ALEVİ
AYAKLANMALARI
İLE ŞEYH
BEDREDDİN
AYAKLANMASI
ARASINDAKİ
İLİŞKİ
VE TOMAS
MÜNZER
İslam’ın
ortaya
çıkması
ve
yayılmasıyla
birlikte
Sünni-İslam’ı
benimseyen
imparatorluklarda
Sünnilik
ve
idealizm
tarihsel
kültürel
egemen
sınıfların
resmi
ideolojisi
olmuştur.
Bu
egemen
sınıf ve
zümrelerin
ideolojisine
karşı da
ezilen
sınıfların
ideolojisi
her
coğrafyada
farklı
isimler
almıştır.
Egemen
söylemle
tarihsel
ve
kültürel
egemen-sınıflar
ile
tarihsel
kültürel
ezilen
sınıf ve
tabakaların
mücadelesi
“Ortodoks
ve
Heteredoks
Mezhep”
görüntüsü
altında
iki
farklı
kutup da
meydana
gelmiştir.
Sünni-İslam
da güçlü
ve hâkim
olan iki
inanç
okulu
vardı.
Bunlardan
ilki
Meşaiyye
İkincisi
ise
Eş’ariyyedir.
Bunlar
ehlisünnetti.
Diğerleri
ise
ehlisünnet
sayılmayan
Alevi
inanç,
felsefe
ve
siyasi
okullarından
Mutezile,
Dehrriyye,
Vahdet-i
vücut ve
Vahdet-
Mevcut’çular
vardı.
Şeyh
Bedreddin
ise
Dehrriyye
felsefe
koluna
bağlıydı.
Meşaiyye
felsefe
okulu
felsefeyle
dini
uzlaştırmak
için
uğraşmışlardı.
Eş’ariyye
ise her
şeyden
önce
imanı
temel
almıştı.
İmam
Gazali
kurmuştu.
Gazalinin
bu
anlayışı
İslam
dinini
benimseyen
imparatorluklarda
hâkim
görüş
haline
gelmesiyle
birlikte
ezilenlere
yönelik
baskı ve
şiddet
daha da
yoğunlaşmıştır.
Özellikle
on
ikinci
yüzyıldan
itibaren
doğa
felsefesine
dayanan
akılcı
bilim
adamları
batıya
göç
etmeye
başlamışlardır.
Akılcı
felsefecilerin
Batıya
yönelmesinden
dolayı
Batı bu
hareketten
etkilenmiştir.
Özellikle
Aleviliğe
dayanan
ayaklanmaların
birçoğu
imparatorluk
sınırları
içinde
meydana
gelmiştir.
Ayaklanmalar
zaman
zaman bu
sınırları
da
aşmıştır.
Bu
ayaklanmalardan
başlıcaları
Baba
İshak,
Şeyh
Bedrettin,
Baba
Zünnun,
Şah Kulu
ve
Kalender
Çelebidir.
On
beşinci
yüzyılda
Osmanlı
İmparatorluğunun
siyasal
iktidarına
karşı
Şeyh
Bedrettin
öncülüğünde
bir
ayaklanma
olmuştur.
Bu
ayaklanmadan
yüz yıl
sonra
Avrupa
da, on
altıncı
yüzyılda,
Thomas
Münzer
önderliğinde
bir
ayaklanma
örgütlenmiştir.
Bu iki
ayaklanma
arasındaki
benzerlik
ve
farklılıkları
anlamamız
için
Büyük ve
Anadolu
Selçuklu
ve
Osmanlı
İmparatorluğunun
devlet
yöneticilerinin
sınıfsal
durumu
ve
tarihsel
kültürel
egemen
sınıf ve
tabakaların
ideolojisini
ortaya
koymamız
gerekmektedir.
Diğer
yandan
tarihsel
kültürel
ezilen
sınıf ve
tabakaların
ideolojisini
ortaya
koymamız
gerekmektedir.
Aynı
zamanda
bu
imparatorlukların
dünyadaki
diğer
imparatorluklarla
ekonomik
ve
siyasal
ilişkilerini
incelememiz
gerekmektedir.
İslam’ın
ilk
ortaya
çıkmasıyla
birlikte
Türkler
İslamiyet’i
reddederek
Arap-İslam
ordularına
karşı
uzun bir
dönem
savaşmışlardır.
Daha
sonra
Sünni-Arap
ve Türk
Aristokrat
kesimleri
arasında
çıkar
birliğine
dayalı
olarak
yürütülen
ekonomik
ilişkilere
bağlı
olarak
Türk-Aristokratları
Sünniliği
benimsemişlerdir.
Fakat
halk
Sünniliği
benimsememişti.
Bu
Sünnileştirme
süreci
ise
kurulan
devletler
kanalıyla
yürütülmüştür.
Büyük
Selçuklu
İmparatorluğu
döneminde
Selçuklu
Sultanı
Tuğrul
Bey’i
Sünniliğin
yayılmasında
büyük
gayret
sarf
ettiği
için
Abbasi
halifesi,”yaptığı
hizmetlerden
dolayı
kendisine
teşekkür
ederek,
onu
doğunun
ve
batının
hükümdarı”
olarak
ilan
etti. Bu
durum
Büyük
Selçuklu
Devletinin
askeri
yönetici
kadroları
ve eğmen
sınıfları
ile Arap
egemen
sınıfları
ve
yönetici
kadroları
arasındaki
sınıf
işbirliğinin
ne
düzeyde
olduğunu
göstermektedir.
Büyük
Selçuklu
devletinde
toplumsal
farklılaşmalar
vardı.
Devlet
toprakları
içinde
ve
dışında
var olan
halklara
ve kendi
halkına
karşı
kan
kusturmuşlardır.
Hatta bu
sınıfsal
çıkarlar
o kadar
ileri
düzeye
götürülmüştü
ki kendi
değerlerini
inkâr
edip
Arap
egemen
sınıfları
adına
Sünni-İslam’ı
içerde
ve
dışarıda
yaymak
için
sömürgeci
baskı ve
sömürü
yöntemleri
kullanılıyordu.
