A. Şilan
“Muhammed kızlarından
Fatma’yı Ali’ye, Ümmü Gülsüm’ü de Osman’a veriyor. Demek ki Ali
ile Osman bacanak oluyor. Muhammet, Ali ile Osman’ın kayınbabası
oluyor. Ömer Kızı Hafsa’yı Muhammet’e veriyor. Yani Ömer,
Muhammet’in kayınbabası oluyor. Muhammet torunu, Ali’nin kızı
Ümmü Gülsüm’ü Ömer’e veriyor. Yani Ali Ömer’in kayınbabası,
Fatma da kaynanasıdır. Ömer’in boşadığı Atike’yi Muhammet’in
torunu Hüseyin alıyor. Ne kadar karışık ilişkiler yumağı değil
mi? Kimin kimse nasıl akraba olduğu belli değil…”
“Aleviler” sözcüğünü tırnak içinde yazmamın nedenini önceki
yazılarımı okuyanlar bilecektir. Öncelikle bu sözcüğün anlamı “Ali’nin
soyundan” gelenler demektir. Bu sözcük; daha sonra da İslam
toplumunun tarihsel süreçte yaşadığı kamplaşmada, Ali’nin ve
Ehl-i Beyt’in tarafını tutan ve aynı zamanda onların yolunu;
yani İslam’ı sürdürenlere ad olarak verilmiş ve yer yer Şia ile
birlikte ve eş anlamda kullanılmıştır. Günümüzde de Necef,
Kerbela ve Kum kaynaklı Şia İslam ekolüne mensup olanlara bu ad
pekâlâ verilebilir. Çünkü, Ali'nin zaten Muhammet'ten ve diğer
halifelerden farklı olmayan Müslümanlık anlayışı ve uygulaması
bugün Şiiler tarafından yaşatılıyor. Bir de bazı güney
illerimizde ve Suriye’de yaşayan; Muhammed bin Nusayr’in
sistemleştirdiği Ali yanlısı bir İslami ekolü benimseyip
uygulayan Nusayri Alawi”ler var ki bunları da aynı kategoriye
dahil etmek yanlış olmaz. Bu kategoriye eklenecek başka gruplar
da vardır.
Oysa ülkemizde, “Aleviler” adıyla anılan, ancak yukarıda
yaptığımız tanımın tamamen dışında kalan, sayıları 20-25 milyon
dolayında tahmin edilen toplum ise en fazla 200 yıldır bu adla
anılmaktadır. Gerçekte bu toplumun, günümüzde de canlı biçimde
yaşattıkları inanç unsurları ve ritüelleri, her ne kadar
Şiî-İslami motifler taşısa da tamamen kendi kadim yollarına
aittir ve İslam’la ya da aşırı sevdikleri Ehli Beyt’in din
anlayışıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Günümüzde daha çok
“Alevî-Bektaşî” diye adlandırılan bu toplum, “daha dün”
denilebilecek bir tarihte; 16. yüzyılda, Osmanlı’nın ağır siyasi
ve mali baskılarına karşı bir kurtarıcı olarak görüp ölümüne
yandaş oldukları Safeviler’in propagandası sonucu, sanal
biçimde, gerçekte dahil olmadığı İslam tarihi içinde kendisini
konumlandırmış. İslam dünyasındaki iki ana güç odağından biri ve
muhalefette olan Ehli Beyt’in yanında yer almış. Safevi yanlısı
oluşla birlikte, onları ifade eden “Kızılbaş” sıfatı bu topluma
da verilmiş, daha sonra Osmanlı’nın propagandasıyla bu sözcüğe
pejöratif anlamlar yüklenmiş. İttihat ve Terakki, bu toplum
üzerinde çalışmalar yaptırmış, raporlar yazdırmış.
Araştırmacılar, incelemeleri sonucunda bu topluluğa “Köy
Bektaşileri” ve “Aleviler” gibi sıfatları uygun görmüş. Çeşitli
bölgesel adlar yanında, kendilerine (özellikle Orta Anadolu’da)
daha çok “Erenler” diyen bu toplum, Ali’nin hakiki yolunu
sürdüren topluluklar için zaten kullanılan “Alevilik” adını son
dönemde benimsemekte tereddüt etmemiş.
“Alevilik” aidiyatının benimsenmesinde; bu toplumun
Safeviler’le; özellikle de uğruna öldükleri, isyanlar
çıkardıkları, kendisine devlet kurdukları ve en çok
etkilendikleri Safevî Şahı İsmail’le özdeşleştirdikleri Ehli
Beyt'e yönelik aşırı sevgi ve bağlılıklarının oluşması etkili
olmuş. Ancak bu aidiyat, "tarafında olma" anlamında siyasi bir
bazda gelişmiş. O yüzden bu adın alınması, inançsal açıdan Ehli
Beyt’in yolunu sürdürme anlamına gelmiyor. Zaten bu toplum, Şiî
Safevileri desteklerken, onun karşısındaki Sünni Osmanlı’yı da
Emeviler’le özdeşleştirmiş, böylece bu halkın gözünde
Sünni=Yezit olmuş, bir anlam kayması yaşanmış. "Şah = Ali;
Osmanlı = Yezit" şeklinde bir algılama oluşmuş.
