrıkulu’nun kulakları çınlasın... Tıbbiye’yi bitirdikten sonra araştırma görevlisi olarak tekrar Üniversite’ye dönünce; 92’nin Ağustos’unda... Tabiî bendeki o tiyatro alâkası hiç eksilmedi, fakat bu kez tiyatroyu oyuncu olarak değil de yönetmen olarak yapmak istedim... 93’te, “alternatif” kelimesinin kısaltılmışı olan “Alterna” ismiyle bir tiyatro grubu kurduk; Alterna Tiyatrosu... Yeni, amatör bir gruptu; aramızda deneyimli sayılabilecek bir kişi vardı, -onun da kulaklarını çınlatmadan geçemiyorum- Doktor Hamza Kaşıkoğlu...

- Yakın akrabası olsa gerek, 3 Kasım’da Düzce’den AK Parti milletvekili seçilen Metin Kaşıkoğlu...

- Bilemiyorum; fakat ona da başarılar diliyorum... Bu tiyatro grubunun, benim bu kez hedefim; tiyatroyu salt sanat olsun diye değil, Artaud’un dediği gibi- tiyatroyu bir siyâsî, toplumsal kürsüye dönüştürmek, mümkün mertebe politize etmek, ideolojik bir kimlik kazandırmak gibi, tırnak içinde bir “gizli” hedefim vardı... Bu nedenle de ilk seçeceğim oyun üzerinde epey düşündüm; sonuçta, o benim yıllardır içimde yer eden “Çile”yi, içimi kaynatan bir Necip Fazıl klasiği sahnelemek istedim... Dr. Hamza Kaşıkoğlu’yla da teâtide bulunduk bu konuda; ve onun da onayı ve önerisiyle “Bir Adam Yaratmak” üzerinde karar kıldık... Ve hummalı bir faaliyete giriştik; müthiş bir ruh, müthiş bir çalışma ve süratle oyuna hazırlandık... Tabiî bunun bir ideolojik eser olduğu üzerine epey spekülâsyon yapıldı; üniversite yönetimi ciddi ikilemler, ciddi karşı oluşlar yaşadı... Fakat bu eserin psikodrama olduğunu dayatmak yoluyla bütün kontrol mekanizmalarına, yönetime ben kabul ettirdim. Uğraştım, didindim, eserin oynanmasına engel olunmasına engel oldum... Ve neticede bir Necip Fazıl eseri sahnelendi... Ve abartısız söylüyorum, müthiş bir alâka gördü; yakın uzak, taraflı tarafsız bütün çevrelerden büyük bir teveccüh oldu... Bir veya iki kez temsil edilmesi beklenen oyun dört kere, daha sonra iki kere daha temsil edildi... Daha sonra ODTÜ şenliklerine, Çukurova Üniversitesi şenliklerine, İstanbul’da bazı tiyatroların toplu gösterilerine kadar katılım sergiledi... Oyun sırasında ve sonrasında ciddi bazı olaylar ve tartışmalar yaşandı... Özellikle Kemalist, gerek öğrenci, gerek öğretim üyesi çevrelerden yoğunluklu eleştiriler aldık... Fakat en nihayetinde, gerek eserin niteliği ve klası ve gerekse sahne kalitesi açısından kabullenildi ve büyük bir sükse yaptı... Edirne gibi bir yerde bile meselâ beklenmedik çalkalanmalar oldu, beklemediğimiz tebrikler aldık; yardım, destek sunmayı talep ettiler... İstediğim ideolojik-politik mesajı verebildim mi veya seyirciler bunu algılayabildiler mi? Ama coşku anlamında amacımıza ulaştığımızı söyleyebiliyorum... Böyle bir eserin üniversite camiasında, bildiğim kadarıyla bir ilk olduğunu sanıyorum... Varsa başka örnek, bu benim eksikliğimdir, bilmemem; bunu da kabul ediyorum. Son olarak şunu da söyleyeyim; dünyanın önde gelen amatör tiyatro festivallerinde biri olan Lizbon Amatör Tiyatro Festivali’nden de davet aldık... Fakat üniversitenin maddî destek vermemesi, başka bir sponsor da bulamamamız üzerine katılamadık maalesef oraya...

- Siyâsî sebeplerle mi?

- Üniversitelerin bütçeleri çok fakir bu tür faaliyetler için, ama bunun arkasında müellifin kimliği, kişiliği de ciddi bir rol oynamıştır... Eserin beklenmeyen bir başarı elde etmesi bile belli mahfilleri rahatsız etti; kesin biliyorum bunu. Yine de bu desteğin verilmemesinin politik olup olmadığı konusunda kesin bir bilgim yok... Neyse, böyle bir süreç de yaşadık...

 

[27. 03. 00… Bugünün "Dünya Tiyatrolar Günü" olduğunu unutmadım. Tiyatro denen zehirle tanışmam 1988 yılına rastlar. Beni tiyatro müptelâsı yapan adamın ismi Dr. Ertuğrul Tanrıkulu’dur. Tanıdığım en kaliteli tiyatro insanlarından biridir. Amatör anlamda oyunculuğunu unutamadığım adam ise Dr. Hamza Kaşıkoğlu’dur. Her iki ismi de saygıyla anıyorum... -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Sen "Bir Adam Yaratmak"ı yönettin, Ak-Doğuş’la tanıştın; biz de Coyotte’la tanıştık bu dönemde...