Hatta
“Türkçe
konuşmak
aydınlar
için
yakışık
almazdı.”
Diyecek
kadar
hem
kendi
kendilerine
hem de
halka
yabancılaşarak
toplumsal
inkâra
kadar
vardırılmıştı.
Anadolu
Selçuklu
İmparatorluğu
döneminde
ise
sınıfsal
farklılaşma
daha da
büyümüş
ve
kesinleşmişti.
Bu
dönemde
Anadolu
Selçuklu
devleti
klasik
Arap-İslam
devletinin
gulam
(köle)
sistemini
halka
dayatmıştır.
Bu
dönemde
Baba
İshak
halkı
örgütlemek
için
uğraşıyordu.
Ayaklanma
için
uygun
bir
zamanı
bekliyordu.
“Baba
İshak,
Türkmenler'e
uğradıkları
haksızlıkları
anlatıyor,
buna
karşılık
Selçuk
Devleti
ileri
gelenleri
ile
zenginlerinin
ahlâk
kurallarından
ne denli
uzaklaştıklarını
gözler
önüne
se¬riyor,
kendilerinin
de,
bütün
insanların
da eşit
haklara
sahip
oldukları
hal¬de,
bu
azınlık
tarafından
haklarının
gasp
edilmiş
olduğunu
bildiriyordu.
Baba
İshak,
Selçuklu
Devleti'nin
yıkılacağını,
yerine
bu
haksızlıkları
giderecek
ye¬ni
bir
düzen
kurulacağını
Türkler'e
vaat
ediyordu.
(12) Ne
var ki,
bu
düzenin
gerçekleşmesini
sağlamak
için bir
ihtilâl
yapılması
gerekiyordu,
bunun
için de
Türkmenler
onun
işaretini
beklemeliydiler.
Bu
fikirlerin
kaçınılmaz
bir
sonucu
olarak
Baba
İshak,
Türkmenler
dışında
kalan
öteki
etnik ve
dinsel
gruplara
da
çağrıda
bulunuyordu.
Baba
İshak,
beklenen
işaretini
verince,
alevlenmek
için
yalnızca
bir
kı¬vılcım
bekleyen
Türkmenler,
50.000
kişilik
bir
kuvvet
olarak
toplandılar
ve 3
Ağustos
1239'da
Babaîlik,
sözden
eyleme
geçti.
Baba
İshak'ın
çağrısı
üzerine
Anadolu
halkı
«...
karınca
ve
çekirgeler
gibi
hemen
ayaklanmış,
sözleştikleri
gün ve
saatte
isyan
bayrağını
kaldırmışlardır.»
(13)
Türkmenlerden
başka bu
eyleme
«... her
ulustan
katışanlar
vardı.
Din,
ulus
ayırt
etmeksizin
sürüler
bir yere
geldiler.»
(14)
Türkmenler
mallarını
satıp,
bunların
parası
ile
silâhlanmışlardı.
(15)
Türkmenler,
gene
çocukları
ve
kadınları
ile
birlikte
bulunu
yorlardı.”
Babailer
Sümeyat,
Kâhta ve
Adıyaman’ı
ele
geçirdiler.
Malatya
Subaşı’sı
Muzafereddin
Ali-şir,
Babailer
üzerine
yürüdü
fakat
yenildi.
Subaşı
Malatya
da
yeniden
Sünni-Kürt
ve
Germiyanları’ı
silahlandırdı,
fakat
yeniden
bozguna
uğradılar.
Eylem
başarı
kazandıkça,
Babailere
katılanlar
çoğalıyordu.
Halk,
Tokat ve
Amasya'ya
doğru
ilerlediler.
Keyhüsrev
başkenti
bırakıp
kaçarak
bir
adaya
sığındı.
Bu
sırada
Baba
İshak,
Amasya'¬da
bulunuyordu.
Ancak
Keyhüsrev'in
Amasya
Subaşılığı
ile
görevlendirdiği
Mübarizeddin
Armağan-Şah,
Babailerden
önce
Amasya'ya
ulaştı
ve Baba
İshak'ı
kale
burcuna
astı.
Baba
İshak’ın
öldürülmesi
Babailer'i
durduramadı
ve
Armağan-Şah
ile
savaşa
girişerek
Selçuklu
ordusunu
bozup
Armağan-Şah'ı
öldürdüler.
Artık
Babaîler
Konya'ya
doğru
ilerliyorlardı.
Keyhüsrev
bütün
Selçuklu
kuvvetlerini
bir
araya
getirdi
ve
60.000
kişiyi
bulan bu
ordunun
ko¬mutanlığını
Necmeddin
Behramşah'a
verdi.
Behramşah,
önce
Selçuklu
ordu¬sunda
bulunan
Hıristiyan
askerleri
Babailer
üzerine
gönderdi.
Babailer
ile son
olarak
yapılan
savaşta
Frank
askerlerinin
öncülüğü
ve
yardımı
ile
Seluk
ordusu,
önce
Babailerden
4.000
kişiyi
kılıçtan
geçirdikten
sonra
onları
imha
etti.
Babai
erleri
erenleri
öldürüldü.
Genç
yaşlı
hiç
kimseye
aman
verilmedi.
Keyhüsrev,
Halkı
öldürüp
imha
et¬tikleri
için
Frank
askerlerine
300.000
florin
altın
vererek
onları
mükâfatlandırdı.
Baba
İshak
öldürüldüğü
halde,
her
dilden
ve her
dinden
ezilen
insanların
yer
aldığı
bu
ayaklanmada
yer
alan,
Alevilerin
dağılmayarak
ilerlemeleri
ve Baba
İshak’ın
ölümüne
karşın
zaferler
kazanmaları
bu
eylemin
tarihsel
kültürel
ezilen
sınıf
bilincine
dayanması
ve
örgütlü
olmasıdır.
Osmanlı
İmparatorluğunun
kuruluş
döneminde
ise
Osmanlı
yönetim
kadrosu
Türk-Sünni,
Slav ve
Rum
aristokratlarıydı.
