Dr. Hakkı Açıkalın’la 3 Gün...(III) Mustafa Sak a["Doğruların Diktatörlüğü”nü doğru anlamak lâzım! "Dikta" terimi Latince, "Dico" (Dicere) teriminden köken alır. Bu terimin: Söylemek, belirlemek, anlatmak, yönlendirmek, açıklamak gibi anlamları vardır. Fransızca'daki "Dire" (Söylemek, Demek) fiili de bu kelimeden orijin alır. Diktatorya kavramı ise: "Yönetim yetkilerini elinde tutmak " anlamına gelir. Yine Fransızca'daki "Dictée" (yazdırma), “Diction” (sözü doğru söyleme) kelimeleri de aynı kökenlidir. Birçok dilde olduğu gibi Türkçe'ye de giren "Dikte Etmek" (Yazdırmak, talimat vermek) deyimi de aynı kökenden gelir. Siyâsî diktatörlük ikiye ayrılır : 1-Gerici diktatorya. Meselâ Kemalist Diktatorya. 2-Devrimci (Revolutioniste) diktatorya; ki bu ilericidir. Bir önderliğin kitlelerle ve nihâyet örgüt kadrolarıyla arasındaki devâsa uçurum, göreli olarak onun öngördüğü doğruların ve müstâkbel gelişmelerin çok daha geridekiler tarafından, farklı nedenlerle görülemeyişi tabiî olarak bir "dikte" yi gerektirir. Bu dikte gerici ya da bastırmacı değil, ilerici ve değiştiricidir. Bu nedenle, sıradan liderlerle önderleri birbirine karıştırmamak gerekir. Meselâ: M. Kemal bir liderdir, ama bir önder değildir. Onun, sürüklediği kitlelerle olan mesafesi birkaç yılla sınırlıdır. Önderlik müessesesi ise apayrıdır. Önder hem liderdir, hem komutandır, hem de görünmeyen yarınların öngörücüsüdür. Bu yönüyle peygamberâne ve fazıl bir makâmı temsil eder. Böyle bir önder, hâliyle "dikte eder"; etmesi gerekir. O bir seçkindir, çoklar arasından seçilendir; ve seçkinliğinin pratiğini yerine getirmesinden daha tabiî bir şey olamaz. İşte bu, "Doğruların Diktatörlüğü"dür. İdrâk'ı olmayan, Üst Bilinç boyutuna uzak düşmüş olan, çaba inceliği ve öngörüsü bulunmayanlar bunu kavrayamazlar; ve Horace' ın şu sözünün öznesi olurlar : "Quid Aeternis Consiliis Minorem Animam Fatigas?" Yani, küçücük beyin kapasiteleri devâsâ idrâkleri yorar durur." Ave Caesar, Martyri te salutant" (Ey Sezar; Şehitler seni selâmlıyor!) -Yevmiye Defteri’nden-] - Orijinal bir durum değil mi bu? Bir partinin zaten bir önderi olur; bir de "önderlik kurumu"?! - Fakat Saka, bana çok da yanlış gelmiyor... Tamam, bütün örgütlerde önder en tepedeki kişidir, kurum değildir; ama meselâ ben Kumandan’a bakıyorum, Kumandan’ın bir “kurum” olduğunu görüyorum, ben öyle kabul ediyorum... Tabiî bunu PKK ile kıyaslamak için söylemiyorum; benim açımdan Kumandanlık bir kurumdur, bunu söylemek istiyorum... Fakat PKK’da, 1993 ateşkesinden itibaren ideolojik-politik problemler görüyoruz; stratejinin taktikleşmesi ve taktiğin stratejileşmesi... Artık o noktalara gelinmeye başladı ki, strateji diye bir şey kalmadı... Taktikler de mukayyet değil, uzun vâdeli bir stratejiye dönüştü... Hele son 99 komplosundan sonra, Apo’nun tutsak edilmesinden sonra bu gerçeği biraz daha fazla görüyoruz... - Örgütte onun koltuğu hâlâ doluymuş gibi, hâlâ o konuşuyormuş gibi, hâlâ o yönlendiriyormuş gibi... - Bu, İmralı ilişkileri açısından doğru... Bir başkanlık konseyi ihdas edildi ve bu konseyin bir başkanı olmadığını gördük... İşte burada soru işâretleri başlıyor... İşte Apoizm denen olgunun aslında bir ideoloji değil, bir sentez olduğunu görüyoruz; muhtelif ideolojilerin bir sentezi... Ve bana göre Marksist-Leninist ideolojinin, sosyalizmin, burjuva demokrasisinin, Hristiyanlığın ve kısmen de İslâmî değerlerin bir toplamı gibi... - Buna gerek sosyolojik gerek felsefî anlamda "köylülük" de dahil mi? - "Köylülük" belki müstakil bir başlık oluşturabilir, ama PKK’nın ideolojik şemsiyenin belki de harcıdır “köylülük”... - Feodalizm, kendi jargonlarıyla... - Orada feodal yapının bu zeminde; baba-oğul, ağa-maraba ilişkileri, bu tür arayışlar... İşte Apo’nun sadece bir önder olarak değil bir ağa, bir baba olarak algılanması... Bir koruyucu adam... Tutsak edilmesinden sonra ağanın, babanın ölüp gitmesi gibi... - Ve ailenin dağılması... Veya dağılmamak için Apo’nun mânevî şahsiyetine, İmralı’ya yönelmeleri... - Birçok dostum, hatta bir tanesi çok üzerine basarak söylüyordu, o imanlı bir sosyalistti; “Apoizm bir dindir, bu dinin peygamberi veya ilâhı da Apo’dur” diyordu... - Benim de bu soruyu sormaktaki asıl maksadım şuydu, PKK’yı dışardan okuyarak, anlamaya çalışarak takip eden biri olarak... Apo, İmralı konuşmalarında, savunmalarında kendi kurduğu ideolojiyi ve o güne kadar verilmiş olan mücadeleyi, pratiği eleştiren bir tavır sergiledi... Geçmişini, ideolojisini ve pratiğini reddetti açıkça, “yanlış yapmışız” dedi... Bir U dönüşü yaptı... Bağlıları ise PKK ideolojisinin peşinden değil, Apo’nun peşinden gitmeyi yeğlediler... “İdeoloji” değil, “lider” ağır bastı; zaten “Apoizm” nitelemesiyle yöneltilen eleştiriler de bu temelde... - Bir örnek vereyim burda... 1997 yılında Atina’da, benim de içinde bulunduğum bir toplantıda bir tartışma yaşandı... Abdullah Öcalan bir konuşmasında, bazı HADEP’lileri mahkum etmek temelinde, -bunlar Apo’dan habersiz olarak Güney’deki Kürt liderleriyle, Barzânî, Talabânî filan bir takım angajmanlara giriyorlar- bunların ağır bir eleştirisini yapıyor, ÜNİTA terimini kullanıyor... Bu terimi kullandıktan itibaren de PKK’nin bütün kademelerinde Apo’nun ne demek istediği hararetle tartışılmaya başlandı; Apo ÜNİTA’dan ne kasdetti? Bana da sordular Atina’daki sorumlu arkadaşlar; ve oturduk, “ÜNİTA nedir?” ÜNİTA, Angola’da, çok özet olarak “paramiliter bir güç”tür... Amerika’yı arkasına alan ve o dönemin ırkçı Güney Afrika rejiminin desteğini de alan, merkezî hükümete, sosyalist hükümete karşı yıllardır mücadele eden, 1966’da kurulmuş olan bir örgüt... Şimdi bu ÜNİTA’nın öncesinde şu var Angola’da; MPLA denen, 1954’te kurulmuş ilk komünist, silahlı işçi hareketi... Ta ki 1991’de, MPLA, yaptığı kongrede Marksist-Leninist ilkelerden vazgeçtiğini, konjöktürün değiştiğini, ideolojisini “sosyal demokrasi”ye dönüştürdüğünü ilân ediyor... Bu ilânla birlikte Amerika çok kısa bir süre içinde MPLA hükümetini tanıyor... İşte bilâhare seçimler yapılıyor, seçimleri tekrar kazanıyor... ÜNİTA üzerinde bir baskı kuruluyor Amerika tarafından; “artık silâhları bırak, biz bu hükümeti tanıyoruz” şeklinde... Bir dönem silâhlar bırakılıyor, ÜNİTA meclise giriyor filân... Daha sonra merkezî hükümetle çatışmalar yine başlıyor... Özetle: ÜNİTA, Angola’da merkez sosyalist ve daha sonra sosyal demokrat hükümeti reddeden, sabote eden ve buna karşı silâhlı mücadeleyi sürdüren bir örgüt...Tabiî şu anda BM müdâhale etti; son durumu bilmiyorum... Ama ÜNİTA’nın gerçekliği bu; hükümeti tanımayan, rahatsız edici güç... Geçmişte Amerika tarafından büyütülen, palazlandırılan; 60-70 bin civarında silahlı gücü olan... - HADEP’le nasıl örtüştürdü bu örneği? - Apo, HADEP’in içinde bir klik için bu örneği verdi; bunların bir klik olduğunu, kendinden habersiz olarak belli mahfillerle, kapalı kapılar ardında angajmanlara girdiğini izah ederken... Yani “HADEP’in içinde benim istemediğim, bana rağmen birşeyler yapmaya çalışan birileri var; bunlar ÜNİTA’laşanlardır”... Dönem itibariyle baktığımızda bu, şu demek: Bunlar Türkiye Cumhuriyeti demek, Genelkurmay demek, Özel Harekat demek, aklına ne gelirse o demek... PKK ile savaşan kimse, onlarla angaje olan, işbirliği yapan kişiler, klikler... Şimdi o dönemde ÜNİTA’ya projektör tutulduğu için, bir türlü öbür taraf, yani MPLA hiç gündeme gelmedi, kimse bunu merak etmedi, sorgulamadı, araştırmadı, bilmedi... Ama ben o dönemde bunu yazdım ve ordaki arkadaşlara da verdim; muhtemelen Şam’a da ulaştı... - Apo’ya? - Evet... Şunu gördüm, daha doğrusu şundan rahatsızlandım, huylandım: Örneği doğru koymak lâzım; örnek ÜNİTA ise, Angola gerçeğini bir bütün olarak düşünmek lâzım... - MPLA kim yani? - Evet... ÜNİTA varsa, bir de MPLA var; ona da bakalım o zaman... 