- Bu ilginçtir... Ak-Doğuş’la tanışmamı takip eden dönemde, periyodik olmasa da İbda etrafındaki dergileri takip etmeye çalıştım...

- Zaten sık sık kapanmalar, dergi isimlerinin değişmesi...

- Gibi bir takım handikaplar... Hemen aklıma gelen Taraf, Akzuhur, Akın Yolu, Kararlı Genç Adam gibi bir döneme damgasını vuran dergileri büyük bir iştahla okuyordum; artık bir bağlısı, adeta müptelâsı olmuştum... Tahkim... 94 olması lâzım; şimdi tam hatırımda yok ama... Ve Tahkim’e artık uzaktan bir okuyucusu, müptelâsı olarak değil de, bir sahiplenme düzeyinde bağlanma... Ve yine bununla birlikte bir rezonans olarak benim de onun bir parçası olma temayülüm süreci daha da netleştirdi... Bir deneme yazısı gönderdim ilk defa; Mustafa Yaşar’a gönderdim hatta...

- Kulakları çınlasın, çok emektar bir arkadaştı; Yazı İşleri Müdürümüzdü...

- Bu yazıyı illâ yayınlansın diye de değil, bir okur katkısı olarak... Başlık olarak da “Silâhlı Peygamber Gerçeği” başlığını kullanmıştım... Ve bir sonraki sayıda bunun bir makale olarak yayınlandığını gördükten sonra... Mustafa Yaşar’ın da bir teşekkür, takdir mektubunu aldıktan sonra; “Yazın, devam edin”... Coyotte müstearıyla yazmaya başladım...

- Buradan PKK’ya nasıl bir geçiş oldu Doktorum; iltihakın... İltihak doğru bir kavram mı?

- Entegre olma... 1993 yılında tiyatro faaliyetleri yürürken bir yandan... Sevimli bir tesadüf diyebiliriz; ben 1993 yılının 23 Şubat’ında, daha sonra eşim olacak Meryem Erdoğan Hanımefendi ile tanıştım. Aynı zamanda Tıbbiye’nin öğrencisiydi... Bir diyalog gelişti; ve bu uzadı, heyecan verici hâle geldi, derinleşti... Yani magazinel tabirle bir elektrik yaşanmaya başladı... Meryem Hanım mezhebî kimlik olarak Alevîdir, etnik kimlik olarak da Kürt’tür...

- Sen bir Sünnî ve bir Türk olarak...

- Ayrıca bu teatral faaliyetlerim münasebetiyle ideolojik rengim de belli olduğu hâlde, bana bakışında bir soğukluk olmaması benim hayatımın çok ciddi dönüm noktalarından birisidir... Çok derinlikli, çok kaliteli bir insan olması da benim seçiciliğime cevap oluşturdu ve çok ciddi paylaşımlar yaşadık... Tiyatro sürecinde, Necip Fazıl’ın eserinin sahnelenmesi sırasında bana en büyük yardımı veren insanlardan birisidir kendisi; teorik anlamda, mizansen bakımından çok destek oldu, müthiş bir coşku ve heyecan yaşadık... Ve 1993’ün Nisan ayında, yani iki ay gibi kısa bir dönemde evlilik sürecine girdik... 93’ün 13 Ağustos’unda, onun evinden habersiz bir biçimde Tarsus Evlendirme Dairesi’ne gidip evlendik... Ailesi büyük şok yaşadı, evlatlıktan reddetmeye kadar varan bir tepki gösterdiler... Daha sonra tedricen yumuşadılar ve 11 Eylül’de bir düğünle geleneğe de uyduk... 93 başından ta 95 sonuna, benim anatomi ihtisasını tamamladığım zamana kadar hayatımın belki de en zengin evrelerinden biri olarak kabul ediyorum... İşte bu en zengin; Necip Fazıl’lı, Tahkim’li, tiyatrolu, evlenmeli sürece bir de Kürt gerçekliği, Kürtler, Kürt Ulusal Mücadelesi...

- Yani, adını da verelim: PKK...