Osmanlı
Devleti,
önce
belirli
bir
ekonomik
bütünlük
gösteren
Marmara
bölgesinde
kurulmaya
başlamıştı.
“Osmanlı
Devleti,
önce
belirli
bir
ekonomik
bütünlük
gösteren
Marmara
bölgesinde
kurulmaya
başlamış,
bu
kuruluş
Rumeli'de
devam
etmiş ve
ekonomik
çıkarları
aynı
yönde
olan
aristokratik
tabaka
Osmanlı
Devletinin
egemen
kadrolarında
yer
almıştır.
Bu
durumu
ile,
kurulan
bu yeni
devlet,
Vasiliev'in
deyisiyle
bir
«Greko-Slavo-Türk»
devleti
niteliğini
kazanmıştır.
(76) Bu
niteliğin
oluşumunu
din, dil
ve ulus
ayrılıkları
hiçbir
yönde
engelleyeme¬miştir.
Ne var
ki, bu
gelişime
karşılık,
Türk
unsuru
Osmanlı
İmparatorluğu
içinde
bir
azınlık
durumuna
düşmeye
başlamıştır.
(77")
Bu
kuruluş
Rumeli
de devem
etmiş ve
ekonomik
çıkarları
aynı
olan
aristokratik
tabaka
Osmanlı
Devletinin
egemen
kadrolarında
yer
almıştır.
Osmanlı
“Grek-Slav-Türk”
devleti
niteliği
kazanmıştır.
Osmanlı
Ordusu
Timur
karşısında
bozguna
uğrayınca
Ankara
bozgunundan
sonra
iki
kardeş
arasında,
Musa
Çelebi
ile
Mehmet
Çelebi,
iktidar
mücadelesi
başladı.
Osmanlı
devleti
aristokratları
Meşru
Padişah
olan
Mustafa
Çelebiyi
bırakarak
Mehmet
Çelebinin
yanına
geçti.
Öyle ki,
Bizans
imparatoru,
Musa
Çelebiye
karşı
Mehmet
Çelebiyi
yardıma
çağırmış,
Mehmet
Çelebide
İmparatorun
bu
çağrısını
hemen
kabul
ederek
İstanbul’a
gelmiş
ve
Bizanslılarla
eğlence
ile
geçirilen
üç günün
sonunda,
yanına
bir
Bizans
birliğini
de
alarak
Çelebi
üzerine
gitmişse
de
İnceyiz
de yenik
düşmüş
ve
Anadolu’ya
geri
dönmüştür.
Mehmet
Çelebi
Dulkadiroğlu
ve Sırp
Kralından
yardım
sağladıktan
sonra
Rumeli’ye
geçti.
Böylelikle
Mehmet
Çelebi'nin
ordusu,
Sırp
kralının,
Bizans
İmparatorluğu'nun
ve
Osmanlı
aristokratlarının
katılması
ile son
derece
güçlenmiş
bulu¬nuyordu.
Bu bir
krallar,
imparatorlar
ve
beyler
ordusuydu.
Bu..ordu,"Musa
Çelebi'yi
en
sonunda
yenilgiye
uğrattı
ve
savaşın
sonunda
Musa
öldürüldü.
Nitekim
Musa
Çelebinin
bayrağı
altında
toplananlar
beylerinin
baskılarından
bunalmış
bulunan
gerek
Müslüman
gerek
"Hıristiyan
yoksul
köylü ve
halk
kitleleridir.
Bu
niteliği
ile Musa
Çelebi'nin
mücadelesi,
bir halk
hareketi
olarak
belirmekte
ve ona
karşı
gerçekleştirilen
”kutsal
ittifakın”,
Musa
Çelebi'nin
mücadelesinin
bu
çevreler
için
toplumsal
bir
tehlike
oluşturduğunu
göstermektedir.
Nitekim
Musa
Çelebi'nin
Şeyh
Bedreddin'i
kazaskerliğe
getirmesi
bir
rastlantı
olmadığı
gibi,
devletin
nimetlerinden
halktan
olan
kişileri
yarar¬landırması
da, onun
toplumsal
tutumunu
belirlemektedir.
Bu
başarısızlığının
nedeni
Musa
Çelebinin
karşısına
çıkan
askeri
gücün
büyüklüğüdür.
İkinci
olarak
Musa
Çelebi’nin
Rumeli
de
bulunması
Anadolu’dan
gereğince
yardım
alamaması
demek
olmuştur.
Şeyh
Bedreddin
Musa
Çelebi'yi
etkileye¬rek
toplumsal
bir
devrime
yol
açmak ve
bunu
kansız
bir
biçimde
gerçekleş¬tirmek
istemiştir.
Bu
nedenle,
Musa
Celebi'nin
yenilgisinden
sonraki
mü¬cadeleleri,
bunlar
Mehmet
Celebi'nin
iktidara
tek
başına
sahip
olduğu
döneme
rastlasa
da,
öncekilerin
bir
devamı
olarak
düşünmek
gerekir.
Bu
amaçla
Mehmet
Çelebi,
Saruhan
valisi
Süleyman
Beye,
asker
topla¬yarak
Aydın
yöresinde
bulunan
Şeyh
Bedreddin'in
müridi
Börklüce
Mustafa
üzerine
gitmesini
buyurdu.
Bunun
üzerine
Börklüce
Mustafa
Şeyh'e
inanan¬lardan
6.000
kişilik
bir güç
topladı.
Kendilerini
savunmak
durumunda
kalan
Mustafa
ve
yanındakiler,
Stilarion
dağı
geçitlerini
tuttular
ve bu
geçitlerde
Süleyman
Bey ve
ordusunu
yenilgiye
uğratarak
öldürdüler.
Bu kez,
Mehmet
Çelebi,
Saruhan
ve
Aydın'a
vali
olarak
atanmış
olan Ali
Beye
aynı
görevi
verdi
ise de
gene
aynı
yerde bu
ordu da
yenildi
ve Ali
Bey az
bir
kuvvetle
Manisa'ya
zorlukla
kaçabildi.