91’de yapılan kongrede ideolojinin reddedilmesi var; ML’den çıkış, onun yerine sosyal demokrasinin benimsenmesi var... Eğer ÜNİTA, yapı içindeki paramiliter güçlerse, o zaman MPLA da HADEP oluyor... - Şimdi KADEK oluyor... - ÜNİTA’yı ağzından çıkardığı andan Apo, o zaman ben bunun muhatabını da irdelemeye başlıyorum; MPLA ne? İşte özellikle 7. Kongre kararları PKK’da; isim değişikliğiyle birlikte KADEK proğramı... KADEK proğramı okunduğunda, bu çok daha açık görülüyor... Ve artık onun devamında serî olark gelen “Sümer Râhip Devletinden Günümüze” başlıklı yazıdan tut, Apo’nun savunmasına, İmralı’dan gönderdiği mesajlara, mektuplara kadar bir değişim var... Soruyoruz: Burada ayan beyan bir ideoloji değiştirme var mı, yok mu? Sen “bilimsel sosyalizm”den yola çıktın; peki geldiği aşama demokrasiyse, “Demokratik Cumhuriyet”se... - "DC", Demokratik Kürt Cumhuriyeti" de değil üstelik... - Ve bunu biraz daha açalım... “Burjuva Demokrasisi”; Avrupa gibi bir Türkiye, Amerika gibi bir Türkiye “ideal” bir Türkiye olabilir... “Demokratik Cumhuriyet” de bunun adıdır... E hâlâ daha “ideolojimiz devam ediyor” demenin bir mânâsı yok; ideolojin devam etmiyor! Bir başka tartışma da şu: “İdeoloji zaten baştan beri yoktu” diyen de var... Tamam proğramına yazabilirsin bunu, “bilimsel sosyalizm” diyebilirsin; bunu demekle öyle olmak... “Bu, özde, bugün değişti değil” iddiası vardı... Neticede, her iki iddia bakımından da PKK’da birşeyler değişmiştir... Bunu kendileri reddetse bile... - PKK’dan ayrılışın, bütün bu konuştuklarımız dışında başka gerekçelere de dayanıyor mu? - Başta da söylediğim gibi, benim PKK ile kadro düzeyinde bir bağım olmadı; cephe faaliyeti yürütmede profesyonel olarak görev aldım... İlk adım attığım günden ayrıldığım güne kadar ben PKK içinde her zaman geliştirici tartışmaları tercih ettim... Yani hiçbir zaman “eyvallah, kabul edelim, boyun eğelim” değil, aksine tartışmayı geliştirmeye çalıştım... Bu benim keyfî bir arzum, müdahalem değil; PKK’nın mevcut kongre kararları, proğramı, tüzüğü ve burda belirtilen prensipleri doğrultusunda bazı şeylerin yerli yerine oturtulması... Bu kadar teorik birikimi varken, savaşan bir güçken bazı şeylerin örtülmesi veya es geçilmesi anlamlı değil... Ben buna çaba gösterdim...Fakat benim örgüt içinde şöyle bir şanssızlığım vardı; işte o geldiğim sosyal sınıf, kültürel çevre açık veya örtülü olarak bazı yönetici arkadaşlarda kimi zaman haklı kimi zaman haksız değerlendirme ve tepkilere neden oluyordu; “bu burjuva, bu aydın üst bakışı, bu kariyerist” filân... Sana bu gözlerle bakılınca senin tekliflerin, senin argümanların hakkıyla ciddiye alınmıyor... Fakat bütün bunlara rağmen çok olgun, çok terbiyeli, çok düzeyli, asla saygısızlığa, terbiyesizliğe varmayan bir resepsiyon...Belli bir aşamadan sonra pratiğe yansımıyorsa öneriler, aşınıyorsa; mesela toplantı kurumu, eleştiri-özeleştiri kurumu, rapor kurumu... PKK’da en sağlam kurumlardan biriydi rapor kurumu; yerel teşkilâtlardan başlayıp merkez komiteye ve en nihâyet Apo’ya kadar giden... Niteliğini kaybediyor... Benim dönemimde, şanssızlığımdan mıdır nedir, şâyiası olan ama kesinleştiremediğim bir durum; raporların yırtılıp atılması meselâ… - Başına böyle birşey geldiğini, yırtılıp atıldığını düşündüğün bir raporun oldu mu? - İtalya’dayken Abdullah Öcalan, benim 12-13 günlük bir Atina Bürosu dönemim var; o dönemde üç dört ay olmuştu ben ayrılalı ama yardım etmek için gelmiştim Büro’ya... Bu sırada bir rapor yazdım, fikrimi beyan ettim... O günlerde benim yakından tanık olduğum bir tartışma süreci vardı; işte, Apo’nun İtalya’dan nerelere gidebileceği konusunda... Ben Rozerin’le konuşuyorum... - Rozerin, Türk basınında “Apo’nun sevgilisi” diye bahsedilen Atina sorumlusu kız... - Yardımcı sorumluydu, fakat fiilen sorumlu gibiydi... Uzun süredir Yunanistan’da bulunan bir arkadaş... Apo’ya da sürekli refâkat ediyordu o son döneminde... O dönemde çeşitli tartışmalar oluyor, Apo’yu kabul edebilecek ülkeler üzerine... Söylentiler dolaşıyor; “Kuzey Kore olabilir, Libya olabilir, Güney Afrika Cumhuriyeti olabilir” vesaire... Afrika ülkelerinden de bahsediliyor... Şunu yazmayı bir mecburiyet addettim artık ben; -rapor diyebileceğimiz bir şeyler yazdım- özellikle Kenya, Etyopya ve Tanzanya gibi üç ülkeden birine gitmemesini önerdim, bunların özelliklerini tanımladım... Kenya gerçekliğini; devlet başkanı Daniel Arap Moi’nin yahudiliğini, Kenya’nın Siyonizmin-İsrail’in arka bahçesi olduğunu, büyük bir istasyonu olduğunu; buranın kesin ölüm olduğunu, buralara gitmemesinin hayırlı olacağını ifade ettim... Sadece bu raporda değil, çevremizdeki insanlara da bunu ifade ettim... Bunun yanında, benim Judaizm kitabındaki belli başlı konuları da hem yazılı olarak, hem de bir disket hâlinde Apo’ya ulaştırması için Avukatına verdim; Faylos Kranidiotis’e... İtalya’ya gidiyordu; kendisine özellikle rica ettim: “Bunlar ulaşsın; mümkünse direkt kendi eline!” Sonrasını takip edemedim, ancak şunu biliyorum; Roma’da, Apo’nun etrafında danışmanların çalıştığını, seçici olduklarını, Apo’nun herşeyi okumadığını... Zannediyorum önce onlar tarafından değerlendirildi... Kesin bir bilgim yok. Ama şunu biliyordum; rapor kurumunun ciddi bir biçimde aşındığını, bazı raporların Apo’ya ulaştırılmadan yırtılıp atıldığını... Netice-i kelâm: Benim aşağı yukarı iki yıllık PKK sürecim bitti... Özellikle son dönemde Atina yönetimi ile ciddi sorunlarım oldu; fikirlerdeki uyumsuzluklar, birbirimizi anlayamama, farklı bantlarda konuşmalar... Tabiî burda ben kendimi de dışta tutmuyorum; benim de onları doğru anlayamamam gibi bir gerçeklik de vardır... Ama en nihâyetinde bir karşılıklı anlaşamama ve biraz da dönemin ilginç bir hâl alması... Bütün bunların sonunda benim 1998 ortalarında çantamı alıp selamlaşmam, ayrılmam... Bir birlikteğimiz yok şimdi, ama hâlâ daha diyalog düzeyinde bir dostluğumuz, telefonlaşmalarımız devam ediyor... Ama şey bitmiştir; birliktelik...
[APO’dan NUDEM’e: Çok zay ıfsın, soyut kalıyorsun… Yörüngemize giren bir göktaşısın…Bana Kürt pastası olduğumu söylüyorsun, doğrudur…Senin şu adam… O asistanmış sen öğrencisiymişsin filan…Ben 20 yıldır buradayım Arapça öğrenemedim, sen nereden öğrendin Arapça’yı?.. Kendi kendine mi öğrendin?.. Hem Alevî bir aileye mensupsun hem de böyle kitaplar okuyorsun… O bir sihirbaz… Bizans-Osmanlı-Kemalizm sentezi… Senin 50 yıl önünde… Nasıl güveniyorsun bu adama?.. Burada olsa ne yapardı; hangi deliğe kaçardı, yerin dibine mi geçerdi, tavana mı çarpardı, uçar mıydı?.. Güç getiremezdi… Ne işin var o adamla? O kontranın içinde… Ben bilirim bu İstanbul çocuklarını; korkunçtur onlar… Neyse; sana onu aştırırız, sorun değil… Unut gitsin, geçmişte takılıp kalma… Bırak bu dincilerin kavramlarını, ben inanmıyorum onlara... Yani Türkiye’deki dincilere… Fihi Mafih’i okudun mu?.. İlginç; bu Muhiddin-i Arabî, İslâm tasavvufunun en soyutçu isimlerinden biri… İşte ben senin yanına geldim…Evliya gibi köşeye çekilmek olmaz…” -Yevmiye Defteri’nden-]
- Bu rapor kurumunun erozyona uğraması sadece yazılanların yerine ulaştırılmaması şeklinde değil de; “yönlendiri” bazı şeylerin yazılıp gönderilmesi şeklinde de oluyor muydu? Apo’nun senin hakkında, gıyabında olumsuz şeyler söylemesi...- Bu 1998 Eylül çözümlemelerini ben hasbelkader okuma fırsatı buldum... Tabiî bu olay benim partiden ayrılmamdan sonra... Bunlar en son çözümlemelerdir... Bu 98 çözümlemelerinde Meryem Hanım’la, benim eşimle bir diyaloğu var; 35-40 sayfalık bir diyalog...Muhtelif konular değerlendirilirken, arada gıyâbımda benden de bahsediliyor... Genelde menfî değerlendirmeler... Bunların tabiî ben... Benim hakkımda giden raporların, bilgilerin dezenforme ettiğini düşünüyorum... Yani Apo’nun benimle hiç teması olmadığı hâlde benim hakkımda böyle kesin lâflar etmesi, değerlendirmelerde bulunması pek şey değil... Muhtemelen kendisine giden raporlardan böyle bir çıkarımda bulunuyor... O diyaloğun içinde benimle ilgili birçok şey söylüyor, ama bunlardan en çarpıcı olanı, öfkelendiği bir anda: “Bu adam şeytanın tekidir” diyor... “Bu” diyor “Bizans’ın, Osmanlı’nın ve Kemalizm’in bir sentezidir; çok tehlikelidir!” Meâlen böyle... Beni olumsuz bir varlık olarak, menfi bir tipoloji olarak, bir iblis olarak görme eğilimi var... - İlginç; bu kadar sert... - Bu çok ilginç bir durum... Belki Meryem Hanım’ın özgün durumundan kaynaklanıyor... Normalde, PKK’ye irâdesini teslim edenler bütün herşeyi unuturlar, unutmak durumundadırlar... Onlar için yegâne değer PKK’dır, ideoloji PKK ideolojisidir, hedef PKK hedefleridir...Bunun dışında en ufak bir ikilem; PKK’nın yanına öbürünü, aile, eş, akraba her neyse koymak doğru karşılanmaz... Kadro’nun PKK’dan başka birşey görmemelidir gözü; espri budur... Aksi takdirde rahatsızlıklar doğar, çözülmeler olabilir falan... - Meryem Hanım Apo’nun karşısında savunuyor gibi sanki seni... - Bu Meryem Hanım’ın kişiliğiyle ilişkili; özgün bir kişilik... Bir türlü bu çizgiye yatmama özellikleriyle tavsif edilmesi, onu Karargâhta, Apo’nun yanındaki kadrolar arasında farklı kılıyor... Hatta bana PKK’nın en önemli isimlerinden, efsâne isimlerinden biri olarak kabul edilen Sâkine Cansız şöyle birşey söyledi; Apo’nun Meryem Erdoğan’a: “Seni anlayamıyorum, ama bu tavırların da hoşuma gidiyor” dediğini... Bu böyle uç, zaman zaman çıkışlar yapan, hiç de kadro yapısında görülmeyen, itaatkâr olmayan tavırlarından dolayı söylediği bir lâf... Bu kişilik, PKK’nın o kadro yapısının arzu edilen kıvama gelmiş özelliklerini taşımıyor; ve epey de bir zaman da geçtiği hâlde taşımıyor... Düşün; bir PKK kadrosu mücerretlerden bahsediyor, tasavvuftan bahsediyor...
