HAD Haarlem Alevi Dernegi, Haarlem Alevieten vereniging
Haarlem Alevi Dernegi
Haarlem Alevieten Vereniging

Home | Turkce | Contact

   
 
ALEVİLERİN “CUMHURİYETE DESTEĞİ” ÜZERİNE*

Munzur Çem

Tıroj`un 15 Temmuz-15 Agustos tarihli 4. sayısında yazar Erdoğan Aydın`la yapılmış bir roportaj yer alıyor. “Rejim, `Alevisiz Aleviler` Istiyor” başlıklı roportajda, yazar konuya ilişkin önemli bazı gerçekleri dile getiriyor ama katılmadığım tesbitleri de var. Burada, bu tesbitlere ilişkin görüşlerimi kısca dile getirmek istiyorum.

Yazar şöyle bir değerlendirme ile başlıyor röportaja:

“Cumhuriyet`in kuruluş sürecinde Alevilerin çoğunluğu Kurtuluş Savaşı`na ve Kuvayi Milliye`ye sıcak bakıyordu. Kuvvayi Milliye de esasen Hilafetin etki alanı dışında, dahası muhalif bir topluluk oldukları için Alevilere sıcak bakıyordu. Bu sıcaklık iki kesimi bir araya getirdi. Mustafa Kemal`in Hacı Bektaşı ziyaret etmesi o güne kadar elde ettiği en önemli toplumsal desteği oradan bulması önemlidir. Hacı Bektaş Dergahı üzerinden Anadolu Alevileri yatak, yorgan, at, esek, altın ve tabii gençleriyle savaşa katıldılar…. Buna karşılık aynı şeyi sünni inançlı halkın çoğunluğu için söyleyemeyiz. Çünlü sünni inançli halk tarikatların etkisinde ve hilafetin de manipülasyonu altındaydı. Nitekim bizzat Hilafet tarafından Kurtluş Savaşı`na karşı Anadolu`da bir dizi ayaklanma örgütlenecekti…

“…O yüzdem de Aleviler, monarşinin etkisizleşeceği cumhuri bir rejimi, hilafetin etkisinin kırılabileceği laik bir gelişimi sevinç ve umutla desteklediler…”

Yazarın bu saptaması ne ölçüde gerçekçidir? Diğer bir deyişle burada dile getirilenlerin dayandığı somut veriler nelerdir? Bunları ortaya koymak elbet yazarın kendisine düşer ama döneme ilişkin bilgi ve belgeler, bu görüşleri doğrulamaktan uzaktır.

Mustafa Kemal „Büyük Nutuk“ta, 1920´lerde kendi önderliğinde yürütülen mücadeleyi tanımlarken, önlerine koydukları hedefleri şu şekilde açıklıyor:

„...O halde kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı, önce itilaf devletlerine karşı tavır alınmaycaktı; sonra da Padişah ve Halife`ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı.“(Nutuk, Cilt 1, s. 8)

Erzurum Kongresi`nden başlayarak mücadelenin temel amacının, ermenilik ve rumluk teşkilini önlemek olduğu da ayrıca her fırsatta dile getirildi.

Tabii o dönemde desteği önemli olduğu için Kürtler doğrudan hedef olarak ilan edilmediler. Hatta sık sık Türk-Kürt kardeşliği lafları bile edildi ama perde gerisinde, onlar da tıpkı Ermenilerle Rumlar gibi baş düşman listesinde yer almaktaydılar. Savaş sürecinde bile M. Kemal`in, Kürt halkının hiç bir ulusal ve demokratik talebine sıcak bakmaması, Kürtlerin her türlü demokratik, kültürel ve politik faaliyetine karşı tavır alması, bu durumu açıkça ortaya koyuyor. O, Kürtlere gerekli darbeyi vurmak için uygun zamanı kolluyordu sadece.

