Alevilik Müslümanligin disindadir

 
İçindekiler

Alevilik nedir?

Dedelik


Cem

Alevi teorisi Pratigi

 
 

 
ALEVİ AYAKLANMALARI İLE ŞEYH BEDREDDİN AYAKLANMASI ARASINDAKİ İLİŞKİ VE TOMAS MÜNZER

İslam’ın ortaya çıkması ve yayılmasıyla birlikte Sünni-İslam’ı benimseyen imparatorluklarda Sünnilik ve idealizm tarihsel kültürel egemen sınıfların resmi ideolojisi olmuştur. Bu egemen sınıf ve zümrelerin ideolojisine karşı da ezilen sınıfların ideolojisi her coğrafyada farklı isimler almıştır. Egemen söylemle tarihsel ve kültürel egemen-sınıflar ile tarihsel kültürel ezilen sınıf ve tabakaların mücadelesi “Ortodoks ve Heteredoks Mezhep” görüntüsü altında iki farklı kutup da meydana gelmiştir.
Sünni-İslam da güçlü ve hâkim olan iki inanç okulu vardı. Bunlardan ilki Meşaiyye İkincisi ise Eş’ariyyedir. Bunlar ehlisünnetti. Diğerleri ise ehlisünnet sayılmayan Alevi inanç, felsefe ve siyasi okullarından Mutezile, Dehrriyye, Vahdet-i vücut ve Vahdet- Mevcut’çular vardı. Şeyh Bedreddin ise Dehrriyye felsefe koluna bağlıydı.
Meşaiyye felsefe okulu felsefeyle dini uzlaştırmak için uğraşmışlardı. Eş’ariyye ise her şeyden önce imanı temel almıştı. İmam Gazali kurmuştu. Gazalinin bu anlayışı İslam dinini benimseyen imparatorluklarda hâkim görüş haline gelmesiyle birlikte ezilenlere yönelik baskı ve şiddet daha da yoğunlaşmıştır. Özellikle on ikinci yüzyıldan itibaren doğa felsefesine dayanan akılcı bilim adamları batıya göç etmeye başlamışlardır. Akılcı felsefecilerin Batıya yönelmesinden dolayı Batı bu hareketten etkilenmiştir.
Özellikle Aleviliğe dayanan ayaklanmaların birçoğu imparatorluk sınırları içinde meydana gelmiştir. Ayaklanmalar zaman zaman bu sınırları da aşmıştır. Bu ayaklanmalardan başlıcaları Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Baba Zünnun, Şah Kulu ve Kalender Çelebidir. On beşinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun siyasal iktidarına karşı Şeyh Bedrettin öncülüğünde bir ayaklanma olmuştur. Bu ayaklanmadan yüz yıl sonra Avrupa da, on altıncı yüzyılda, Thomas Münzer önderliğinde bir ayaklanma örgütlenmiştir.
Bu iki ayaklanma arasındaki benzerlik ve farklılıkları anlamamız için Büyük ve Anadolu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğunun devlet yöneticilerinin sınıfsal durumu ve tarihsel kültürel egemen sınıf ve tabakaların ideolojisini ortaya koymamız gerekmektedir. Diğer yandan tarihsel kültürel ezilen sınıf ve tabakaların ideolojisini ortaya koymamız gerekmektedir. Aynı zamanda bu imparatorlukların dünyadaki diğer imparatorluklarla ekonomik ve siyasal ilişkilerini incelememiz gerekmektedir.
İslam’ın ilk ortaya çıkmasıyla birlikte Türkler İslamiyet’i reddederek Arap-İslam ordularına karşı uzun bir dönem savaşmışlardır. Daha sonra Sünni-Arap ve Türk Aristokrat kesimleri arasında çıkar birliğine dayalı olarak yürütülen ekonomik ilişkilere bağlı olarak Türk-Aristokratları Sünniliği benimsemişlerdir. Fakat halk Sünniliği benimsememişti. Bu Sünnileştirme süreci ise kurulan devletler kanalıyla yürütülmüştür.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’i Sünniliğin yayılmasında büyük gayret sarf ettiği için Abbasi halifesi,”yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine teşekkür ederek, onu doğunun ve batının hükümdarı” olarak ilan etti. Bu durum Büyük Selçuklu Devletinin askeri yönetici kadroları ve eğmen sınıfları ile Arap egemen sınıfları ve yönetici kadroları arasındaki sınıf işbirliğinin ne düzeyde olduğunu göstermektedir. Büyük Selçuklu devletinde toplumsal farklılaşmalar vardı. Devlet toprakları içinde ve dışında var olan halklara ve kendi halkına karşı kan kusturmuşlardır. Hatta bu sınıfsal çıkarlar o kadar ileri düzeye götürülmüştü ki kendi değerlerini inkâr edip Arap egemen sınıfları adına Sünni-İslam’ı içerde ve dışarıda yaymak için sömürgeci baskı ve sömürü yöntemleri kullanılıyordu. Hatta “Türkçe konuşmak aydınlar için yakışık almazdı.” Diyecek kadar hem kendi kendilerine hem de halka yabancılaşarak toplumsal inkâra kadar vardırılmıştı.