Bunun
üzerine
Mehmet
Çelebi,
henüz
bir
çocuk
olan ve
Amasya
valisi
olarak
bulunan
oğlu
Murat’ın
komutasına
bütün
Ana¬dolu
ve
Rumeli
askerini
vererek
bu
orduyu
Börklüce
Mustafa
üzerine
gönder¬di.
Ancak
gerçekte
orduyu
Vezir-i
Azam
Bayezid
Paşa
yönetiyordu.
Bu ordu
«...
Yolda
rast
geldiği
ihtiyar
ve
çocukları,
erkek ve
kadınları,
yaş ve
cins
far¬kı
gözetmeksizin,
merhametsizce
kılıçtan
geçiriyordu.»
Murat’ın
ve
Baye¬zid
Paşa'nın
yönetimindeki
bu ordu,
Börklüce
Mustafa'yı
yendi,
birçoğunu
öl¬dürdü.
Börklüce
ile
bazıları
da
tutsak
edilerek
Efes'e
götürüldü.
Burada
Börk¬lüce
Mustafa'ya
birçok
işkenceler
yapılarak
inancından
dönmesi
istendi
ise de,
o sonuna
kadar
dayandı,
inancının
doğruluğunu
savundu.
Bunun
üzerine
önce
asılarak
idam
edildi,
sonra da
cesedi
çivilerle
çarmıha
gerildi,
kentin
içinde
böylece
dolaştırıldı
Börklüce
Mustafa
öldürülmeden
önce,
müridleri
onun"
önünde
idam
ediliyorlardı.
Bunlar
ölürken
yalnızca
«Dede
Sultan
eriş»
dediler
ve
inançlarından
dönmediler.
Bu
başarıdan
sonra
Osmanlı
ordusu
Şeyh
Bedreddin'in
öteki
müridi
olan ve
Manisa
yöresinde
bulunan
Torlak
Kemal
üzerine
yürüdü.
Yapılan
zorlu
bir
savaş
sonucunda
Torlak
Kemal'in
adamlarından
çoğu
öldürüldü
ve
Torlak
Kemal de
Manisa
da
asıldı.
(1417)
Olaylar
patlak
verdiği
sırada
ise Şeyh
Bedreddin
İznik’ten
gitmiştir.
Şeyh
Bedreddin,
önce
İsfendiyaroğlu'nun
yanına
gitmiş,
ondan
gördüğü
yar¬dımla
da
Eflâk'a
geçmiştir.
Eflâk
Beyinin
de
kendisine
yardımcı
olması
üze¬rine
güçlenmeğe
başlayan
Şeyh
Bedreddin,
Mehmet
Çelebi'nin
ordusu
ila
bir¬likte
yaklaştığı
haberini
alınca
Alevilerin
çoğunlukta
bulunduğu
Deliorman
bölgesine
geçti.
Ancak
burada
bir
baskın
sonucunda
yakalanan
Bedreddin,
yargı¬lanmak
üzere
Serez'e
getirildi.
Alınan
fetva
üzerine
Şeyh
Bedreddin
1420’de
Çarşı
içinde
çıplak
olarak
asıldı.
Uzunca
bir süre
asılı
duran
şeyhlerinin
cese¬dini
müridleri
daha
sonra
indirerek
gömdüler.
Şeyh
"Bedreddin,
bir halk
adamı
idi.
Onun
için
«Başına
avâm-ı
nâs’dan
birok
kimse
toplandı.»
Ve gene
aynı
nedenle
halk
arasında
«Ben de
hâlümce
Bedreddinem»
sözü,
bir ata
sözü
olarak
günümüze
değin
geldi.
Osmanlı
imparatorluğunun
gelişme
döneminde
ise
Davutoğlu,
Şah
Kulu,
Nur Ali
Halife,
Şeyh
Celal,
Baba
Zünnun
ve
Kalender
Çelebi
ayaklanmaları
olmuştur.
Baba
Zünnun
en geniş
çaplı
bir
ayaklanma
olarak
tarihte
yerini
almıştır.
Osmanlı
İmparatorluğunun
bu
gelişme
döneminde
ise
Sünni-Arap
ve
Sünni-Osmanlı
tarihsel
kültürel
egemen
sınıfları
ile
Hıristiyan
tarihsel
kültürel
egemen
çevrelerinin
çıkarları
birleştirilmiştir.
Balkanlarda
soylu
Hıristiyanlar
ve
“askeri
zümreler”,
“Hıristiyan
tımarları”
olarak
Osmanlı
Devleti
içinde
tımar
sahibi
yapılmıştır.
Devlet
egemen
çevreleri
belirli
bir
tarihsel
zorunluluktan
doğmuş
bu
düzeni,
kişisel
mülkiyete
çevirmeleri
“vakıflaştırma
yoluyla”
yapılmıştır.
Aynı
zamanda
kamu
toprakları
“arz-ı
memleket”
asker ve
bürokratların
görevleri
bittikten
sonra
çoğu
zaman bu
topraklar
özel
kişilere
devrediliyordu.
Yani
kendilerine
ve
çocuklarına
kalmak
üzere
malik
hane
biçiminde
veriliyordu.
Bu yolla
geniş
topraklara
sahip
olanlar
genellikle
asker ve
sivil
devlet
görevlileriydi.
Bu
gelişim
sonucunda
zengin
bir
toprak
ağası
sınıfı
ile bu
sınıf
namına
çalışan
köylüler
kaşı
karşıya
gelmişlerdir.
Diğer
yandan
Asker ve
sivil
devlet
görevlileri
ticaret
alanında
kendilerini
göstermişlerdir.
Bunlar
ellerinde
birikmiş
paralarını
faize,
sermayelerini
mübadeleye
ve
köylülere
borç
vererek
köylülerin
tarlalarını
ucuza
kapatıyorlardı.
Bu
sınıflar
tacirleşmişti.