- Tabiî bu Kürt realitesinin benim hayatıma girmesi yeni değil, ben 1984’e, PKK’nın gerilla faaliyetine başlamasına kadar giden bir izleyicilik evresi geçirdim; gazetelerinden, yayın organlarından... Sadece PKK’yı değil, Türk ve Kürt sosyalist hareketlerini takip eden, yabancısı olmayan bir insandım... Hatta Tahkim’de de bir keresinde bununla ilgili bir makale yazdığımı hatırlıyorum... Önceki alâkam biraz daha şekillenerek, eşimin de Kürt olmasının etkisiyle biraz daha netleşti ve Kürdistan ulusal mücadelesine ilgim biraz daha ete kemiğe bürünmeye başladı... Biraz daha ilişkiler yakınlaşmaya başladı; örtülü temaslar, ilişkiler, tartışmalar, münazaralar, münakaşalar... Olayı izleyicilikten ileri evreye taşıdım... Tabiî bu evrede, Kürt yurtseverleriyle olan ilişkimde, onlar benim Tahkimci kimliğimi de bildiler; saklamadım... Çoğuna ben dergi de verirdim; bana beş altı tane Tahkim geliyordu... Aynı biçimde onların da özellikle İbda’ya bir teveccühleri olduğunu gözlerdim... Çünkü PKK ile Türkiye sosyalist hareketleri arasında muhtelif nedenlerden dolayı bir sıkıntı olduğunu, PKK’lilerin Türk sosyalist harekelerine bakışlarının İslâmî çevrelere bakışından daha soğuk olduğunu gözlemliyordum zaten... Bu şuna yol açtı, Kürt ulusalcılarının İslâmî çevrelere bu sıcak bakışı bana da sıcak davranmalarına yol açtı... Kısacası böyle yeni bir ilişki süreci... Kimi zaman konjonktürel nedenlerle gerilese bile hiçbir zaman kopmadı, canlılığından bir şey kaybetmedi...

- Daha sonraki hayatını ciddi biçimde, geri dönüşsüz biçimde etkileyecek bir beraberlik süreci...

- Bir hekim arkadaş şöyle diyordu; evliliğim ve bu PKK ile... “Böyle bir şey olamaz; kızılla yeşil bir araya gelemez” gibi...

- Sadece sosyalistle müslüman değil; Alevî ile Sünnî, Kürt ile Türk...

- Asla anlaşılamadı, ama işin içyüzünü bilen birkaç kişi, bunun özel bir durum olduğunu takdir ettiler tabiî... Aslında tam da sürece uygundu; cuk oturuyordu...

- Bugün burada olman, çok da kolay anlaşılacak bir şey değil gibi duruyor aslında! Çok parlak da bir yoldaydın; iyi bir eğitim, yurtdışında ihtisaslar, doçentliğe kadar gelen bir akademik kariyer, uluslararası platformlarda ilmî tebliğler, makaleler... Bugün, bu genç yaşında kesin isim sahibi proftun...

- Ben şöyle bir lüksüm olamayacağını anladım Saka; ben hem mesleğimi yapayım, hekimlik ihtiyaçlarımı tatmin edeyim, kariyerimi sürdüreyim, yükseleyim... Türkiye’de akademik kariyeri sürdürmek için, uzman olduktan sonra bir üniversitede devam edebilmek için iki koşul vardır; birinci koşul askerliğini yapmış olmak, 32 yaşına kadar, ikincisi de yabancı dil sınavını vermiş olmak... Ben bu yabancı dil sınavını daha önce vermiştim zaten, önümde bir tek askerlik vardı; askerliğimi hallettikten sonra herhangi bir üniversiteye Yardımcı Doçent olarak gidebiliyordum... Ama dedim ya Saka; bir yandan akademik kariyer yapacaksın, bir yandan Türkiye’de çok ince çizgiler üzerinde yürüyeceksin...

- Hem devlet memuru olup hem siyaset yapmak...

- Hele bir devrimci kimlik edinmek, siyasete aktif olarak katılmak; yok böyle bir şey Saka... Ben burada da bir şey yaşadım; hemen yurtdışına mı çıkayım, askerliğimi yapıp ondan sonra mı bazı arayışlar içine gireyim? Askerliği aradan çıkarmaya karar verdim; 1996’nın Nisan’ında askere gittim, Samsun’a... Hekimler oraya gider; Sıhhiye orda... İki aylık hazırlık döneminden sonra Şırnak’a düştüm...

- Aramışsın gibi Şırnak; Kürt...

- Hem de Şırnak’ta Özel Harekat, Komandonun hekimi; sürekli operasyona giden bir grubun hekim asteğmeni olarak... Gider gitmez de operasyonlar vesâire başladı... Tabiî Kürdistan gerçeğini, o trajediyi orada, yerinde görüyorsun... Sadece Kürt halkının, Kürtlüğün trajedisi değil; aksine, çocuk denebilecek 19-20 yaşında orduya gelen çocukların trajedisi olarak da algılıyorum... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarafında veya karşısında olmak gibi çok dar, çok çatışmacı bir bakışla değil; bir bütün olarak, bir sosyal yara, sosyal bir kanama olarak fiilen içinde yaşadım... İnsanlardaki büyük psikolojik problemler, müthiş bir umutsuzluk, azap, aşırı fukaralık ve aşırı bilenme-kinlenme karşılıklı... Kısaca insana ait bütün uç duygular spectrumunu orada yaşamak mümkün... İki aylık bir süre, benim bu işi bir gün daha fazla yapamayacağımı, geçici bir süre de olsa bu kadar trajedinin altından kalkamayacağımı öğrenmeme yetti... Siyasi kimliğim açısından da bu siyaseti kabul edemeyeceğime karar verdim... Bu durumda Türkiye’de yaşama hakkım da olamazdı; çıkmalıydım... Ve eşimle birlikte 1996’nın 2 Eylül’ünde Türkiye’den ayrıldım; ve ilk durak Bükreş oldu... Bükreş’te ilk tanıştığımız çevre de... Buna yarı şuurlu yarı tesadüfî diyebiliriz, yani özellikle gidip elimizle koymuş gibi bulmak şeklinde olmadı, fakat bir ilgi ve o birikimin paylaşılma ihtiyacı...