Konumuzla doğrudan bağlantılı değil ama şunu da kısaca belirtmek gerekir: Yukarıda özetlenen temel hedeflerden de anlaşılacağı gibi, M. Kemal ve arkadaşlarının 1920`lerde verdikleri mücadele bir kurtuluş, hele-hele bir ulusal kurtuluş mücadelesi hiç değildi. Bu mücadeleyi yürüten kadrolar, emperyalistlerin desteğini alarak Ermeni, Rum ve Kürt halkı gibi ezilen halklara karşı savaştılar. Hareketin demokratik her hangi bir hedefi yoktu. Açıkçası bu, yüzüne „ulusal kurtuluş“ maskesi geçirilmiş ezilen halklara karşı bir savaştı. Sömürgeci bir mücadeleydi.

Alevilerin desteği konusuna gelince; yukarıdaki hedeflerden ikincisi, yani hilafetin ve saltanatın korunması ilkesi,  M. Kemal´in Hacı Bektaş Tekkesine yaptığı ziyaret ve sonuçları konusunda söylenenlerin gerçeklerle bağdaşmadığını ortaya koymaya yetiyor. Çünkü Lozan Anlaşması imzalanana kadar, Mustafa Kemal ve arkadaşları için „Hilafetin ve saltanatın korunması“ hep temel slogan olarak kaldı. Hacı Bektaş Tekkesi yöneticileriyle yapılan görüşmede de üzerinde konuşulan çerçeve buydu. Cumhuriyet ve laiklik konuları hedef olarak ilan edilmediklerine, diğer bir deyişle gündemde olmadıklarına göre, Bektaşilerle Alevilerin bu nedene bağlı olarak destek vermeleri de söz konusu olamazdı. Şu bir gerçek ki müslüman (sünni) kesimden harekete destek olanların gerekçesi ne idiyse alevilerinkisi de oydu. Bu da özetle „İslam dinini ve hilafeti korumak, vatanın gavur ayakları altında çiğnemesine karşı çıkmak“tı.

Kaldı ki Hacı Bektaş Tekkesi`nin Cumhuriyet diye bir düşüncesi ve talebi de yoktu. Tekke yöneticilerinin politikası, devletle, daha doğrusu padişahlıkla iyi geçinme esasına dayanıyordu. Nitekim Mustafa Kemal`in görüştüğü Çelebi Efendi 1. Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı yönetiminin  verdiği göreve uygun olarak Erzincan`a kadar giden ve Dersimlileri ikna edip ona bağlı kalmalarını sağlamaya çalışan kişiydi.

Açıktır ki, bu güne kadar Alevilerin M. Kemal`e verdikleri „büyük destek“le ilgili yazanların büyük çoğunluğu gibi E. Aydın da, somut tarihi verilere bakmadan Hacı Bektaş Dergahı`na yapılan ziyareti ve sonuçlarını abartıyor, tekkeye gerçekte var olmayan misyonlar yüklemeye çalışıyor.

Unutmamak gerekir ki M. Kemal sadece Alevilerle değil, toplumun her kesimiyle görüşmeye ve onların desteğini kazanmaya özen gösterdi. Bu çerçevede Müslüman (sünni) kesimlerın desteğini alabilmek için harcadığı çabalar, Alevileri saflara çekmek için  yapılanlardan kat kata fazlaydı. Hacılarla, şeyhlerle, imamlarla görüşmeler yapılmadı mı? Onlardan destek alınmadı mı? 1920`dek TBMM`in açılışı tam bir şeriatçı töreni değil miydi?

Ayrıca „Kuvvayi Miliye“ denilen hareket, sanıldığı gibi geniş kitle desteğine de sahip değildi. Ne Aleviler, ne de sünniler, ona söylenen tarzda bir destek sundular. Yalan üzerine inşa edilmiş resmi tarih bu noktayı da çarpıtıyor, hayali tablolar çiziyor.  „Kuvvayi Milliyecilerin“ mücadelesi, esas olarak Osmanlı ordusu ve bürokrasisinin mücadelesiydi. Yönetici kadronun büyük çoğunluğunun ellerinde, Ermeniler başta olmak üzere bir dizi halkın kurumamış kanı vardı.