[NUDEM’den APO’ya: "Tan ışmamız daha önceydi… İnsan-ı Kâmil diye bir kitaptan… Ben iki yönlü araştırıyorum… Zahirî ve Batınî yanları var… O bir arayış içinde… Oportünist bir tarz… Ben, iyi veya kötü olarak değerlendirmedim… Meselâ, eskiden sözümün kesilmesine kızardım…Toplumcu olmayan evliyaya evliya denmez…” -Yevmiye Defteri’nden-]
- Apo’ya hitâben... - Tabiî... Muhiddin-i Arabi Hazretlerinden, Richard Bah’tan söz ediyor, Niçe’den söz ediyor, farklı bir sürü şeyler söylüyor, yorumlar yapıyor... Ve zaman zaman mistikleşebiliyor... İşte bütün bunlar, kadro yapısında rastlanmayan şeyler; bir PKK kadrosunun Parti yapısı içinde, hele Apo’nun karşısında yapmadığı şeyler... - Yapamadığı şeyler... - Yapamadığı, evet; ben kibarca yapmadığı diyorum... Ve bir kara koyun çıkıyor ortaya; koskoca komutanlar, yöneticiler, sorumlular vs. el pençe divan dururken, “Ağam, Paşam” derken o hiyerarşi gereği... Bir kişi çıkıyor farklı birşeyler anlatıyor... Benden de bahsetmesi, benimle ilgili hatıralar anlatması, yorumlar yapması, bana iltifatlarda bulunması gıyâbımda... “Kürt kişiliği”ni mahkûm eden bir ideoloji; “Kürt kişiliği” mahkûm edilirken, kadroların akrabaları da dahil buna... Bu kişiliği temelden yıkmak ve bir “Kürt yaratmak”; iddiası bu PKK’nın... - Böyleyken, sen tut kocandan bahset; hem de Türk bir koca... - İşte bu “çözümleme”nin konusu olmaya kadar götürüyor; ve bunun için de Apo böyle bir değerlendirme yapıyor, Meryem Erdoğan’ın bu tavrına, bu kişiliğine karşı beni eleştirerek... Bana karşı Abdullah Öcalan’da özel bir hassâsiyet, özel bir huzursuzluk görüyorum... Bunu da çözümlemenin bir bölümünden anlıyorum; benden bahisle şöyle söylüyor: “Meselâ” diyor, “senin o kocan olacak adam” diyor, “şimdi bu ortamda olsaydı acaba neyapardı? Ya havaya zıplardı, uçmaya kalkardı, tavana çarpardı, ya yerin dibine geçerdi, ya kaçmaya çalışırdı; böyle bir reaksiyon gösterirdi herhâlde!” gibi bir ifade kullanıyor meâlen... Yani ben menfî bir kimlik bile olsam, bu tesbitli bile olsa; hiç tanışmıyorken bu kadar keskin ifâdelerle bahsetmesini başka türlü izah edemiyorum ben açıkçası... Yani ne olabilir bunun sebebi; benim Parti’nin içinde olmamam mı? Yok böyle birşey...Tamam, başkaları tarafından benimle ilgili bir ton rapor gönderildiğini ben biliyorum, ama bunların çok basmakalıp değerlendirmeler olduğunu zannediyorum; “burjuva demokrat, aydın, kariyerist” vesâire gibi sınıf özelliklerine dayalı... Ama Apo’nun çok tecrübeli ve müthiş sezgili bir insan olduğunu da biliyorum; bunlardan yola çıkarak çok kesin bir kanıya varmayacağını, daha yakından, daha net bilgiler arayacağını düşünüyorum... Apo’yu büyük oranda anlayabildiğimi sanıyorum, bildiğim kadarıyla böyle bir insan değil; o zaman neden bu kadar katı, bu kadar reaksiyoner davranıyor? - Seni alamadığı için... Meryem Hanım’ı tamamen senden kesip alamadığını gördüğü için... - Ama bütün silâhlar, bütün kozlar onun elinde zâten! Bunu bir hakâret olarak söylemiyorum da; bu kadar acemi bir reaksiyonla mı? Beni bir insanın zihninden silmek, yok etmek, imhâ etmek; bunun yolu bir çözümlemede böyle analiz etmek mi beni? “Bu adam iblistir! Burda olsa ne halt yerdi? Bizans, Osmanlı, Kemalist sentezidir” filân gibi aşırı sloganvâri eleştiriler acaba karşısındaki insanda ne kadar mâkes bulabilir? Bunları hesaplayamaması mümkün mü? - Ben daha rahat konuşabiliyorum Doktorum; Bizans neyse de, Osmanlı’yı ve Kemalizm’i aşamamış bir hâlet-i rûhiyenin eseri sanki... - Şimdi şahıslara indik; dar bir alanda... - Amacımız bu değil tabiî... - Fakat konunun özgünlüğü itibâriyle indik... İşin ideolojik tarafına gelince: Apo’nun “Erkeği Öldürmek” kitabında Kemalizm ve Osmanlı ile Cumhuriyet uzun uzun tahlil edildi; zannediyorum sen de okudun bunu, bu konuda yeterince fikir sahibisin... Diğer kaynaklarda ve çözümlemelerde de sıklıkla vurgulanan... Meselâ “Cumhuriyet Kirli ve Kanlıdır”da da bu değerlendirilir; Me. Kemâl’in bir Osmanlı paşası olduğu, Osmanlı paşalığının bütün prestijini kullanarak Anadolu’da faaliyet yürüttüğü ve Anadolu’yu angaje edebildiği, Anadolu’nun Me. Kemal’in kaşına gözüne değil omzundaki Osmanlı apoletine riâyet ettiği, onda Osmanlı Devleti’ni gördüğü ve buradan yola çıkarak ince bir takım taktiklerle neticeye ulaştığı çok açık bir biçimde ortaya konuyor... Ve Apo Me. Kemal’i “büyük bir taktisyen” olarak görür, ama “ideolojisi olmayan, stratejisi olmayan bir adam” olarak tanımlar... “Fakat o taktisyenliği ona büyük kazandırmıştır” der... Me. Kemal ve Cumhuriyet üzerine yaptığı bu tesbitleri ben doğru bulurum; Me. Kemal’in bir Osmanlı paşası olduğu, Osmanlı’nın bütün prestijini kullandığı, rantını yediği doğrudur... Ve başarılarının arkasında Osmanlı’nın var olduğu doğrudur... Ama bütün bu doğruların yanısıra Osmanlı’yı ve Kemalizm’i aşamamış olması konusunda ben bir kısa tahlil yapabilirim... Bilinç altında, her ne kadar savaştığı, düşman olduğu bir ideoloji olsa da Abdullah Öcalan’ın Kemalizm’e karşı duyduğu nefretin ardında, çok klasik olacak belki ama, bir özlem de var veya bir alâka da var... - Öykünme... - Evet, "öykünme" daha doğru bir kelime; öykünme de var, bir Me. Kemal’e benzeme ihtiyacı da var Apo’da... Şunu söylüyorum; Kemalizm’i tanımlamada, ona karşı bir mücadeleyi ortaya koymada ve gelinen aşamada, İmralı sürecinde Me. Kemal’i yüceltir düzeyde laflar etmesi, Nutuk’tan alıntılar yapması, “Cumhuriyet’i Türkler ve Kürtler beraber kurduk” demesi... Hatta Me. Kemal’in Kürdistan’a yönelik saldırılarını, bu Dersim katliâmını, Şeyh Saidleri katletmesinin bir haklılık içerdiğini söylemesi... Bunu KADEK proğramında görmek mümkün; Şeyh Said’in gerici olduğunu vurgulaması; bu çıkışın Me. Kemal’i bu katliâmı yapmaya icbâr ettiğini söylemesi... Aslında böyle ayaklanmalar olmasaydı Me. Kemal’in çok daha ılımlı, çok daha demokrat yaklaşacağını filân söylemesi kesinlikle, geçmiş çözümlemelerle yüzde bir milyon çelişiyor... 20-25 yıllık süreçte Apo’yu takip etmiş olanlar, onun Kemalizm’e ve Cumhuriyet’e yaklaşımının çok net olduğunu bilirler; inanılmaz bir çelişki bu... - Bugün inkâr ettiği, “yanlış yapmışız” dediği PKK ideolojisinde, eski çözümlemelerinde Kemalizm tahlili ne kadar doğruysa Apo’nun; Osmanlı tahlili... Tamam, Osmanlı’ya reddiyesi “ideolojik” olabilir ve kendi içinde tutarlı olduğu söylenebilir; ama İdris-i Bitlisî’ye eleştirisi çok haksız... Bütün Kürt beyleriyle beraber Yavuz’la anlaşıyor; Kürtlerin bugün hayâl bile edemeyecekleri, TC’den bir tekini bile alamayacakları haklar ve imtiyazlar elde ediyor... Üstelik din birliği, fikir birliği, ideâl birliği var Yavuz’la Bitlisî’nin; bir düşmanla yapılmış anlaşma değil yani... İdris-i Bitlisî Hazretlerini ideolojisine “vatan haini” diye yazanlar; bugün, olmayan bir Demokratik Cumhuriyet’e razı olmuş durumdalar... Bir kazanım saysak bile bu De Ce’yi; onu da vermiyor zaten Te Ce... - Başka birçok şey de var ama İdrisî Bitlisî çok belirleyici bir örnek Saka... Diğer Kürt beyleriyle bir konsensus geliştiriyor dediğin gibi; ve Yavuz’la anlaşıyor... Bu çok şiddetli mahkûm edilirdi PKK’da... Kürt vatanına ihanet, Kürt mücâdelesine darbe olarak algılanır... İdris-i Bitlisî de “işbirlikçi”, “uzlaşmacı” ve “hain” ilan edilir, lânetlenir... Hâlbuki İdris-i Bitlisî’nin bir İslâmî kimliği var... - Osmanlı’yla böyle bir kardeşlikleri var... - Artı tasavvuf boyutu var... Bu birlikteliğin adına “işbirlikçilik” diyebilirsin, “uzlaşmacılık” diyebilirsin, ama ben “gönül birliği” diyorum buna... Doğru olan budur; işin Türk-Kürt tarafında değil, İslâmî temelde bir gönül birliği... Bu birlik sayesinde Yavuz Sultan Selim’in hem giriş, hem çıkış kapısının oluşturulması, lojistiğinin oluşturulması, askerinin oluşturulması anlamında büyük bir katkı... - Düşmana ve ayrılıkçılara karşı; ve “İslâm Birliği” için... - Dediğin gibi, günümüze bakalım!.. Dün İdris-i Bitlisî’yi, onun politikalarını, onun Kürdistan açısından bakıldığında kazanımlarını mahkûm eden, yerden yere vuran, ihânetle ithâm eden PKK’nin bugün geldiği çizgi İdris-i Bitlisî’yi destekleyen bir çizgidir... Zaten bugün, süreç itibâriyle Bitlisî’nin mümkün olan azamî kazanımları elde ettiğiyle değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar... Bu belki ileri bir adım sayılabilir; düne ilişkin görüşlerindeki hataları tesbit etmesi bakımından... - "Doğruyu yanlışta kullanmak” gibi bir durum... - Tabiî... Keşke zamanında bu doğru değerlendirilseydi de, yorum bu şekilde geliştirilmeseydi... Dediğin gibi orda bir kardeşlik var zaten; ve kazanım var... Apo şunu söylüyor şimdi: “En azından bir Alpaslan, bir Yavuz Sultan Selim veya bir Me. Kemal çözümü bâri yapın!” diyor... Bu üç figür tarihte... Şimdi tarihin bu üç figürüne karşı... Alpaslan’ın Anadolu’ya girişinde Kürtlerle karşılaşması... Hâlbuki daha sonra Kürtlerle ortak hareket ettiği genel kabul görmeye başladı... Apo’nun bu üç figürü öne sürmesi mânidar; üçüyle de, hele sonuncusuyla ölümüne çatışırken... Nihâyetinde “en az Me. Kemâl kadar çözüm!"... Nedir Me Kemal’in çözümü?!