Hamâsi ve efsanevî bir Şah-ı Merdan Ali kültü oluşturulmuş, o
dönemin yaşayan Alisi olarak da Şah İsmail (Hatayi) lanse
edilmiş. Hatayi, kendisinin Ali’nin enkarnesi olduğunu iddia
ediyordu. Ali’yi Safeviler’den öğrenen bu toplum, O’nu cem
yapan, semah dönen, Muhammed’le müsahip olup kuşak bağlayan,
engür (üzüm) suyu içen biri olarak oluşturdu muhayyilesinde.
İran’daki Aliillahi Ehli Haklar gibi Alevi-Bektaşilik’te de (pek
açık söylenmese de) Ali’nin Tanrı’nın bedenlenmiş hali olduğuna
inanılır. (tecessüd) Tanrı, Ali’nin bedeninde dünyaya
gelmiştir.(Hulul) Bu tür inançların, Allah’tan başkasına Tanrı
denmesini şiddetle yasaklayan İslam’la bağdaşması mümkün
değildir. İslam, böyle düşünenlerin "şirk" koştuğu gerekçesiyle,
öldürülmesini emreder(1)
Ne ki Safevîler, başarılı bir “toplum mühendisliği” çalışmasıyla
bu toplumun kendi kadim yolunu bozup, bu insanlara Şiî İslamî
bir kimliği siyasal bazda da olsa benimsetirken, İslam’ın
teolojisini olduğu gibi tarihini de doğru öğretmemişler.
İşlerine geleni anlatıp, gelmeyeni saklamışlar.
Bu “yol”un “teoloji çerçevesi”, tarihsel kökeni, kaynakları ile
İslam’dan ayrı olduğunu ve bağdaşmadığını, bu toplumun 16.
yüzyılda yaşadığı ve belleğini dumura uğratan, mantığını
şaşırtan “Safevî travması”nı önceki yazılarımda anlatmıştım. (2)
O yüzden, “Aleviler”ce bilinip bilinmediğini soracağım konu,
daha çok İslam’ın peygamberi ve önde gelenlerinin yaşam
tarzları, akrabalık ilişkileri. Özellikle de adeta Tanrı kabul
edilerek yüceltilen Ali ile O’nun düşmanı sayılan, hakkını gasp
ettiği gerekçesiyle kin beslenen önceki üç halife arasındaki…
Sorumuzun muhatabı da tabiî ki kadim yollarının özünü unutup,
kendilerini İslam’ın bir kolu, dalı, mezhebi, hatta “özü” sayan,
mesnetsiz biçimde, Ali’nin Ebu Bekir, Ömer ve Osman’dan,
dolayısıyla bugünkünden farklı bir İslam anlayışı olduğunu sanan
Alevî-Bektaşî toplumudur. Konuyu anlamak için bu kişilerin
sadece akrabalık ilişkilerine bakmak bile yeterlidir.
Bu konuda, Sünnî ya da Şiî birçok İslam kaynağında yer alan
bilgileri, değerli Araştırmacı Yazar Ünsal Öztürk’ün, önemli bir
çalışma olan “Alevilerin Büyük Sırrı” adlı kitabından
aktarıyorum:
“Muhammed kızlarından Fatma’yı Ali’ye, Ümmü Gülsüm’ü de Osman’a
veriyor. Demek ki Ali ile Osman bacanak oluyor. Muhammet, Ali
ile Ozman’ın kayınbabası oluyor. Ömer Kızı Hafsa’yı Muhammet’e
veriyor. Yani Ömer, Muhammet’in kayınbabası oluyor. Muhammet
torunu, Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ü Ömer’e veriyor. Yani Ali
Ömer’in kayınbabası, Fatma da kaynanasıdır. Ömer’in boşadığı
Atike’yi Muhammet’in torunu Hüseyin alıyor. Ne kadar karışık
ilişkiler yumağı değil mi? Kimin kimse nasıl akraba olduğu belli
değil…
Kendilerine ‘Alevi Müslüman’ diyenler ne Osman’a, Ömer’e, Ebu
Bekir’e ne kadar kızarlarsa kızsınlar, bu insanların kendi
aralarındaki ilişkiler problemsizdir. Örneğin Peygamber
Muhammet, Osman’a iki kızını vermiştir. İlk kızı Rukayye aslında
Ebu Leheb’in ikinci oğlu Uteybe ile nişanlıdır. İslamiyet
geldiğinde Ebu Leheb iman etmedi ve oğluna Mahmmet’in kızını
boşamasını söyledi. Uteybe rukayye’yi boşadı. Rukayye daha sonra
Osman’a verildi. Bedir savaşından sonra Rukayye ölünde, Muhammed
diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikahladı. Bu yüzden Osman’a
‘iki nur sahibi’ anlamına gelen ‘Zinnureyn’ denilmektedir. Bu
bilgi İslam kaynaklarının tamamında vardır…..Muhammet de O’nu
(Zeyd) kölelikten azat etmiş, oğul olarak kabul etmiş, kendi
halasının kızı Zeynep’le evlendirmiş. Daha sonra da Zeynep’le
kendisi evlenmişti…”(2)
O halde;
. Muhammet, Ali’nin de Osman’ın da kayınbabası.