- PKK ile organik temas...

- Artık vücut teması; okuma tartışma değil, içindesin olayın... Türkiye’den gelen bir Türk, hekim, Tıbbiyeli, kariyer yapmış filân bir insan; ve yine yanında hekim bir kadın... Tabiî bu, benim bir Yunan dostumun bir sözü vardı, kulakları çınlasın “egzotik Türk” diye tabir ettiği bir kişilik... Benim PKK tarafından da algılanma biçimim bu; nadir, zor bulunan, uç bir egzotik meyve... Böyle görülmek bende bir sıkıntı doğurmuyordu, ama bir miktar kuşkulu bakıldığını da hissedebiliyordum; “Türkiye içimize mi sızdırdı bu adamı” filân gibi... Bunu daha sonra teyid eden, itiraf eden arkadaşlar da oldu... Sonra eşimden ayrıldık... PKK’nin genel prensiplerinden bir tanesi de; dernektir, kültür merkezidir , temsilciliktir gibi ortak mekânlar dışında kadın erkek ilişkilerini uygun bulmuyordu...

- Ya çocuk olsaydı peki?

- Bunun da örnekleri vardı ortamda; evli, çocuklu olanlar vardı, ama sonuç değişmiyordu... Erkekle kadının ortak çocukları olmasına rağmen bir araya gelmesi, aynı özel mekânda bulunması yasaktı.

 

[Mustafa Saka’nın bir şiirini Nudem’e ithaf edesim geldi... “Yarım birşeyler biliyorum adın meselâ / biraz da esmerliğin ve som siyah gözlerin / hangi gerçek benzemez ki bir yerden masala / Ne çok renge müptelâ oldum dilâra diye / revnâk içre gönlüme bir gölge esmer düştü / gönlümü içti gölgesi beni ara diye / Varlık yokluk temposunda kayboldukça doğru / kafiyesiz bir hasretin peşinde çok gece / yıldırımlar düşüyor göğsümden göğe doğru / Kalbimin en şah vuruşuyla çatlatıyorum / güneşin ve ayın zorlandığı bulutları / göğsümü değil gökleri rahatlatıyorum / Anlık bir şimşek aydınlığında siluetim / ve sesim ürkütüyor şehri ve beni bile / evet o şımarık çocuk benim felâketim / Yarım birşeyler biliyorum adın meselâ / adını söylemeye çalıştıkça ra diye / bütün bir gerçeklik dönüyor kadîm masala”... Saka’nın şu şiirini de kendime ithaf ettim gitti... “Oturup şerhetsem ruhunu / korkarım elimden kan çıkar / seninle oynadığım oyunu / kazanıncaya dek, bu can çıkar / Şehvet aynasında kırıldı / döndü beni yaktı o ışık / zannetme ki sona varıldı / artık herşey karmakarışık”... -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Peki çocuklar?

- Genelde hanımlar bakıyordu çocuklara; ve sadece ortak mekânlarda bir araya gelip görüşebiliyorlardı... Bunun adını koyalım: Kadınla erkeğin cinsel teması yasaklanmıştı PKK’da... Sebepleri ayrı bir tartışma... Apo’nun 86 yılından ta 98 yılının sonuna kadar, 12-13 yıllık dilimde yaptığı uzun ve kapsamlı çözümlemelerde okumak, görmek mümkün... Yalnız temel bir şey olarak şunu söyleyebilirim: Kürt kişiliğine ve Kürt kimliğine atıfta bulunarak Abdullah Öcalan, bu kişiliğin büyük travmalar yaşamış olduğunu, bu travma ve tahribatların Kürt kişiliğini çok ciddi biçimde düşürdüğünü, insanlıktan çıkardığını vurgulayarak; Kürt’ü öldüğü, kaldığı yerden kaldırıp yüceltmek temelindeki hedefinin bir parçası olarak açıklıyor... Kürt insanının, Kürt kadınının, Kürt erkeğinin PKK ideolojisi, politikaları çerçevesinde yeniden şekillendirilmesi, yeniden üretilmesi ve yepyeni bir kimlikle yeniden ortaya konması hedefi çerçevesinde kadın - erkek ilişkilerinin belli bir süre için dondurulması... Eğer böyle bir ilişkiye müsade edilirse işin yozlaşacağını, Kürt kişiliğinin buna müsâit olmadığını ve çatışılan gücün bundan istifade edip, bunu kullanacağını öngörüyorlardı...

- Bu yasak sadece "kadrolar" için, değil mi? Sempatizanlar için...

