ALEVILIKTE iNANÇ VE IBADET ESASLARI NELERDIR..
Alevilerde Kafa Karışıklığı
İsmail Beşikçi
Bir Alevi’ye “Neden namaz kılmıyorsun, neden oruç tutmuyorsun,
neden Hacca gitmiyorsun?” şeklinde sorular sorduğumuzda, “Biz
Alevi’yiz, bizim inancımızda, bizim geleneğimizde namaz, hac,
oruç vs. yok” diyor. “Alevi isen o zaman dördüncü halife Ali’ye
bağlılık nedendir, ‘Hüseyin çileleri’ nedendir, on iki imama
bağlılık nedendir?” diye sorulduğu zaman ise Alevi epeyce
şaşırıyor. Dördüncü halife Ali’ye bağlılığın Müslümanlık olduğu,
‘Hüseyin çileleri’ çekmenin, on iki imama bağlılığın Müslümanlık
olduğu, Şiilik olduğu, Müslümanlığın da namaz, oruç, hacca
gitmek vs. gibi şartları olduğu anlatılıyor. Aynı Alevi’ye “Sen
hem dördüncü halife Ali’ye, on iki imama bağlı olduğunu
söylüyorsun ‘Hüseyin çileleri’ çekiyorsun hem de Müslüman
olmadığını Alevi olduğunu, Alevilikte namaz, oruç, haç
olmadığını söylüyorsun bu bir çelişki değil midir?” şeklinde
yeni bir soru soruyorsun... Alevi olduğunu söyleyen buna vurgu
yapan kişinin kafası iyice karışıyor, ne diyeceğini bilemez
oluyor. Ama yine de, Alevilik’ten de, dördüncü halife Ali’den
de, on iki imamdan da vazgeçmiyor.
Kafa karışıklığı, düşüncelerde duygularda bir berraklık
olmaması günümüz Alevilerinde çok sık rastlanan bir durum oluyor.
Bazı gazetelerin son yıllarda Alevilerle, Alevi gençlerle ilgili
röportajlar yayımladıkları, anket sonuçları yayımladıkları
görülüyor. Bu röportajlarda, anketlerde Alevilerin, özellikle
Alevi gençlerin çok karışık düşünceler ve duygular
aksettirdikleri görülmektedir. Alevilere kendilerini nasıl
algıladıkları, kimlikleri hakkında sorular sorulduğu zaman,
dinleri, inançları sorulduğu zaman “Müslüman bir Alevi’yim” veya
“Alevi bir Müslüman’ım” gibi cevaplar verdikleri görülüyor.
İçten çelişkili olan bu kavramları, bu ibareleri Aleviler gayet
rahat bir şekilde kullanabilmektedirler. Halbuki Alevi ise
Müslüman değildir, Müslüman ise Alevi değildir. Alevilik,
Yahudilik gibi, Hıristiyanlık gibi, Müslümanlık gibi, Budizm
gibi farklı bir dindir, farklı bir inançtır. Yahudilik nasıl
Müslümanlık değilse, Hıristiyanlık nasıl Müslümanlık değilse
Alevilik de Müslümanlık değildir. “Yahudi bir Müslüman’ım”, “Müslüman
bir Yahudi’yim”, “Hıristiyan bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir
Hıristiyan’ım” birbirleriyle çelişen ibarelerse, içten çelişkili
kavramlarsa “Alevi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Alevi’yim”
kavramları da içten çelişkili kavramlardır. Aleviliğin bir
mezhep olmadığını, ayrı bir inanç, ayrı bir din olduğunu
belirtmeye çalışıyorum.
Alevilerin büyük kısmı “Ali’yi sevmek, on iki imama bağlılık
Aleviliktir. Ali sevgisini on iki imam sevgisini yüreğimizden
hiçbir güç çekip çıkaramaz...” diyorlar. Müslümanlar da, örneğin
Selamet Partisi veya Fazilet Partisi de “Ali’yi sevmek
Alevilikse biz Ali’yi herkesten daha çok severiz. On iki imamı
da...” diyordu. “Öyleyse biz de, Aleviyiz” diyordu. Alevinin
kafası bu sözlerle bir defa daha karışıyordu. Alevi bu akıl
yürütmeler karşısında bocalayıp duruyordu.
Ahmet Şık ve Hatice Yaşar, 7-13 Nisan 2002 tarihleri arasında
Radikal gazetesinde bir röportaj yayımladılar. Röportaj, “Alevi
Gençler Konuşuyor” başlığı altında yayımlandı. “Kendinizi nasıl
tanımlıyorsunuz? Sizce etnik kimlik mi daha önde yoksa dinsel
kimlik mi?” “Alevi olduğunuzu gizleme ihtiyacınızı hissettiniz
mi? Alevi olduğunuz için baskı ya da farklı muamele ile
karşılaştınız mı?”, “Kendinizi Alevi olduğunuz için farklı
görüyor musunuz?” gibi sorulara gençlerin verdiği cevapların
bazıları şöyle:
“Alevi’yim, demokratım. Elbette İslami inanış içindeyim.
Kürdüm ama kendimi tanıtırken bu ön planda tutmam. Mezhep
kimliğim ön planda gelir.”
“Alevi’yim Müslüman’ım.”
“Alevi’yiz Müslüman’ız. Biri soracak olursa Türküm ve
Alevi’yim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı içinde olmadım.”
“Alevi’yim. Aleviliği seviyorum. Hoş görü, sevgi gibi birçok
şeyi Alevilikte öğrendim. Müslüman’ım ama yobaz değilim.”
“Kendimi Alevi olarak düşünüyorum. Dinsiz insan düşünemem.
Alevilik Müslümanlıktan ve Anadolu’dan çıkma... Bazı ortamlarda
Aleviliğimi gizledim.”
“Müslüman’ım ama herkesle barışık biriyim. Ayrımcı değilim.
Aleviliğimi gizleme ihtiyacı duymadım. Baskı da görmedim.”
“Alevi’yim, Alevilik Müslümanlık içinde bir mezhep.”
“Alevi’yim, Erzincanlıyım, bunu hemen söylerim. Kur’anı
Kerim’de belirlenen İslamın şartları var. Yardımlaşma, dayanışma
içinde yaşıyorum. Bence bunlar namazın yerine geçer. Kız
lisesinde din hocamla tartışmaya girdim. ‘Aleviler Ali’ye inanır
Muhammed’i tanımaz’dedi. ‘Cem’de Allah, Muhammet, Ali diye
başlarız’ dedim... Sünnilik Alevilik ayrımı yapmak doğru
değil... Yanlış bir şey söylenirse sessiz kalmam. Ama Alevi’yim
diyorsam bunu iyi bilmek zorundayım.”
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Kendimi İslam içinde
tanımlarım ama Taliban da Müslüman diyorlar, Recep Tayyip
Erdoğan da... Allah, Muhammet, Ali üçlemesi içinde Ehlibeyt
içinde görüyoruz kendimizi. Özetle Türküm Alevi’yim. Beş yıl
öncesine kadar Aleviliğimi gizledim.”
“Alevi’yiz, Müslümanım.”
“Ailemden gördüğüm kadarıyla Alevi’yiz, Müslümanız,
Aleviliğimi asla gizlemedim.”
“Dinle çok fazla alakam yok ama uzak da değilim ama Alevi’yim.”
“Köken olarak Alevi’yim. Alevi kültürü ile yetiştirildim.
Bunun içinde Kur’an da var. Sünnilik ve Aleviliğin zamanla
ayrıldığı düşünülüyor. Ama ikisi de Müslümanlığa girer.”
“Kendimi Alevi olarak tanımlıyorum. Müslümanlık? Derine
inersek çok karışır...”
“Alevi’yim, mezhep ya da dini anlamda demiyorum. Bir kültür,
bir felsefedir bana göre. Peygamberimiz Hz. Muhammet. Biz de
Allah, Muhammet, Ali üçlüsüne inandığımız için, ben de
kesinlikle Müslümanım. Etnik kimlik geri planda kalmalı bence.
Aleviliğimi gizlemem.”
“Alevi’yim, tabii ki Müslüman’ım.”
“Ehlibeyti bilen Müslüman’dır. Alevilik de onun bir parçası.
Benim için ne etnik kimlik, ne dinsel kimlik önemli. Alevi olan
artık bu niteliklerini gizlemiyorlar.”
Ahmet Şık ve Hatice Yaşar yüz gençle konuştuklarını
söylüyorlar. Bunlardan yirmi dördü ile yaptıkları konuşmaları
yayımlamışlar. Bu gençlerin yaşı 18-29 arasında değişiyor.
Gençler arasında lise öğrencisi olanlar da var, üniversite
öğrencisi olanlar da var. İşçi, müzisyen, özel şirket elemanı,
muhasebeci, terzi, elektrik kaynakçısı, makine mühendisi, eczacı
kalfası, turizmci olan gençler de var. Bu gençler arasında semah
hocaları olanlar da var. Gençlerin bir kısmı erkek, bir kısmı
kadın. Bu küçük bir soruşturma bile Alevi gençlerin duygularında
ve düşüncelerinde ne kadar büyük bir karışıklık olduğunu
gösteriyor. Bu durumda kafa karışıklığının Alevi gençleri
belirleyen temel bir niteleme olduğu söylenebilir. Konuşmaları
yukarıda belirtilen on yedi kişiden sadece ikisinde kuşku var.
Bu kuşku Aleviliği, Müslümanlığı sorgulamaktan kaynaklanıyor
olabilir.
Şiilik şüphesiz Müslümanlıktır. Bu çok açıktır ama Alevilik
de Şiilik değildir. Bu da çok açıktır. Türkiye’nin toplumsal
yapısını ve sorunlarını izleyenlerin ve gözleyenlerin bir
kısmının çok basmakalıp bazı ibareler ortaya koydukları
görülmektedir. “Türk-Kürt çelişkisi”, “Alevi-Sünni çelişkisi”
gibi bazı çelişkilerden söz edilir. Buradaki “Alevi-Sünni
çelişkisi” çok yanlış kurulmuş bir kavram çiftidir. Doğru
kurulmuş kavram çifti “Alevi-Müslüman çelişkisi” olmalıdır.
“Şii-Sünni çelişkisi” yine doğru kurulmuş bir kavram çiftidir.
Şiiliğin Müslümanlıkla ilgili bir olgu olduğunu söyledik. 7.
Yüzyılın ortalarında İslamiyet’teki iktidar mücadelelerinin
Şiiliği ortaya çıkardığını görüyoruz. Şiilik her şeyden önce bir
Araplık olayıdır. Araplardaki iktidar mücadelesinde daha doğrusu
peygamberin ölümünden sonra yerine geçecek halifenin tayini
konusunda gerçekleşen mücadelede muhalefeti temsil edenlerdir.
Ama Şiiliğin iktidar biçiminde kurumlaşması, devlet dini olarak
kurumlaşması, İran’da Farslarda gerçekleşmiştir. Şiiliğin dinsel
ibadetlerinde, dinsel inançlarında Kur’an, cami, namaz, hac vs.
elbette vardır. Ama Alevilikte cami, namaz, hac vs. yoktur.
