DENEMELER
Hüseyin Sevinç
Sosyalistler burada gerçekten de
ciddi bir handikap içindedirler. İdeolojik doğmatizm aslında
burada da ciddi bir rol oynuyor sessizce. Burjuva söylemiyle
bizi tehdit edenlerin ya da korkutanların gönlünde, inanın
iktidara geldiklerinde aynı şeyleri hem de faylasızla yapmak
yatıyor!
Burada her ideolojinin sahip olduğu bir çifte standartla
karşı karşıyayız. Kasım 2003’te İstanbulda patlayan bombalara
karşı adeta birleşik cephe oluşturan sağ ve sol parti ve
ideolojiler, İsrail’de patlayan bombaların öldürdüğü sivil
insanların katliamını sessizce onaylamaktadırlar. Kimileri
açıktan destek bile vermekten çekinmemektedir. Peki Türkiye’de
patlayan bombalara karşı çıkmak, bu eylemleri kınamak; onların
patladığı toprak Türkiye olduğu için mi icap etmektedir?
Bir dönem PKK’nın yaptığı söylenen, gerçekte ise tam
bilemediğim İstanbul alış-veriş mağazalarında bombalar
patladığında, bir çok Türk ve Kürt solcusu ile tartıştığımı
hatırlıyorum. TC’ye yönelik eylemler olduğu iddia edilerek bu
eylemler destekleniyordu. O sıralarda biraz da PKK’nın gücü
karşısında secdeye duran sol çevrelerin bu eylemleri
eleştirdiğini hatırlamıyorum. Fakat El-Kaide’ye mal edilen Kasım
2003 terörist eylemlerin aynı sol çevrelerin desteklerine de
tanık olmadım. Üstelik El Kaide’nin anti empemperyalist
karaktere sahip olduğunu savunan bir çok solcu ile de
tartışmıştım çok önceleri.
Görüldüğü gibi insanların neyi nasıl ve neye göre
savunduklarını anlamak zorlaşmaktadır. İdeolojik hareketlerin
yarattığı toplumsal psikoloji, insanların düşüncelerini dumura
uğratıyor. İnsanlar bir nevi kumanda ile idare edilir duruma
getiriliyor. İnsanlar inançlarının ve düşüncelerinin esiri
durumuna düşüyor. İçinde bulunduğu grubun yapısından kaynaklanan
ideolojik şiddet, insanların bünyelerine siniyor. Karşı çıktığı
Kasım 2003 terör eylemlerini kendi örgütü yapsaydı, aynı karşı
duruş gösterilebilecek miydi? Buna kolayca evet diyemeyiz. Çünkü
ideolojik akımlarda bireyler tutarlı bir duruş sergilemekten
uzaktırlar. İdeolojik hareketin yöneticileri her zaman haklıdır!
Tersi duruş sergileyen insanlar, “kafirdir”, “bozguncu”dur,
“ajan”dır, “tımarhanelik”tir vs...
İdeolojik örgütlenmelerde ciddi bir robotlaşma yaşanıyor
demek, bir önyargı mı olur acaba? Yaşananları birer film şeridi
gibi gözlerimizin önüne bir getirelim. Bir film seyrediyor gibi
koltuğumuza yaslanıp rahat bir nefes alarak bu filmi
önyargısızca ama dikkatlice izlemeye bırakalım kendimizi. Burada
bir realiteyle karşı karşıyayız. Birilerini kötülemek ya da
birilerini karalamak için kendimizi zorlamaya da gerek yok.
Realiteye göz ve kulak vermemiz, yeterli olur diye düşünüyorum.
Realitelerden kalkarak gerçeklerin mutlaka açığa çıkarılması
gerekir. Bu yol bizi, bireyin özgürleşmesine götürecek bir yolun
başlangıcı olabilir...
DEMOKRATİK KÜLTÜR, FARKLILIKLAR VE İDEOLOJİ
Ölüm denen canavarı sorgulamak, ölüm ve ölüm merkezlerini ve
işlevlerini açığa çıkarmak günümüzde büyük bir önem taşıyor.