- Tabiî. Zira kadrolar kendi iradelerini örgüte teslim etmiş insanlardır. Örgütün kurallarına, talimatlarına kayıtsız şartsız uymak durumunda olan insanlardır. En fazla, uygun plâtformlarda eleştirilerini dile getirebilirler... Ama önce talimata uymak...

- Meryem Hanım kadro olarak katıldı PKK’ya, ama sen...

- Şimdi bu ayrılığımız süresince aslında bir deneme evresi yaşandı... Yani sizi hemen kadro yapmıyorlar, bir deneme evresi yaşıyorsunuz; bakıyorlar... Biz bu evrenin sonunda bir araya geldik, buluşup konuştuk ve uzun uzun değerlendirdik süreci... Meryem Hanım bu süreçte bir yığın ızdırap, sıkıntı, çelişki de yaşamasına rağmen, yani bunu böyle ifade etmesine rağmen; özde ve ruhta kendisinin ikna olduğunu, PKK’ya katılma eğilimi içinde olduğunu ve bu yönde katılım göstereceğini bana açıkça ifade etti... Bana sordu... Ben, “böyle bir kararım yoktur” dedim... Zaten ben başlangıçta, burdaki arkadaşlarla konuşmamda, bir alış veriş için geldiğimi ve burada kalıcı olamayacağımı zannettiğimi ifade etmiştim... Fakat arkadaşların çok sempatik, çok olumlu, zaman zaman ısrarlı taleplerine; “gel aramızda bulun, katıl, katılmasan da bir konumda dur, bize destek ol”... Ben şunu kabul ettim: “Elimden gelen bütün yardımı yapabilirim; hekimlik anlamında, tercüme, siyasî mülâhaza; ama irâdeyi teslim anlamında kendimi bağlamam!”

- İrâdeyi teslim ettikten sonra bunun yaptırımları da var...

- Gâyet tabiî... Meselâ teorik olarak örgütten ayrılabilirsin, ama ayrılamıyorsun kolay kolay; bir sürü evreden geçip partiden ihrac edilmene bağlı bir duruma kadar varıyor iş... Prosedürün teorisinden ziyade pratiği beni alâkadar ettiği için, ben böyle bir âidiyetin benim için sözkonusu olamayacağını... Artı, benim ideolojik olarak başka bir fikriyatla bağım olduğunu ortaya koydum... Yani İbda ile bağımı, örgütlülüğümü biliyorlardı; PKK beni buna rağmen kabullendi, buna rağmen dışlamadı, buna rağmen çok sıcak yaklaştı, çok olumlu yaklaştı ve çok sabırlı yaklaştı...

- Sabırlılıklarından kastın? Nelere sabrettiler meselâ?..

- Şu: Örgütün bir mensubu olmamama rağmen, dışardan biri olmama rağmen, ikinci çemberde olmama rağmen en alttaki kadrodan en üst düzeydeki sorumlularına kadar hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan sanki onlardan biriymişim gibi, sanki onların müfettişiymişim gibi açık ve net eleştiriler getirebiliyordum, tartışabiliyordum, müdahale edebiliyordum... Kimse de bana... “Sen örgütün mensubu bile değilsin, niye müdahale ediyorsun” tarzında en ufak bir serzeniş bile almadım... Bu bakımdan ben PKK’nin kadrolarının, -hangi düzeyde olursa olsun- olgun insanlar olduklarını gördüm; bu konuda da onlara duygularımı ifade ettim, bu olgunluklarını takdir ve tebrik ettim... Bu bakımdan büyük bir saygı duydum, ama eleştirilerime de hiç ara vermedim... Hatta zaman zaman kendimi aşan düzeyde eleştirilerim de oldu.

- Meryem Hanım’la son görüşmeniz o buluşma mı oldu?

- Eşimle bu tartışmadan sonra ta 1997 yılının Haziranı’na kadar; 96 Ekimi’nden 97 Haziranı’na kadar sekiz-dokuz aylık bir dilimde hiç karşılaşmadık, görüşmedik. Haber de alamadım... Katılma kararı aldıktan sonra artık eşim; Bükreş’ten daha nitelikli bir alan olan, ideolojik eğitim alanı olan Yunanistan’a gittiğini öğrendim... Ama hiçbir temasımız olmadı; ta ki 97 Haziranı’na kadar... Çünkü, bilâhere 97’nin Ocak ayında da ben gönderildim Yunanistan’a... Fakat bu da enteresan; normal koşullarda, Yunanistan’a gönderilen kadro adayları gelecek vadeden adaylardır... Ya partiye katılmayı kabul etmiş, yani örgüte kendi iradesini teslim etmiş veya çok ciddi bir temâyülü olan insanlardır... İşte bu ideolojik eğitim safhasında bunlar elenirler; kimileri kadro olur, kimilerine “altı ay daha eğitime gir; gelişmen gerekiyor” derler... Ya da derler: “Sen pasif bir konumda kal”; bunlara, yetenekleri ölçüsünde geri hizmetler verirler... Ama her hâlükârda ortak payda şudur: PKK’ya katılma, irâdesini teslim etme temâyülünde olan insanlara bu şans verilir; ve Yunanistan alanına gönderilir bu insanlar... Oysa ben Yunanistan’a gönderildiğim güne kadar, altı aylık bir dilimde dolu dolu tartışmışım; ve defalarca demişim ki: “Ben irâdesini asla teslim etmeyecek olan biriyim”... Bu konumdayken, beni Yunanistan’a gönderme konusundaki ısrarları enteresan...