Anadolu Selçuklu İmparatorluğu döneminde ise sınıfsal farklılaşma daha da büyümüş ve kesinleşmişti. Bu dönemde Anadolu Selçuklu devleti klasik Arap-İslam devletinin gulam (köle) sistemini halka dayatmıştır. Bu dönemde Baba İshak halkı örgütlemek için uğraşıyordu. Ayaklanma için uygun bir zamanı bekliyordu.
“Baba İshak, Türkmenler'e uğradıkları haksızlıkları anlatıyor, buna karşılık Selçuk Devleti ileri gelenleri ile zenginlerinin ahlâk kurallarından ne denli uzaklaştıklarını gözler önüne se¬riyor, kendilerinin de, bütün insanların da eşit haklara sahip oldukları hal¬de, bu azınlık tarafından haklarının gasp edilmiş olduğunu bildiriyordu. Baba İshak, Selçuklu Devleti'nin yıkılacağını, yerine bu haksızlıkları giderecek ye¬ni bir düzen kurulacağını Türkler'e vaat ediyordu. (12) Ne var ki, bu düzenin gerçekleşmesini sağlamak için bir ihtilâl yapılması gerekiyordu, bunun için de Türkmenler onun işaretini beklemeliydiler. Bu fikirlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak Baba İshak, Türkmenler dışında kalan öteki etnik ve dinsel gruplara da çağrıda bulunuyordu.
Baba İshak, beklenen işaretini verince, alevlenmek için yalnızca bir kı¬vılcım bekleyen Türkmenler, 50.000 kişilik bir kuvvet olarak toplandılar ve 3 Ağustos 1239'da Babaîlik, sözden eyleme geçti. Baba İshak'ın çağrısı üzerine Anadolu halkı «... karınca ve çekirgeler gibi hemen ayaklanmış, sözleştikleri gün ve saatte isyan bayrağını kaldırmışlardır.» (13) Türkmenlerden başka bu eyleme «... her ulustan katışanlar vardı. Din, ulus ayırt etmeksizin sürüler bir yere geldiler.» (14) Türkmenler mallarını satıp, bunların parası ile silâhlanmışlardı. (15) Türkmenler, gene çocukları ve kadınları ile birlikte bulunu yorlardı.”
Babailer Sümeyat, Kâhta ve Adıyaman’ı ele geçirdiler. Malatya Subaşı’sı Muzafereddin Ali-şir, Babailer üzerine yürüdü fakat yenildi. Subaşı Malatya da yeniden Sünni-Kürt ve Germiyanları’ı silahlandırdı, fakat yeniden bozguna uğradılar. Eylem başarı kazandıkça, Babailere katılanlar çoğalıyordu. Halk, Tokat ve Amasya'ya doğru ilerlediler. Keyhüsrev başkenti bırakıp kaçarak bir adaya sığındı. Bu sırada Baba İshak, Amasya'¬da bulunuyordu. Ancak Keyhüsrev'in Amasya Subaşılığı ile görevlendirdiği Mübarizeddin Armağan-Şah, Babailerden önce Amasya'ya ulaştı ve Baba İshak'ı kale burcuna astı. Baba İshak’ın öldürülmesi Babailer'i durduramadı ve Armağan-Şah ile savaşa girişerek Selçuklu ordusunu bozup Armağan-Şah'ı öldürdüler. Artık Babaîler Konya'ya doğru ilerliyorlardı. Keyhüsrev bütün Selçuklu kuvvetlerini bir araya getirdi ve 60.000 kişiyi bulan bu ordunun ko¬mutanlığını Necmeddin Behramşah'a verdi. Behramşah, önce Selçuklu ordu¬sunda bulunan Hıristiyan askerleri Babailer üzerine gönderdi. Babailer ile son olarak yapılan savaşta Frank askerlerinin öncülüğü ve yardımı ile Sel¬çuk ordusu, önce Babailerden 4.000 kişiyi kılıçtan geçirdikten sonra onları imha etti. Babai erleri erenleri öldürüldü. Genç yaşlı hiç kimseye aman verilmedi. Keyhüsrev, Halkı öldürüp imha et¬tikleri için Frank askerlerine 300.000 florin altın vererek onları mükâfatlandırdı.