Kur’an da yoktur. Örneğin Alevi inancından olan, Aleviliği
yaşayan köylerde camiye rastlanmaz. Aleviliğin en önemli
özelliklerinden biri de Alevilikte sazın, sözün olmasıdır.
Sazın, sözün olmadığı bir cem düşünülemez. Müslümanlıkta ise
müzik yoktur. Örneğin Müslümanlıkta saz/bağlama hiç yoktur.
Müslümanlıkta Alevi semahlarını andıran hiçbir figür yoktur. Ama
bazen ilahiler def, davul gibi bazı vurmalı çalgılar eşliğinde
okunmaktadır. Alevi cemlerinde de vurmalı çalgılar yoktur. Ünsal
Öztürk Alevi cemlerinde vurmalı çalgılar olmadığını
söylemektedir. Gerek dördüncü halife Ali, gerek on iki imamlar
İslamiyet’i yaymak için çok büyük çaba içinde olmuşlardır.
Örneğin Halife Ali’nin bölgenin yerli halklarına İslamiyet’i
kabul ettirmek için çok yoğun baskıların uyguladığı bilinir.
Alevi inancında olanların, Kızılbaşların ise böyle bir sorunu
yoktur. Yani İslamiyet’i yaygınlaştırarak bütün halkları
İslamiyet’e katmak gibi bir sorunu yoktur. Alevilerde Aleviliğin
propagandasını yapmak, herkesi Alevi yapmak gibi bir uğraşta
yoktur, böyle bir inançta Alevi geleneklerine aykırıdır.
Alevilik İslamiyet’ten önce Mezopotamya’da yaşayan bir
inançtır. Zerdüşt kökenli bir inançtır. Örneğin Ezidilik ile
Alevilik arasında çok sıkı bir bağ vardır. Her iki inancın da
Zerdüşt kökenli olduğu söylenebilir. İkinci halife Ömer, üçüncü
halife Osman ve dördüncü halife Ali döneminde İslamiyet’in
çevredeki halklara kabul ettirilebilmesi için çok yoğun bir
baskı uygulandı. Bu baskı Mezopotamya’da da gerçekleşti. Örneğin
Kürtlere İslamiyet’in kabul ettirilmesinde çok ağır bir şiddet
kullanıldı. İşte bu ağır baskı karşısında bazı yerli halklar
İslamiyet’i kabul ediyor göründüler. Dağların zirvelerine,
gözden ırak yerlere çekilerek, içten, kendi inançlarını yaşamayı
sürdürdüler. Ama dağların arkalarında, zirvelerinde hiç bir
zaman İslam’ın gereklerini yerine getirmek gibi bir çaba içinde
olmadılar. Kendi inançlarını, geleneklerini yaşamayı
sürdürdüler.
Alevilik Mezopotamya kökenli, Zerdüşt kökenli bir inançtır.
Ezidilik ile çok yakın bir benzerliği vardır. Fakat Alevilik
sanıldığının tersine Orta Asya kökenli, Şamanizm kökenli bir
inanç değildir. Alevi semahının, figürlerinin incelenmesi Orta
Asya’nın, örneğin Türkmenistan’ın folkloruyla karşılaştırılması
bunu açıkça ortaya koyar. 2002 yılı başlarında Kanal 7’de
“Ekonomi Vizyon” isimli bir program yayınlanıyordu. Bu programda
Türkmenistan’daki ekonomik gelişmeler, ekonomik atılımlar dile
getiriliyordu. 6 Ocak 2002 tarihinde öğleden sonra yayınlanan
programda, Türkmenistan Devlet Başkanı’nın “Büyük Safar Murat
Türkmenbaşı”nın “Ruhname” ismiyle hazırladığı ve yayınladığı
kitaptan söz ediliyordu. Devlet başkanı Türkmenbaşı’ndan “Büyük
Safar Murat Türkmenbaşı” diye iltifat içeren ibarelerle söz
ediliyordu. Ruhname isimli kitabın içeriğinde Selçuklular,
Oğuzlar, Alparslan, Tuğrul Bey, Dede Korkut, Köroğlu gibi
konular vardı. Seyfullah Türksoy isimli muhabirin hazırladığı ve
sunduğu bir programdı bu. Ruhname isimli kitabın yazılması,
basılması, dağıtılması kutlanıyordu. Sık sık Tükmen-Türk
kaynaşmasından söz ediliyordu. Devlet kurmak-millet kurmak sık
sık dile getirilen kavramlardı. Programa Türkiye’den Kutlu
Aktaş, Yalım Eralp, Saffet Arıkan Bedük gibi emekli bürokratlar,
TRT Genel Müdürü Yücel Yener de katılmıştı. Tekstil fabrikaları
sahibi Ahmet Çalık da oradaydı.
Bir saate yakın süren programda sık sık folklor ekipleri de
ekrana geldi. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı oynuyorlardı.
Oyunlarda daha çok Hint etkisi, Çin etkisi göze çarpıyordu. Çok
yumuşak dönüşler, çok yumuşak eğilişler, yumuşak hareketlerle
sağa sola savrulmalar,süzülerek, sekerek elips çizmeler, göze
çarpan hareketlerdi. Folklor ekipleri sık sık ekrana getirildi.
Her defasında kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı oynadıkları
görülüyor. Bu oyunlarda Alevi semahını andıran hiçbir figür
olmadığı gibi gerek kadınların, gerek erkeklerin giyim
kuşamlarında da Alevi giyim kuşamını andıran, hiçbir şekil,
hiçbir figür yoktur. Alevilerde kadınlar-erkekler karışık bir
şekilde semah yürürler. Kadınların ve erkeklerin karışık
oynamaları Alevi semahlarının önemli bir özelliğidir. Yaşlı
kadın ve erkeklerin de semah yürümeleri Alevi semahlarının diğer
önemli bir özelliğidir. Çocuklar da semah yürüyebilir. “Büyük
Safer Murat Türkmenbaşı”nın Ruhname’sinin kutlandığı eğlencelere
ise folklor gösterilerine, oyunlara ise hep gençlerin katıldığı
gözlenmektedir.
Alevi semahları Alevi cemleriyle çok yakından ilgilidir. Cem
her şeyden önce bir araya geliş demektir. Dinsel ve inançsal bir
tapınma durumudur. Ama cem sadece bu değildir. Cem toplumsal
belleği nesilden nesile taşıyan bir kurumdur. Paylaşımın,
konuşulduğu, gerçekleştiği, direnişin planlandığı, tartışıldığı
bir alandır. Alevi cemleri suçlardan ve kötülüklerden arınmayı,
kendi kendini yönetmeyi hedefleyen bir mekanizmadır.Alevi
cemleri yaşamla organik olarak bağlantılı bir kurumdur. Örneğin
Mevlevi ayinleri gibi hayattan kopuk değildir Mevlelikteki sema
sadece kendinden geçme ve Tanrı’yla buluşma, Tanrı’nın varlığı
içinde erime vardır. Nakşibendi ayinlerinin de böyle olduğu
söylenebilir. Alevi cemlerindeyse doğa vardır, ırmak, kurt-kuş,
çiçek,ağaç, toprak vardır. Alevi cemleri tarımsal ve hayvansal
üretimle organik olarak bağlantılı bir kurumdur.Alevi cemleri
genel olarak kış aylarında düzenlenir. Herkes işinde olduğu için
genel olarak yaz aylarında cem düzenlenmez. Öte yandan cem için
özel bir mekan, özel bir ev yoktur, Cem için müsait olan her
evde cem gerçekleştirilebilir. Semah yürümek cemlerin sonunda
gerçekleşen bir oyundur. Semahın ağır semah, orta semah, hızlı
semah olmak üzere bölümleri vardır. Cemlerde söylenen nefesin
ritmine göre semah yürümenin hızı da ağırdan hızlıya doğru
değişir. Türkmenbaşı’nın Ruhname’sinin kutlandığı gösterilerde
sergilenen oyunlar ise orta kararlılıkta bir hızda sürüp
gidiyordu. Semahlarda semah yürüyenlerle, semaha katılan öbür
Aleviler arasında yoğun bir iletişim vardır. Duygu, düşünce ve
ruh olarak semah yürüyenlerle, ceme katılan öbürleri arasında
yoğun bir bütünlük vardır. Ceme katılan herkes semah
yürüyenlerin bir parçasıdır. Türkmenistan’da yukarıda anlatmaya
çalıştığımız gösterilerde ise oyuncuların dışındakiler sadece
onların seyircisidir. Burada sadece bir eğlence söz konusudur.
Alevi semahlarında ise duygu, düşünce, kutsal bir varlığa sevgi
sunma ön plandadır. Büyük Safer Murat Türkmenbaşı’nın 62. yaş
yıldönümü de 2002 yılına rastlıyordu. 62. yaş yıldönümünde de
büyük kutlamalar yapıldı, aynı oyunlar bu kutlamalarda da
sergilendi.
2001 yılında TRT’de “İpek Yolu” belgeseliyle ilgili bazı
gösterimler olmuştu. Bu TRT’nin de katkılarıyla çekilen bir
belgeseldi. Bu çekimi yapanlar Çin’den başka, Kazakistan,
Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerde de çekimler
yapmışlardı. Bu çekimler sırasında da bu ülkelerin folklor
zenginlikleriyle ilgili programlar ekrana getirilmişti,
Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan gibi ülkelerdeki halk
oyunları da Türkmenistan’daki halk oyunlarına benziyordu. Bu
oyunlarda da, örneğin Turnalar Semahı’nı, Kırklar Semahı’nı
andıran hiçbir figür yoktu. Bu semahlarda keskin dönüşler, kırık
adımlar, örneğin sağa dönüyormuş gibi yaparken sola sıçramalar
kutsal bir varlığa saygı sunma hali önemli figürler olarak
görülüyor. Yeldirme, Alevi semahlarının çok önemli bir figürü
oluyor. Türkmenistan’daki “İpek Yolu” adlı belgeseli
izlediğimde, hep Alevi semahları aklıma geliyordu. “Alevilik
Orta Asya kökenlidir, Şamanizm kökenlidir, Türklerin Orta
Asya’dan getirdiği bir inançtır, gelenektir” diyenler acaba bu
programları izlemişler midir? İzleyenler acaba neler düşünüyor?
Alevi semahlarının köklerini bu oyunlara, bu gösterilere bakarak
bulabiliyorlar mı? Orta Asya’ya bakarak Alevi semahlarının
kökenleri hakkında hiçbir şey öğrenilemez, ama Ezidilerin
ibadetlerine bakıldığında Ezidilerin güneşe yüzlerini çevirip
dua etmeleri izlendiğinde, kutsal günlerde gerçekleştirdikleri
rakslara bakıldığında Alevi semahının kökenleri hakkında çok
sağlıklı bilgiler elde edilebilir. İpek Yolu programı
yapımcılarından Atila ErdenS’e bu izlenimlerini anlatmıştım.