- Belki de, "bu durum bizi aşıyor, gönderelim de orası karar versin, iknâ etmeye çalışsın” diye mi düşündüler?

- Belki de... Netice: 97 Ocak, Atina; burdayız... Ben buraya geldikten sonra ilginç bir şey de oldu: Buraya geldiğimde benimle ilk muhatap olanlardan bir tanesi, daha sonra, muhtevası hâlâ bilinmeyen bir şekilde teslim oldu Türkiye’ye... Mahir kod adıyla bilinen Fethi Demir isimli şahıs... O zamanlar Balkanlar ve Yunanistan sorumlusu... Önü açık olan ve teorik birikimi haylice olan bir kişinin benimle muhatap olması, uzun uzun konuşmamız... Ve bana ne düşündüğümü sorması... Ben yine, örgüte katılım dışında herhangi bir yardıma hazır olduğumu ifâde etmem; ve benim “Kürt Kızılayı” olarak adlandırılan Heyvasore Kürdistan’da görev almam...

 

[Eğer bir insan, İlâhiyat ve Ruh üzerine meselâ 1200 kadar kitap okumuş olsa ve hiçbir şeyin çözümünü bulamadığından şikâyet etse; bu insan için nasıl bir yargıda bulunurdunuz? Bu sorunun tek bir cevabı var: “Nefsâniyetten sıyrılmaksızın okunan hiçbir kitap bu hususlarda öğretici olamaz”! Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Abdullah Öcalan’ın dine ve İslâm’a bakışı neydi Doktorum?

- Abdullah Öcalan sıklıkla din mevzuuna değinen bir lider... Bunun bir nedeni: Dünyanın çeşitli yerlerinden Şam’a gelen grupların arasında İslâmî cemaatlerin de olması ve mülâhazalarda bulunulması... Şam’a gelip kalırlardı bir süre ve uzun tahliller yapılırdı... Abdullah Öcalan’ın din mevzuu ile ilgili belli başlı çözümlemeleri olmakla birlikte, referans eseri: “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım”... Orada çeşitli dinlere bakışını, kendi siyâsî-ideolojik görüşü ile dinler arasında kurduğu ilişkiyi açıklıyor... Meselâ Türkiye’deki Sosyalist hareketlerin ilk dönemlerini, Apo eleştirir... Dine küfür edildiğini söyler. Aşırı formel ve aşırı Leninist bir çizgi takip edildiğinden bahseder... Bunun çok yanlış bir tavır olduğunu söyler...

- Dine küfreden bir devrimci hareket; ve buna mukabil kahhar ekseriyeti dindar olan bir halk...

- Tabiî daha başlangıçta bu halk ister istemez bu hareketlere karşı şartlanmışlardı... Yani Apo bunu görmüştü... Bu, işte “dinsiz, imansız, vicdansız, kansız kavat insanlar”... Bu bakış toplumda çok geniş bir mâkes buldu ve Türkiye’de sosyalistlerin halk nezdinde imajı bu şekilde oluştu... Apo’nun o anlamdaki değerlendirmesi, sosyolojik tahlil anlamında en azından, doğrudur bence de... Apo bunlardan, TKP pratiğinden dersler çıkarılmasını ister; bunun öğretici, ibret verici bir süreç olduğunu, bu hataya tekrar düşülmemesini ve dinin hayatî bir mevzu olduğunu kabul eder... Arap toplumlarında da komünist partilerin olduğunu, fakat etkinlik açısından bakıldığında müthiş zayıf kaldıklarını, halk tabanını bulamadıklarını ve bu komünist kadrolar üzerinde bile İslâmî değerlerin etkin olduğunu, belirleyici olduğunu Apo’nun gördüğünü biliyoruz... Bunun yanısıra, özellikle “bilimsel sosyalizm”e vurgu yapan bir partinin başkanı olarak Apo’nun, “din realitesi”nin değerlendirilmeden, üstünden atlanarak bir siyaset yapılmasının sonuç alıcı olmayacağını, çözümsüz olduğunu açık açık ifade ettiğini biliyoruz...

- Said Aykut’un bir çevirisi yayınlandı, Yapı Kredi’nin bir dergisinde; Arap sosyalistleri de İslâm’a avdet ediyorlar şimdi...

- Şimdi aklıma geldi... Bu, PKK'nın koyu Leninist kadroları, "Allah" kelimesi yerine "İsmail" kelimesini kullanırlardı... Bu kelime, onlar bilinçsizce, kulaktan dolma kullanıyorlardı, aslında bir Yahudi tarzını gösterir; zira İsmail, aslında Samail'in yani kara meleğin yani Azazil'in yani Şeytan’ın ifadesidir Yahudilikte; ki Allah'a şirk ve reddiye ihtiva eder... Bunu söyledim o zaman; Müslüman hassasiyetlerini yüreklerinde taşıdıkları için bıraktılar ve hatta ürperenler oldu... Bu hassasiyeti maalesef büsbütün kaybetmiş birkaç kişi devam ettiler... Cehalet kötü şey Saka!