[Anneannem Zehra han ımefendinin “iktidar” üzerine değerlendirmeleri: Türkiye denince insanın aklına ilk gelen kısa ve klasik tanım belki de şu oluyor: “Kan ve acıyla beslenen; gizli, soyut, hak edilmemiş bir dokunulmazlığın rahatlığı içinde hüküm süren; değişmeyen, gelişmeyen, yenilmeyen; zaafa uğradıkça, yüzyıllar öncesinden kalan "Mutlak devlet"normlarına gerileyerek, sertleşip katılaşan bir iktidar!” Hayatın her alanına bulaşan moral kirliliğin, çürümenin (corruption), zehirlenmenin (intoxication) temelinde, o “iktidar” anlayışının ve tabiî ki, onun hukukunun bulunduğuna dikkat çekiyor birçok eli kalem tutan adam. Yengeç kıskacındaki insanın, herşeye karşın gösterdiği direnç, verdiği mücadele varoluş umudundan kaynaklanıyor. Evrende ışık hızıyla akan, devinen (dynamis) ve dönüşen (evolued) realitenin kara mizahtan da öte olan görüntüsü, Aristotelis’in işaret ettiği, halk yönetiminin (demokrasi) kolaylıkla ayaktakımı egemenliğine dönüşebileceği savını haklı çıkarırken, bazıları kozmik bir bakış içinde hâlâ umutlarını koruyabiliyorlar. Batı’daki birçok yazar ve düşünür, umudun değil umutsuzluğun edebiyatını ve resmini yapıyor / yazıyor. Klasik trajediler döneminde, oyunların özünü oluşturan doğa-insan-toplum parçalanmasının (refraction, division, rupture), çağımız dünyasındaki izdüşümü (reflection) artık, iktidar-birey-kitle (power-individu-mass) ilişkilerindeki mekanik dinamikler, çözümsüzlüklerdi. Bu nedenle 20. Yüzyıl san’atı, dünyanın gelip dayandığı bu noktadaki inanç yitimini, nihilist imgelerle, metaforlarla (iğretilemelerle) açımlamaya çalıştı. İfâde edilemez olanı ifâde etmenin yollarını aradı. Modern edebiyatın öncülerinden Franz Kafka, döneminin koşullarının kıskacındaki yabancılaşmış (aliéné), kuşkulu (suspicious), güvensiz insanın dış gerçekliği (external reality) ile parçalanmış iç gerçekliğini (internal reality) özdeşleştirerek (identify), dünyanın düzmece (artificial) uyumunun (adaptation) altındaki uyumsuzluğu aktardı. Gerçek ile sanrının (hallucination), saçma (absurde) ile mantıklının (logique) içiçe girdiği bir evren (cosmos) kurdu. Metamorfosis’te (Başkalaşım), böceğe (entomos) dönüşen oğulun hikâyesinde babanın (iktidarın) tehdit edici (menaçant) gözlerinden gizleniş için “böcek” (entomos) imgesini (image) kullandı. Şato ve Dava adlı eserlerinde ise, kurulu düzene (official ideology) kuşku (suspicion) ile bakan bir karşı kahraman’ın (Anti-Christ!), düzen tarafından yokedilişini yazdı. Babanın (İktidar / Power) sevgisiz, tehditkâr gözleri, amorf-grottesk bir iktidarın, suçlayan (accusant) ve mahkûm eden gözlerine dönüştü. Psikolojik iç gerçek, negatif bir çizgide süregiden politik, sosyal, etik gerçekle buluşarak dışa açıldı ve bir karabasanı (efialtis, nightmare, cauchemar) yansıttı. Şu şiirden ne anladığınız sizin kalitenizi de belirleyecektir: // La Apasionada vs. Armaggedon... Fushsia bir kuyruk acısıdır bu dem, bir karakoncolos fırtınası / Nemli bir örümcek ensesi, hasıraltı edilmiş kâhin oltalarının ucunda / “Conquistadores marşını çalıyor, Costa Rica parklarının kimsesiz sahipleri, / tütsü kokulu seyyal bedenlerde. / Afyon yutmuş martılar, Tik ağaçlarının altında, alınlarını sığaşlıyor Yacklar’ın. / Kavimler, “Vira Mayna” sesleriyle geçiyor feleğin çemberinden. / Kadük olmuş haritalar arasında, nezih bir yere sahip olan, / “El Hayy’il Kayyum” şiarıyla yola çıkıyor, haram aylarında. / Herşey aynıyla vâki kalıyor, Kır Kurdu mağarasında. / Belli davalar görülüyor kameriyelerde, Feridun’un izniyle. / Üçüzler’in annesi, telkin veriyor mevtaya, / Yaşam canına kıyıyor Rif Atlasları’nda. // Tennessee Williams, “Corruption World” (Çürüme Dünyası) olarak betimlediği yeryüzü düzeninde, bireyin hayatını, bir varoluş (éxistence) değil, varkalış (éxpérience de survit) dürütüsüne kadar indirger. Çürümüş sistemin hücrelerine dek parçladığı kaçak kahramanlarını (fugitive heros) özdeşleştirdiği en başat imge, yağmur rüzgârlarının önünde sürüklenen “ayaksız kuşlar” dı. Williams, imgeleminde, bu ürkek, acılı kuşların yeryüzüne konup, çürümeye bulaşmalarına engel olmaya çalıştı. Williams’ın bahsettiği çürüme, Foucault’nun “Magma yığını” olarak tanımladığı, modern toplumun iktidar biçiminin özündeki ahlâkî çürümeydi. Başlangıçta liberal ekonominin kurumlaşma serüveniyle birlikte ortaya çıkan ve emek-sermaye çelişkisinden doğan özellikle özel mülkiyete yönelen tehditleri önlemek amacıyla geliştirilen “normalizasyon” yöntemleri giderek normların diktatörlüğündeki bir disiplin anlayışına dönüşmüştü. Bu modern iktidar, insan hayatının tüm alanlarını, koyduğu normlar aracılığıyla denetlerken esnek olduğu izlenimi yaratıyor ve toplumu oluşturan bireylere potansiyel suçlu önyargısı ile yaklaşıyordu. İnsanın kişi (persona) olmaktan çıkarılıp özünü yok sayan, yok eden bir bireyleştirme metodu izlenerek nesneleştirildiği bu düzende bireyler, sistemin öngördüğü rekâbet ilişkileri çerçevesinde birbirlerini görerek, birbirleri üzerinde baskı stratejisi oluşturuyorlardı. Bu yönüyle insanlararası ilişki, obje-obje ilişkisine, toplum ise “Ruhsuz” bir kitleye (mass) indirgeniyordu. Bu, bir tür “modern engizisyon” stratejisiydi. Buna, sistemin bireyler üzerindeki ölümcül yansımalarını, alternatif bir ekonomi-politik ile çözümlenebilir, sosyal-ahlâkî bir problemden çok, çözümsüz bir kısırdöngüler ağı olarak da ele almak mümkündür. Kimi filozoflar ve yazarlar, barışın, binlerce yıldır evrensel sürgünlüğü bir yazgı gibi yaşayan, zulme uğramış, acılı etnik bir topluluğun bilinçaltında nasıl tehdit edici, paranoyak bir metafora dönüşebileceğini dile getirdiler. -Yevmiye Defteri’nden-]
- Dersim’in, Kürdistan’ın dağının taşının bombalanması, yakılıp yıkılması mı?! Yani Alparslan’ın ve Yavuz’un, ideolojik olarak reddetsen bile, “çözüm” diyebileceğimiz bir pratikleri var ortada; Kemâl’in çözüm politikası neydi? - Çok önemli bir şeye temas ettin Saka! Herkes şöyle anlıyor; “şu konuşmasında Me Kemal şöyle dedi, burdaki konuşmasında böyle dedi” filân gibi... Kürt beylerinden birinin kızıyla evlenerek Kürtlerle akraba olmak gibi bir eğilim taşıdığı... - İktidarı eline geçirene kadar... - PKK bunu bilmiyor değil! Diyap Ağa örneği var; Ankara’ya davet edip de kellesini almak... “Yerel kıyafetinle gel Ankara’ya” deyip de, kellesinin götürülmesi var... Diyap Ağa büyük bir paradigma... Başka Kürt beylerinin başına gelenler var, Türklerin başına gelenler var!.. 1925’lerde Şeyh Sait isyânı var! Ha, bunun İslâmî boyutu ön plândadır, ama Kürttür... Varto var, Ağrı isyanları var ve en sonunda tabiî Dersim var!.. Burda şöyle bir tercih olamaz; “efendim onlar Sünnîydi, gericiydi, bilmem neydi, İngiliz ajanıydı” deyip çıkamazsın... - Bu da Kemâlizm’in jargonu... - Gayet tabiî... Peki, hadi o Şeyh Sait, Ağrı, Varto isyanları diyelim Sünnî karakterliydi, gericiydi, bilmem neydi; peki Dersim neydi, Koçgiri isyânı neydi? Seyit Rıza kimdi? O da Alevînin önde gideniydi; onlara da aynı muâmele yapıldı... Daha beteri yapıldı... Kemal Alevî-Sünnî ayrımı gözetmemiş ki; önüne geleni kesmiş! Me. Kemâl realitesi bu! Peki, ben şimdi “Me. Kemal çözümü”nden ne anlayayım; dediğin gibi Dersim’i mi anlayayım? Yoksa retorik düzeyinde kalan... Kandırmaya ve konjonktüre yönelik bir iki taktik lâfa mı itibar edelim? Veya benim bilmediğim, Me Kemal’in Kürtlerle ilgili attığı çok pozitif bir adım mı vardı; ve bir kara delikte kayıp mı oldu? Varsa böyle birşey çıkıp söylesinler; ben de bileyim! Benim bilgilerim arasında bunun tam tersi var; kıyım var, yıkım var, tehcir var... Sünnîsine de, Alevîsine de, demokratına da... Doktor Nuri Dersimî’ye, -Suriye’ye kaçmak zorunda kaldı- “Kürt Gençliğine Hitâbe”yi yazdıran gerçek nedir? “Ey Kürt Gençliği! Ey civanmert milletin oğlu beni dinle!” diye başlıyor... Coşturucu uzun bir girişten sonra asıl “intikam” bölümü müthiş Saka: “İntikam; Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için intikam! Süngülenen yüzbinlerce Kürt yavrularının feryâdını dindirmek için intikam! Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan âfâkında uğuldayan enînlerini teskin için intikâm! Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, “yaşasın hür ve müstakil Kürdistan” diye haykırarak şehâdet tâcını giyen binlerce vatan kurbanlarının gâyelerini tahakkuk ettirmek için intikam! Kürt diyârında uluyan çakallar ve sırtlanların mülevves vücutlarını yok etmek için intikam! Medeniyet denilen kahpenin peşine sığınarak bize uluyan köpekleri susturmak için intikam! İntikam! İntikam! İntikam!”...