Aynı
zamanda
Venedik’te
bulunan
”Fondac
Dei
Turchi”
kuruluş
ticaret
amacıyla
Venedik’e
gelmiş
olan
Türk
tacirlerinin
kaldıkları
ve
mallarını
depoladıkları
yerdi.
Burada
Osmanlı
tacirlerinin,
önemli
bir
ticaret
merkezi
olan
Venedik’te
yüzyıllarca
“bir
koloni
olarak
yaşadıklarını”
kanıtlamaktadır.
Buna
bağlı
olarak
Venedik
ile
yapılan
anlaşmalar
vardır(17
Ekim
1513).
Diğer
yandan
İngilizlerle
yapılan
ticaret
anlaşmaları
ilk kez
1553
yılında
başlamıştır.
Bazı
ülkelerle
ticari
ilişkiler
daha
eskilere
kadar
uzanmaktadır.
Aynı
zamanda
yine
yabancılardan
Portekizli
Joseph
Nassi’nin
Eğe
adalarında
10 adet
Şarap
baçının
İltizam’ı
vardı.
Osmanlı
devletinin
yönetici
çevreleri
Anadolu
topraklarını
sömürge
olarak
görüp
değerlendirdikleri
için
Alevi
ayaklanmalarının
Osmanlı
Sünni-İslam
devletinin
kurulması
çabalarını
engelleyeceğini
kavramışlardı.
Alevi
ayaklanmalarıyla
Anadolu
“Türk”-Sünni,
Slav ve
Rum
egemen
sınıflarının
kontrolünden
çıkacağını
anlamışlardı.
Bu
durumu
Osmanlı
Devlet
yöneticileri
anlamışlardı.
Yavuz
Sultan
Selim
Abbasi
halifesinden
halifeliğini
kılıç
zoruyla
alarak
var
gücüyle
Anadolu
halkı
üzerine
saldırmıştır.
Bu
sömürgecilik
katmerleşerek
devam
etmiştir.Alevilere
yönelik
en fazla
kıyım ve
zülüm bu
dönemde
olmuştur.
Osmanlı
İmparatorluğu
döneminden
önce
gerçekleşmiş
Alevi
ayaklanmaları
ile
Osmanlı
İmparatorlu
dönemi
içinde
gerçekleşmiş
alevi
ayaklanmalarının
temel
felsefesi
ekonomik,
siyasi
ve
ideolojik
olarak
bir
birine
çok
benzemektedir.
Felsefi
kökleri
ise
aynıdır.
Biz Şeyh
Bedreddin
ayaklanmasını
örnek
alarak
Şeyh
Bedreddin
ile
Avrupa
ki
Thomas
Münzer
ayaklanması
arasındaki
benzerlik
ve
farklılıkları
üzerinde
duracağız.
Benzerliklerden
biri
ayaklanmanın
egemen
sınıfların
siyasal
iktidara
yönelik
olması
ve
ezilen
sınıfların
siyasal
iktidarını
hedeflemesiydi.
Farklılıklardan
biri ise
Şeyh
Bedrettin
savunduğu
felsefenin
Thomas
Münzer’in
savunduğu
felsefeden
ileri
olmasıydı.
Çünkü
Şeyh
Bedrettin
doğa
felsefesini
temel
alıyordu.
Bedreddin
gerçeği
halka
açıklarken
gizemciliği
sadece
bir
yöntem
olarak
düşünüyordu.
Açıkçası
gizliliği
temel
alıyordu.
Gizlilikte
temel
kurallar
ile
sınırlıydı.
Thomas
Münzer
de ise
mistik
inanç
vardı.
Ellerindeki
programı
gerçekleştirmek
için
Münzer
sadece
Almanya’ya
değil,
Hıristiyanlık
dünyasının
tümünde
seslenmeye
çalışıyordu.
Oysa
Alevilik
ırk,
milliyet,
milliyetçilik,
din ve
mezhep
ayrımını
ortadan
kaldırarak
tüm
insanlığı
bileştirmeyi
temel
alıyordu.
Alevilik
egemen
tarihsel-kültürel
sınıfsal
ve
egemen-ulusallığa
dayanan
sömürü
toplum
biçimlerine
karşı
çıkışın
felsefi-sınıfsal
bir
temelini
oluşturuyordu.
Alevilik
tarihsel-egemen
sınıflı
politik
güçler
tarafından
giydirilmemiş
ve
sınırlandırılmamış
bir
insanı
temel
aldığı
için
evrenseldi.
Bu
anlayışı
ozan
Edip
Harabı’nın
(1853–1917)
dizelerinde
bulmak
mümkündür.
“Daha
Allah
bile
cihanda
yok iken
Biz anı
var edip
ilan
eyledik
Hak’a
hiçbir
layık
mekân
yok iken
Hanemize
aldık
mihman
eyledik
.......................................................
Gerçek
insanları
bilirdim
Allah
Ondan
gayrisine
tapmazdım
billahi
Ne Kâbe
kalırdı
ne de
Beytullah
Yerine
bir arpa
eker
giderdim
İnsanlıktan
başka
olmazdı
cennet
Yok,
olurdu
Isa,
Musa,
Muhammet
Kalkardı
dünyada
mezhep,
tarikat
Dinlerin
bağını
çözer
giderdim
Bir
olurdu
zengin
fakir
her
zaman
Çaresiz
dertlere
olurdum
derman
Ne gâvur
kalırdı
ne de
Müslüman
Tümünü
bir yola
çeker
giderdim”
August
Bebel,
Şeyh
Bedrettin’in
savunduğu
felsefeyle
ilgili
şöyle
bir
değerlendirme
yapıyordu:
“Dehriyuncular
daha
ileri
giderek
tam bir
materyalist
felsefeyi
savundular.
Bunlar
dünyanın
başlangıcı
bulunmadığını
ve
sonsuz
olduğunu
söylüyor,
bu
bakımdan
bir
başlangıç
nedenine,
bir
yaratıcıya
gerek
bulunmadığını
ileri
sürüyorlardı.