Yazar, Hacı Bektaş Tekkesi`nin Aleviler içerisindeki rolüne değinirken onu merkeze koyuyor ve „serçeşme“ terimini benimsiyor ki bu yaklaşım da doğru değil. Hacı Bektaşı Veli, bir evliya olarak Aleviler arasında belli bir sempatiye sahiptir, saygı görüyor ama bu, genellikle uzaktan duyulan sembolik bir sempatidir. Örneğin, hem politik hem de kitlesel olarak Alevilerin fiili merkezi durumunda olan Dersim ve çevre bölgede (Malatya ve Maraş dahil)  durum tamamen  böyledir. Hacı Bektaş Tekkesi, Bektaşiler için merkezdir ama Aleviler bakımından böyle bir özelliği yok. Yüzyıllarca Osmanlı yönetimi ile yakın ilişki içersinde olmuş, ona hizmet sunmuş, Aleviler üzerindeki baskılara karşı ya kayıtsız kalmış, ya da desteklemiş olan Hacı Bektaş Tekkesi, ne diye Aleviler için „serçeşme“ olsun ki? Üstelik inanç bazında da aralarında farklılıklar varken.

Beri taraftan, Alevilerin Mustafa Kemal`e „büyük destek“ verdiklerine ilişkin somut kanıtlar yok ama ona karşı çıktıklarına ve desteklemediklerine ilişkin kanıtlar çok. Örneğin Dersim, M. Kemal önderliğindeki harekete hiç de sempati ile bakmadı, kendisine kayda değer bir destek sunmadı.

Kimileri, yine resmi propagandanın da etkisiyle Diyap Ağa, Miço Ağa (Miçê Zêyni) ve Hasan Hayri gibi bir kaç kişinin milletvekili olarak Ankara`ya gitmiş olmasını bu „desteğe“ örnek gösteriyorlar. Her şeyden önce söz konusu kişiler, Dersim`in batısındakı dar bir yöredendiler ve halk arasında önemli sayılabilecek bir etkileri yoktu. Hasan Hayri, ailesi yıllar önce Kayseri`ye göç etmiş olan ve  Dersimlilerle ilişkisi uzaktan bir hemşehri diyaolgundan öteye gitmeyen biriydi. Diyap Aga ve Miçê Zeyni Şixhesenanların Feratan koluna mensuptular, etkileri çok sınırlıydı. Şixhesenanların asıl lideri Sey Rıza idi. Aşiret konfederasyonunun öteki büyük kolu olan ve ondan fazla aşiretten oluşan Seydanlar M. Kemal`e uzaktan selam bile vermediler. Bu gruba bağlı ünlü Qozan (Qozu) aşiretinin lideri İdare İvrayım Ağa kendisine yapılan milletvekilliği önerisini „Ben Osmanlı çeşmesinden su içmem“ diyerek reddetti. Sey Rıza, tüm ısrarlara rağmen yine öneriyi kabul etmedi. Merkezi ve Doğu Dersim`de de harekete yönelik her hangi bir sempati belirtisi yok. Dersim`in en güçlü ailesi olan Çarekan Beyleri bakımından durum farklı değildi. Yeri gelmişken, Diyap Ağa ve Miçê Zeyni`in, bu davranışlarıyla Dersimlilerin gözünde „hain“ durumuna düştüklerini de belirtmek gerekir. Hatta aşiretler arasında öldürülüp öldürülmemeleri konusu bile bir hayli tartışıldı. Dersimlilerin M.Kemal`e verdikleri gözle görülür tek destek örneği, Erzurum`dan Erzincan`giderken yol çevresinde yerleşik bulunan Balavan aşiretinin sağladığı geçiş kolaylığıdır.