 

[Τarih; Ekim 1997… Serxwebun gazetesi, sayı 190. PKK genel başkanı Abdullah Öcalan şöyle diyor: “Eskiden ‘Osmanlı’da oyun bitmez derlerdi’, şimdi de TC’de oyun bitmiyor. Seçenekler de kolay kolay bitmez. En sağcısından en solcusuna, en İslâmcı’sından en Yahudisi’ne kadar bütün alternatifler hazır ve gerektiğinde kullanıyorlar. Daha önceki hükümet Erbakan’ın yeşil kravatlı ve renkli hükümetiydi, ama yanıbaşındaki kadın Amerikan ajanıydı. Bu özel savaş hükümetiyle bir yıl kurtarıldı. Ardından bir Alman renklisiyle birlikte Siyonist dayanaklı ve en radikal Kemalist’i de işin ortasına oturtarak yeni dönem politikalarına taze kan vermek istiyorlar. Biraz da demokrat çeşni havasıyla sürece giriş yaptılar. Ecevit, meşhur klasik taktiklerini devreye sokarak; 8 yıllık eğitim ve köy-kent politikaları ile bütünüyle Kürt çocuklarını asimilasyondan geçirmek istiyor. Yine daha önceden, devleti kendi içinde zorlayan kurumlara çeki-düzen vermek ve bunları daha ciddi devlet kurumları haline getirerek, yeni ordu kurumunu sağlam, temiz hale getirme planı sözkonusudur. Kirli savaş ile biçimlenen çete oluşumlarında biraz temizlik yaparak, daha başarılı bir ordu kurumuna ve onun bütün güçlü savaş kurumlarına ulaşmak isteniyor. Bütün bunları da Siyonist destekli dışişleri yoluyla götürmeye dikkat etmektedir. Yeşil renk Erbakan tayfasının o külâhlarına değil, Yahudi külâhlarına daha fazla gerek duymuşlardır”. -Yevmiye Defteri’nden-]

 

- Bu arada Yahudilikle ilgili değerlendirmeleri nasıl Abdullah Öcalan’ın?

- Yahudilikle ilgili değerlendirmelerinde; Yahudiliğin, bir ulusun dini olarak özgün bir konumu olduğunu görüyor... Ve dünyada tek örnek olarak koyuyor, ki doğrudur... Hem milliyet hem din mensubudur; “Yahudi” dediğimiz zaman bu ikisini birden anlarız... Burdan yaklaştığında Öcalan, bunun çok riskli bir şey olduğunu söyler; “milliyetçi bir din anlayışı”... Yahudiler dinî anlamda gelişmeden evvel, yahudilerin bir ulusal kimlikleri yok, bir topluluk düzeyindeler...

- Ben biraz bize benzetiyorum; olumlu anlamıyla tabiî... Türk, uluslaşmak için güya İslâm’dan uzaklaştıkça millî kimliğini de kaybediyor aslında... Batı’da özellikle, “Türk” deyince “müslüman” anlaşılıyor hâlâ; 80 yıllık dinsizlik denemesine rağmen... Araplar için kesinlikle bu derece net bir indirgeme yapılmıyor; “Müslüman mısın, Hristiyan mısın, Yahudi mi?” diye sorulabiliyor bir Arab’a... Ve şunu hissedebiliyorum ben, kendi üzerimdeki bakışlardan bile; “bu tehlikeli madde”... Bir parantezdi Doktorum; buyur...

- İslâm’la Türkler’den daha önce Araplar vasıtasıyla tanıştı aslında Batı; savaştı da... Fakat aynı şey değil Yahudi’yle; Türk ulusu bir dinin potasında erimiş, İslâm’ın olmuş diyelim, Yahudilik ise bir ırkın...

- Demek istediğim buydu; bu söylediğin çok önemli Doktorum...

- Yani "Yahudi" deyince; hem dinci, hem şövenist... Abdullah Öcalan nisbeten farkındaydı bunun... “Musevîlik herşeyi Yahudi için öngörür, tüm dünyayı Yahudi merkezli anlar” derdi... “Bunlar dışında herkes köle durumundadır”... Bunun, “dinde şövenizmin en ileri aşaması olduğunu” söylerdi...

- PKK’nın yanlışları diye sormak istemiyorum, ideolojik olarak yanlışlıyoruz zaten; temel zaafları neydi, ideolojik yetmezlikleri nelerdi peki PKK’nın? Ki bugün, bu kadar savruluyor...