“Türkmenistan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da öyle olabilir
ama Azerbaycan’da öyle değil demişti.” Aslında, örneğin üç
fotoğraf bu düşünceleri açık bir şekilde ortaya koyabilir.
Türkmenistan folklorunu gösteren bir fotoğraf, herhangi bir
Alevi semahını gösteren bir fotoğraf ve Ezidilerin güneşe durup
dua etmelerini gösteren bir fotoğraf.
Orta Asya’dan Horasan’a, Mezopotamya’ya, Anadolu’ya gelen
Oğuzların önemli bir kesiminin Alevi inancını benimsemeleri çok
doğal. Çünkü göçebe olup at sırtında dolaşanlar için, yerleşik
olmayanlar için Alevi inancı çok elverişlidir. Günde 5 vakit
namaz buyuran, oruç, hac buyuran İslamiyet’in ise göçebe yaşamı
karşısında benimsenmesi çok zordur.
Aleviler-Kürtler
Alevilerin yaşadıkları, karşı karşıya oldukları en büyük
tehlike asimilasyondur. 19. Yüzyılın ikinci çeyreğinden beri
Alevilere uygulanan politika, asimilasyondur. 1826’dan beri
Vak’a-i Hayriye’den beri Alevilere asimilasyon politikası
uygulanmaktadır. Bu tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile
birlikte Bektaşi dergâhları da yıktırılmıştır. Sultan Mahmud
bundan sadece Hacıbektaş’taki dergâhı istisna kılmıştır.
Hacıbektaş’taki dergâh yıktırılmamış, kilerevinin karşısına cami
yaptırılmıştır. Bu camiye de bir Nakşibendi şeyhi
gönderilmiştir. Dergâh cemaati artık Nakşibendi terbiyesiyle
yetiştirilecektir. Asimilasyon başlamıştır. Alevilerin
Müslümanlığa asimile edilmeleri, aynen Kürtlerin Türklüğe
asimile edilmeleri gibi bir süreçtir. Alevi köylerine cami
yapılması 20. yüzyılın başında Jön Türklerle birlikte iyice
gelişmiştir. Cumhuriyetle birlikte ise sistematik bir politika
olmuştur. Her Alevi yerleşim birimine cami yaptırmak, camiye bir
imam tayin ettirmek, Alevileri Müslümanlaştırmanın etkin bir
yoludur. Dr. Cemşit Bender’in, On iki İmam ve Alevilik (Berfin,
5. Baskı, 2003) kitabında “Resmi İdeoloji ve Alevilik” başlığı
altında yer alan bir bölüm var. (s. 141-145) Bu bölümde Dr.
Cemşid Bender 1992 yılında Ankara’da Diyanet İşleri
Başkanlığı’nda yaptığı bir görüşmeyi anlatıyor. Görüşme konusu
Alevilik. Dönemin diyanet işleri başkanı Said Yazıcıoğlu’ndan
randevu alınıyor, fakat son anda Said Yazıcıoğlu tartışmaya
girmeme gibi bir ilkesi olduğunu belirterek, görüşmeyi kendi
adına Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili İrfan Yücel’in
yapmasını istiyor. İrfan Yücel de Aleviler’in Müslüman olduğunu,
camileri olduğunu, namaz kıldıklarını, oruç tuttukların
söylüyor. Alevilerin Müslüman olduğunu, Alevilerin köylerinde de
cami olduğunu sık sık dile getiriyor. Dr. Bender Alevi köylerine
zorla cami yapıldığını, örneğin Dersim’de Vali Kenan Güven’in
vatandaşlardan toplanan paralarla cami yaptırdığını bu konudaki
düşüncelerini soruyor. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili
yine Alevilerin Müslüman olduğunu, her Müslüman köyünde cami
olmasının istenen bir şey, güzel bir şey olduğunu söylüyor.
Osmanlı, Alevileri Müslüman bir grup olarak görmüyor,
Alevi’yi , Alevi olarak, “Kızılbaş” olarak görüyor ama yok
edilmesi gereken, Müslümanlar içinde yaşamaması gereken bir grup
olarak görüyor. Bunun için vahşete varan uygulamalar da yapıyor.
Bu vahşetten korunmak için de Alevilerin dağların
yüksekliklerinde, anayolların çok uzağında kendilerine yer
aradıkları, yerleşim birimleri oluşturdukları biliniyor. Buysa
toplumun Alevi/ “Kızılbaş” olarak kalmasını inançlarını,
geleneklerini yaşamasını, iç özerkliğini korumasını sağlıyor.
Cumhuriyetle birlikte düşüncede ve duyguda tek tip insan yaratma
politikası doğrultusunda Kürtler Türklüğe asimile edilirken,
Alevilerin de Müslümanlığa asimile edilmesine gayret ediliyor.
Aleviler inançlarını, geleneklerini, iç özerkliklerini bu
şekilde yavaş yavaş yitirmeye başlıyor. “Müslüman’ım ama
Aleviyim”, “Aleviyim ama Müslüman’ım”, “Müslüman Aleviyim”,
“Alevi Müslüman’ım” ibareleri bu şekilde ortaya çıkıyor. Ali
Yıldırım,Osmanlı’nın Alevi’ye karşı tutumunun daha dürüstçe
olduğunu söylemektedir. Bu görüşe ben de katılıyorum. Çünkü
Osmanlı Alevi’yi Alevi olarak görüyor, ama fiziki olarak onu yok
etmeye çalışıyor. Alevilerde yok olmamak için kendilerince önlem
alıyorlar. Cumhuriyet ise Alevi’yi Müslüman olarak görüyor,
fiili olarak Müslümanlaştırmaya, Aleviliği yok etmeye çalışıyor.
Alevi kurumlarını, Alevi inançlarını, geleneklerini bozuyor,
etkisiz kılıyor.
Asimilasyon şüphesiz sadece Kürtlere, Alevilere uygulanan bir
politika değildir. Asuriler, Ezidiler, Çerkesler, Lazlar vs. de
bu politikanın etki alanı içindedir. Bir zamanlar Kürtler “en
iyi Türk biziz, esas Türk biziz, has Türk biziz” derlerdi.
1960’larda böyle bir slogan vardı. Bunun gibi zaman zaman “en
iyi Müslüman biziz, esas Müslümanlar Alevilerdir” diyen
Alevilere de rastlanmaktadır. Bu asimilasyonun yoğunluğu ve
yaygınlığıyla ilgili bir göstergedir.
1994’den önceki, yani Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığına
seçilmesinden önceki Güney Afrika yönetimini düşünelim. Yerli
halkın ve beyazların ayrı ayrı mahalleleri, ayrı ayrı okulları
vardı. Lokantaları, sinemaları, otelleri hep ayrıydı. Nüfusun %
20 kadarını oluşturan beyazlar, yerli halkı kendi içlerine almak
istemiyorlardı. Yerliler “Bantustan” denilen dikenli tellerle
çevrili çok geniş alanlarda, çok büyük bir mağduriyet içinde
yaşıyorlardı. Kanalizasyon, elektrik, su, konut gibi temel
hizmetler çok yetersizdi. Ama toplum kendi geleneklerini, kendi
inançlarını yaşıyordu, Güney Afrika toplumu iç özerkliğe
sahipti, işte bu iç özerklik giderek iktidarı yarattı. 1994’de
yapılan ilk demokratik seçimlerde “Afrika Ulusal Kongresi”
iktidara geldi. Nelson Mandela cumhurbaşkanlığına seçildi.
Nelson Mandela’yı uzun yıllar cezaevinde tutan, Afrika Ulusal
Kongresi’ni terör örgütü ilan eden beyaz yönetimin
Cumhurbaşkanı, De Klerk ise Nelson Mandela’nın yardımcısı oldu.
1990’ların ortalarında “Dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney
Afrika’da böyle bir süreç yaşandı.
Ali Yıldırım’ın Alevi Öğretisi (İtalik, 2000) kitabında çok
ilgi çekici bir bölüm var. Bu bölüm “Ya siz Sünnileştirin, ya
biz Şiileştirelim” başlığını taşıyor. (s. 176-183) İranlı dini
liderlerden Şeriat Medari, dönemin Diyanet İşleri Başkanı
Süleyman Ateş’le yaptığı resmi bir görüşmede Türkiye’deki
Alevilerden şikayet ediyor, Alevilerin ateistleştiklerini
söylüyor. “Ya siz ilgilenin Sünnileştirin, ya da bize bırakın
Şiileştirelim” diyor. Bu sözün başbakanlığı döneminde Tansu
Çiller için hazırlanmış Alevilik Raporu’nun ilk sayfasında yer
aldığı belirtiliyor. “Türkiye’de Alevilik, Aleviler ve
Alevilerde Siyasal Yapı, Siyasal Kültür” başlığını taşıyan 107
sayfalık raporun 24 Aralık 1995 seçimleri öncesinde Tansu
Çiller’e sunulduğu belirtiliyor. Raporun bir bölümünün de,
Diyanet İşleri Başkanlığı Baş Müfettişi, Abdülkadir Sezgin’in
hazırladığı not ediliyor. İranlılara verilen cevap açıktır. “Biz
Alevileri Sünnileştiriyoruz” buradaki Sünnileştirme
Müslümanlaştırma anlamına geliyor. Her Alevi köyüne cami
yapılması, cemevi yapılmışsa bile muhakkak bir de cami
yapılması, camiye bir de imam, müezzin tayın edilmesi
asimilasyonu yaygın bir yolu oluyor. Cemevlerinde resmi
ideolojiyi güçlendirici konuşmalar yapılması, bu yönde
programlar oluşturulması yine kararlı bir şekilde yaşama
geçiriliyor. İran’la yapılan böyle bir pazarlık Alevi kitlelerde
nasıl bir düşünce, nasıl bir duygu yaratıyor acaba. “Ya siz
Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” ne anlama geliyor.
Sünniliğin ve Şiiliğin Müslümanlığın iki yorumu olduğunu
düşünürsek, asimile edilmek istenen kitlenin Müslüman bir kitle
olmadığı açık değil mi?
Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi çöktükten sonra Şii Araplar çok
büyük bir hareketlilik içine girdi. Nisan, Mayıs aylarında
(2003) İmam Hüseyin’in şehit edilmesinin yıldönümünde on
binlerce Şii Kerbela’da toplanmaya başladı. Şiilerin çoğu buraya
yürüyerek gitmeye çalışıyordu. Yüzlerce Şii demir zincirlerle
sırtını, başını dövüyordu. Sırtından başından kan çıkarıyordu.