Baba İshak öldürüldüğü halde, her dilden ve her dinden ezilen insanların yer aldığı bu ayaklanmada yer alan, Alevilerin dağılmayarak ilerlemeleri ve Baba İshak’ın ölümüne karşın zaferler kazanmaları bu eylemin tarihsel kültürel ezilen sınıf bilincine dayanması ve örgütlü olmasıdır.
Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde ise Osmanlı yönetim kadrosu Türk-Sünni, Slav ve Rum aristokratlarıydı. Osmanlı Devleti, önce belirli bir ekonomik bütünlük gösteren Marmara bölgesinde kurulmaya başlamıştı.
“Osmanlı Devleti, önce belirli bir ekonomik bütünlük gösteren Marmara bölgesinde kurulmaya başlamış, bu kuruluş Rumeli'de devam etmiş ve ekonomik çıkarları aynı yönde olan aristokratik tabaka Osmanlı Devletinin egemen kadrolarında yer almıştır. Bu durumu ile, kurulan bu yeni devlet, Vasiliev'in deyisiyle bir «Greko-Slavo-Türk» devleti niteliğini kazanmıştır. (76) Bu niteliğin oluşumunu din, dil ve ulus ayrılıkları hiçbir yönde engelleyeme¬miştir. Ne var ki, bu gelişime karşılık, Türk unsuru Osmanlı İmparatorluğu içinde bir azınlık durumuna düşmeye başlamıştır. (77")
Bu kuruluş Rumeli de devem etmiş ve ekonomik çıkarları aynı olan aristokratik tabaka Osmanlı Devletinin egemen kadrolarında yer almıştır. Osmanlı “Grek-Slav-Türk” devleti niteliği kazanmıştır. Osmanlı Ordusu Timur karşısında bozguna uğrayınca Ankara bozgunundan sonra iki kardeş arasında, Musa Çelebi ile Mehmet Çelebi, iktidar mücadelesi başladı. Osmanlı devleti aristokratları Meşru Padişah olan Mustafa Çelebiyi bırakarak Mehmet Çelebinin yanına geçti. Öyle ki, Bizans imparatoru, Musa Çelebiye karşı Mehmet Çelebiyi yardıma çağırmış, Mehmet Çelebide İmparatorun bu çağrısını hemen kabul ederek İstanbul’a gelmiş ve Bizanslılarla eğlence ile geçirilen üç günün sonunda, yanına bir Bizans birliğini de alarak Çelebi üzerine gitmişse de İnceyiz de yenik düşmüş ve Anadolu’ya geri dönmüştür.
Mehmet Çelebi Dulkadiroğlu ve Sırp Kralından yardım sağladıktan sonra Rumeli’ye geçti. Böylelikle Mehmet Çelebi'nin ordusu, Sırp kralının, Bizans İmparatorluğu'nun ve Osmanlı aristokratlarının katılması ile son derece güçlenmiş bulu¬nuyordu. Bu bir krallar, imparatorlar ve beyler ordusuydu. Bu..ordu,"Musa Çelebi'yi en sonunda yenilgiye uğrattı ve savaşın sonunda Musa öldürüldü.
Nitekim Musa Çelebinin bayrağı altında toplananlar beylerinin baskılarından bunalmış bulunan gerek Müslüman gerek "Hıristiyan yoksul köylü ve halk kitleleridir. Bu niteliği ile Musa Çelebi'nin mücadelesi, bir halk hareketi olarak belirmekte ve ona karşı gerçekleştirilen ”kutsal ittifakın”, Musa Çelebi'nin mücadelesinin bu çevreler için toplumsal bir tehlike oluşturduğunu göstermektedir. Nitekim Musa Çelebi'nin Şeyh Bedreddin'i kazaskerliğe getirmesi bir rastlantı olmadığı gibi, devletin nimetlerinden halktan olan kişileri yarar¬landırması da, onun toplumsal tutumunu belirlemektedir.
Bu başarısızlığının nedeni Musa Çelebinin karşısına çıkan askeri gücün büyüklüğüdür. İkinci olarak Musa Çelebi’nin Rumeli de bulunması Anadolu’dan gereğince yardım alamaması demek olmuştur. Şeyh Bedreddin Musa Çelebi'yi etkileye¬rek toplumsal bir devrime yol açmak ve bunu kansız bir biçimde gerçekleş¬tirmek istemiştir. Bu nedenle, Musa Celebi'nin yenilgisinden sonraki mü¬cadeleleri, bunlar Mehmet Celebi'nin iktidara tek başına sahip olduğu döneme rastlasa da, öncekilerin bir devamı olarak düşünmek gerekir.