Bunun öyle kolay olmadığı açıktır. Çünkü, sırası geldiğinde
herkes ölüme ve öldürme olaylarına lanetler yağdırıyor.
Ölümlerden yana olmadıklarını, kimsenin ölmesini istemediklerini
söyleyenlerin ve bunu yapanların da aynı çevreler olması işleri
daha da zorlaştırıyor. Ya da öyle görünüyor. Ölüm üreten ve
saçan çevrelerin aynı zamanda insancıl dersler vermesi ise işin
diğer bir şaşırtıcı yanı. Öyleyse çevremizdeki bunca ölüm ve
katliamlar da neyin nesi? Nasıl oluyor da insanlar evlerinde,
işyerlerinde, okullarında, ibadet alanlarında, alışveriş
merkezlerinde; kısacası her yerde ölümle karşılaşabiliyorlar?
Ölüm hep yanı başımızda. Ölüm uygulayıcıları hep aramızda!
İnsanlar ve insan yaşamı, hep bu cehennem karanlığına mahkum mu
olacak diye soru sormamız, ciddi bir sorgulama yapmamız bu
cehennem karanlığını aydınlatmamız için bir adım ya da bir mum
ışığı olamaz mı?
Söylenenler ve dökülen göz yaşları sahte. İnsanlar sahte.
İnsan denen yaratık, içyüzünü gizlemede oldukça beceri kazandı
ve ihtisaslaştı! Onca hamasi hümanist nutukların altında, ölüm
kararları gizli. Söylenen onca tatlı söz, insanların beyninde
yer edinmekte ve insanlar adeta kuzuya dönmektedir. Ölüm
merkezleri adeta kumanda ellerinde, insanları istedikleri yöne
yöneltebilmekte. Söylenenler, sarfedilen sözler, cidden yürek
ısıtır cinsten. Öyleyse burun buruna yaşadığımız bunca ölümler
neden ve bunlardan kimler sorumlu?
Bunun için sorgulama yeteneğimizi ve kuşkulu olmayı elden
bırakmadan iğne ile kazı yapmaya başlamamız gerekiyor.
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözünü anarak sorunu
biraz daha somutlayalım:
Dünyadaki doğal ölümler dışındaki tüm ölümler, ideolojilerin
çatışmasından kaynaklanıyor, diyebiliriz. Her ideoloji kendi
dışındakilerini yok etmekle, hizaya getirmekle kendini yükümlü
kılıyor. Bunu, görev ve sorumluluk olarak çevresine ve
taraftarlarına empoze ediyor. İdeolojilerin etkisindeki kitleler
de bunu soylu bir görev olarak kabul edip, emre amade
olduklarını ilan ediveriyorlar! İdeolojilerin kitleler
üzerindeki güçlü etkisi biraz da onun despotik yapısından
kaynaklanıyor. İdeoloji, değil dışındaki ideoloji ile barış
içinde yan yana yaşaması; kendi içinde bile bin bir parçaya
bölünüp, kendi kendisini yiyebiliyor. Bu sorun detaylı olarak
sonradan açıklanacaktır.
İnanç özgürlüğü, fikir ve düşünce özgürlüğü, ideolojinin
dişli çarkları arasında un ufak olmaktadır! Bu Türkiye’de
oldukça belirgindir. İslami Terör gündeme damgasını vurduğu
dönemlerde, çoğu islamcı çevre, yazar ve kişi “islamda terör
yoktur” diyerek islami ideolojinin şiddet yanını gizlemeye ya da
saklamaya çalıştıklarını biliyoruz. Sanki islam ideolojisi
tarihte hiç kimseyi öldürmemiş, hiç katliam yapmamış gibi,
gerçeklerin açığa çıkmasını önlemeye çalıştılar. Bu içgüdüsel
savunma tavrı bütün ideolojilerde ortak bir noktadır.