[ Βugün 27 Ocak 2000… Bandırma ve Metris cezaevlerinde isyan. 2 İBDA eri daha şehid edildi; Sancar ve Hasan Meriç. 3 gün önce Konya’da polis tarafından yapılan ev baskınında ise 18 yaşında bir masum, Hakan Kilimci şehid edildi. Devletin, kendi kurduğu Hizb-ul Kontra’ya malettiği 39 cinayet ortaya çıkarıldı. Yanımda 3 tane 3 aylık kedi yavrusu var; biri zifiri siyah, biri clon, üçüncüsü ise tekir-beyaz. Yunanistan, Türkiye’yle teröristlerin iadeleri konusunda neredeyse anlaştı. Bilindiği gibi ben de o “terörist(!)”lerden biriyim. -Yevmiye Defteri’nden-]
- Nasıl soracağımı bilemiyorum Doktorum... Her kelimeyi bir cümle içinde kullanmak mümkün de; “mültecilik” kelimesiyle bir soru cümlesi kurmak şu şartlarda... - Vallahi bu... Şey derler ya, “yumuşak karnı insanın”; öyle... Veya “bir dokun bin âh işit kâse-i fağfurîden”... Hakikaten, “mültecîlik” zor zenâat... O bildik lâfları söylemiyoruz; işte vatandan ayrıyız, eşten dosttan, nostalji, hasret, sıla vesâire... - "Yoksunluk, yoksulluk"... Yakınmak serbest Doktorum... Birbirimizi bunaltıyoruz hep; okuyucularımızı bunaltalım biraz da... - Yok, ben faydalarından bahsedeceğim mültecîliğin... Hoş, “mültecîliğin faydası olur mu?” diye sorulabilir... - Sordum bile... - Var Saka, mülteciliğin de faydaları var; bir mihenk taşı, bir miyar, bir ölçü, bir belirteç... Yani senin eşinin, dostunun, akrabanın, çevrenin, yakınlarının miyara vurulduğu, sana bu imkânı sağlayan bir süreç... En yakınından, kardeşinden, anandan, babandan, ailenden tut; gerçekten arkadaş, dost kabul ettiğin insanların nasıl insanlar olduğunu görüyorsun... Bu çok mânidar... İnsan doğduğu günden öldüğü güne kadar bu insanlarla beraberdir, âdeta onlarsız düşünemez hayatı, herşey onlarla birlikte vardır, onlarla birlikte varolur... Ve asla bunlardan vazgeçebileceğini geçiremez aklından... Belki ağır gelecek, ama bir “şartlanma” bazı şeyler... Biri ölünce arkasından ağlama biraz buna bağlıdır; hâlbuki o vefat eden insan ebedî hayata intikâl etmiştir, ruhu bâkîdir, cennetmekândır... Bunu bilirsin, fakat onun arkasından ağlamanın sebebi maddîdir biraz... Bu da çok sağlıklı bir bağlılık ifâdesi değil, sakat biraz; cesede bağlılık, figüre bağlılık, şekle şemâle bağlılık... Rûhâniyeti ikinci plâna atma... Yanyana yaşadığımız dönemlerde, yakın ve uzak çevremizle temaslarımızın bizi perdelediği bir gerçektir... Bizim çok yakın olduğunu bildiğimiz, çok sevdiğimizi zannettiğimiz, onsuz edemeyeceğimizi düşündüğümüz insanın gözümüzden kaçan veya görmeye yanaşmadığımız olumsuz yanlarının da olduğunu ve olabileceğini mültecilik sürecinde daha objektif olarak görebiliyorsun... Hani derler ya, “gözden ırak olan gönülden de ırak olur”... Bu veciz sözün bir hakikati olduğunu düşünüyorum ben... Kısa dilimlerde belki büyük bir azap, ama ıraklığı hissettikten sonra daha objektif olabiliyorsun... Bir telefonunu bekliyorsun ya... Sen arıyorsun bütün bu olumsuz şartlar altında, fakat o hiç arama eğiliminde değil... Bir mektup yazmıyor... Bütün bunları yapmak istemiyor şeklinde değerlendirmek istemiyorum, ama yapmıyor... O zaman başka bir şey var... İnsan bir şeyi yapmak istediği hâlde yapmıyorsa, bunun bir açıklaması olmalı... Ben bu sebebi kişisel kaygı ve korkuya bağlı kendini koruma içgüdüsü olarak değerlendiriyorum... İşte tam bu noktada, benim birinci derecede akrabam olmayan, eşim dostum olmayan, hiç yüzünü görmediğim, ama bana sahip çıkma noktasında bu birinci derecede yakınlarımdan çok daha iştahlı yaklaşan, alâkadar olarak yaklaşan insanların varlığını görüyorsun... Bütün o duygusal fenomenler boşa düşüyor; ulan diyorsun “yanlışmış”, “yanlışmışız”!.. Duygular önümüzü kapatmış, karartmış gözümüzü... - Alışkanlıklar... - Evet alışkanlıklar, şartlanmalar vesaire... İşte mülteciliğin faydası bu... Ben burda somut bir örnek de vereyim: Bana Türkiye’den bir keresinde bir miktar para gelecekti; bu parayı bana gönderecek olan insan direkt olarak göndermek istemedi... Bunu ben ifâdelerinden anladım... Ve işte (...) Hanımefendi vasıtasıyla geldi... Para göndermekte bile müşküle düşen birinci derecede akraba... İşte insan buralarda afallıyor, buralarda büyük bir sıkıntıya düşüyor; geçmişte büyük bir sevgi, bağlılık, büyük bir paylaşım, birbiri olmadan yapamama düşüncesi varken... - Yaranı daha derin deşeyim müsâdenle Doktorum: “Kadın”!.. - Aa evet... Şimdi... Benim en cahil olduğum konulardan bir tanesi, kadın... Hiç... Bu kadar etrafımda gerek arkadaş düzeyinde, gerek meslekî alanımızda, gerek çeşitli derecelerde ilişkiler düzeyinde birçok kadın tanımama rağmen; bunlarla felsefeden ideolojiye, sanattan tiyatroya, şiirden edebiyata, meslektaşlıktan hasta-doktor beraberliğine, hoca-talebe ilişkisine, arkadaşlığa, sevgiye, aşka, herşeye kadar birlikteliğim olmuş olmasına rağmen ben bu değer üzerinde hâlâ büyük bir cehâlet arzediyorum... Bunu söyleyebilirim... O yüzden kadın hakkında belki Üstad’ın “Aynadaki Yalan”ına başvurmak lâzım... Belki... Bu arada şunu da söyleyeyim, ben teorik anlamda “feminizm”i de irdelemiş biriyim... J. Paul Sartre’ın karısı Simone de Beauvoir okumuş biriyim... Kadın hareketinin önemli figürlerinden biri... Bunun yanısıra “Kadınların Izdırap Tarihi” adlı büyük volümlü bir kitabı karıştırmış bir insanım... Yani teorik düzeyde kadın olgusunu, feminizm olgusunu kurcalamama rağmen; Sofokles gibi büyük bir ustanın Oedipus Kompleksi ve diğer eserlerini vs okuyup irdelememe, “mitolojide kadın”, “tarihte kadın”, “felsefede kadın”, “savaşta kadın”, bütün bunları kitâbî mânâda kurcalamama rağmen; bir Âsur Kraliçesi, Süryâni bir kraliçe olan Şamram yani “Semiramis”in bir kadın komutan olarak taa oralardan kalkıp İstanbul kapılarına kadar on bin atlıyla gelişini hayret ve ilgiyle öğrenen biri olmama rağmen; bir Afrodit, bir Artemis, benim herzaman ilgimi çeken bir İra yani Hera’daki sadâkat, kıskançlık ve Zeus’u sahiplenme tavrını heyecanla izlememe rağmen... - Sözünü balla kesiyorum Doktorum; seni tanıyorsam biraz, sadede gelmemek için bütün bir mitolojyayı anlatabilirsin... - Aslında şöyle... Ben Hera örneğini üzerine basa basa veriyorum; Hera’yı hatasız bir örnek olarak gördüğümden değil... Onu idolleştirmek gibi bir hedefim yok; ama kabul etmek gerekir ki, kendi açımdan söylüyorum, benim hayatımda her ne kadar esâtir boyutunda olsa da çok ileri bir yere sahip... Mitolojiden çıkarak, yırtarak perdeleri, hicapları gelen, ete kemiğe bürünen bir varlık gibi... Yine Yunan Mitolojisinde bir Ekidna gerçeği var. Ekidna, geceleri ortaya çıkan, türlü hayaletlerle ve türlü zulmet varlıklarıyla birlikte dağların, taşların, kentlerin üzerinde tahakkümde ve tasarrufta bulunan ürkütücü ama müthiş yalnız -işte bu çok önemli-, müthiş yalnız ve müthiş tepkili bir kadın; karanlıklar varlığı... Zaten bu özelliklerinden dolayıdır ki bugün oklu kirpi adını verdiğimiz hayvanın bilimdeki ismi de “ekidna”dır... Ekidna’nın da, böyle bir kimlikle bende yeri var... Hera’daki sadâkatli ve kıskanç kadın figürü ve hemen yanında Ekidna’daki karanlıklarda yaşayan, zaman zaman çok saldırgan, zaman zaman gizlenen, ama illâ ki yalnız... “Yalnız”! Bunun altını çiziyorum ısrarla... Bu ikisinin bende oluşturduğu imaj, benim hayatıma ciddi girdi... Ben bu iki özelliğin, benim kişiliğimle de bir ilgisi olduğunu düşünüyorum... Ben Türkiye’deyken de yalnızdım; kalabalıklar içinde yalnızdım, ruhta yalnızdım ve hep mitolojik varlıklarla... Bir Hekate ile bir İris’le... Hatırlar mısın bilmiyorum; Galip Tekin vardır Hıbır’ın, Leman’ın filân çizeri; tam olarak benzememekle birlikte biraz onun karekterleri gibiyim...