Duyularla
algılanmayan
hiçbir
bilginin
olamayacağını
ileri
süren
zamancılar,
sonsuzdan
gelip
sonsuza
giden
tek
kalıcı
gerçeğin
zaman
olduğunu
söylemişlerdir.
Onlara
göre
evrende
hiçbir
şey yok
olup
gidemez.
Cisimlerin
dış
biçimi
maddeleri
değiştirip
durur ve
biri
birlerine
karışırlar,
ama
maddenin
kendisi
ne ise,
o kalır”
Diğer
yandan
Engels,
Thomas
Münzer
ayaklanmasından
sosyalizm
için
teorik
dersler
çıkartıldığını
ve bu
ayaklanmanın
da
Komünizmin
gerçekleşmesi
olanaksız
bir
düşünü
geleneksel
olarak
algılayarak
gerçeklikte,
modern
burjuva
koşullarının
bir
öncelemesi
olarak
değerlendirmişti.
”Sosyalizm
icat
edilmemişti.”
“Sadece
bir
araya
getirilmişti.”
Engels
köylü
ayaklanmasıyla
ilgili
şöyle
bir
değerlendirme
yapıyordu:
Daha o
çağda,
halkçı
bölüntünün,
kendini
neden
sadece
feodalizme
ve
ayrıcalıklı
burjuvaziye
karşı
savaşım
ile
sınırlamayacağını
işte bu
durum
açıklar;
bu
bölüntü,
en
azından
imgeleme
yetisi
alanında,
henüz
doğmakta
olan
modern
burjuva
toplumu
aşmalıydı.
Bu
durum,
her
türlü
mülkten
dıştalanmış
bu
bölüntünün,
sınıf
bağdaşmazlıkları
üzerine
dayanan
tüm
toplum
biçimlerinde
ortak
olan
kurumlar,
görüşleri
ve
fikirleri,
neden
daha
şimdiden
tartışma
konusu
yapacağını
açıklar.
İlkel
Hıristiyanlığın
chiliastique
düşleri,
bunun
için en
elverişli
bir
hareket
noktası
sunuyordu.
Ama,
aynı
zamanda,
sadece
bugünü
değil,
hatta
geleceği
de aşan
bu
önceleme,
ancak
zorlu,
fantastik
bir
niteliğe
sahip
olabilirdi
ve ilk
gerçekleştirme
girişiminde,
gene
çağın
koşulları
tarafından
belirlenen
dar
sınırlar
içine
düşecekti.
Özel
mülkiyete
karşı
saldırılar,
mallarda
ortaklık
istemi,
kaba bir
iyilikseverlik
örgütü
biçiminde
dağılıp
gideceklerdi.
Belirsiz
Hıristiyan
eşitliği,
olsa
olsa,
yasa
karşısında
uygar
eşitliğe
varabiliyordu;
her
türlü
yetkenin
ortadan
kaldırılması,
sonunda,
halk
tarafından
seçilmiş
cumhuriyetçi
hükümetlerin
kurulmasına
yol
açtı.
Komünizmi
imgeleme
yetisinde
öncelemek,
gerçeklikte,
modern
burjuva
koşulların
bir
öncelemesi
idi.
Engels
bu
dönemde
modern
karşıt
sınıflar
bulunmadığından
dolayı
devrimi
sahiplenecek
ve
sürdürecek
sınıfların
olmadığını
vurgulayarak
sosyalizmin
erken
bir
doğum
olarak
ortaya
çıktığını
ifade
etmiştir.
Engels
Thomas
Münzer’in
ortaya
koyduğu
programla
ilgili
bir
değerlendirmesi
de
şöyleydi:
“Köylüler
arasında,
papazlar
sınıfı
malların
halk
yararına
laikleştirilmesi
(secularisation)
istemi
ile bir
ve
bölünmez
Alman
krallığı
istemini;
bu andan
itibaren,
Thomas
Münzer,
kilise
mallarının
bölüşümü
yerine,
onların
topluluk
yararına
zoralımını
ve
birleşik
Alman
İmparatorluğu
yerine
de bir
ve
bölünmez
Cumhuriyet’i
geçirene
kadar,
köylülerin
ve
halktan
kişilerin
en ileri
bölüntüsü
içinde
düzenli
olarak
kendini
sık sık
gösteren
bu iki
istemi,
burada
ilk kez
görüyoruz.”
Engels
aynı
zamanda
bu
ayaklanmada
Münzer’in
ortaya
koyduğu
programın
burjuva
cumhuriyeti
ve
laikliğini
de
aştığını
ileri
sürmüştür.
Thomas
Münzer
köylü
ayaklanmalarından
yüz yıl
önce
Büyük,
Anadolu
Selçuklu
ve
Osmanlı
imparatorlukları
döneminde
seri bir
şekilde
devam
eden
Alevi
ayaklanmalarında
ortaya
konan
görüş ve
pratikler
de
sosyalizmin
bir
erken
doğumuydu.
Bu
ayaklanmalarda
ortaya
konan
programın
toplumsal
bir
ifadesi
olarak
burjuva
cumhuriyetini
ve
laikliği
aşan bir
toplumsal
yaşam
biçimi
Alevilerin
içinde
bugüne
kadar
hala
devam
etmiştir.
Anadolu’daki
Alevi
ayaklanmaları
ile
Avrupa’daki
Köylü
ayaklanmaları
arasında
komünizmi
imgeleme
açısından
ortak
bir yan
vardır.
Şeyh
Bedrettin
ile
ilgili
Dukas’ın
Türkçe
metninde
bütünüyle
yer
almayan
küçük
bir
ayrıntı
Şeyh
Bedreddin
ayaklanmasının
Thomas
Münzer
ayaklanmasına
politik
olarak
ne kadar
benzediğini
daha da
pekiştiriyor:
“Börklüce
Mustafa’nın
yalnızca
giyim,
yiyecek,
v:b.
gibi
malların
değil;
araba ve
atların,
yani o
zamanın
üretim
araçlarının
da
ortaklaşa
‘kullanılmasından
yana
olduğunu
yazıyor.”
Burada
komünist
toplumun
temel
niteliklerini
bulmak
mümkün.