- PKK, ortaya çıktığı dönem itibariyle iki hatta yürüyen bir parti... Birincisi: “Ulusal” temelde, “özgür bir Kürdistan”... İkinci hattı ise: Sınıfsal; bilimsel sosyalizmi önüne ideoloji olarak koyan ve bu temelde bir Kürdistan öngören bir parti... Bu evsafta, önüne bu hedefleri koyan partiler enderdir; ya ulusalcıdır, milliyetçidir veya sınıf mücadelesi yürüten partilerdir... Ama bunun ikisini birden önüne koyan parti çok nadirdir. Yani PKK çok güç bir iddia ile ortaya çıktı. Bu iddianın eylemlilik aşamasına gelindiğinde, her ne kadar teoride iki koldan yürüme esas alındıysa da, çok tabiî olarak bir ulus olma yolundaki ilerleme sınıf mücadelesi hattına hakim oldu... Teoride bu böyle olmamakla birlikte; öne geçti... Hâl böyle olunca; engellemeye çalışılsa bile, parti içinde ulusal hissiyat öne çıktı... İstenildiği kadar ideolojik eğitimden geçirilsin, tabanın ulusalcı yanı öne çıkıyordu... Ki bunu da ben çok tabiî karşılıyorum...

- Genelde, şuurlu katılımdan, neyin ne olduğunu bilerek, konjonktürü doğru takip ederek, siyasal bakış sahibi olarak, sosyalist ideolojiyi özümsemiş olarak katılım gösteren insanlardan ziyâde, senin gibi meselâ Doktorum; ezilmiş, acı çekmiş, işkence görmüş, dışlanmış, itilip kakılmış, ikinci sınıf insan muamelesi görmüş bir halkın insanları..

- Bu insanlar PKK’da kendilerini buluyorlardı Saka; yani onların eviydi orası, onların partisiydi, onların kurtarıcısıydı... Buna kendilerini inanılmaz derecede yatırıyorlardı, büyük bir savaşçı kişilik gelişiyordu... Fakat bu savaşçı kişiliğin ideolojik, politik, sosyal, kültürel ayakları zaman zaman aksıyordu; her ne kadar teoride bunun da kapatılması öngörülüyorsa da..

- PKK muhaliflerinin ve daha sonra PKK’den ayrılanların en temel eleştirileri: Apoizm...

- Zaten 1077-78’lerde... 84’teki ilk gerilla eylemine kadarki zamanda... Buna Ankara merkezli çekirdek kadrolaşma da denilebilir... Burda bazı açıklamalarda bulunmak lâzım Saka... Apo şöyle değerlendiriyor 72-78 dönemini; yani Ankara Siyasal’a geliş, Mahir Çayanlarla, devrimcilerle tanışma...

- Biraz da şahsî...

- Evet doğrudur... Şunu vurgulamak için söylüyorum: 72-78, ideolojik öğrenim dönemi; Apo okuyor, sosyalizmi öğreniyor... 78-84; grup, örgütlenme, teoriyi yazma evresi... İşte bu 72-84 evresine “Apoist” süreç veya “Apocular” dönemi diyebiliyoruz... Çünkü bu adlandırma zaten kullanılıyor; “Apocular”... PKK, gerilla evresine 84’te geçse de, ilk eylemi PKK’nin 1976’da Dersim’de gerçekleştirilmiştir... Bu ilk eylemi yapan da Aydın Gül isimli bir militandır... Yani tarihi buraya koymak lâzım. 84’te kadar, 80 darbesiyle sıkıntı yaşamış olsalar da yine eylemleri var Apocuların... Bucak Aşireti’ne karşı eylemleri var, Siverek-Silvan pratikleri var... Bunlar detay tabiî... Ama şu... Apoculuk’tan girdiğimiz için; “Apoculuk”, kavram olarak daha işin başında var... Ve benim, 95’lerden sonra, ilk jenerasyon diyebileceğim insanlar sürekli serzenişte bulunurlardı bana; işte “teknoloji girdi, diplomasi girdi, Avrupa cepheleri girdi; PKK diplomatize oldu, Avrupalılaştı ve Apoculuk geriledi”... “Apoculuk” neydi? Şimdi onu çok özet olarak söylemek lâzım. “Apoculuk”; taviz verilemeyeceği, esnek tartışmaların kabul edilemeyeceği, dönemin özel olduğu ve buna göre faaliyetlerin yapılacağı ve kademelerin hiyerarşiye büyük saygısı olması gerektiğini öngören bir devreydi...

- Apoculuğu eleştirenler bunu değil; tam tersine, “Apoizm” demekle, eski anlamıyla Apocu olmamayı eleştiriyorlar...

- Tamam; ben önce adlandırmayı doğru yapmak için bunları söylüyorum... Yani “Apoculuk”, bugün ortaya atılan bir kavram değil, daha başından PKK’nin, var olan fakat öz değiştiren birşey... PKK ismini aldıktan sonra da örgüt, “önderlik kurumu” diye bir kurumun ihdas edilmesi Abdullah Öcalan tarafından; Apo’nun kimliği, PKK’deki yeri ve üstünlüğü hiç tartışılmaz... Apo’nun çözümlemelerinde, konuşmalarında, tâlimatlarında, örgütün bütününde tek hâkim olarak, birinci derecede müdâhil olarak bulunması; PKK’da insanlar bunu bir büyük baskı olarak görmüyorlardı...

Devamı İçin Tıklayınız

www.drhakkiacikalin.up.to