[Meryem’e Mektup... Ne âlemdesin? 6 A ğustos 1997’den bu yana seni göremiyorum. Bütün bebeklere binlerce iğne batırdım lâkin bir yararı olmadı. Tedricî bir regresyon, manevî bir zafiyet, şiddetli bir umutsuzluk ve umarsızlık hüküm sürüyor serde. Hiçbir kitap, gazete, dergi seni yazmıyor, teknolojiyle de sana ulaşamıyorum. Büyüyle, sihirle, telepatiyle…Hepsini denedim ama olamıyor. Kimi zaman sana çok kızıyorum, hattâ bu kızgınlık bazen garaz, kin hatta nefrete de tahvil olabiliyor. Ama ne yaparsın, yine de… Senin Apo’yla olan diyaloglarını okudum. Yo yo; o kişi sen değilsin, olamazsın…Sen o denli kedi, o denli süt olamazsın aşkım. Allah’a karşı gelmek olur bu. Yakışmaz, uymaz, sırıtır. Seni vareden en belirleyici özellik hırçınlığın, agresifliğin, ısırganlığın, köpekliğindir. Bunlar olmazsa sen olmazsın; hiç Kangal kedisi diye bir şey duydun mu? Var mı öyle bir şey? Eğer “var” demeye kalkarsan seni yalancılıkla hatta küffarlıkla suçlarım. Yok canım, sen bu olamazsın ve üstelik böyle bir sen hiç mi hiç hoş değil. Ben seni böyle istemem; dişleri sökülmüş, aşırı kuralcı, her söylenene “he” diyen, içindeki altüstoluşları dışına mutlaka ama mutlaka, bir şekilde vurmayan bir Sen, sen olamazsın. Benim için ne dersen de, o çok önemli değil; zaten ben bunların hiçbirine inanmıyorum, yani senin paşa gönlün böyle olamaz aşkım!.. Hoş, senin için bir yararı olacaksa oportünizmin âlâsını, kontralığın önde gidenini, sahtekârlığın, Kemalistliğin, Bizansçılığın envaî çeşidini kotarırım; yeter ki senin keyfin yerine gelsin. Tasmalı çekirge olup kıran girerim; anırırım, ulurum, kişnerim, her haltı yer, her kılığa girerim... Ama, senin kardia’n böyle demez, diyemez. Heyhat, konjonktür… Dünya etme bulma dünyası. Senin için kim kem bir söz söylemişse başına bir hâl gelmiş; ondan ki senden korkmayanın vay hâline. Allah’ın sevgili kulu…Var soyut ol! Somuttan ne kârımız oldu ki? Varsın eloğlu seni kıskansın; âlâ…Bir de senin kim olduğunu bilseler? Kimler tavanlara sıçrar, kimlerin aklı uçar; orasını Allah bilir. Senin arkandaki kuvvetten ürkmeyen Allahsızdır, imânsızdır, vicdansızdır. Seni herkese anlatıyorum, göklere çıkarıyorum; yine yetmiyor. Başını arşa değdiriyorum, biraz olsun rahatlıyorum. Bir sürü kedi edinip hepsinin ismini Meryem koyuyorum; hepsi figür… Kuşları Meryem diye sesliyorum; nâfile, hiçbiri anlamıyor… Bırak şu belâyı, at başından kurtul diyorum; muhâl…Hazan geliyor, kurşunî baharlar, kara koncolozlar, hanımelleri, hele hele cânım leylâklar, hercümerçler, bandolar, oruç, yortu, sevi, hamursuz, boyalı yumurtalar resm-i geçit yapıyorlar; ve aralarında bir sen yoksun… Artık Çin takvimini tâkip ediyorum; aylarım, günlerim, yıllarım, lahzalarım, herşeylerim birbiri içre Çin işkencesi gibi… Tatminsizim… Kibirli Siyam kedileri gibi camlarda oturuyor, herkesi tırmalıyorum. Kimsenin kucağına gitmiyorum. Hep camda, hep yolda… Mart’lar gelip geçiyor, ıııh…Deprem olmuş, dünya yıkılmış; varsın yıkılsın! Yıkılsın da altında kalalım…Sen ne zâlim bir insansın, ne vicdansız ve ne imânsızsın. Kuzum allasen neyin nesisin? Kara turp misâli hep toprak altlarındasın. Allâme kadrolar seni anlayamıyor; anlayamayınca da suçu senin üzerine atıyorlar. İşin kolayı bu. Hiç kimse üç ayaklı topal köpeğin şiirini okumamış ve dinlememiş. Sahralarda kimler bıçaklanıyor, kaç beyaz akrep kaç masumu sokuyor, kimler sürekli beddua ediyor; bunu bilen yok. Diyor ya şair, “Ne hasta bekler sabahı / Ne taze ölüyü mezar / Ne de Şeytan bir günâhı / Seni beklediğim kadar”... Ben mektup yazmayı hiç beceremem; hele uzun yazmayı hiç! Kilolarından arınmış, darası alınmış şeyler yazabilirim; hepsi bu. Zaten, yukarıdaki dörtlüğün üzerine daha ne yazılabilir ki? Kendine mukayyet ol; benden başka hiçbir şey düşmesin zihnine, fikrimden geceler yatabilme, aklın hep bende olsun… Şu aralar kumsaldaki ayak izleri hayli derinleşmiş… 27 Mayıs 2000, C.tesi, saat 10:00 -Yevmiye Defteri’nden-]
- Temel cinayetten yargılanıyormuş Doktorum İstanbul’da... Hâkim: “Anlat evlâdım!” demiş, Temel başlamış anlatmaya; Trabzondan çıkmış yola, uzatıyor da uzatıyor... Hakim: “Evlâdım, İstanbul’a gel!” deyince, “Geleyim de beni as değil mi!” demiş... Biraz öyle yapıyorsun galiba Doktorum... - Peki; kadınsızlık!.. Şöyle soralım o zaman: “Kadınlılık ne demek?”... Bundan ne anlıyoruz? Benim açımdan, kadınla olmak; onunla beraber olmaktan daha öte birşeyler ifâde ediyor... O bütün benim gençliğimi süsleyen, ama asla var olmayan ideal kadınlar... Atilla İlhan der ya: “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular"... - Kadın sadece kendi doğurgan değil; erkeğine de doğurganlık sağlıyor... Bu demek belki “kadınlılık”... - Tabiî öyle bakmakta fayda var; öbür türlü içinden çıkamayız... Bu biraz da şey Saka; mükemmeli arayış... Ha bu arada onu söylemeyi unuttum; İmâm-ı Şiblî’nin bir eseri vardır: Cinler... Zannediyorum bu konunun en bilenlerinden Şiblî... Bu mevzuya da meraklıyım; bazen bu cinlerle evlilikten bahsediliyor... Benim hayatımın bir dönemini de bunlar işgal etmiştir; mitolojik kadınlar yanında cin bir kadınla evlenmeyi çok düşünmüşümdür meselâ... Aynı zamanda inanılmaz riskli, ama çok cezbeden... Ayakları yere basmayan kadın; ben hep böyle bir kadın hayâl ettim... - Bir gölge varlık... Arzu ettiğin zaman ete kemiğe bürünüp yanına geliveren, kendine döndüğün anda buharlaşmasını bilen kadın... - Tam ifadesi bu Saka; sen benim sıkıntıma tercüman oldun... Kelimesi bu; görünmeyi de, yok olmayı da bilen... Görünerek coşku veren; kaybolarak kendini taze tutan, aratan bir kadın... Her iki hâlde de olmayan bir kadın aslında... Bu nasıl olabilir? Bunun paramitik olduğunu herkes bilir... Böyle vakalarda, gerçeğe dönmeyi tavsiye eder hekimler... Ama bu duygu olmasa... Ben altı yıldır eşinden ayrı olan bir insanım... Bu pencereden -dar belki- baktığım zaman kadınsızlık, kadın ilgisi, ihtiyacı filân maddî plânda tartışılabilir... Benim belki de şansım şuydu; benim çok eskiden beri sahip olduğum bir güvenlik, koruma alanım var... Ben hep, demin bahsettiğim bir karşı cins tahayyül ederek, oralarda gezerek yaşadığım için başkalarına göre, öyle sanıyorum, daha az ızdırap çektiğimi sanıyorum... Tabiî natürümden gelen ihtiyaçlar yok demiyorum, o kadar da aşmış değilim, transandantal bir yeteneğim de yok... O noktada bir reddiyem filân da yok; ihtiyaçlar ihtiyaçtır, bu bir realite.. Ama daha üst mânâda, tahayyül ettiğim evsaftaki kadın profili açısından baktığımda büyük bir sıkıntı çekmiyorum... Yani bir kadın bulsam da, onunla ihtiyaçlarımı görsem, idare etsem gibi bir arayışı da bir kâbus gibi görüyorum; bunu bir gerileme olarak kabul ediyorum, bu kadar zengin bir âlemden çok fakir bir maddî plâna düşüş gibi kabul ediyorum... - Bir romanın sayfaları gibi konuşmayı tercih ediyorsun Doktorum... Kusura bakma, zorladım seni biraz... Kadın konusundan romana geçelim o hâlde... Akademya’da, bayılmıştım o roman üzerine yazdığın tesbitlere... - Belki de hayatımın en -eğer böyle birşey olabilse- en şâheser ürünü, en önemli dönemi olarak kabul ettiğim, edeceğim bir arayış roman... Roman deyince, öyle bir mevzu üzerinde yoğunlaşan, dar, belli kalıplara oturan bildik bir roman değil... Beni, hayâllerimi dahî zorlayan... Ben o yazımda Apo örneğini vermiştim; meselâ Apo diyordu ki: “Kürt romanı yazılmalı”... Yazılamadığı için de işte tam olarak inkişaf edemedi... Roman müthiş bir alan; çok müthiş bir hürriyet alanı sunuyor... Burda, kadından yola çıktık ya az önce; kadın ve roman... - Kadın da, roman da tabiî, kalıplara sığmayan bir zenginliği olan adama sunuyor bu hürriyeti... - Elbette... Hatta ben roman için "avlak" diyorum; sınırsız bir avlak, uçsuz bucaksız bir alan... Eğer kuralları varsa dahî özgün; sen belirliyorsun... İşte benim “megali ideam” da bu...