Ama
üretici
güçlerin
o
dönemdeki
gelişme
düzeyine
oranla
henüz
tohum
halinde
bu
nitelikler.
Gelişip
ortaya
çıkmaları,
tohumun
filiz
verebilmesi
için
işbölümü
ve
toplumsal
sınıfların
oluşması
gerekecektir.
Yirmi
sekiz
yaşında
işkenceyle
öldürülen
Münzer
ve Serez
çarşısında
asılan
Şeyh
Bedreddin’in
kurmak
istedikleri
toplumsal
düzen,
ancak
belli
bir
üretim
tarzı
aşamasından
sonra,
sosyalizmin
nesnel
ve öznel
koşullarının
var
olabileceği
daha
ileriki
bir
toplumda
yeniden
gündeme
gelebilecektir.
Nâzım
Hikmet
destanında
Bedreddin
ayaklanmasının
yenilgisini
“tarihsel,
sosyal,
ekonomik
şartların
zarurî
neticesine
bağlarken
Engels’in
görüşlerinden
yola
çıkıyor
çünkü.
Engels’in
XVI.
yüzyıl
Almanya’sı
için
söylediklerini
XV.
yüzyıl
Anadolu’suna
uyguluyor.
Gerçi
iki
özgül
toplumsal
kuruluş,
benzer
nitelikleri
ağır
basmakla
birlikte
ayrı
koşullar
söz
konusudur.
Ne var
ki, her
iki
köylü
ayaklanmasının
da,
tarihsel
maddecilik
açısından
ele
alındıklarında,
aynı
sorundan
kaynaklandıkları
görülür.
İki
ülkenin
de
içinde
bulundukları
devrim
aşaması
-bu
Osmanlı
toplumu
için
daha da
karmaşık
bir
olgu-
başkaldıran
halk
kitlelerinin
isteklerini
karşılayacak
düzeyde
değildir.
Proletarya
henüz
tarih
sahnesine
çıkmamıştır.
Fakat
burjuva
toplumunun
nüveleri
vardır.
Üretici
güçlerin
gelişme
düzeyi,
sınıflar
arası
ilişkiler,
güç
oranı,
v.b.
gibi
etkenler,
önceden
belirlenmiş
bir
tarihsel
aşamaya
doğru
yöneltmektedir
toplumu,
Şeyh
Bedreddin
ayaklanmasını
komünist
toplum
özlemi
olarak
niteleyebiliriz.
Bu durum
sosyalizmin
ilk
belirtilerini
de
içinde
taşıyan,
çağlardır
süregelen
tarihsel
ve
kültürel
ezen
sınıf –
tarihsel
ve
kültürel
ezilen
sınıf
çatışmasına
canlar
(“halkçı”)
niteliği
kazandıran
tarihsel
kültürel
bir
sınıf
hareketidir,
bu. Bu
hareket
ezilen
tarihsel
kültürel
bir
sınıf
hareketinin
felsefi
izleri
olarak
geçmişe
bağlı
olduğu
kadar
komünizmi
görünür
hale
getirmesi
açısından
ileriye,
geleceğe
dönüktür.
Nâzım
Hikmet,
erken
devrimci
bir
sıçrama
olarak
yorumlar
Şeyh
Bedreddin
Ayaklanmasını.
Nazım
yüreğiyle
emekçi
halkın
yanındadır.
Şiirinde
şöyle
diyordu:
“Tarihsel,
sosyal,
ekonomik
şartların
zarurî
neticesi
bu!
deme,
bilirim!
O
dediğin
nesnenin
önünde
kafamla
eğilirim,
Ama bu
yürek
o, bu
dilden
anlamaz
pek.
O, ‘hey
gidi
kambur
fele’k,
hey gidi
kahbe
devran
hey’
der.
Ve teker
teker,
bir an
içinde,
omuzlarında
dilim
dilim
kırbaç
izleri,
yüzleri
kan
içinde
geçer
çıplak
ayaklarıyla
yüreğime
basarak
geçer
Aydın
ellerinden
Kara’burun
mağlûpları”
Nazım
Hikmet
Şeyh
Bedreddinle
ilgili
değerlendirmesine
şöyle
devam
ediyordu:
“İsâ
Peygamber’in
ölüsü
etiyle,
kemiğiyle,
sakalıyla
dirilecekmiş.
Bu
yalandır.
Bedreddin’in
ölüsü,
kemiksiz,
sakalsız,
bıyıksız,
gözün
bakışı,
dilin
sözü,
göğsün
soluğu
gibi
dirilecek.
Bunu
bilirim
işte.
Biz
Bedreddin
kuluyuz,
ahrete,
kıyamete
inanmayız
ki,
dağılan,
fena
bulan
bedenin
yine bir
araya
toplanıp
dirileceğine
inanalım.
Bedreddin
yine
gelecek
diyorsak,
sözü,
bakışı,
soluğu
bizim
aramızdan
çıkıp
gelecektir,
diyoruz.”
…“(...)
Dedem,
Bedreddin’in
geleceğine
inandı
mı,
inanmadı
mı,
bilmiyorum.
Ben,
dokuz
yaşımda
buna
inandım.
Otuz, bu
kadar,
yaşımda
yine
inanıyorum.”
Nazım
Hikmetten
önce
yaşamış
Dedemoğlu
adında
bir halk
şairi de
yazdığı
şiirinde
Nazımla
aynı
duyguları
paylaşıyordu.
Bu şair
tarafından
XVII.
yüzyılda
yazılmış
bir
şiirdeyse
yine
aynı
inancı
görüyoruz.
Ne var
ki,
halkın
bağrından
çıkmış
bir şair
olan
Dedemoğlu’nun
Bedreddin’e
duyduğu
sevgi,
inançsal-ideolojik
öğeler
taşımakla
birlikte
çok daha
yalın ve
içtendir.
Hele son
dizeler
halkımızın
Bedreddin’e
sahip
çıktığını,
onu
kendinden
biri
olarak
gördüğünü
tanıtlıyor.