Binlerce Şii sürüne sürüne İmam Hüseyin’in Kerbela’daki
türbesine, dördüncü halife Ali’nin Necef’deki türbesine varmaya
çalışıyordu. Bütün Şiilerin “Hüseyin Çileleri” çekmediği
söylenebilir. Ama bu süreçte olan, bu çileleri çeken on binlerce
Şii’nin olduğu da gerçektir. Şiiler, “Hüseyin Çileleri”
çekerken, insan ister istemez Alevileri hatırlıyor. Aleviler
şüphesiz Kerbela’ya, Necef’e filan gitmiyor. Alevilerde böyle
bir hac anlayışı, geleneği yok. Yukarıda belirtildiği şekilde
“Hüseyin Çileleri” de çekilmiyor. Tüm bunlara rağmen bazı
Alevilerin kendilerini on iki imama bağlı hissetmeleri, bunu sık
sık vurgulamaları, her Alevi evinde dördüncü halife Ali’nin
resimlerinin asılı bulunması irdelenmesi gereken bir durumdur.
Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlılık tamamen Şiilikle
ilgili bir olaydır. Aleviliğin bu açıdan Şiilikle hiçbir ilgisi
olmamasına rağmen, Aleviler neden bunu açıkça ifade edemiyor.
Aleviler elbette tarihte yaşanmış bir zulümle ilgilenebilir,
böyle bir ilgi Alevi inancıyla, Alevi yaşam biçimiyle de uyuşur.
Hatta bir gereklilik olarak da ortaya çıkar. Ama sanki Alevi
cemaatinin bir üyesiymiş gibi, Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki
imama bağlanmak şaşırtıcıdır. “On iki imam çileleri” çeken
Aleviler acaba tarih boyunca sırf Alevi oldukları için
kendilerine gösterilen şiddeti biliyorlar mı? Ali Yıldırım’ın
“Osmanlı Engizisyonu” (Öteki, 1998) kitabı bu şiddetin,
işkencenin, katliamın boyutların irdeleyen değerli bir
çalışmadır.
2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta Alevilere karşı çok ağır bir
katliam gerçekleştirildi. Mart 1995’de de İstanbul’da Gazi
Mahallesinde ve Ümraniye’de bir kırım gerçekleştirilmişti. Daha
önce de Çorum’da (Temmuz 1980), Maraş’ta (Aralık 1978) yine
Alevilere dönük zulümler, katliamlar oldu. Bu katliamların
Alevilerin yüreklerinde ağır yaralar açtığı da bir gerçektir.
Acaba Alevilerin yüreklerini yaralayan bu olaylara İranlı
Şiiler, Iraklı Şiiler ne kadar üzüldüler? Veya İranlı Şiiler,
Iraklı Şiiler bu katliamları kendilerine dert ettiler mi?
Aleviler tamamen Araplıkla, Şiilikle ilgili bir olay olduğu
halde, ‘Hüseyin Çileleri’ çekerek 1400 yıllık bir davayı
günümüzde de sürdürmeye çalışıyorlar. Acaba Alevilerin Sivas’ta,
Maraş’ta, Çorum’da uğradıkları zulümler Şiileri dertlendirmiş
midir?
“Hüseyin çileleri”, Adnan Yücel’in Ateşin ve Güneşin
Çocukları ( Yurt Kitap- Yayın, 4.bs.2000) şiirinde Kürtlere
sitem ederken kullandığı bir imgedir.
“O günah sorguları yetmedi mi yazgınıza
O Hüseyin çileleri bitmedi mi daha
Kırklar yediler çekip gitmedi mi
Sazlar kırıla kırıla çalınırken” (s. 44)
Şiilerin Kerbela’daki çile çekmelerini izlerken, insan ister
istemez şu konuyu da düşünüyor. Kerbela törenlerinde Alevi
semahlarını andıran hiçbir bölüm, hiçbir gösteri yok. Aleviler
bunları karşılaştırarak, Alevilik, Şiilik konusunda Aleviliğin
Şiilik olmadığı konusunda neden berrak bir düşünce
oluşturamıyor. Şurası çok açıktır dördüncü halife Ali hiçbir
zaman Alevi olmamıştır. O, İslam Sünneti’ne sıkı sıkıya
bağlıdır, kendinden önceki halife Osman, halife Ömer, halife
Ebubekir gibi... Burada, acaba bilmediğimiz bir “sır” mı vardır?
Örneğin Hasan Sabbah Alamut’ta yaptığı çeşitli konuşmalarda
bu sırrı açıklıyor. (Wladimir Bartol, Fedailerin Kalesi Alamut,
Çeviren Atilla Dirim, Yurt Kitap-Yayın, s. 166-173; s. 441 vd.,
s. 452-454) Burada bu “sırrı” açma gereğini duymuyorum. Ama
Hasan Sabbah’ın kavrayışının çok dikkate değer olduğunu
düşünüyorum. Kanımca Tapınak Şövalyelerinin de böyle sırları
vardı. Acaba Alevilerin de benzer sırları var mı? Bu sır ne
olabilir? Şurası çok açıktır ki Alevilerin Ali’siyle tarihsel
kişilik olan Ali, yani dördüncü halife olan Ali çok farklı
kişilerdir. Alevilerin Ali’si halktan herhangi bir kişidir,
Alevilerin Ali’si Doğa-Tanrı-İnsan bütünlüğünde yer alır. İnsan
Ali doğanın-Tanrının kendisidir. Dördüncü halife Ali ise
yeryüzünü, gökyüzünü, bütün canlı ve cansız varlıkları yaratmış
Allah’ın bir temsilcisi olarak kavranılmaktadır. İslamiyet’i
yaymak için çevre halklara çok ağır şiddet gerçekleştirmiştir.
Alevilerde böyle bir tanrı anlayışı yoktur. Doğa-Tanrı-İnsan bir
bütün oluşturmaktadır. Doğayı gören insan, tanrıyı da görür,
tanrı her insanda ayrı ayrı tecelli eder. Müslümanlardaki yani
Sünnilerdeki ve Şiilerdeki tanrı anlayışıyla, Alevilerdeki Tanrı
anlayışının çok farklı olduğun belirtmeye çalışıyorum. 19
yüzyılda yaşamış Hilmi Dede’nin
Ayine tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme
Şiirinde sözü edilen örnek insan Ali’dir. Tanrı Ali’nin
kişiliğinde gözlere insan niteliğinde görünür. (Bu şiir için
bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Şiirinde Tanrı’ya Kafa Tutanlar,
Okat Yayınları, İstanbul 1968, s. 119)
Alevilikte Eleştiri Özgürlüğü
Alevilik ile Müslümanlık arasında çok derin bir fark vardır.
Bu doğanın, toplumun ve insanın kavranması sürecinde ortaya
çıkan bir farktır. Müslümanlıkta Kur’an her şeye egemendir.
Doğa, toplum, tarih insan hakkında en doğru bilgilerin Kur’anda
yazıldığı kabul edilir. Kur’an eleştirilemez. Kur’andaki
bilgilerin doğruluğundan kuşku duyulamaz. Bu bilgiler
tartışılamaz. Halbuki Alevilikte sınırsız bir tartışma özgürlüğü
vardır. Alevilikte doğa, tarih, insan, Ali (dördüncü halife Ali
değil) her şey tartışılır. İslam teolojisinde varoluş tanrının
yoktan var etmesidir. Yaratan-yaratılan ikilemi Müslüman
teolojisinin en önemli unsurudur. Alevilikte ise yaratanla
yaratılanın birliği vardır. Alevi inancında varoluş Tanrı’nın
kendi özünden fışkırmasıdır. Alevi Tanrı’yı kendi içinde bilir.
Alevi inancında yer, gök, deniz, her şey Tanrı ile doludur.
Alevilikte Doğa-Tanrı-İnsan birdir, bütündür. İnsan Ali doğanın
ta kendisidir. Hallac-ı Mansur’un (9-10. yy.), Yunus Emre’nin
(13. yy.), Nesimi’nin (14-15. yy.), Süruri’nin (16. yy.), (Hilmi
Dede’nin (19. yy.), Edip Harabi’nin (19. yy.) şiirlerinde bu
niteliği görmek mümkündür. Kaygusuz Abdal’ın,
Hakkı ister isen Âdem’de iste
Irak’ta, Mekke’de, Hac’da değildir
deyişi yine aynı anlama gelmektedir. Tanrı’nın bir parçası
olması nedeniyle insan kendi geleceğini kendi belirler.
Fiillerinden sorumlu, her biri Tanrı’nın bir parçası olan insan
şüphesiz özgürlükçü bir düzeni seçecektir. İslam’i teolojide ise
insanın kaderi Allah tarafından belirlenir. İslam inancında
insan Tanrı anlayışı içinde kaybolur, yok olur. İnsan Tanrı’nın
varlığında eridiği için artık insandan eser kalmaz. Alevi
inancındaysa insan Tanrı’yı kendi içinde yoğurur, Tanrı’ya yeni
bir ruh ve şekil verir. Alevi ozanlar her zaman yeri, göğü,
insanı, her şeyi yaratan Tanrı anlayışına karşı direnmişler
“senin karşında ben de varım, senden ayrı ben de varım...” demek
istemişlerdir.
Alevilikte dogmatizm yoktur. İslam’daysa yoğun bir dogmatizm
vardır. Kaygusuz Abdal’ın şu şathiyye/yergi’sine bakalım.
Kıldan köprü yaptırmışsın
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı
Kaygusuz Abdal’ın 14. yy. sonu 15. yy. başında yaşadığı
bilinir. Bu şiirde din ve Tanrı eleştirisi vardır. Tanrı’nın var
olduğu varsayılan gücünü göstermesi istenmektedir. Böyle bir
eleştiri ancak Alevi şairlere has bir eleştiridir. Müslüman bir
kişinin böyle bir Tanrı eleştirisinde bulunması olası değildir.
Bu şiir 1950’lerdeki lise edebiyat kitaplarında şiirin ruhuna
aykırı bir yorumla değerlendirilmektedir. Örneğin “şair,Tanrı’ya
ulaşmak için insanların nefislerini yenmeleri gerektiğini
belirtiyor. Tanrı’ya ulaşmak için nefsini yenme zahmetine
katlanmayan insanları yeriyor. İnsanların Tanrı’ya ulaşmak için
kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden geçmeleri
gerektiği anlatılıyor...” (Ağuh Sırrı Levent, Türk Edebiyatı,
Lise II, İnkılap Kitabevi, 1951, s. 63-64; Nihat Sami Banarlı,
Metinlerle Türk Edebiyatı, Lise II, Remzi Kitabevi, 1951, s.
54-55; Abdurrahman Nisari, Metinle Türk Edebiyatı, Lise II,
İnkılap, 1955, s. 55-56; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatından Seçme
Parçalar, İnkılap ve Aka, 1973, s. 72-73)
Böyle ters, şiirin ruhuna hiç uygun olmayan bu yorumlara
rağmen bu şiir, bu şathiyye/yergi 1950’lerde liselerde okutulan
Türk Dili ve Edebiyatı kitaplarına konabilmiş. Günümüzdeki
kitaplarda da bu şiire, şathiyye/yergiye yer veriliyor mu acaba?
16. yy.’da yaşadığı söylenen Azmi Baba’nın
Yeri göğü ins-ü cin-i yarattın
Sen ey mimar başı eyvancı mısın?
Ayı, günü çarhi, burcu varettin
Ey mekan sahibi rahşancı mısın?