Ayrıca Dersimliler sadece harekete destek vermemekle kalmadılar, çevre bölgeleri de bu yönde etkilemeye çalıştılar. Örneğin, Çırpazıne nahiyesi eski müdürü Mustafa Bey’in, Dersimliler adına Refahiye-Kemah yöresine düzenlediği gezi ve harekete destek vermemeleri, gençleri askere yollamamaları icin yaptığı telkinler ünlüdür. Koçkiri yöresinin alevi Kürtleri de Dersimlilerle birlikte Ankara yönetiminin tam karşısında yer aldılar, ulusal taleplerde bulundular ve silahlı eylemler gerçekleştirdiler.

Yazar yazısının bir yerinde de „…Çünkü Cumhuriyet şeriatçı kesimlerle hesabını silahla görmüştür; her devrimin yaptığı gibi,“ diyor.

Bu tesbite iki noktadan katılmak mümkün değil. Bir kere yazar „her devrimin yaptığı gibi…“  eklemesiyle silahla ezme yöntemini genelleştiriyor ve adeta devrimlerin kaçınılmaz bir yasası haline getiriyor. Kuşku yok her devrim böyle yapar diye bir kural yok, zaten pratikte de böyle olmuyor. Kanımca yazarın tesbiti, kemalistlerin bu alanda yaptıklarını meşrulaştırmak gibi bir amaç taşıyor. Öyle ya, kaçınılmaz olanı kim olsa yapar, kemalistler niye yapmasınlar ki?

Öte yandan, burada bahsedilen „şeriatçı kesimler,“ kimlerdir, bu hesap nerde ve nasıl  görülmüş, bu konuyla ilgili olarak da somut bir bilgi yok.

Oysa bizim bildiğimiz, Mustafa Kemal yönetimi ilk kitlesel katliamını, daha Cumhuriyet kurulmadan, 1921 yılı başlarında Koçkiri bölgesindeki Alevi Kürtlere karşı gerçekleştirdi. 1924 yılında aynı büyüklükte olmasa da Malatya Kürecik`te benzer bir sindirme harekatına girişildi. 1925 yılındaki Kürt ulusal direnişi kırılır kırılmaz, Dersim`in batısındaki „Ali Boğazı“na karşı, yine ağır kayıplara yol açan bir askeri harekat gerçekleştirildi. Yazar, bu yörelerde yaşayan ve katliama uğrayan insanları Alevi mi saymıyor, yoksa yapılanları „silahlı hesaplaşma“ olarak mı görüyor, bilmiyorum.

Yazıda yer alan „… Bu nedenle Alevi toplumu her şeye rağmen Cumhuriyetı desteklemiş ve sahiplenmiştir.” cümlesi de üzerinde durulmayı gerektirir niteliktedir.

Bektaşiler bir yana, Alevileri her zaman ezmiş ve dışlamış olan Osmanlı Imparatorluğundan sonra kurulan yeni devleti yönetenlerin, Alevi ileri gelenleriyle diyalog kurmak istemesi doğaldı. Hem İmparatorluk döneminin uygulamalarına bir tepki olarak hem de  kişisel çıkar nedeniyle bunlardan bazılarının devlete yanaşmaları da. Ancak Cumhuriyet döneminde de Alevilere karşı yapılan haksızlıklar yüzünden, söz konusu destek oldukça güdük kaldı.

M. Kemal`in Hz. Aliye benzetilmesi olayının nedenini de yine burada aramak gerekir. Bilebildiğim kadarıyla bu benzetmeyi ilk yapan kişi, her dönemin ve her iktidarın „adamı“ olan Malatyalı ünlü Doğan Dede`dir. Tabii resmi tezciler, Doğan Dede`nin M. Kemali Hz. Ali´ye benzetişini döne döne anlatıyorlar da, Sey Rıza başta olmak üzere Dersimli dini önderler tarafından kullanılan ve halk türükülerine de bolca geçmiş karşıt anlamdaki terimleri görmezlikten geliyorlar hep.