[Atina’da, Hayvanat Bahçesi’yle Edebiyat Felsefesi Yüksek Okulu ad ında bir okulun yanyana olduğunu görüyorum. Okulun bahçesi çok kasvetli. Sınıflardan birine giriyorum. 35 yaşlarında, sarışın, bıyıklı ve köylü suratlı bir adam ders anlatıyor. Dersin konusu, İdeoloji-Edebiyat ilişkilerinde kadının rolü. Çok sıkıcı ve tekdüze bir anlatım tarzı var. Buna karşın öğrenciler ilgiyle izliyorlar. Bir süre sonra sonra ayağa kalkıp, hocanın yanına gidiyorum. Ona kimliğimi göstererek, “bir zamanlar bende ders anlatırdım, ama senin kadar kötü değildim” gibilerinden birşeyler söylüyorum. Şaşırıyor, bir şey söyleyemiyor. “Sus! Hiç bir şey söyleme sakın!” diyorum ve sınıfı terkediyorum. -Yevmiye Defteri’nden-]
- Bir roman yazmak... - Bir roman yazmak; fakat bu çok da korkutuyor beni... Birincisi, benim yetkinlik sorunumu tartışıyorum kendi kendimle... - Tilki günlüğü bu noktada ne gibi ipuçları sunuyor sana? - Tilki Günlüğü üzerine benim çok fazla kelâm etmem doğru değil, ama illâ ki kendime ait bir iki şey söylemem lâzım gelirse... Tilki Günlüğü sayısız kapılarla dolu... Ama bu kapıların şöyle bir risk getirdiğini düşünüyorum: Her açtığın kapı başka bir kapıya çıkıyor; ve bu kapılar lâbirentlere ve hatta dehlizlere zaman zaman dönüşüyor... Zannediyorum mârifet, bu açtığın kapıları, yürüdüğün lâbirentleri ve geçtiğin dehlizleri doğru hareketlerle takip edebilmek ve ilelebet kaybolmamak oralarda... Çok ince, çok rafine bir denge; kapılardan geçip bir daha hiç geriye dönememek de var, o dehlizlerde kaybolup gitmek de var... Ama öte yandan o lâbirentlerde müthiş hazlar yaşamak da var... Hani derler ya: “Vehim kötü bir şeydir”... Ben diyorum ki, bu doğrudur; vehim pek hayra alâmet değildir... Ama “vehim bir vahşi at gibidir” derler; “ona binmesini bilenleri, yelelerinden kavrayabilenleri çok ileri noktalara da götürür”... Yani vehim vehimlikten çıkar, yeni dünyalar kurarsın... İşte Tilki Günlüğü de vehim gibi bir vahşi ata benziyor... Vehim ne diyor bana; “bu kitap anlaşılmazdır, bâtının bâtını vardır, kaç kat olduğu bilinmeyen bir merkeze doğru, belki arzın merkezine, belki bilemeyeceğimiz bir kara deliğe”... - Oradan ak deliğe... - Tilki Günlüğü bence tamamlanmış da değil... Isaac Newton’un tâbiriyle ifade edecek olursak: “Ben kainat ve insanı tanımlarken, kendimi bir ummanın kıyısında çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk gibi hissediyorum”... Belki de biraz böyle; Tilki Günlüğü gibi devâsa bir kitaba girmek, bir ummana dalmak gibi birşey... Bu nedenle korkuyorum, ürperiyorum... Bir de benim Tilki Günlüğü’ne bu bakışımın dışında, haddim olmayarak söyleyebilirim ki: Tilki Günlüğü fenomeni de, süreci de zannediyorum tamamlanmadı... Altı cilt yayınlandı; ama muhtemelen bir devamlılık arzediyor... Bu bir roman olmaktan öteye, arzla arş arasında bir köprü gibi geliyor bana... Hani Yahudiler iki Kudüs’ten bahsederler; bir tanesi bildiğimiz şehir, bir tanesi de mânâ âlemindeki Kudüs... İlâhî makam, “makom” dedikleri alan; orayı da Kudüs görürler ve sürekli, gökteki Kudüs’le yerdeki Kudüs arasında bir mânâ köprüsü olduğunu... Tenezzül ve urûç, tasavvufî terminolojiyle söylersek... Müteşâbihen, ben Tilki Günlüğü’nde de bir urûc gözlüyorum; tabiî “tenezzül” boyutu ben çok aşan bir hâdise, onu irdelemiyorum, ama “urûc” boyutunun olduğunu gözlüyorum, arzdan arşa doğru çok karmaşık bir mânâ köprüsünün kurulduğunu... Fakat bu köprünün üzerinde nasıl yürünebileceği konusunda ciddi yetmezliklerimin olduğunu, eksikliklerimin olduğunu görebiliyorum... Âdeta... Bazı çok zor felsefe kitapları ve romanlar için Avrupa’da bir de “okuma kılavuzu” verirler; meselâ Ulyssis’i Yunanistan’da dağıtırken, yanında iki tane de kılavuz kitap verildi... Bu bir tür... Tâbiri câizse “modern dönemlerin miraç arayışı” gibi algılıyorum ben; benim kendi miracım, eğer böyle bir şey varsa... Ha, nereye kadar giderim? Bu mânâ köprüsü üzerinde yürüyebilir miyim, yürüyemez miyim, başaşağı devrilir miyim, aşağıların aşağısına mı indirilirim, yoksa kendimce karıncavârî bir seyahat mı gerçekleştirebilirim?! Bütün bunlar için şimdi bir şey diyemem; fakat müthiş heyecanlandırıyor beni Tilki Günlüğü... - Alev Alatlı’yı nasıl buluyorsun? - Alev Alatlı’nın özellikle son eseri (Schroedinger ‘in Kedisi- Kâbus ve Rüya)... Ben "Rüya"yı biraz kurcaladım, ama “Kâbus”u büyük oranda irdeledim... Alev Alatlı tabiî en iyi kendisi tanımlayabilir kendi romanını; kendisine sorulduğu zaman da, bunun bir kurgu-bilim eseri olmadığını söylüyor... Gürselgil Usta, hakettiği biçimde değerlendirmiş Alatlı’yı... Bu tür kitaplar için, gerçekten de uluslar arası edebiyat câmiâlarında çok açık tanımlamalar yok, ama ağırlıklı olarak bu eserlere “ütopik roman” tanımı getiriliyor... James Joyce meselâ; ütopik, anlaşılmaz, zor ve içinde binbir çeşit kavramı, tanımı filân barındıran ve dili de oldukça karmaşık bir tür... - Kendince bazı kavramlaştırmalar var, ama dili çok yalın Alatlı’nın... - Tam onu söylecektim; Alatlı’nın dili karmaşık değil... Fakat bu yalınlığı içinde zaman zaman zorlamalara varan ifadeleri, tanımlamaları var, yeni ürettiği kavramlar var, yeni mânâlar yüklediği kavramlar var... “Onarımcılar” meselâ; belli bir sosyal-siyasî-ideolojik statü, bir dünya yönetimi kurgulamış; “vasıllar”, onların yardımcıları vesâire... Tabiî yalın olmakla birlikte, kavramlar tanınır olmakla birlikte yorucu, zorlama ifadeler var... Zaman zaman bende sıkıntı uyandıran kendine özgü teknik tahliller var... Rüya’da bu çok fazla; o şemalar, arz-gök ilişkileri, Japon mitolojisi, Orta Asya Türk illeri vesaire... Ha, bu eserin içinde kullanılan bazı kavramlar da ilgi çekici tabiî; bunlardan bir tanesi “afazi” konusu... Afazi tıbbî bir terim, bir hastalığı ifade ediyor... Yunanca bir kavram; bunu biz yazdık... İşte, çok özet olarak “ifade yitimi”, “konuşma yitimi” diyebiliriz... Burdan yola çıkarak Alev Alatlı, “afazi”nin lezyonsuz da olabileceğini ortaya koyuyor, ilmî verilerden yola çıkarak... Normalde afazinin “posttravmatik” bir beyin lezyonundan mütevellit olduğunu ve bunun dışında da bir afazinin olabileceğini söylüyor... Bunun da lezyon, yara olmadan nasıl olabileceğini tartışıyor... İşte ordan da, dışardan gelen impülslerle, duyularla veya uygulamalarla husûle gelebileceğine varıyor... Kısaca şunu söyleyebiliriz: İnsan beyninde bir hasar olmadan, yara olmadan da afaziye maruz kalabilir; daha ileri aşamasında demans dediğimiz bunamayla, presenil demans dediğimiz erken bunamayla, amnizyayla, yani hafıza yitimiyle karşı karşıya gelebilir ve bütün bunları açıklamada travmasız afaziyi kullanabiliriz... Burdan da işte şeye geçebiliriz, o meşhur “Freedom Project" var ya; Amerika Birleşik Devletleri’nin uygulamaya koyduğu kabul edilen ve kuvvetli kanıtları olan, çeşitli dalga boylarında impülslerin gönderilmesi ve insan zihninin altüst edilmesi, fizikî bulgulara varan rahatsızlıklar uyandırması... Alev Alatlı, derinleşerek, bu Freedom Project meselesine gelerek değil, ama bir ipucu mahiyetinde afazinin yeni bir hâlini ortaya koyuyor... Ve ilginç bir konu daha var; afazi veya fuzzy mantık dediğimiz, Türkçeye “saçaklı mantık” diye çevirebileceğimiz, Aristotelyan mantıktan farklı.... Aristo’da “ya o, ya bu” şeklindeki mantık anlayışına mukabil “hem o, hem bu” diyebilen bir mantık anlayışı... Bunun Kuantum Fiziği’nde netleşmesi... Bunu da, bu fiziğin babalarından olan Erwin Schroedinger’in, -Avusturyalı bir ustadır- bir kedi üzerinde yaptığı kuant deneyi; iki delikli bir levhadan ve aynı kaynaktan çıkan bir ışık hüzmesinin, fotonların bir silahın tetiğini harekete geçirerek kediyi vurması imkânının tartışılması, araştırılması temelinde... İşte buradan “ışık nedir?”, “madde nedir”; “enerjimidir, dalga mıdır, parça mıdır?”... Bu tartışmaların en son varılan aşamada “hem dalga hem parça, hem madde hem enerji” gibi değerlendirmeyle zenginleştirilmesi... - Oradan hologram... - İşte o enteresan... Hologramla ilgili çok çalışma var, ama özet olarak söylenecek şey şu, yine o kuantumdaki espri: Hem dalga hem parça; ama daha ileri aşamada bütün cismânî yapıların, bütün fizikî varlıkların aslında hologram olduğu... Bunu da şuna dayandırıyorlar: Beyin, nasıl oluyor da sonsuz sayıda görüntüyü arşivleyebiliyor? Bugün en gelişmiş bilgisayarların bile kat be kat üzerinde bir kapasite... Bu ne tür bir şey? Diyorlar ki: Aslında beyin cismi değil; çok karmaşık ve içiçe geçmiş elektromanyetik dalgalar bütünü olarak algılıyor cismi... Ve bu dalgaların beyinde karşılık bulmasıyla o dalga formunun, o elektromantyetik yapının neye tekâbül ettiğinin ifade kazanması... Yani şu kadar dalga boyunda, şu özellikteki elektromanyetik yapılar eşittir kedi... Yani beyin kediyi kedi olarak değil bu şekilde arşivliyor... Hologramın özünde şu var: Varsaydığımız gibi, bu cisimdir dediğimiz şeyler aslında cismânî varlıklar değil... Aynı şey bir köpek veya kedi için de geçerli; onlar da cismânî olarak gördükleri varlıkları bu şekilde algılıyorlar... Çok kaba olacak belki, ama şöyle bir örnek verebiliriz: Eğer elimizde şöyle bir teknoloji olabilseydi, devâsâ bir mikroskop yapabilseydik, bununla uzayda bir yerlerden dünyaya veya dünyada insana bakabilseydik veya bir apartmana; insanı böyle görmeyecektik... İnsanı; mikroskobun büyütme kapasitesine göre önce organlarımızı, sonra dokularımızı, sonra hüclerimizi ve sonra hücrelerimizin elemanlarına kadar inen bir şekilde görecektik... Daha da ileri gidebilseydik eğer, hücrenin elemanlarını da analiz edebilseydik, parçalayabilseydik; bu kez kimyevî elementleri, bileşikleri, molekülleri, atomları görebilecektik... Daha da ileri gidebilseydik, topu topu temel, natür elementleri görecektik ve garip bir şekilde apartmanın, insanın, kedinin, kuşun meselâ hidrojen, meselâ karbon, meselâ azot, meselâ sodyum, sülfür gibi elementlerden oluştuğunu ve bu mikroskobun altında apartman, insan, kedi, kuş yokmuş da sadece atomlar ve moleküller varmış gibi görebilecektik...