Bu amaçla Mehmet Çelebi, Saruhan valisi Süleyman Beye, asker topla¬yarak Aydın yöresinde bulunan Şeyh Bedreddin'in müridi Börklüce Mustafa üzerine gitmesini buyurdu. Bunun üzerine Börklüce Mustafa Şeyh'e inanan¬lardan 6.000 kişilik bir güç topladı. Kendilerini savunmak durumunda kalan Mustafa ve yanındakiler, Stilarion dağı geçitlerini tuttular ve bu geçitlerde Süleyman Bey ve ordusunu yenilgiye uğratarak öldürdüler. Bu kez, Mehmet Çelebi, Saruhan ve Aydın'a vali olarak atanmış olan Ali Beye aynı görevi verdi ise de gene aynı yerde bu ordu da yenildi ve Ali Bey az bir kuvvetle Manisa'ya zorlukla kaçabildi. Bunun üzerine Mehmet Çelebi, henüz bir çocuk olan ve Amasya valisi olarak bulunan oğlu Murat’ın komutasına bütün Ana¬dolu ve Rumeli askerini vererek bu orduyu Börklüce Mustafa üzerine gönder¬di. Ancak gerçekte orduyu Vezir-i Azam Bayezid Paşa yönetiyordu. Bu ordu «... Yolda rast geldiği ihtiyar ve çocukları, erkek ve kadınları, yaş ve cins far¬kı gözetmeksizin, merhametsizce kılıçtan geçiriyordu.» Murat’ın ve Baye¬zid Paşa'nın yönetimindeki bu ordu, Börklüce Mustafa'yı yendi, birçoğunu öl¬dürdü. Börklüce ile bazıları da tutsak edilerek Efes'e götürüldü. Burada Börk¬lüce Mustafa'ya birçok işkenceler yapılarak inancından dönmesi istendi ise de, o sonuna kadar dayandı, inancının doğruluğunu savundu. Bunun üzerine önce asılarak idam edildi, sonra da cesedi çivilerle çarmıha gerildi, kentin içinde böylece dolaştırıldı Börklüce Mustafa öldürülmeden önce, müridleri onun" önünde idam ediliyorlardı. Bunlar ölürken yalnızca «Dede Sultan eriş» dediler ve inançlarından dönmediler.
Bu başarıdan sonra Osmanlı ordusu Şeyh Bedreddin'in öteki müridi olan ve Manisa yöresinde bulunan Torlak Kemal üzerine yürüdü. Yapılan zorlu bir savaş sonucunda Torlak Kemal'in adamlarından çoğu öldürüldü ve Torlak Kemal de Manisa da asıldı. (1417)
Olaylar patlak verdiği sırada ise Şeyh Bedreddin İznik’ten gitmiştir. Şeyh Bedreddin, önce İsfendiyaroğlu'nun yanına gitmiş, ondan gördüğü yar¬dımla da Eflâk'a geçmiştir. Eflâk Beyinin de kendisine yardımcı olması üze¬rine güçlenmeğe başlayan Şeyh Bedreddin, Mehmet Çelebi'nin ordusu ila bir¬likte yaklaştığı haberini alınca Alevilerin çoğunlukta bulunduğu Deliorman bölgesine geçti. Ancak burada bir baskın sonucunda yakalanan Bedreddin, yargı¬lanmak üzere Serez'e getirildi. Alınan fetva üzerine Şeyh Bedreddin 1420’de Çarşı içinde çıplak olarak asıldı. Uzunca bir süre asılı duran şeyhlerinin cese¬dini müridleri daha sonra indirerek gömdüler.
Şeyh "Bedreddin, bir halk adamı idi. Onun için «Başına avâm-ı nâs’dan bir¬çok kimse toplandı.» Ve gene aynı nedenle halk arasında «Ben de hâlümce Bedreddinem» sözü, bir ata sözü olarak günümüze değin geldi.
Osmanlı imparatorluğunun gelişme döneminde ise Davutoğlu, Şah Kulu, Nur Ali Halife, Şeyh Celal, Baba Zünnun ve Kalender Çelebi ayaklanmaları olmuştur. Baba Zünnun en geniş çaplı bir ayaklanma olarak tarihte yerini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun bu gelişme döneminde ise Sünni-Arap ve Sünni-Osmanlı tarihsel kültürel egemen sınıfları ile Hıristiyan tarihsel kültürel egemen çevrelerinin çıkarları birleştirilmiştir. Balkanlarda soylu Hıristiyanlar ve “askeri zümreler”, “Hıristiyan tımarları” olarak Osmanlı Devleti içinde tımar sahibi yapılmıştır. Devlet egemen çevreleri belirli bir tarihsel zorunluluktan doğmuş bu düzeni, kişisel mülkiyete çevirmeleri “vakıflaştırma yoluyla” yapılmıştır. Aynı zamanda kamu toprakları “arz-ı memleket” asker ve bürokratların görevleri bittikten sonra çoğu zaman bu topraklar özel kişilere devrediliyordu. Yani kendilerine ve çocuklarına kalmak üzere malik hane biçiminde veriliyordu. Bu yolla geniş topraklara sahip olanlar genellikle asker ve sivil devlet görevlileriydi. Bu gelişim sonucunda