Şeklinde başlayan şiiri de şathiyye/yergi kabul etmek
mümkündür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s.
78-84)
Yunus Emre’ye veya Müridi Molla Kasım’a atfedilen bir şiir
de, şathiyye/yergi kabul etmek mümkündür. Bu şiir şöyledir.
Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne evler yapasım gelür
Altında gayya vardır içi nâr ile pürdür
Varup ol gölgesinde biraz yatasum gelür. (Nihat Sami Banarlı,
a.g.e., s. 55)
Yunus Emre’nin de, “Ya ilahi ger sual etsen bana” diye
başlayan “kıl gibi köprü gerersin geç deyi” diye devam eden bir
şiiri vardır. Bu şiirde de örneğin Tanrı’nın terazi tutması,
kötülükleri tartıya vurması, eleştirilmektedir. Terazi tutmak
tacirlerin, bakkalların işidir, denilmektedir.
“Terazi korsun hevesat dartmağa
Kastedersin beni oda atmağa
Terazi ana gerek bakkal ola
Ya bazergan, tacir-ü aktar ola” (İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s.
42-43)
Doğanın, tarihin, toplumun, insanın kavranışındaki bu çok
farklı bakışlar, birbirlerine çok zıt olan anlayışlar elbette
Alevilik-Müslümanlık farkının temelinde duran bir konudur. Bütün
bunlara rağmen şunu da belirtmekte yarar vardır. Dördüncü halife
Ali’ye bağlılık, on iki imama bağlılık gibi konular Alevileri de
dogmatik bir düşünceye doğru çekmektedir. Aleviler bu konuları
kolay kolay tartışamamaktadırlar. Buysa Aleviliğin temelindeki
düşünce ve kavrayışa zıttır. Bu bağlılıklarla Alevilik kendi öz
değerlerinden yavaş yavaş kopmaktadır.
Aleviler çocuklarına Ebubekir, Ömer, Osman gibi isimler
vermezler. Bunu birinci halife Ebubekir’in, ikinci halife
Ömer’in, üçüncü halife Osman’ın, dördüncü halife Ali’nin
haklarını yemelerine, Ali’nin haklarını vermek için mücadele
etmelerine bağlarlar. Bu suretle Aleviler tarihsel bir davayı
1400 yıla yaklaşan bir davayı günümüzde de sürdürürler. Halbuki
İslamiyet’in kavranması konusunda, dördüncü halife Ali ile
önceki üç halife arasında hiç fark yoktur. Nitekim halife
Ali’nin çocuklarının içinde isimleri Ebubekir, Ömer, Osman
olanlar da vardır. Halife Ali’nin kızlarından, önceki üç halife
ile Ebubekir’le, Ömer’le, Osman’la evlendirilenler de vardır. Bu
konuda Faik Bulut’un “Ali’siz Alevilik” (Doruk 1997, daha sonra
Berfin) kitabı önemlidir. Faik Bulut’un “Yol” dergisinde Şakir
Keçeli’yle yaptığı tartışmalar da dikkate değer. (Yol,
sayı:5/2000, sayı:9/2001, sayı:10/2001)
Alevi inancına Şii unsurlarının nasıl karıştığı incelenmeye
değer bir konudur. 15. yüzyılın sonları, 16. yüzyılın başları
İran’da Şah İsmail’in yönetime gelmesi, Safevi Hanedanlığı’nın
kurulması, Osmanlı’da Şah Kulu Ayaklanması (1509-1510) Yavuz
Sultan Selim’in padişahlığı ve Çaldıran Savaşı (1514) ayrıntılı
bir şekilde incelenmesi gereken bir süreçtir. Alevi inancına Şii
unsurların karışması kanımca bu dönemde gerçekleşmiştir. Daha
doğrusu, 15. yüzyılın ortalarından itibaren İran-Osmanlı
ilişkilerinin gelişmesi sürecinde Şeyh Safiyüddin’in, Şeyh
Cüneyt’in, Şeyh Haydar’ın, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın,
Şah İsmail’in Osmanlılara ve İran’a komşu olan halklarla,
örneğin Kürtlerle, Alevilerle geliştirmeye çalıştıkları süreç
içinde değerlendirilmelidir. Bu dönemden önce Alevi inancında
acaba “Dördüncü halife Ali’ye bağlılık”, “On iki imam’a
bağlılık” var mıydı?
Yukarıda Hacıbektaş Dergâhı’ndaki caminin 1826 yılında
yapıldığını belirtmiştim. Örneğin bu tarihten önce Alevi
köylerinde, Alevi yerleşim birimlerinde cami olup olmadığı
araştırılabilir. Alevilik, Osmanlı toplumunda özellikle
İmparatorluğun yükselme döneminde dışlanan bir inançtı. Aleviler
de hep dışlanan bir grup olmuştur. Şiilik de genel İslam
anlayışı içinde hep muhalefette kalmıştır, muhalefette kalan,
dışlanan grupların birbiriyle ilişki kurması doğaldır. Ama
Şiiliğin Alevi inancı ve anlayışı içinde, Alevi gelenekleri
içinde kurumlaştığı görülmektedir. Bu kurumlaşmanın Alevi
inancının geleneklerini bozduğu da görülmektedir. İşte Şiiliğin
Alevi inancı içindeki bu kurumlaşma sürecinin incelenmesi
gerekir. Bu süreçte, Velayetname, Menakıpname gibi eserlerin
tahrip edildiği, bozulduğu, bu eserlere yeni bölümler eklendiği,
bu eserlerden bazı bölümler çıkarıldığı çok büyük bir
olasılıktır. Yine bu süreçte Alevi ocaklarına, yeni
Silsilenameler düzenlendiği çok büyük bir olasılık dahilindedir.
“Menakıb-i Hacı Bektaş Veli”, Hacı Bektaş Veli’yi on iki
imamlardan Musa el Kazım’a bağlamaktadır. Halbuki Musa el Kazım
798 tarihinde ölmüştür. Hacı Bektaş Veli ise 1207 tarihinde
doğmuştur. Hacım Sultan Velayetnamesinde ise Hacı Bektaş’ın
doğrudan doğruya Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olduğu
yazılmaktadır. Halbuki Ahmet Yesevi 1166 yılında ölmüştür. Hacı
Bektaş ise yukarıda değindiğimiz gibi 1207 de doğmuştur.
Velayetnamelerin veya menakıpnamelerin 1481-1501 yılları
arasında derlenip toparlandığı, yazıya geçirildiği
söylenmektedir. (Nejat Birdoğan, Anadolunun Gizli Kültürü
Alevilik, Hamburg Alevi Kültürü Merkezi Yayınları, 1990, s.
73-74, 96-97)
Bu noktada Alevilerdeki bu “sır” kavramının
değerlendirilmesinde de yarar vardır. Alevi sırrı nedir? Bu sır
kimde saklanmaktadır. Her durumda şu söylenebilir: Şiiliğin
temel kavramlarının Aleviliğe aşılanması, Alevilerde giderek çok
büyük bir kafa karışıklığının yaratılmasına neden olmuştur. Bu
kafa karışıklığı sadece Anadolu Alevilerinde görülen bir durum
değildir. Mezopotamya Alevilerinde, İran Alevilerinde, Suriye
Alevilerinde, Nusayrilerde, Kafkasya Alevilerinde de rastlanan
bir durumdur.
Kafa karışıklığı devrimcilerde de aynen görülmektedir.
Cezaevlerindeki direnişlerde, ölüm oruçlarında yaşamlarını
yitiren Alevi gençlerin cenazelerinin cemevlerine getirildiği,
oradan kaldırıldığı görülmektedir. Cenazenin cemevine
getirilmesi, oradan kaldırılması, yaşamını yitirenin Alevi
olduğunu göstermektedir. Fakat cemevlerine imam da gelmektedir.
İmamı cemevlerinde ne işi vardır? Alevilikte namaz var mı? Alevi
gençlere sorarsanız “halkımızın dinsel inançlarına saygı
gösteriyoruz” derler. Gençlerin sözünü ettiği halk Alevi değil
mi? Alevilik de imam/imamlık diye bir kurum var mı?
Alevi inancına bazı Şii unsurların karıştığını söylüyoruz.
“Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” önerisiyle ilgili
bazı somut gelişmelere de dikkat çekmekte yarar vardır. Örneğin
Çorum merkezindeki Alevilerin Şiilere benzemeye başladıkları,
kendilerine ait bir cami yaptıkları, camiye gittikleri
gözleniyor. Şiilerin Hüseyin’in Kerbela’daki dördüncü halife
Ali’nin Necef’teki türbesine sürünerek vardıklarını
belirtmiştim. Türbelere, dergahlara sürünerek girme geleneğin
bazı yerlerde, bazı Alevilerde de görüldüğü gözlenmektedir.
Bunları Şiileşmenin bir göstergesi olarak değerlendirmek
mümkündür.
Aleviliğe Şiilik unsurlarının nasıl girdiğini anlatmaya
çalıştık. Aleviliğe Şamanist unsurlarının nasıl girdiğinin de
aynı şekilde irdelenmesi gerekir. Bu konuda kısaca şu
söylenebilir. Aleviliğin Şamanizmle ilişkisinin kurulması
Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki ile başlamıştır.
O yıllarda Balkan Savaşlarından (1912) hemen sonra İttihat ve
Terakki Kürtleri Türkleştirmek, Alevileri Müslümanlaştırmak
yolunda bazı projeler geliştirmeye çalışmaktadır. İttihatçılar
Alevilerin Türklükle, eski Türk inançlarıyla bağını kurmaya
çalıştılar. Dr. Fritz adıyla Kürtler kitabını yazan kişinin de
İsmail Pelister takma adıyla yazılar yazan Habil Adem isminde
bir İttihatçı olduğu bilinmektedir. 1918 yılında Osmanlı
Muhacirin Dairesi tarafından yayınlanan bu kitapta Kürtlerin
aslının Türk olduğu, Kürtçe dili denen dilin aslının Türk dili
olduğu ispat edilmeye çalışılmaktadır. İttihat ve Terakkiye
bağlı unsurlardan Baha Said Bey 1914-1915 yıllarında bu
çerçevede Anadolu’ya gönderilmiştir. Alevi Cemaatıyla ilgili
incelemeler yapar. Bunun için Alevilerin yaşadığı bölgelerde
inceleme gezileri tertipler. Aleviliğin Şamanizmle bağının
kurulması Şamanizmin Alevilikde yaşadığı, Baha Said Bey’in
çalışmalarıyla temellendirilmeye gayret edilmiştir. Baha Said
Bey “Türkiyede Alevi, Bektaşi, Ahi, Nusayri Zümreleri” başlıklı
çalışmasında Şiiliğin Araplıkla, Aleviliğin Türklükle ilgili bir
olay olduğunu anlatmaya, Aleviliğin eski Türk dininin bir devamı
olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır. Şeyh Safi’nin,
Safiyüddin’in, 14. asrın ortalarında Erdebil’de kurmaya
çalıştıkları Şiilikle Aleviliğin ilgisi olmadığını, Aleviliğin
Türk dini, Türk İnancı olduğunu, Orta Asya’dan Oğuzlarla
birlikte getirildiğini söylemektedir. O dönemde Türk Yurdu
Dergisi etrafında toplanan Fuat Köprülü, Baha Said, Hamit Sadi
(Selen), Hamid Vehbi gibi araştırmacılar da aynı görüşleri dile
getirmektedir. Baha Said Bey bu çalışmaları Alevi cemaatına
duyduğu ilgiden değil, Türk Milliyetçisi olduğu için yapmaya
çalışıyor.