.Ali ile Osman bacanak.
.Muhammed Ömer’in eniştesi, Ömer Muhammet’in kayınbabası
(kızı Hafsa’dan dolayı)
.Ömer, Ali’nin damadı, Ali Ömer’in kayınbabası. (Kızı Ümmü
Gülsüm’den dolayı)
.Ali, kendi kayınbabası Muhammed’in kayınbabası olan Ömer’in
kayınbabası…
Evet, gerçekten de “Ne kadar karışık ilişkiler yumağı” değil
mi? İçinden çıkılacak gibi değil.
Daha, Muhammet’in biri Ebu Bekir’in 9 yaşındaki kızı Aişe olmak
üzere toplam 10, Ali’nin de yaklaşık o kadar (Fatıma’nın
ölümünden sonra) eş aldığını, özellikle İkinci İmam Hasan’ın,
sürekli eşlerini boşayarak, aynı anda dörtten fazlasıyla nikahlı
olmamak koşuluyla toplam 250 eş aldığı, bu yüzden kendisine
“Boşayan” sıfatı verildiğini de söylemedik.
“Eeee… ne olmuş yani, bundan ne çıkar?” diyenler çıkabilir.
Bunlardan iki önemli sonuç çıkıyor.
Birincisi şu: Hadi, Kuran’ın değiştirildiği, İslam’ın daha sonra
Ehli Beyt’den iktidarı gasp eden Emevilerce bozulduğu, “gerçek”
İslamı “Aleviler”in yaşattığı gibi akla mantığa sığmayan
iddiaları bir kenara bırakalım. Yukarıdaki karmaşık akrabalık
ilişkilerinin oluşturduğu tablo, bugüne kadar tek eşliliği,
namus ve vicdanı elden bırakmamış, eline-diline-beline sahip
olmayı ilke edinmiş, kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirmiş bu
toplumun, kadını bir “mal” olarak gören bu kişilerle inançsal,
tarihsel, sosyal ya da kültürel hiçbir bağı olamayacağını
gösteriyor. Erenler toplumu, bu tablodaki kişilere mensup,
onların yolunu sürdürüyor olamaz.
Buradan çıkan ikinci sonuç da şu: “Aleviler”in yolundan
gittiklerini sandıkları Ali’nin son derece sıkı ve girift
akrabalık ilişkileri bulunan diğer üç halifeyle, inanç yapısı,
dini anlama ve uygulama konularında hiçbir ihtilafı yoktur,
olamaz. Ali’nin, kendinden önceki halifelere Kuran, sünnet,
fıkıh konularında danışmanlık yaptığı, ayrıca bugün bile
“Aleviler”i derinden yaralayan Kerbela’da ölen onbir oğlu içinde
Ömer, Osman, Bekir adlarını taşıyanların olduğunu da hatırlatmak
gerekir. Ali’nin din anlayışı, bugün Necef, Kum, Kerbela
merkezli olarak sürüyor. Diğer İslam coğrafyasında yaşanan din
de küçük ayrıntılar dışında bundan farklı değil.
Evet sormak lazım: Aleviler bunları biliyor mu? Ali ile
ilgilerinin olmadığını biliyorlar mı?
Ali’yi Tanrı yerine koyan insanlar, zahmet edip Nehc’ül Belaga
adlı kitapta yer alan O’nun tamamen İslam şeriatını öğütleyen
hutbelerini bir kez olsun okumaz mı?
Peki, Erenler’in kadim yolunun kaynağını Arap çöllerinde arayan,
denizi ırmağa akıtmaya çalışan, Müslümanlığı kimselere
bırakmayan, Diyanet’te temsil, bütçeden pay isteyen “Alevi-İslam”
teorisyenleri bunları bilmiyor mu?
Naki BAKIR
naki.bakir@ttnet.net.trBu posta adresi spam botlara karşı
korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır
1- Bakara Suresi, 191. ayet
2- www.alevionline.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1165&Itemid=52
3-Ünsal Öztürk, “Damlanın İçindeki Gerçek-Alevilerin Büyük Sırrı”,
Yurt-Kitap Yayınları, Ankara, 2005, s. 227-228
Türkçe |