Kara
Nine’nin
“Serez’in
Şahı”nın
eşiğine
yüz
sürmesi,
bir
evliyaya
duyulan
saygıdan
da öte,
Bedreddin’in
Anadolu
halkında
yaşadığının
en
gerçek
kanıtıdır:
“Erenlerin,
evliyanın
yoluna
Derviş
oldum,
erdim
kudret
sırrına
Hüseyn’den
aldılar
senin
yerine
Güzelsin
Serez’in
şahı,
güzelsin
Güzelsin
pirimin
nûru,
güzelsin
………………………………….
Şahlar
içinde
Serez’in
şahısın
İsmin
Şah
Bedreddin,
ilim
varısın
Müminler
kâbesi,
dostum
nürusun
Güzelsin
Serez’in
şahı,
güzelsin
Güzelsin
pîrimin
nûru,
güzelsin
………………………………….
Çığrışa
çığrışa
aştık
balkanı
Altıncıda
gördük
Serez
halkını
Yedincide
yüzler
sürdük
sultanı
Güzelsin
Serez’in
şahı,
güzelsin
Güzelsin
pirimin
nüru,
güzelsin
İndim
seyreyledim,
dostun
durağı
Sekiz
melek
tutar
arşın
direği
Pirimin
hesapsız
yanar
çırağı
Güzelsin
Serez’in
şahı,
güzelsin
Güzelsin
pirimin
nûru,
güzelsin
DEDEMOĞLU,
uyarır
çırağ
yakar
KARA
NİNE
eşiğine
yüz
sürer
DERVİŞ
CEVAD
BABA’m
murada
erer
Güzelsin
Serez’in
şahı,
güzelsin
Güzelsin
pîrimin
nûru,
güzelsin”
Aynı
zamanda
Şeyh
Bedreddin
ayaklanmasında
yer alan
ve o
dönemde#
öldürülen
önderlerden
birisi
olan
Torlak
Kemal
içinde
Aleviler
şu ağıtı
yakmışlardır:
Aydın
ellerinde
ceran
gezerdi,
Analar
al yeşil
tuğra
bezerdi,
Bacılar
tuğraya
sedef
dizerdi,
Sedef'in
üstüne
ayet
yazardı,
İriş
pirim
iriş,
gör ki
olanı,
Kurtlar
muhanetten
elde
kalanı.
Başparmak
üstünden
bir
bulut
ağdı,
Bulut
değildi
de bir
koca
dağdı,
Alazlanıp
gelen
billâh
çarağdı,
Irahmet
çekildi,
ok, cıda
yağdı,
İriş
koç
yiğidim
uğrular
geldi,
Uğrunun
soluğu
bağrımı
deldi...
Kılıç
üşürürdü,
beyi,
sultanı,
Atını
koşturdu
veziri,
hanı,
Biz de
helâl
ettik bu
kuşça
canı,
And
verdik
yoluna,
dökeriz
kanı,
İriş
Dede
Sultan,
kavgaya
iriş,
İmdi can
günüdür,
gazaya
giriş...
Aydın'da,
Ortaklar,
Karaburun'da,
Kılıç
ceran
oldu,
oynuyor
kında,
Bir elim
harmanda,
bir elim
kanda,
Kanara
kurarız
biz de
yakında,
İriş
koç
yiğidim
er
meydanına,
Sultanın
ettiğin
koma
yanına...
Sultanoğlu,
leşkerine
buyurdu,
Buyruğunu
dört bir
yana
duyurdu,
Kılıç
çaldı,
ana,
bebe
savurdu,
Yalım
esti her
yanları
kavurdu,
Vur
yoldaş
vuralım,
kavga
günüdür,
Ahırı
evveli,
gine
ölümdür...
Sultana
paşadan
muştu
salındı,
Leşker
ortasında
ziller
çalındı,
Dedemin
başına
ferman
kılındı,
Bir
seher
vaktiydi
kaddi
alındı,
Sesimi
banlasam
varabilemez.
Garı
benim
yüzüm
gülebilemez
*…
Maddesel
temelini
özellikle
kırsal
bölgelerde
bulan ve
şehirlerin
köy
haline
geldiği,
toplumumuzun
önemli
kesimlerini
hâlâ
büyük
ölçüde
etkileyen
Alevi
yaşam
felsefesi
kapitalizm
geliştikçe
modern
sınıflar
içinde
kendi
varlığını
hissettiriyor.
Tarihsel
ve
kültürel
olarak
da işçi
sınıfını
tarihsel
bir
sınıf
durumuna
getirecektir.
Tarihsel
ve
kültürel
egemen
bir
zeminde
gelişen
bir
sınıfın
insanlığın
kurtuluşunu
sağlamayacağını
ön
deneyler
de
göstermektedir.
Bu
tarihsel
ve
kültürel
toplumsal
bir
gerçekliktir.
O zaman
Bedreddin
inancı
da usçu
ve
ezilen
sınıfların
tarihsel-kültürel
bir
yaklaşımı
ile
tarihin
bilimsel
çözümlemesine
yerini
bırakacaktır.
Ama
halkımız
yine,
onun
adını ve
devrimci
şiarını”
karımızdan
başka
her şey
ortaktır.”
diyerek
bir umut
türküsü
gibi
kuşaktan
kuşağa
aktarmaya
devam
edecek.
Bedreddin
olayı,
emekçi
sınıfların
tarihsel
ve
kültürel
bazda
gelişen
bir
kurtuluş
simgesine
dönüşecek
böylece;
Anadolu
halkının
ayrılmaz
bir
parçası
olarak
yaşamını
sürdürecek.
Mehmet
Çelebi’nin
XV.
yüzyılda
yanıt
bulamadığı
sorusuna
biz,
yüzyıllar
sonra
kesin
bir
karşılık
verebiliriz:
Evet,
Halac-ı
Mansur,
Seyyid
Nesimi,
Pir
Sultan,
Şeyh
Bedreddin,
Börklüce
Mustafa
ve
Torlak
Kemal
hala
yaşıyor!
Gazi
Eke |