Aleviliğin Orta Asya kökenli olduğunu, Şamanizmin yani eski
Türk dininin, eski Türk inancının Alevilerde yaşadığını yazan
bir diğer araştırmacı Profesör Yusuf Ziya Yörükan’dır. Profesör
Yusuf Ziya Yörükan 1931 yılında Atatürk tarafından “Türk Dinleri
ve Türk Mezhepleri” üzerine bir kitap yazmaya memur edilmiştir.
Profesör Yusuf Ziya Yörükan’da 1932 yılında “Müslümanlıktan
Evvel Türk Dinleri” ve “Müslümanlıktan Sonra Türk Mezhepleri”
konusunda iki cilt halinde her biri 400 sayfa civarında olan
daktilo metni Atatürk’e sunmuştur. 1930’lu yıllar Türk Tarih
Tezinin ve Güneş Dil Teorisinin geliştirildiği yıllar. En yüksek
siyasi irade İlahiyat Profesörü Yusuf Ziya Yörükan’dan “Türk
Dinleri ve Türk Mezhepleri” ile ilgili bir kitap yazmasını
istiyor. Profesör Yusuf Ziya Yörükan ne yazabilir? Çok büyük bir
olasılıkla siyasi iradenin uygun göreceği, hoşlanacağı
düşünceleri yazar. Ismarlama üzerine yazılan kitaplardan bilim
çıkmaz. Bu siyasi iradenin görüşlerini, isteklerini doğrulayan
kitaplar yazılır.
Yusuf Ziya Yörükan’ın “Alevilik ve Tahtacılar” isimli
kitabında bu düşünceler dile getirilmeye çalışılmıştır. Kitap
Kültür Bakanlığı tarafından 1998 yılında yayımlanmıştır.
Profesör Yusuf Ziya Yörükan’ın oğlu, Prof. Dr. Turhan Yörükan’ın
“Yusuf Ziya Yörükan’ın Hayatı, Eserleri ve Alevilikle İlgili
Görüşleri” başlıklı yazısı Yol dergisinin 8. sayısında
(Kasım-Aralık 2000) yayımlanmıştır. (s. 59-91)
Bu yıllarda Baha Said, Yusuf Ziya Yörükan, Besim Atalay, Baha
Toros gibi yazarlar hep Aleviliğin Şamanizmle, Orta Asyayla
bağını kurmaya çalışmışlardır. Etnolog Hasan Reşit Tankut’da
aynı görüştedir. Hasan Reşit Tankut’un “Zazalar Üzerine
Sosyolojik Tenkitler” (Kalan Yayınları, Nisan 2000) kitabında bu
konularla ilgili bazı değerlendirmeler vardır. Mehmet Bayrak’ın
“Kürdoloji Belgeleri” (Özge, 1994) ve “Alevilik ve Kürtler”
(Özge, 1997) isimli kitaplarında da Hasan Reşit Tankut’un devlet
ve hükümet yetkilileri için hazırladığı bazı raporlar yer
almaktadır. Daha sonraki yıllarda bu görüşler dönem dönem tekrar
gündeme getirilmiş, tartışılmıştır.
Aleviler-Türkler ilişkisi ile Aleviler-Kürtler ilişkisinin
ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir kanısındayım. Ahmet Şık’ın
ve Hatice Yaşar’ın “Alevi Gençler Konuşuyor” röportajına yine
işaret etmek gereğini duyuyorum. Bazı gençler Kürt olduklarını
ama Alevi kimliklerinin her zaman etnik kimliğin önünde olduğunu
söylüyorlar. İşte bu kavrayışa, bu düşünceye, bu duyguya ve bu
tutuma işaret etme gereğini duyuyorum. Bu anlayışın, bu sürecin
gelişiminin incelenmesinde yarar vardır. Kürt sorunu söz konusu
olduğu zaman bu anlayış egemen güçler tarafından yönlendiriliyor
olabilir. Etnik kimliğin ön plana çıkarılmaması, gerilerde
tutulmasını egemen değerlerle uyuşan bir düşünce ve tutum olduğu
açıktır. Mehmet Bayrak’ın “Alevilik ve Kürtler” (Özge, 1997)
kitabı bu konuda değerli bir inceleme, araştırma ve belgeler
kitabıdır. Ali Ülger, 1990’ların başında yayınladığı “Yeni
Divan”, 1990’ların sonunda yayınladığı “Pir” dergilerinde
Alevi/Kızılbaş Kürtlerin sorununu dile getirmeye çalışmıştır.
Haşim Kutlu “Alevi Kimliğini Tartışmak, Kitap 1, Alawiydiler,
Hem de Kızılbaş” (Belge, 1997) ve “Temel Özellikleriyle Kızılbaş
Alavilik, Talib’in El Kitabı” (Tarihsiz) isimli kitapları
Alevilik ve Kürtler konusunda dikkate değer incelemelerdir.
“Arap Alevileri, Nusayriler” ibaresindeki Alevi sözcüğünün
yanlış kullanıldığı kanısındayım. Türklerden ve Kürtlerden
Aleviler olduğu gibi,Araplardan da Aleviler olabilir. Fakat
Nusayriler olarak adlandırılan grubun Alevi olmadığı
kanısındayım. İran’daki ve Irak’daki Şiiler gibi Nusayrilerin de
Ali taraftarı olduklarını düşünüyorum. Şiilik her şeyden önce
bir Araplık olayıdır. Irak’taki Şiilerin çok büyük bir kısmı
Arap’tır. Nusayrilerin de Şii Araplar olduklarını, fakat Alevi
olmadıklarını düşünüyorum. “Anadolu Aleviliği” doğru bir
tanımlamadır. Fakat “Arap Aleviliği, Nusayriler” doğru bir
tanımlama değildir. “Suriye Şiiliği, Nusayriler” tanımlamasının
doğru bir tanımlama olduğu söylenebilir.
Eski yunanlılar Kızıılıırmak’ın Batı yörelerine Anadolu
derlermiş. Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü’nde (Remzi Kitabevi, 2.
bs. İstanbul l978) Anadolu sözcüğünün, Adonis,Apollon,
Artemis,Hektor Kybele, Midas gibi sözcükler yerine
kullanıldığını belirtmektedir (s.339) Halbuki Alevilik daha çok
Dersim, Koçgiri, Erzincan merkezli bir dinsel inançtır. “Anadolu
Aleviliği” kavramının bu bakımdan yerinde bir kavram olmadığı
söylenebilir.
Alevilik incelenirken “kızılbaş” kavramı üzerinde de
durulmalıdır. “Kızılbaş” sözcüğü Şiileri mi, Alevileri mi
anlatmaktadır? Azeri yazar Ali İsa Nicat Kızılbaşlar kitabında
(Yurt Kitap-Yayın, 2003, çev. Züyfiye Veliyeva) “Kızılbaş”
sözcüğü ile Şiileri anlatmaktadır. Ali İsa Nicat,Şeyh
Safiyüddin’den beri yani
1430 lardan beri, savaşlarda, başlarına bağladıkları kırmızı
bağlardan dolayı, Şiilerin “kızılbaş” olarak tanımlandıklarını
anlatmaktadır. “Kızılbaş” kavramı Anadolu Alevilerinin
tanımlanmasında da kullanılmaktadır. Alevi toplumu söz konusu
olduğu zaman, Aleviler için Alevi, Kızılbaş gibi kavramların ne
zamandan beri kullanıldıkları incelenmesi gereken bir konudur.
“Kızılbaş” kavramı Alevileri mi, yoksa Şiileri mi anlatmaktadır
veya hangisini daha çok anlatmaktadır?
Alevilik-Müslümanlık konusunda önemli bir sorun da, Alevi
semahı ile Mevlevilikteki sema ayini arasındaki ilişkilerin
irdelenmesidir.Müslümanlığın ilk asırlarında, örneğin Arap
yarımadasında, Anadolu’daki sema ayini gibi bir ibadet biçiminin
olmadığı açıktır Mevlevilikteki sema ayini Anadolu’ya has bir
ibadet biçimidir. Müslümanlıktan önceki inançlarla, ibadet
biçimleriyle ilişkili olması kuvvetle muhtemeldir. Ama, sema
ayinleri ile Alevilikteki semah arasında çok büyük fark
vardır.Sema ayinlerinde ibadet edenler, hep oldukları yerde
dönmektedirler. Sadece erkekler bu ibadete katılmaktadır.
İbadete sadece yetişkin erkeklerin katılması örneğin çocukların
katılmaması belirtilmesi gereken önemli bir özelliktir. Sema
ayininin özel bir mekanda, dergahta, Mevlevihanede yapılması
yine önemli bir ayrıntıdır. Ayrıca toplumun üst tabakaları bu
ibadete katılmaktadır. Üretimden kopuk bir yaşam biçimi, bir
ibadet biçimi olduğunu daha önce de söylemiştim.Alevi
semahlarındaysa, kadın-erkek, yaşlı-genç birlikte semah
yürürler. Semaha Alevi toplumunun bütün üyeleri
katılabilir.Alevi semahlarının toplumsal yaşamla organik
bağlarının olduğunu, üretimle doğrudan ilişkili olduğunu,
örneğin yaz aylarında semah düzenlenmediğini, semah yürümek için
özel bir mekanın gerekli olmadığını, her evde semah
düzenlenebileceğini daha önce de belirtmiştim.
Türkiye Laik Bir Devlet midir?
Yukarıda, Türkiye’nin Alevilere karşı asimilasyon politikası
uyguladığı, Alevileri Müslümanlaştırmak için çok yoğun bir çaba
içinde olduğunu belirtmiştik. Laiklik ise devletin en önemli
söylemlerinden biridir. Alevi inancını, geleneklerini yok etmek,
Alevileri Müslüman yapmak laiklik ilkesiyle örtüşen bir davranış
mıdır? Hiç değildir. Laiklik her şeyden önce devletin bütün
inançlara eşit mesafede bakmasını sağlayan bir ilkedir. Cami
karşısında cemevinin hiçbir varlığının tanınmaması laiklikle
bağdaşan bir durum değildir. İran devlet yetkilileri Aleviler
için “ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” diyorlar. Bu
laiklik ilkesiyle bağdaşan bir süreç midir? Burada dikkate değer
bir örnek vermek gereğini duyuyorum. Yol dergisi 4. sayısında
(Mart-Nisan 2002) Hacı Bektaş Dergahı’nın krokisini yayınladı.
