E. Sönmez
İnsanı yaratan tanrı değildir. Tersine tanrıyı yaratan
insandır. İnsanoğlunun sömürücü, egoist, çıkarcı yönetici kesimi,
yönetilenleri daha kolay idare etmek için "din" denilen ilahi
bir siyasete baş vurmuşlardır. Dinin her çeşidi, bir dogmalar
yığınıdır. İnsan, tanrıyı yarattı ve yarattığı “ucube” şeye
kendisi taptı.
Önceleri, daha "tek tanrı" yokken, krallar, kraliçeler
tanrıydı. Onlardı bilen, onlardı yaratan. Sonra yani toplumsal
gelişim süreci içinde krallar, kraliçeler "tanrısal" durumlarını
sürdürmekte zorlandılar. Bu sefer de genellikle "vekil" rolü
üstlendiler.
Daha sonraki dönemde veya aynı dönem ile iç içe bir süreçte
doğada hakim olan güçlere olağanüstü sıfatlar yüklenerek tanrı
ilan edildiler. Bu güçlerin bir kısmı gerçekte olağanüstüdür.
Bunları bugün bazı yönleri ile algılayıp yorumlar getirsek bile,
eski çağlarda bu olayların nedenlerini açıklayabilmek kolay
değildi. Mesela "fırtına tanrısı" bir anda, koca bir ülkeyi
allak bullak edebilirdi. Hoş bugün de geri kalmamaktadır.
Amerika'da, Doğu Asya'da zaman zaman izlediğimiz kasırgalar,
göklere yükselen hortumlar her seyi bir anda allak bullak
etmektedirler. Örneğin “Hurrikan” kasırgası gibi.
Aynı şekilde sel baskınları, zerzele, vs gibi doğal
felaketler de insan oğlunun hala başa çıkamadığı olgulardır.
Yani bir tarafta kötülükleri simgeleyen tanrılar vardı. Diğer
yanda da koruyucu, besleyici ve güzellikleri yaratan, kısacası
iyilikleri temsil eden tanrılar vardı. Güneş, ay, dağlar,
pınarlar, ulu ağaçlar vs birer tanrıydı. Buna doğal din, doğa
tanrıcılık, paganizm, vs isimler verilmektedir. Bu dinler ve
onlara ait tanrılar, bugün tek tanrılı dinlerin içinde çeşitli
biçimlerde yaşamaktadırlar.
Toplumsal süreç yerinde durmuyor, sürekli ilerliyor ve
gelişiyor. Çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş süreci de,
hiç de kısa sayılabilecek bir süreç değildir. Zerdüştlük ve
çağdaşı dinler bu geçiş süreçlerine denk düşmektedir. Bu
sıralarda Ordadoğu'da özellikle Yahudiler'in ataları arasında
İbrahim, Davut, Yusuf, Musa, vd ile başlayıp İsa ile süren bir "tek
tanrıcılığa" gidiş dönemi yaşanmıştır. Davud'un, Musa'nın
kurduğu dinler Yahudiler'in dışına taşamamıştır. Ama
çevresindeki halklarda da aynı sorunlar yaşanmaktadır. İsa bir
Yahudi'dir ama İsa'nın ortaya attığı prensipler Yahudiler
tarafından değil, Yahudi olmayanlar tarafından benimsenmişlerdir.
Hem de İsa'nın sağlığında değil, öldürülmesinden yıllar sonra.
Bütün tek tanrılı dinler, birbirinden etkilenmişlerdir.
Birbirinden bir çok şey almışlardır. Son olarak Muhammed ortaya
çıkmış. Muhammed'in ortaya attığı prensipler büyük oranda öteki
tek tanrılı dinlerde vardır. Muhammet, öteki din kurucularını da
peygamber olarak kabul etmiş, farklı olarak kendisini "son"
peygamber ilan ederek, kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini
savlamıştır.
Peygamber olarak nitelendirilen insanların çoğu, kendi çağının
ileri gelenleridir. Bunların "bilgin" ve "her şeyi bilen"
olduklarını savlamak büyük bir iddia olur. Muhammed’in okuma
yazması bile yoktur. Hatice’nin sayesinde, kervancılkta ne
öğrenmişse, bilgisi onunla sınırlıdır. Yine de Peygamberlerin
kendi dönemlerinin en etkili, en kurnaz, en siyasetçi kişileri
oldukları söylenebilir. Muhammet, bütün eski dinlerden
tecrübeler edinerek oldukça zeki ve kurnazca denilebilecek
politik önermelerde bulunmuştur. Üstelik, İsa gibi öldürülememiş,
kendi savunduğu fikirlerle iktidar olmuştur. Muhammed'in
avantajlarından biri de, politik bir olgu olarak İslam dinini
devlet olanaklarını kullanarak yaymak ve kabul ettirmek olmuştur.
Muhammet kendini, sadece son peygamber olarak lanse etmemiş,
aynı zamanda tanrının yer yüzündeki temsilcisi ilan etmiştir. Bu,
bugüne kadar uydurulmuş en büyük yalandır. Tanrıyı yaratan
Muhammet değildir ama onu yücelten ve gerçek dışı rollerle
insanlara sunan Muhammet'tir.
Bütün dinlerde iyilik, doğruluk gibi kavramlar vardır. Dinler,
insanları idare etmek, yönetmek için öne sürülen siyasetlerdir.