[28.02.00... Teodoros izine geldi. İsmaros radar üssünde askerliğini yapıyor. Benimle birşey konuşmak istediğini söyledi. Dinledim. Dünyadaki müslümanların sayısı arttı! Tarih bunu yazacaktır diye düşünüyorum. -Yevmiye Defteri’nden-]
- Hologramı siyasete tatbik edersek; dünyayı tanımak ve yeniden yapılandırabilmek için... - Kumandan’ın yeni bir eseri çıkacak; “Sefîne / Suver-i Hayâl” isimli... Bu kitaptan bir bölümünü paylaşmak sûretiyle beni şereflendirdiğini de burada ifade etmek isterim.... Esere ilişkin, mektupta çok önemli bilgiler var... Bunlardan bir kısmı dil üzerine... Kur’anî kavramlar, “ratk” ve “fatk” gibi... Yeni bir perspektif veriyor... Bizim bir dostumuz, artık gönüldaşımız diyebileceğimiz Isus Teodorus; bunun dil teorileri üzerine çalışmaları var... Şimdi bir sürü dil teorisi var, en çok kabul gören Hint-Avrupa... Bunların hepsi maddî, epeyce de Marksist bir görüştür, biraz Chomsky katkılıdır... Ama bizim, İbda fikriyatının bakışı; dilin, -üst dil diyelim buna- Allah katından olduğu, yaratılmış olduğu... İşte Theodoros’un buradan hareketle Arapça ve Yunanca arasında bulduğu ciddî bağlar diğer teorileri de sarsacak... Tam da bu dilimde Sefîne’den böyle bir bölümün bize takdim edilmesi çok enteresan... Bunu bir parantez içinde söylemek ihtiyacı hissettim... Şimdi hologramın politik süreçlere nasıl yansıdığına geldiğimizde... Mektupta hologram üzerine... Sanırım daha doğru olan, kitabın çıkmasını beklemek; oradan nerelere varılabileceğini Kumandan’dan öğrenmek daha doğru olacak... Ama politik bağlamda bundan böyle şunu tartışabiliriz: Bir bütün sistemin, bir bütün beynin, bu İbda beyninin ve İbda sinir sisteminin hologramik olarak tüm varlık süreçlerini, tüm fenomenleri, olay ve olguları beyninde hangi imajı oluşturarak tanımlayıp cevap vereceğini ve nasıl müdâhil olacağını... İşte bu bir yenilik... - "Beşer zekâsının sekreteri!”; külliyatta böyle tanımlıyor kendini... - Öyle; "beşer zekâsının sekreteri”... Zannediyorum ki artık adını koyacak; ilmi, felsefî, ideolojik, politik... İşte Tilki Günlüğü’nün devamı bu; “Suver-i Hayâl”... Nasip meselesi tabiî; ne kadarsa nasibimiz, o kadar alabiliyoruz... Kişinin nasibine, kalitesine, kapasitesine, niteliğine, ilgisine, alâkasına, ama çok daha önemlisi derinleşme ve yoğunlaşmasına bağlı gibi geliyor bana...
[ İbda Apologétique'i... Kimileri Tarih'in bittiğini, kimileri devam ettiğini ve sonsuza kadar süreceğini söylüyor. Bu önermeler çok büyük bir anlam taşımaz. Bu konularda değerlendirme yapmak, 5. Boyut olan "Bilinç" ve 4. Boyut olan "Zaman"a hükmedebilenlerin işidir. Bizce her ikisi de doğrudur: Tarih bitmiştir, çünkü "Suya düşen tai, zemine varmıştır”... Tarih işte bu dilimdir. Ve Tarih devam etmektedir, çünkü "Taşın, Su yüzeyinde oluşturduğu dalgalar yayılarak genişlemekte ve devam etmektedir”... İşte bizim tarihimiz budur! Böyle dediğimizde, 4. ve 5. Boyutlar' a hâkim olan muhataplar bekleriz! Bu "Üst Dil, Üst Mânâ ve Üst Sıfat boyutudur". Şu ana dek ne Marxist-Leninist ideoloji ne de diğer ideolojiler bu boyutlara ulaşamadılar; ve genelde Evren, özelde Dünya kirlenmeye devam etti. Biz bunu, "Eres Echoués" (Batık Çağlar) olarak adlandırıyoruz. Ancak diyalektik gereği, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir "Apologétique" ortaya çıkar. İşte bunun adı İBDA Apologétique'idir. Uzay ve Zaman' ın birleştiği ve hapsedildiği, eşdeyişle Zaman'a ve Mekân'a hükmedildiği dönem “3.Bin”dir! Zaman, İBDA tarafından yutulmuştur! Ve İBDA' nın enerjisi, Zaman enerjisine galip gelmiştir. Bu bağlamda Zaman 1999’da durmuştur. Zaman'ı hapsetmeyi başarmak demek, cazibe merkezi olmak demektir; ve bütün irâdeler ister istemez bu "haz" alanına doğru çekilecektir. Bu cazibe alanından kaçmaya çalışmak, aslında farkında olmadan çekilmeye devam etmek anlamına gelir. Çünkü öz-zaman kısalmaktadır. İBDA' nın albeni alanı içine girenin karşı direnci azalır, hareketi yavaşlar; ısrarla direnecek olursa enerjisi tükenir, kudreti kalmaz, soğur... Ve teslim olur; veya yokolur. İBDA, enerjiyi bırakmaz; kendinde toplar. Orada, bir gönüllü tutsaklık mevcuttur! -Yevmiye Defteri’nden-]
- Doktorum; sağolasın, varolasın... Çok önemli bilgiler ve tecrübeler paylaştın benimle... Artık ne kadar bir zaman zarfında kasetleri deşifre edip de yayına hazır hâle getirebilim ve okuyucuların istifâdesine sunabilirim bunları?.. Fakat benim için çok faydalı, çok öğretici bir sohbet oldu; tekrar tekrar teşekkür ediyorum... Ve bütün bu kadar sözün üzerine abes bir suâl sorarak sohbetimizi noktalamak istiyorum Doktorum: Tamam, iyi, güzel, hoş da; niçin İbda? - Niçin İbda?.. Gerek mefhumun mânâsı itibarıyla... Yani bir yeniden doğuş, yeniden varoluş, ba’s olma gibi düşündüğümüzde... Yine mitolojideki Finiks kuşunun kendi küllerinden yeniden doğması önümüzde... İslâm’da biliyorsun reenkarnasyon yoktur, başka bir bedende korpore olma; bu başka, özellikle de politeist inançlara ait, batı esoterizminde, masonizmde... Bu şekliyle değil de; mânâ düzeyinde, şuur düzeyinde yeniden doğması ve tekrar tekrar doğması, tekrar tekrar kendini üretmesi... İbda bende yeniden doğma, var olma ve varlığının farkına varma coşkusu ve heyecanını ifade ediyor... Bir bu boyutu var... İkincisi: Bütün bilinen ideolojiler, teoriler, felsefeler, öğretiler üzerine epeyce çalışmış bir adam olarak ben; bunlardan istifade etmiş olmakla birlikte tatmin olamamış bir insan olmam hasebiyle “İbda” diyorum... Şunu aramıyorum artık Saka: Daha ileride bir şey var mı? Çünkü çok kavrayıcı İbda, çok derin... Şu kavramı kullanabiliriz belki: Bir rezonans... Yani ben İbda ile kendi aramda bir rezonans kuruyorum, çok çok zengin bir dünya... Şuur ve nihâyet bütün zâhir-bâtın ilimler için bir yol gösterici olması hasebiyle “İbda”! Somut bir varlık olarak “İbda”; gerektiğinde kaskatı politik, siyâsî süreçlere müdâhil bir “İbda”! Kısaca etiyle kemiğiyle var olan bir “İbda”! Sadece fikirde kalan değil, “dünyayı bıraktım, göklerin krallığıdır benim hedefim” tarzı değil; dünyayı da isteyen, dünyada da iştahı ve ihtirasları olan bir değer olarak yine “İbda”! Ve son tahlilde İslâm’ın bayraktârı olarak algıladığım için “İbda”! Ben İslâm’ın hâkimiyetini arıyorum; başta benim vatanımda, Anadolu’da olmak üzere; bu yolda benim ideolojim diyebildiğim için “İbda”! Bütün bunları topladığımda “varoluş sebebim” gibi “İbda”! Beni hayata bağlayan, beni umutlandıran, hayallerimi zenginleştiren, zamanda ileri ve geri hareketlenmeme yol açabilen, beni divâne eden, daha doğrusu divâneliğimi sağlam bir zemine oturtan, kalıba döken ve yeşerten bir mektebim olduğu için “İbda”! Yani büyük hedefleri olan bir insan olarak, o vehim atını yelelerinden yakalamaya çalışan bir adam olarak yine ve tekrar “İbda”! Benim aynam; önümde, ardımda, beni bütün yönlerden bana gösteren sonsuz aynalarım “İbda”!..
[ herşeyin soyunmaya başladığı tan ağartılarının arefesinde yeraltları / alnının ortasında parlayan bir zehirli safirle gelenin önünde eğilecek / ağzı salyalı dehşet müteahhitleri / üzengiler böğrünü deşmede zifir atlarının / gece ziyasında / hamr ile karışık haller esiyor fethedilmemiş sokak aralarında / sürreel avcı kuşlar / nereden geleceği belirsiz darbelere bilenmedeler / hayızlı kadınların tedirginliği var / hamile ejderlerin kuyruksokumlarında / saika yakındır / göklerden taşların yağması dahî yakındır ve / fjörd kunduzlarının şaşkınlık vakitleri / gizemli bir mesaj yollar sansarlara / destansı bir kırmızı cücenin kollarında ruhunu teslim eder / kara yağız bir palikarya / konu bütünlüğü kalmaz beyitlerde artık / buradan ötede anlamını yitirir karar ehli / ve ulemâ örse dokunur / haram ve taze etlerin pazara çıktığı bir fırsat mesafesinde / azap bir alev topu gibi aydınlatır yılların açlarını / alatav bir toprağa düşer yansısı kanlı divânelerin / azgın yaban köpekleri üşüşür leşin başına / üşüştüğü gibi lolitaların göğüs uçlarına kart zamparaların / herşey birbirine karışır / ve perde lacivert bir lekeyle iner / çalı dikenlerinin üzerine / göze çarpan “Wreath of Chivalry”dir yalnızca -Yevmiye Defteri’nden-]
- Doktorum, üç beş cümlelik bir boş yerimiz kalmış kasette... Aklıma şimdi geldi, ama şiir üzerine konuşacak kadar yer yok... Şiir ve şiirlerin üzerine konuşmak isterdim aslında... - İsabet olmuş; şiir, benim en çok cahili olduğum şey Saka! Yazdıklarım... - Bu seçim sonuçları için ne diyorsun Doktorum kısaca? - Bu son seçimlerin neticesi ve dünya konjonktürü bana şunu gösteriyor: Bu şey vardır, otobanlarda tabelalar... İşte “Çorlu’dan önce son çıkış!”, “bilmem nerden önce son çıkış!”... Ben biraz böyle görüyorum... Nihâi süreçten önce diyebiliriz, zaferden önce diyebiliriz veya başka bir ad da koyabiliriz; bu nihâî şeyden önce “son çıkış” olarak adlandırıyorum 3 Kasım’ı... |