(s. 96) Hacı Bektaş Dergâhı’nda cemevi yanında bir de cami var.
Dergahı ziyaret edenler veya her yıl 15 Ağustos’ta Hacı Bektaş
Veli’yi anma törenine katılanlar, caminin her zaman açık
olduğunu görürler. Dergâh, cemevi ise müze gibidir, resmi
çalışma saatleri dışında kapalıdır. Bunun ötesinde müzelere
giriş ücretli olduğu gibi, dergâh ve cemevi de ücretlidir. Hacı
Bektaş Dergâhı’na bu caminin 1826 yılında yapıldığını yukarıda
belirtmiştik. Bu, camiye ve cemevine bakışın çok farklı bir
örneğidir. Türkiye’nin laik bir devlet olmadığını tek başına bu
örnek bile göstermektedir. Türkiye laik bir devlettir diye
konuşanlar, Alevileri Müslüman kabul edenlerdir. Yani resmi
ideolojinin Aleviler karşısındaki düşüncesini sorgusuz sualsiz
kabul edenlerdir. Resmi görüşün başka bir çabası da Aleviliği
Türklerin dini, Türkmenlerin dini olarak kabul ettirmeye
çalışmasıdır. Açık bir şekilde bilindiği gibi Kürtler arasında
da Alevi olan önemli bir kitle vardır.
Laiklik Türkiye’de çok sık konuşulan bir ilkedir. Fakat bu
konu daha çok türban, baş örtüsü gibi, İmam Hatip okulları gibi
konularda dile getirilen bir ilkedir. Bu konuda yapılan
tartışmaların, konuşmaların daha çok teorik düzeyde yapıldığı da
görülmektedir. Alevilik-Müslümanlık-Devlet ilişkisi ise somut
bir konudur. Ama bu konuda bir değerlendirme yapılmamaktadır.
Halbuki sosyal bilimler ancak somut sorunların irdelenmesi
sürecinde gelişir. Türkiye’de teorik konularda çok geniş
tartışmalar yapılabiliyor. Ama somut konulara girmekten
kaçınılıyor. Somut konulara girmek kaçınılmaz olduğu zaman da bu
ancak resmi ideoloji çerçevesinde yapılabiliyor. Bütün bunlar
düşün özgürlüğü olayı ile çok yakından ilgilidir.
Aleviler her yıl 15 Ağustos’ta Hacı Bektaşı Veli’yi anma
törenlerinde devlet ve hükümet yetkilileriyle bir araya
gelmektedirler. Bu günlerde bu laiklik anlayışı
sorgulanabilmelidir. Aleviler devlet ve hükümet yetkilileriyle
tartışabilmelidir. Bu, Alevilerin kaçınamayacakları bir
görevdir.
Bu yazının başında, Alevi gençlerdeki kafa karışıklığından
bazı örnekler vermiştim. Kafa karışıklığı devam etmektedir. 8-9
Kasım 2003 günlerinde, İstanbul’da bazı Alevi temsilcilerinin
toplantısı buna yeni bir örnek olarak gösterilebilir. Cem Vakfı
tarafından düzenlenen “Alevi İslam İnancı Din Hizmetleri
Teşkilatı” kurulması yolundaki çabalar Alevilerdeki kafa
karışıklığının boyutlarının göstermektedir. “Alevi İslam”
anlayışındaki Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum
oluşturmaya çalışmaktadırlar. Cem Vakfı’nın başkanlığını
profesör İzzettin Doğan yapmaktadır. Ehl-i beyt Vakfı da bütün
Alevileri Ehl-i beyte, yani peygamber Muhammed ve ailesine
bağlamaktadır. Alevi,Bektaşi,Mevlevi inancı İslam içinde
eritilmeye gayret edilmektedir. Ehl-beyt Vakfı’nın başkanlığını
Fermani Altun yapmaktadır. (bk. Sabah, 9 Kasım 2003 s. 25
Hükümet tanımazsa Aleviler dava edecek, başlıklı haber) Ayrıca
bk. Cem Vakfı, Anadolu İnanç Önderleri
Birinci Toplantısı (16-19 Ekim 1998 İstanbul) Alevi İslam
İnancının Öncülleri, Dedeler, Babalar, Ozanlar Ne Düşünüyor?
(Cem Vakfı Yayınları 4, Alevi-Bektaşi-Mevlevi İnanç Önderleri
Toplantısı Dizisi, İstanbul 2000)
Alevilerin kafa karışıklığından kurtulmaları gerekir,
Alevilerin Alevilik konusunda berrak düşünce ve duygulara sahip
olmaları gerekir. “Alevi Müslüman’ım”, “Müslüman Aleviyim” gibi
söylemlerle Aleviler hiçbir yere yürüyemez. Bu gibi söylemlerle
Aleviler kendi ayaklarını kendileri zincirlemektedir. Kafası
karışık olanın sadece Aleviler olmadığı; basının, sivil toplum
kurumlarının da kafasının karışık olduğu da söylenmelidir.
Örneğin, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü’nde
Aleviliği şöyle tarif etmektedir.
“Peygamberin damadı Ali ve nesline üstün değer verenleri
gösteren isimdir ki, genel olarak Şiy’i mezhebinden olanlar bunu
benimser. Fakat Sünni tarikatlarında da manevi nezheplerin
(inabe) bir kısmı Ebubekir’e, bir kısmı Ali’ye ulaştığı için
onlara özel anlamda “Aleviye”, “Bekriye” tarikatları denir.
Yaygın olanı birinci anlamdır. Anadoluda Kızılbaş, Tahtacı,
Saraç, Sürek vb. adlarla tanınan çeşitli kapalı cemaatleri
“Alevi” dirler. Fakat bunlardan İzmir yakınındaki Dede doğrudan
doğruya Esterabad’a bağlı olduğu halde, ötekiler Hacı Bektaş’da
Çelebiler’e bağlıydılar. (Sosyoloji Sözlügü, M.E.B. Yayınevi,
Devlet kitapları, 1969, s.14)
Profesör Hilmi Ziya Ülken, Aleviliği, peygamberin Ali nesline
yani Müslümanlığa bağlayarak büyük bir hata işlemektedir.
Alevilik ile Şii’liği karıştırması yine büyük bir hatadır.
Halbuki profesörün bir de 1924 tarihinde “Mihrap” mecmuasında
yayınladığı bir yazısı vardır. (Sayı 13-14, 1924) Bu yazının
başlığı, “Anadolu’da Dini Ruhiyat ve Müşahadeleri”dir. Yol
dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2000, s. 43-53) yeniden
yayımlanmıştır. “Anadolu Tarihinde Dini Ruhiyat Müşühadeleri,
Barak Baba ve Geyikli Baba” (Latin harflerine çeviren Ahmet
Taştan)
Profesör Ülken bu yazıyı kaleme alırken Şakaik-i Numaniye
isimli bir eserden söz etmektedir. Bu eserde Padişah Orhan’ın
(14. yy.’ın ilk yarısı) yararlıklarından dolayı Geyikli Baba’ya
vakfetmiş olduğu emlak yanında “Baba Mayhordur” diye iki küp
rakı ve iki küp şarap gönderdiği de belirtilmektedir.” İki küp
rakı ve iki küp şarap olgusu, Geyikli Baba’nın bunları tüketiyor
olması irdelenmesi gereken bir konudur. 1924’de bu tür olguları
dile getiren Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in 1969’da bunlara hiç
değinmemesi Aleviliği Müslümanlığa bağlaması dikkate değer bir
konudur. 1924’den, 1969’a olguların ele alınmasında ve
değerlendirilmesinde ilerleme mi var, gerileme mi?
Alevilerdeki kafa karışıklığını, yazarlarda ve yayın
organlarında da izlemek mümkündür. Örneğin bu yazarlar, bu yayın
organları Prof. Dr. İrene Melikof’u vazgeçilmez bir Alevi uzmanı
olarak değerlendirmektedirler. Halbuki Prof. Melikof Aleviliği
Müslümanlık içinde değerlendiren, Müslümanlık dışında bağımsız
bir Alevi kategorisinden hiç söz etmeyen bir araştırmacıdır.
Prof. Melikof’a göre Şaman gruplar Orta Asya’dan Horosan’a,
İran’a, Anadolu’ya gelmişler. Burada İslam’la karışarak yeni bir
din yaratmışlardır. Yeni dinlerinden, eski kültlerini de
sürdürmüşlerdir. Prof. Melikof, yeni din oluşturulurken,
Manikeizm gibi birtakım inançların etkilerini de olduğunu
söylemektedir. Ama Manikeizm’i Orta Asya kökenli bir inanç gibi
sunmaktadır. Prof. Melikof Aleviliğin Kürtlerle, Ezidilikle,
Zerdüştlükle bağını kurmamaya özen göstermektedir. Bu bakımdan
resmi görüşe çok yakın bir profesördür. Prof. Melikof bu
görüşlerini “Uyur İdik uyardılar, Alevilik-Bektaşilik
Araştırmaları” Cem Yayınevi, İstanbul, 1993, isimli kitabında
açıklamaktadır.
Hukuk felsefesi ve hukuk sosyolojisi profesörü Dr. Niyazi
Ökten de “Orta Asya ve Alevilik” yazısında (Cem dergisi, 1993)
Prof. Melikof’un görüşlerini benimsediğini belirtmektedir. Prof.
Ökten “Laiklik, Din ve Alevilik Yazıları” (Der Yayınları,
geliştirilmiş 2. basım, 1995) isimli kitabında Aleviliğin
İslam’ın Anadolu yorumu olduğunu söylemektedir. Prof. Ökten
şöyle demektedir. “... yanı başımda olan, halka yayılan,
yüzyıllar süre gelen Anadolu Aleviliğini görememiştim. Anadolu
Aleviliği sanki bana sadece bir folklor gibi gelmişti. Güzel
türküler, anlamlı şiirler, arada sırada isyan etmiş
‘Kızılbaş’ların İslam’ın özgürlükçü, liberal, sevgiye dayalı
yorumu içinde olduğunun bilincine varamamıştım” (s.6) O zaman
Prof. Melikof’a ve Prof. Ökten’e sormak gerekir. Yavus Sultan
Selim’in (1512-1520) Şeyhülislamı Müftü Hamza’nın, Kanuni Sultan
Süleyman’ın Şeyhülislamı Ebusuud Efendi’nin fetfaları İslam’ın
veya özgürlükçü İslam’ın neresinde durmaktadır. Osmanlı
engizisyonu en çok kimlere karşı çalışmıştır. 1978’de Maraş’da,
1980’de Çorum’da, 1993’de Sivas’da , 1995’de İstanbul’da Gazi
Mahallesinde ve Ümraniye’de gerçekleşen Kızılbaş/Alevi katliamı
İslam’ın veya özgürlükçü İslam’ın neresinde durmaktadır? İran
ile Irak 1980’lerde sekiz yıl savaşmışlardır. Bunlardan hangisi
İslam’ı veya Özgürlükçü İslam’ı daha iyi temsil etmektedir.