zengin bir toprak ağası sınıfı ile bu sınıf namına çalışan köylüler kaşı karşıya gelmişlerdir. Diğer yandan Asker ve sivil devlet görevlileri ticaret alanında kendilerini göstermişlerdir. Bunlar ellerinde birikmiş paralarını faize, sermayelerini mübadeleye ve köylülere borç vererek köylülerin tarlalarını ucuza kapatıyorlardı. Bu sınıflar tacirleşmişti. Aynı zamanda Venedik’te bulunan ”Fondac Dei Turchi” kuruluş ticaret amacıyla Venedik’e gelmiş olan Türk tacirlerinin kaldıkları ve mallarını depoladıkları yerdi. Burada Osmanlı tacirlerinin, önemli bir ticaret merkezi olan Venedik’te yüzyıllarca “bir koloni olarak yaşadıklarını” kanıtlamaktadır. Buna bağlı olarak Venedik ile yapılan anlaşmalar vardır(17 Ekim 1513). Diğer yandan İngilizlerle yapılan ticaret anlaşmaları ilk kez 1553 yılında başlamıştır. Bazı ülkelerle ticari ilişkiler daha eskilere kadar uzanmaktadır. Aynı zamanda yine yabancılardan Portekizli Joseph Nassi’nin Eğe adalarında 10 adet Şarap baçının İltizam’ı vardı. Osmanlı devletinin yönetici çevreleri Anadolu topraklarını sömürge olarak görüp değerlendirdikleri için Alevi ayaklanmalarının Osmanlı Sünni-İslam devletinin kurulması çabalarını engelleyeceğini kavramışlardı. Alevi ayaklanmalarıyla Anadolu “Türk”-Sünni, Slav ve Rum egemen sınıflarının kontrolünden çıkacağını anlamışlardı. Bu durumu Osmanlı Devlet yöneticileri anlamışlardı. Yavuz Sultan Selim Abbasi halifesinden halifeliğini kılıç zoruyla alarak var gücüyle Anadolu halkı üzerine saldırmıştır. Bu sömürgecilik katmerleşerek devam etmiştir.Alevilere yönelik en fazla kıyım ve zülüm bu dönemde olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu döneminden önce gerçekleşmiş Alevi ayaklanmaları ile Osmanlı İmparatorlu dönemi içinde gerçekleşmiş alevi ayaklanmalarının temel felsefesi ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak bir birine çok benzemektedir. Felsefi kökleri ise aynıdır. Biz Şeyh Bedreddin ayaklanmasını örnek alarak Şeyh Bedreddin ile Avrupa ki Thomas Münzer ayaklanması arasındaki benzerlik ve farklılıkları üzerinde duracağız. Benzerliklerden biri ayaklanmanın egemen sınıfların siyasal iktidara yönelik olması ve ezilen sınıfların siyasal iktidarını hedeflemesiydi. Farklılıklardan biri ise Şeyh Bedrettin savunduğu felsefenin Thomas Münzer’in savunduğu felsefeden ileri olmasıydı. Çünkü Şeyh Bedrettin doğa felsefesini temel alıyordu. Bedreddin gerçeği halka açıklarken gizemciliği sadece bir yöntem olarak düşünüyordu. Açıkçası gizliliği temel alıyordu. Gizlilikte temel kurallar ile sınırlıydı. Thomas Münzer de ise mistik inanç vardı. Ellerindeki programı gerçekleştirmek için Münzer sadece Almanya’ya değil, Hıristiyanlık dünyasının tümünde seslenmeye çalışıyordu. Oysa Alevilik ırk, milliyet, milliyetçilik, din ve mezhep ayrımını ortadan kaldırarak tüm insanlığı bileştirmeyi temel alıyordu. Alevilik egemen tarihsel-kültürel sınıfsal ve egemen-ulusallığa dayanan sömürü toplum biçimlerine karşı çıkışın felsefi-sınıfsal bir temelini oluşturuyordu. Alevilik tarihsel-egemen sınıflı politik güçler tarafından giydirilmemiş ve sınırlandırılmamış bir insanı temel aldığı için evrenseldi. Bu anlayışı ozan Edip Harabı’nın (1853–1917) dizelerinde bulmak mümkündür.
“Daha Allah bile cihanda yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hak’a hiçbir layık mekân yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik
.......................................................
Gerçek insanları bilirdim Allah
Ondan gayrisine tapmazdım billahi
Ne Kâbe kalırdı ne de Beytullah
Yerine bir arpa eker giderdim