Gerçeklerin yakıcılığı karşısında, “bunu yapanlar bizden
değildir”, “onlar bu yüce ideolojinin dışındadır” diyerek
fetbazlık yapmak, ideolojilerin ortak ve zorunlu bir görevidir.
Öyle ya “bu ideoloji bunu yaparsa, ben de bu ideolojiden olamam”
deme soyluluğunu göstermek kolay mı o kadar! Esasında, bunu
ideolojilerden beklemek de saflık olur.
İslam ideolojisi yayılmaya yüz tuttuğundan bu yana acaba kaç
milyon insanın hayatına mal oldu? Kaç kişinin derisi yüzüldü?
Kılıç vuruşlarıyla tespih çekilir gibi, kafa koparmaları konu
edinen o heyecan ve kanımızı donduran cenkleme hikayeleri yalan
mıydı yoksa?
İslam dini, ellerinde gül dağıtarak mı İran coğrafyasına ya
da Anadolu toprağına bir anda giriverdi? Yoksa buralarda yaşayan
Alevi, Ezidi, Hristiyan vs. nüfus kendi kendilerini mi kılıçtan
geçirdi? Sahi o toprakların asıl sahibi bu halklar, güle oynaya
mı İslam’ı kabulleniverdiler? Mezopotamya’nın yerli halklarından
Asuriler uzaya gittikleri için mi yerlerinde yoklar? Anadolu
coğrafyasının ciddi inanç akımını oluşturan Alevilerin ne kadarı
kuyulara atıldı; ne kadarı katledildi veya yakıldı?
Kimse bu soruları sormuyor maalesef kendisine. Çünkü bu
soruya verilecek cevaplar gerçekleri gün ışığına çıkarmaya
veshile olacaktır. Böylesi bir duruş ve tavır alış, ideolijinin
kendisini dinamitler. O nedenle sadece İslam ideolojisi
yanlıları değil, tüm ideolojilerde kişiler, bu tür “şeytani”
soruları kendi kendilerine sormaktan elbette kaçınırlar.
“Bir Kızılbaşı öldüren mümin cennete gider” diyen Şafi
ideolojinin beynini gaspettiği ya da kendisine hükmettiği bir
taraftarı nasıl olur da ölüme karşı olabilir? Ya da kişi olarak
kendisinin ölümlere karşı olması, ideolojisini temize çıkarmaya
yetebilecek mi?
İnsanlar kuşkusuz değişebilirler. Dün yaptıklarından, bugün
vazgeçebilirler. Dün savunduklarını, bugün savunmayabilirler.
Bundan kuşkumuz yok. Fakat bunun için insanın, etkisi altında
olduğu ideoloji ile hesaplaşması gerekmiyor mu?. Yapılanlar
cidden sorgulanmalı ve eleştirilmelidir. Yaşanan deneylerin yeni
nesillere aktarılması, yeni ölümlerin önüne geçmek için şarttır.
Farklılıklara karşı tahhammüllü olmayı beceremedi Türkiye’de
İslamcılık. Bu tahammüllü olmayı sadece İslamcılar değil,
bilimum sol ve marksist ideolojiler de beceremediler. Nasıl
becerebilsinlerki!
Öyleyse sorunu tek tek ideolojilerin suçlanmasından da
çıkarmamız gerekiyor. Değilse burada kalıp handikap içinde veya
basit bir döngü içerisinde yaşamaya mahkum oluruz. Basit bir
örnek verelim: Kendi penceresinden Stalin Rusya’sındaki terör ve
kıyım dönemini sorgulayan bir İslamcı, bu tavrından dolayı haklı
olsa da, tümüyle teröre ve öldürmelere karşı olduğunu
ispatlayamaz. Ya da aynı şeyi tersinden söyleyelim: İslami
terörün tarihinden örnekler vererek, kendisinin haklılığını
kanıtlayan Stalinist bir sosyalist de, ideolojisinin kan
dökmediğini ya da dökemeyeceğini ispatlayamaz. Doğrusu tüm
ideolojilerin, kendi dışındaki ideolojileri eleştirmek için
epeyce malzeme bulabilme şansları hep vardır. Demek ki, bu dar
kuyudan çıkmadan, çevremizde olup biteni sorgulama gücünü elde
edemeyiz. Ve bu kuyuda kalarak, yaşananların bilinçli olarak
sorgulanması ve var olan handikapların aşılması mümkün
olamayacaktır.