Prof. Ökten, yukarıda belirtmeye çalıştığımız ifadesinde
“yanı başımızda” olan Anadolu Aleviliği’ni tanımadığını, bunu
sadece folklor gibi algıladığını, daha sonra ise Anadolu
Aleviliği’nin İslam’ın özgürlükçü yorumu olduğunun, sevgiye
dayalı yorumu olduğunun bilincine vardığını, tanıdığını
söylüyor. Bu nasıl tanımadır? İslam’da veya özgürlükçü İslam’da
saz-söz var mı? Semah yürüyüşüne benzer bir ibadet biçimi var
mı? Şarap içmek, rakı içmek var mı? Kadın erkek eşitliği var mı?
Ama buna benzer ibadet biçimleri Ezidilik’te var. Prof. Ökten
Ezidileri fark edebiliyor mu, tanıyabiliyor mu?
Prof. Mümtaz Turhan, “Mecburi Kültür Değişmeleri” konusunu
incelerken, “... mesela İspanyollar Meksika’da yerlileri
kiliseye gitmeye, Hıristiyan merasimine iştirake mecbur ederken,
aynı zamanda putperest dinlerini de terk etmeye zorluyorlardı”
demektedir. (Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, Sosyal Psikoloji
Bakımından Bir Tetkik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul 1951, s. 102) Prof. Mümtaz Turhan, Meksika
yerlileri ile ilgili düşüncelerini Ralph Linton isimli bir
Amerika’lı antropologun “Amerikan Yerlisi Yedi Aşirette
Kültürlenme” isimli kitabına dayandırmaktadır. Bu araştırma da
1940 yılında yayımlanmıştır. (Bak. Emre Kongar, Türk Toplum
Bilimcileri, Cilt 2, Remzi Kitabevi, İstanbul 1988, Emre Kongar
tarafından hazırlanan Mümtaz Turhan’la ilgili bölüm, s. 239)
Profesörlerin bu tutumu karşısında insan şaşırıyor. Prof.
Mümtaz Turhan, “Mecburi Kültür Değişmeleri”, konusunu incelerken
Meksika yerlileri ile ilgili bir çalışmayı dayanak yapıyor.
Peki, böyle bir konu irdelenirken her Alevi köyüne cami
yapılarak, camiye imam tayin edilerek ve bütün bunlar zorla
yapılarak, Alevilerin Müslümanlığa asimile edilmeleri neden
incelenmiyor? Türkiye’de bu konu dinamik bir şekilde yaşanırken,
neden Meksika yerlileri söz konusu ediliyor. Amerikalı bir
antropologun Meksika yerlileri ile ilgili bir çalışması,
yerlilerin zorla Hıristiyanlaştırıldığı konusu, yani sadece bu
konu inceleniyor?
Cemal Şener, “Alevilik ve Laiklik İlişkisi” başlıklı
yazısında, “Alevilik, İslam içinde, İslamın farklı bir
yorumudur” demektedir. Cemal Şener, Aleviliğin, İslamın Emevi ve
Abbasi yorumundan farklı bir yorum olduğunu belirtmektedir.
“Aleviler ise, İslam içindeki bu İslami anlayışı benimsemeyen
değişik milliyetlerden topluluklardır. Esas olarak ise, Türk
topluluklarıdır. Bir anlamda, İslamın Türkçe konuşmasıdır,
İslamın Türkçe yorumudur.” Demektedir. Cemal Şener Alevi
anlayışını İslama bağlamakta, esas olarak da Türklere has bir
anlayış olduğunu vurgulamaktadır. (Humanite, Sayı 4 Aralık
2003-Ocak 2004, s. 96,97) Bütün bunlar, Alevilerdeki kafa
karışıklığının sürdüğünü göstermektedir.
Humanite dergisinin yukarıda sözü edilen 4. sayısında, Haydar
Yalçınoğlu’nun da bir yazısı vardır. Bu yazı, “Hassan Sabbah ve
İlk Laiklik Atılımı” başlığını taşımaktadır Humanite’nin 4.
sayısı “Din Vicdan Özgürlüğü ve İnsan Hakları” özel sayısı
olarak yayımlanmıştır. Sözü edilen bu sayısında Haydar
Yalçınoğlu, “ Bir kısım Aleviler, 7. imam olarak İsmail’i kabul
ettiklerini beyan ettiler ve imamet ilk defa bölündü. Böylece
imametin Masa-yı Kazım ile devam eden esna-i eşariyye (bugünkü
İran şiiliği olan l2 İmam Aleviliğini oluşturdu) diğer kol ise
İsmailiye olarak sürdü (bugünkü Anadolu Aleviliği de dahil
birçok coğrafyada etnik olarak dağınıktır) demektedir. (s. 111)
Haydar Yalçınoğlu’nun Hassan Sabbah ile ilgili değerlendirmeleri
dikkate değerdir. Fakat Aleviliği, “12 İmam şiiliği” ne
bağlaması7. ikamdan sonrasını tanımayan İsmaliye’ye bağlaması
kafa karışıklığının farklı bir boyutudur.
Aleviliğin Türklere has bir anlayış olarak değerlendirilmesi,
Kürt Alevilerinin görmezlikten gelinmesi anlamına geldiği
açıktır. Halbuki Aleviliğin esas merkezinin Koçgiri, Dersim vs.
olduğu söylenebilir. Bu bakımdan, “Anadolu Aleviliği” kavramının
yanlış olabileceğini daha önce belirtmiştim
7 Ocak 2004 tarihli Milliyet gazetesinde, Cem Çankaya isimli
bir kişinin, “Kamuyonu Duyuru” adı altında yayımladığı bir ilan
vardı. (s.21) Bu ilanı da irdelemek gerekir. Bu ilanda
Alevilerin İslam olduğu, Aleviliğin din olmadığı,, Alevilerin
ehl-i beyte bağlı oldukları, Alevilerin kutsal kitabının Kur’an
olduğu vurgulanmaktadır. “Görülen lüzum üzerine” yayımlandığı
belirtilen bu ilanda telefon numarası veya adres
verilmemektedir. Bazı Aleviler bu ilana tepki
göstermişlerdir.İlanda, telefon numarası veya adres bulunmadığı
için de, protestolarını Cem Çankaya’ya ulaştıramamışlar, ancak,
gazetenin yöneticileriyle tartışabilmişlerdir. Örneğin, Yurt
Kitap-Yayın sahibi Ünsal Öztürk, adını,adresini vererek Milliyet
gazetesinin Ankara ve İstanbul’daki bürolarıyla, yazı işleri
müdürleriyle, ilan bürolarındaki görevlilerle tartışmış, Cem
Çankaya’yı protesto etmek istediğini söylemiştir.”Cem Çankaya,
Alevileri camiye davet ediyor, ben camide semah yapmak, saz
çalmak istiyorum, bu mümkün mü” demiştir. Milliyet gazetesi
ertesi gün, bu tepkilerden bazıların dile getiren bir haber
yayımlamıştır (s.19) “Alevileri kızdıran ilan” başlığı altında
verilen haberde bazı kişilerin ve kurumların tepkileri yer
almaktadır. Bu tepkilerin irdelenmesinde de yarar vardır. Cem
Çankaya’ “Görülen lüzum üzerine...” yayımladığı ilanda Alevileri
camiye davet ediyordu. Alevilerin kutsal kitabının Kur’an
olduğunu vurguluyordu. Aleviler buna tepki gösteriyorlar.
Alevilikte, namaz,cami, Kur’an, hac yoktur diyorlar. Halbuki, bu
tepkileri gösterenlerin önemli bir kısmı ehl-i beyte bağlı
olduklarını, Halife Ali’ye, Hasan’a,Hüseyin’e,12 imama bağlı
olduklarını söylüyorlar, hala söylüyorlar. Cem Çankaya’nın
protesto edilmesinde bile söylüyorlar. Bu, kafa karışıklığının
nasıl devam ettiğini açık bir şekilde göstermektedir. Ali,Hasan,
Hüseyin, l2 imam Müslüman değil mi? Onların camileri, namazları
yok mu, onlar Kur’an okumuyorlar mı?
Burada düşünülmesi gereken temel konu şudur: Aleviler, Ali,
Hasan, Hüseyin, 12 İmam diyorlar ama, Ali’in,
Hasan’ın,Hüseyin’in, 12 imamın yaptıklarını yapmıyorlar. Bu
nneden böyle oluyor? Ali’nin, Hasan’ın, Hüseyin’in, 12 İmamın
yaptıklarının hiçbirini yapmadıkları halde, neden, Ali’ye
Hasan’a, Hüseyin’e 12 İmama bağlı olduklarını söylüyorlar? İşte
bu noktada, tekrar “sır” kavramına geliyoruz. Alevilerin sır’ı
nedir acaba? Bu sır’ı kim koruyor, kim saklıyor? Bu sır nesilden
nesile nasıl intikal ediyor? Aleviliğin temel unsurlarından biri
saz yani bağlamadır. Söz de çok önemli bir unsurdur. Söz de
doğaya ilişkindir, üretime ilişkindir. Söz Türkçe de olabilir,
Kürtçe de olabilir. Fakat saz olmadan, söz olmadan Alevilik
olmaz. Ünsal Öztürk, bunun Aleviliği belirleyen temel bir unsur
olduğunu söylemektedir. Bunların İslamiyet’te olmadığı ise,
açıktır.
Alevilerdeki saz olgusunu gazeteci Musa Ağacık da vurguluyor.
Musa Ağacık, Alevilerin, “Biz namaz kılmıyoruz. Bizim ibadetimiz
sazımızdır, sözümüzdür...” dediklerini vurguluyor. Muusa Ağacık
bunu, Başbakan yardımcısı, Mehmet Ali Şahin’le yaptığı bir
röportajda söylüyor. Başbakan yardımcısı Mehmet Ali Şahin,
Alevilerin Müslüman olduğunu, tanıdığı birçok Alevinin camiye
gittiğini, namaz kıldığını söylüyor. Musa Ağacık, Alevilerin
inanç merkezinin, ibadet yerini cemevleri olduğunu veya
Alevilerin kendi evleri olduğunu söylüyor. “Ama devlet,
Alevilerin camiye gitmesinde samimi ise, eğer, o zaman açsınlar
Sultanahmet camisini, dedemizle, sazımızla, sözümüzle,
kadın-erkek canlarımızla gidip cemimizi tutalım” diyor.
Hükümetin, devletin buna hazır olup olmadığını soruyor. Başbakan
Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, “ibadetle kültürü karıştırmayalım ”
diye tepki gösteriyor. Musa Ağacık ile Başbakan Yardımcısı
Mehmet Ali Şahin arasında, ibadet yeri- kültür, cami-cemevi
kavramları etrafında bir tartışma gelişiyor. Musa Ağacık bu
röportaj sırasında soruyor bu soruyu. “Alevilerin, ‘Biz namaz
kılmıyoruz. Bizim ibadetimiz sazımızdır, sözümüzdür’ demesi
yeterli değil mi” diyor.
Home
|