İnsanlıktan başka olmazdı cennet
Yok, olurdu Isa, Musa, Muhammet
Kalkardı dünyada mezhep, tarikat
Dinlerin bağını çözer giderdim

Bir olurdu zengin fakir her zaman
Çaresiz dertlere olurdum derman
Ne gâvur kalırdı ne de Müslüman
Tümünü bir yola çeker giderdim”
August Bebel, Şeyh Bedrettin’in savunduğu felsefeyle ilgili şöyle bir değerlendirme yapıyordu:
“Dehriyuncular daha ileri giderek tam bir materyalist felsefeyi savundular. Bunlar dünyanın başlangıcı bulunmadığını ve sonsuz olduğunu söylüyor, bu bakımdan bir başlangıç nedenine, bir yaratıcıya gerek bulunmadığını ileri sürüyorlardı. Duyularla algılanmayan hiçbir bilginin olamayacağını ileri süren zamancılar, sonsuzdan gelip sonsuza giden tek kalıcı gerçeğin zaman olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre evrende hiçbir şey yok olup gidemez. Cisimlerin dış biçimi maddeleri değiştirip durur ve biri birlerine karışırlar, ama maddenin kendisi ne ise, o kalır” 
Diğer yandan Engels, Thomas Münzer ayaklanmasından sosyalizm için teorik dersler çıkartıldığını ve bu ayaklanmanın da Komünizmin gerçekleşmesi olanaksız bir düşünü geleneksel olarak algılayarak gerçeklikte, modern burjuva koşullarının bir öncelemesi olarak değerlendirmişti. ”Sosyalizm icat edilmemişti.” “Sadece bir araya getirilmişti.” Engels köylü ayaklanmasıyla ilgili şöyle bir değerlendirme yapıyordu:
Daha o çağda, halkçı bölüntünün, kendini neden sadece feodalizme ve ayrıcalıklı burjuvaziye karşı savaşım ile sınırlamayacağını işte bu durum açıklar; bu bölüntü, en azından imgeleme yetisi alanında, henüz doğmakta olan modern burjuva toplumu aşmalıydı. Bu durum, her türlü mülkten dıştalanmış bu bölüntünün, sınıf bağdaşmazlıkları üzerine dayanan tüm toplum biçimlerinde ortak olan kurumlar, görüşleri ve fikirleri, neden daha şimdiden tartışma konusu yapacağını açıklar. İlkel Hıristiyanlığın chiliastique düşleri, bunun için en elverişli bir hareket noktası sunuyordu. Ama, aynı zamanda, sadece bugünü değil, hatta geleceği de aşan bu önceleme, ancak zorlu, fantastik bir niteliğe sahip olabilirdi ve ilk gerçekleştirme girişiminde, gene çağın koşulları tarafından belirlenen dar sınırlar içine düşecekti. Özel mülkiyete karşı saldırılar, mallarda ortaklık istemi, kaba bir iyilikseverlik örgütü biçiminde dağılıp gideceklerdi. Belirsiz Hıristiyan eşitliği, olsa olsa, yasa karşısında uygar eşitliğe varabiliyordu; her türlü yetkenin ortadan kaldırılması, sonunda, halk tarafından seçilmiş cumhuriyetçi hükümetlerin kurulmasına yol açtı. Komünizmi imgeleme yetisinde öncelemek, gerçeklikte, modern burjuva koşulların bir öncelemesi idi. 
Engels bu dönemde modern karşıt sınıflar bulunmadığından dolayı devrimi sahiplenecek ve sürdürecek sınıfların olmadığını vurgulayarak sosyalizmin erken bir doğum olarak ortaya çıktığını ifade etmiştir. Engels Thomas Münzer’in ortaya koyduğu programla ilgili bir değerlendirmesi de şöyleydi:
“Köylüler arasında, papazlar sınıfı malların halk yararına laikleştirilmesi (secularisation) istemi ile bir ve bölünmez Alman krallığı istemini; bu andan itibaren, Thomas Münzer, kilise mallarının bölüşümü yerine, onların topluluk yararına zoralımını ve birleşik Alman İmparatorluğu yerine de bir ve bölünmez Cumhuriyet’i geçirene kadar, köylülerin ve halktan kişilerin en ileri bölüntüsü içinde düzenli olarak kendini sık sık gösteren bu iki istemi, burada ilk kez görüyoruz.”
Engels aynı zamanda bu ayaklanmada Münzer’in ortaya koyduğu programın burjuva cumhuriyeti ve laikliğini de aştığını ileri sürmüştür. Thomas Münzer köylü ayaklanmalarından yüz yıl önce Büyük, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları döneminde seri bir şekilde devam eden Alevi ayaklanmalarında ortaya konan görüş ve pratikler de sosyalizmin bir erken doğumuydu. Bu ayaklanmalarda ortaya konan programın toplumsal bir ifadesi olarak burjuva cumhuriyetini ve laikliği aşan bir toplumsal yaşam biçimi Alevilerin içinde bugüne kadar hala devam etmiştir.