Türkiye’de nüfusun yüzde 99’u müslümandır belirlemesinin
gerçekleri yansıtmadığını bilmeyen yok. Öyle olsa bile, sunni
islamın yararlandığı kadar kimse, devlet olanaklarından
yararlanamıyor. Nüfusu 20-25 milyon civarında olan bir Alevi
kitlemizin verdiği vergilerle beslenen Diyanet Kurumu’nun
neyinden faydalanabiliyor Aleviler?. Türkiyedeki Ermenilerin,
Rumların, Süryanilerin başına gelen eziyetler ortada. Fakat
Allahın kulu tek bir İslamcı’dan çıt yok. İslamcıların
yaşadıkları Avrupa ülkelerindeki Hristiyan “zulmünden” dem vuran
İslamcı yazarlar, konu Türkiye olunca kafalarını kuma
gömüveriyorlar. İslam elden gidiyor diyerek Hristiyanlara karşı
adeta savaş ilan ediyorlar. Peki nerede savunur göründükleri
inanç özgürlüğü, kişilik hakları? Sonra, Türkiye’de hangi
Hristiyan kesim İslamcılara şiddet boyutunda savaş açmış! Vay
efendim bedava İncil dağıtılıyormuş! Sahi ne var bunda? Siz de
insanlara okullarda -hem de zorla- Kuran okutturmuyor musunuz?
Bütün bu söylemlerin sonuçta terör üretmeye veshile
olabileceğini düşünen yok! Önüne gelen televizyona çıkıp İslami
şövelyeliğe soyunuyor Hristiyanlara sövülüp sayılıyor. Korku
veriliyor. Fukara Hristiyanlara savunma hakkı bile tanınmıyor.
Kendisinin sahip olduğu hakları, komşusuna tanımayan bir kişi ya
da çevre hümaniter söylemlerinde ne kadar samimi ve inandırıcı
olabilir?
Bütün sorun, başkalarının haksızlığını bahane ederek, kendi
baskı ve zulmümüz için onu bir araç olarak kullanmamızda yatıyor.
Bu ikircikli tavırla, kişinin baskı ve zulme karşı olduğu
yönündeki söylemi sahtedir. İnandırıcı değildir. Dinsizlerin de,
Hristiyanların da, Alevilerin de ülkemizde yeri vardır,
olmalıdır. Bunlara, sunni İslamın baskısından uzak; birarada ve
kardeşçe yaşama şansı tanımayan kişilerin insancıl kesilmesi
inandırıcı olamaz.
Televizyonlarda Ermenileri, Süryanileri, Alevileri özgürce
bir konuşturalım; bakalım ne olacak! Varsın dinlerinin
propagandasını yapsınlar. Varsın İslamı eleştirsinler. Hiç bir
şey olmaz demeyin, aynı anda o televizyon binası İslamcılar
ordusu tarafından ateşe verilir. Bugün teröre ve şiddete
karşıyım diye söylev veren İslamcı yazar ve çevreler, o an
öncülük yapan, nutuk atan “militan neferler” olarak alanda
yerlerini mutlaka alacaklarını söylemek için kahin olmaya gerek
yok.
Benzer tavır ve davranışları, bir dönemin sosyalist ya da
komünist ülkelerinde de görmek mümkündür. Bu ülkelerde İslami
azınlıklar ya da milli azınlıklar da aynı baskı ve şiddetin
altında insani olmayan baskı ve zulüm altındaydılar.
(devam edecek)