Dinlerin ve onların önermelerinin kutsal hiç bir yanı yoktur.
Kutsallığın kendisi, uydurulmuş bir yalandır. Peygamber diye "kutsal"
bir varlık yoktur. Peygamberlerin kendileri, siyaset yapan kendi
çağının ileri gelenleridir. Peygamber diye kusallaştırılmış bir
kişiliğe dayanan olgu, uydurulmuş bir yalandır. Tanrı diye bir "olgu"
yoktur. Tanrının var olduğunu söylemek en büyük yalandır.
Peygamberler sadece en büyük düzenbazlar değil aynı zamanda en
büyük yalancılardır. Tıpkı bugünün iktidarlarını ellerinde tutan
politik önderler gibi.
Halife Ali'nin, Muhammet'ten veya öteki halifelerden "üstün"
bir yanı yoktur. Başta Ali olmak üzere ilk dört halifenin hepsi
de Muhammed'in adamı olup onun ekibindedirler. İktidarın
olanaklarından, Muhamed'e yakın olmanın bütün avantajlarından
daha Muhammet döneminde yararlanmaya başlamışlardır. Halife
Ali'nin çok bilgin, her şeyi bilen olduğu da doğru değildir.
Tersine Ebubekir, Ömer ve hatta Osman'a göre daha "saf"tır.
Politikayı yeterince kavramamıştır.
Bu saflık sadece O'nun üç halifelik dönemini yitirmesine değil,
aynı zamanda karısını ve nihayet hayatını yitirmesine de neden
olmuştur. Halife Ali'nin durumunu kendi çağı içerisine
degerlendirmek gerekir. O'nun başarısız oluşunu, bütün
kötülüklerin kaynağı olarak benimseyenler, gerçekçi değillerdir.
İktidar kavgasında başarılı olsaydı, İslamiyetten farklı olarak
ne önerebilirdi?
Baş figürü Ali olan bir Alevilik, İslamiyetin bir yorumu, bir
biçimi, bir ekolü olmaktan öteye gidemez. Baş figürü Ali olan
bir Alevilk, bugün yaşayan Şiiliğin taa kendisidir. Bu
İranlıların molla rejiminde, Esatlar’ın Suriye rejiminde somut
olarak karşımızdadır ve yaşamaktadır. “Aleviler” yol
ayrımındadır. “Aleviler” ya baş figür olarak Ali’yi ve dolayısı
ile Alici “Aleviliği” red edecek ya da eninde sonunda
İslamiyetin bir kolu, bir biçimi, bir ekolü olmakla kalmayacak,
islamiyet içinde eriyecek, kaynaşacak ve islamlaşacaklardır.
Tıpkı İran veya Arap Şiileri gibi.
Ali ile Osman arasında, Ali ile Muaviye arasında yaşanan
olaylar, iktidar kavgasıdır. Kimin iktidara sahip olacağının
kavgasıdır. Bu kavgayı Ali kaybetmekle kalmamış, sonuçlarını
hayatıyla ödemiştir. Ali sonrasında oğulları ve torunları
vasıtasıyla sürdürülen mücadeleler de, iktidara kadar
uzanmasalar da “ayrıcalıklı” olabilmenin kavgalarıdır. Bunlar,
dönem dönem içine girdikleri halkların mücadelerine destek veya
katkı sunmuşlarsa da, esas olarak “ayrıcalıklı” bir konum elde
etmek veya bunun bir “hak” olduğunu kabul ettirmek için
çalışmışlardır. Ama ne olursa olsun, her mücadeleyi, her kavgayı
kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir.
“Aleviler” 1400 (bin dört yüz) yıllık bir kavgayı veya
mücadeleyi yürütüyor. Bu neyin kavgasıdır? Eğer sorun, bir din
yaratmak veya düzenlemekse, bunun ilkelerini ortaya koyar,
biçimlendirler. Bunu, artık bu saatten sonar kimse de
engelleyemeyecektir. Veya gelinen aşamada, yaşanılan çağda,
engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Ama bin dört yüz yıllır
sürdürülen bir “kan davası”nın savunulacak hiç bir yanı yoktur.
Bunu insanlığa kazandıracak hiç bir yararı yoktur.
İslam dininin kendisi tamamen katı dogmalar yığınıdır. Bu
durum sadece İslam dinine özgü bir özellik de değildir.
İstisnasız bütün dinler dogmalar üzerine kurulmuştur.
Dinlerin, bazı koşullarda oynadığı olumlu ve yararlı rolleri
olmuştur. Bunları kendi çağı ve içinde geliştikleri koşullar
içinde değerlendirmek gerekir.
Dinin kendisi bir siyasettir, siyasetin bir biçimidir veya
din, bir çeşit siyasettir. Hepsi de aynu sonuca çıkar. Dinin
kutsal bir yanı yoktur. Kutsallık uydurulmuş bir yalandır. Din,
bir politikadır. Politika insanları idare etmek veya yönetmek
içindir. Politikanın kutsal bir yanı yoktur. İyi veya kötü,
doğru veya yanlış, yararlı veya zararlı politikadan bahs
edilebilir. Din, politikanın en sinsi, en kurnaz, en iki yüzlü,
en yalancı biçimidir. Din, uydurulmuş yalanlar yumağıdır. Eğer
yalan söylemek istemiyorsak, en başta dini red etmeliyiz.
E. Sönmez
Home
|