Anadolu’daki Alevi ayaklanmaları ile Avrupa’daki Köylü ayaklanmaları arasında komünizmi imgeleme açısından ortak bir yan vardır. Şeyh Bedrettin ile ilgili Dukas’ın Türkçe metninde bütünüyle yer almayan küçük bir ayrıntı Şeyh Bedreddin ayaklanmasının Thomas Münzer ayaklanmasına politik olarak ne kadar benzediğini daha da pekiştiriyor:
“Börklüce Mustafa’nın yalnızca giyim, yiyecek, v:b. gibi malların değil; araba ve atların, yani o zamanın üretim araçlarının da ortaklaşa ‘kullanılmasından yana olduğunu yazıyor.” 
Burada komünist toplumun temel niteliklerini bulmak mümkün. Ama üretici güçlerin o dönemdeki gelişme düzeyine oranla henüz tohum halinde bu nitelikler. Gelişip ortaya çıkmaları, tohumun filiz verebilmesi için işbölümü ve toplumsal sınıfların oluşması gerekecektir. Yirmi sekiz yaşında işkenceyle öldürülen Münzer ve Serez çarşısında asılan Şeyh Bedreddin’in kurmak istedikleri toplumsal düzen, ancak belli bir üretim tarzı aşamasından sonra, sosyalizmin nesnel ve öznel koşullarının var olabileceği daha ileriki bir toplumda yeniden gündeme gelebilecektir. Nâzım Hikmet destanında Bedreddin ayaklanmasının yenilgisini “tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî neticesine bağlarken Engels’in görüşlerinden yola çıkıyor çünkü. Engels’in XVI. yüzyıl Almanya’sı için söylediklerini XV. yüzyıl Anadolu’suna uyguluyor. Gerçi iki özgül toplumsal kuruluş, benzer nitelikleri ağır basmakla birlikte ayrı koşullar söz konusudur. Ne var ki, her iki köylü ayaklanmasının da, tarihsel maddecilik açısından ele alındıklarında, aynı sorundan kaynaklandıkları görülür. İki ülkenin de içinde bulundukları devrim aşaması -bu Osmanlı toplumu için daha da karmaşık bir olgu- başkaldıran halk kitlelerinin isteklerini karşılayacak düzeyde değildir. Proletarya henüz tarih sahnesine çıkmamıştır. Fakat burjuva toplumunun nüveleri vardır. Üretici güçlerin gelişme düzeyi, sınıflar arası ilişkiler, güç oranı, v.b. gibi etkenler, önceden belirlenmiş bir tarihsel aşamaya doğru yöneltmektedir toplumu, Şeyh Bedreddin ayaklanmasını komünist toplum özlemi olarak niteleyebiliriz. Bu durum sosyalizmin ilk belirtilerini de içinde taşıyan, çağlardır süregelen tarihsel ve kültürel ezen sınıf – tarihsel ve kültürel ezilen sınıf çatışmasına canlar (“halkçı”) niteliği kazandıran tarihsel kültürel bir sınıf hareketidir, bu. Bu hareket ezilen tarihsel kültürel bir sınıf hareketinin felsefi izleri olarak geçmişe bağlı olduğu kadar komünizmi görünür hale getirmesi açısından ileriye, geleceğe dönüktür. Nâzım Hikmet, erken devrimci bir sıçrama olarak yorumlar Şeyh Bedreddin Ayaklanmasını. Nazım yüreğiyle emekçi halkın yanındadır. Şiirinde şöyle diyordu:
“Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim,
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, ‘hey gidi kambur fele’k,
hey gidi kahbe devran hey’
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Kara’burun mağlûpları” 
Nazım Hikmet Şeyh Bedreddinle ilgili değerlendirmesine şöyle devam ediyordu:
“İsâ Peygamber’in ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte. Biz Bedreddin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.” …“(...) Dedem, Bedreddin’in geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım. Otuz, bu kadar, yaşımda yine inanıyorum.”
Nazım Hikmetten önce yaşamış Dedemoğlu adında bir halk şairi de yazdığı şiirinde Nazımla aynı duyguları paylaşıyordu. Bu şair tarafından XVII. yüzyılda yazılmış bir şiirdeyse yine aynı inancı görüyoruz. Ne var ki, halkın bağrından çıkmış bir şair olan Dedemoğlu’nun Bedreddin’e duyduğu sevgi, inançsal-ideolojik öğeler taşımakla birlikte çok daha yalın ve içtendir. Hele son dizeler halkımızın Bedreddin’e sahip çıktığını, onu kendinden biri olarak gördüğünü tanıtlıyor. Kara Nine’nin “Serez’in Şahı”nın eşiğine yüz sürmesi, bir evliyaya duyulan saygıdan da öte, Bedreddin’in Anadolu halkında yaşadığının en gerçek kanıtıdır:
“Erenlerin, evliyanın yoluna
Derviş oldum, erdim kudret sırrına
Hüseyn’den aldılar senin yerine
Güzelsin Serez’in şahı, güzelsin
Güzelsin pirimin nûru, güzelsin
………………………………….