Bu arada yazar bir yandan T.C. döneminde Alevilere yapılan haksızlıklardan, onların dışlanmış olduklarından bahsediyor, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasını laiklikle bağdaşır bulmuyor; bir yandan da „Cumhuriyetin laikliği kurumsallaştırdığını“ iddia ediyor (sayfa 15). Oysa T.C. hiç bir zaman „laik“ olmadı ki onu kurumlaştırması da söz konusu olsun.

Demek oluyor ki Hacı Bektaş`a yapılan ziyaretin abartılı sonuçları esas alınarak „Aleviler Cumhuriyetı destekledikler ve ona sahip çıktıklar“ şeklinde genel bir belirleme yapmak gerçekçi olmaz. Bu devlet ile Aleviler arasındaki 83 yıllık pratik, böyle bir iddiada bulunmayı olanaklı kılmıyor. T.Cumhuriyetinin alevilerden destek gördüğü yöreler ve dönemler oldu, görmediği yöreler ve dönemler oldu. Eğer bu gerçeği göz ardı edersek, o zaman Alevi Kürtlerin hedef olduğu 1921, 1926, 1930 katliamlarını, T.C. tarihinin en büyük soykırımının 1938`de Dersim`de yapılmış olması gerçeğini  açıklayamayız. Tabii ki Dersim`de 1937-38`de olanların temelindeki asıl neden Kürt sorunu idi, ancak Dersimlilerin devletin sünnileştirme politikasından rahatsızlık duydukları ve bir de bu yüzden ondan uzak durmaya çalıştıkları, Alevi olarak olarak inançsal ve kültürel haklar talep ettikleri gerceği de inkar edilemez. Maraş-Hatay yöresindeki Alevi Kürtlerin de bu devlete sempati ile baktıkları söylenemez. Onların yüzü, sürekli sınırın öteki yakasına yönelik oldu. Hatta1 960‘ lı yıllara kadar ekonomik ilişkileri de önemli ölçüde „Binê Xetê“ (Suriye) ileydi. 1978 Maraş katlıamında bu ilgisizliğin pay sahibi olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Yine 1960`lardan sonra kabaran sol ve demokratik dalgada da Aleviler çok etkin şekilde yer aldılar, sisteme karşı mücadeleye büyük katkı sağladılar. Bu  mudur „cumhuriyete sürekli destek olmak?“

Yazarın, T.C. nin kuruluş döneminde kendi deyimiyle „Türk olmayan etnik kimliklerden“ kaynaklanan sisteme karşı çıkışlara değinirken „Kürt aşiretleri“ sözcüklerini seçmesi de dikkat çekicidir. Rejime karşı mücadele edenleri „Kürt aşiretleri“ diye adlandırmak,  verilen mücadeleye uygun bir nitelendirme olur mu? Bizce değil. Değil, çünkü soz konusu olan Kürt ulusal direnişiydi? Küdistan Teali Cemiyeti, Şeyh Said`in lideri olduğu ve 1925 direnişini örgütleyen Azadi örgütü ya da daha sonra ki yıllarda faaliyete geçen „Hoybûn“ gibi politik örgütleri „aşiret“, onların yönlendirdiği silahlı ya da silahsız mücadeleyı de „aşiret faaliyeti“ olarak değerlendirmek ne ölçüde gerçekçidir?

Sonuç: Yazar, yaptığı kimi sağlıklı degerlendirmelerin yanısıra, yukarıda özetlemeye çalıştığım noktalarda resmi tezin etkisi altındadır ve bu da kaçınılmaz olarak ciddi yanlışlar yapmasına neden oluyor.

*Bu yazı önce Tıroj dergisine gönderildi ancak Tıroj polemikçi nitelikte olduğu gerekçesiyle yayınlamayı kabul etmedi.