Şahlar içinde Serez’in şahısın
İsmin Şah Bedreddin, ilim varısın
Müminler kâbesi, dostum nürusun
Güzelsin Serez’in şahı, güzelsin
Güzelsin pîrimin nûru, güzelsin
………………………………….

Çığrışa çığrışa aştık balkanı
Altıncıda gördük Serez halkını
Yedincide yüzler sürdük sultanı
Güzelsin Serez’in şahı, güzelsin
Güzelsin pirimin nüru, güzelsin

İndim seyreyledim, dostun durağı
Sekiz melek tutar arşın direği
Pirimin hesapsız yanar çırağı
Güzelsin Serez’in şahı, güzelsin
Güzelsin pirimin nûru, güzelsin

DEDEMOĞLU, uyarır çırağ yakar
KARA NİNE eşiğine yüz sürer
DERVİŞ CEVAD BABA’m murada erer
Güzelsin Serez’in şahı, güzelsin
Güzelsin pîrimin nûru, güzelsin” 
Aynı zamanda Şeyh Bedreddin ayaklanmasında yer alan ve o dönemde# öldürülen önderlerden birisi olan Torlak Kemal içinde Aleviler şu ağıtı yakmışlardır:
Aydın ellerinde ceran gezerdi,
Analar al yeşil tuğra bezerdi,
Bacılar tuğraya sedef dizerdi,
Sedef'in üstüne ayet yazardı,

İriş pirim iriş, gör ki olanı,
Kurtlar muhanetten elde kalanı.

Başparmak üstünden bir bulut ağdı,
Bulut değildi de bir koca dağdı,
Alazlanıp gelen billâh çarağdı,
Irahmet çekildi, ok, cıda yağdı,

İriş koç yiğidim uğrular geldi,
Uğrunun soluğu bağrımı deldi...

Kılıç üşürürdü, beyi, sultanı,
Atını koşturdu veziri, hanı,
Biz de helâl ettik bu kuşça canı,
And verdik yoluna, dökeriz kanı,

İriş Dede Sultan, kavgaya iriş,
İmdi can günüdür, gazaya giriş...

Aydın'da, Ortaklar, Karaburun'da,
Kılıç ceran oldu, oynuyor kında,
Bir elim harmanda, bir elim kanda,
Kanara kurarız biz de yakında,

İriş koç yiğidim er meydanına,
Sultanın ettiğin koma yanına...

Sultanoğlu, leşkerine buyurdu,
Buyruğunu dört bir yana duyurdu,
Kılıç çaldı, ana, bebe savurdu,
Yalım esti her yanları kavurdu,

Vur yoldaş vuralım, kavga günüdür,
Ahırı evveli, gine ölümdür...

Sultana paşadan muştu salındı,
Leşker ortasında ziller çalındı,
Dedemin başına ferman kılındı,
Bir seher vaktiydi kaddi alındı,

Sesimi banlasam varabilemez.
Garı benim yüzüm gülebilemez *…
Maddesel temelini özellikle kırsal bölgelerde bulan ve şehirlerin köy haline geldiği, toplumumuzun önemli kesimlerini hâlâ büyük ölçüde etkileyen Alevi yaşam felsefesi kapitalizm geliştikçe modern sınıflar içinde kendi varlığını hissettiriyor. Tarihsel ve kültürel olarak da işçi sınıfını tarihsel bir sınıf durumuna getirecektir. Tarihsel ve kültürel egemen bir zeminde gelişen bir sınıfın insanlığın kurtuluşunu sağlamayacağını ön deneyler de göstermektedir. Bu tarihsel ve kültürel toplumsal bir gerçekliktir. O zaman Bedreddin inancı da usçu ve ezilen sınıfların tarihsel-kültürel bir yaklaşımı ile tarihin bilimsel çözümlemesine yerini bırakacaktır. Ama halkımız yine, onun adını ve devrimci şiarını” karımızdan başka her şey ortaktır.” diyerek bir umut türküsü gibi kuşaktan kuşağa aktarmaya devam edecek. Bedreddin olayı, emekçi sınıfların tarihsel ve kültürel bazda gelişen bir kurtuluş simgesine dönüşecek böylece; Anadolu halkının ayrılmaz bir parçası olarak yaşamını sürdürecek. Mehmet Çelebi’nin XV. yüzyılda yanıt bulamadığı sorusuna biz, yüzyıllar sonra kesin bir karşılık verebiliriz: Evet, Halac-ı Mansur, Seyyid Nesimi, Pir Sultan, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal hala yaşıyor!

Gazi Eke

 

 

 

 

 



 

 
Haarlem Ehlibeyt derneği,  Email: ehlibeyt2002@yahoo.com