|
|
BAŞYAZI
Söz
Veriyoruz
Sevgili Mustafa Kemal;
1915 yılından itibaren genç ve idealist bir subay olarak çeşitli cephelerde
başlattığın mücadele ve dünyanın takdir ettiği başarıların sonucunda kurmuş
olduğun Cumhuriyet bugün daha da zor durumda.
Artık bugün garbın afakını saran çelik duvarlar yok. Artık çelik duvarlarla
etrafımızı sarmalarına ihtiyaçları kalmadı. Senin zamanında belirlenmiş
olan Misak-ı Milli sınırlarımız sadece ve sadece harita üzerinde görünüyor.
Ülkemizin her bir tarafında ve başkent ilan ettiğin Ankara'da, ülkesini
seven (!) sözümona Atatürkçüler'in döneklikleri, bencillikleri ve de emperyalist
devletlerden almış oldukları faks ve telefon talimatları ile yönetim anlayışları
sayesinde, devlet olma onurundan uzak bir konumdayız.
Sen, senin kurduğun Cumhuriyet Devleti'nde mirasından mahrum ettiğin müftü
ve hocaların, ölüm yıldönümünde adına Mevlüt okunma düşüncesi akıllara
bile gelmeyen birisin. Çünkü senin, İbn-i Ahmetler, İbn-i Hasanlar, Şeyh
Mehmetler kadar değerin yok.
Sen sadece, 23 Nisanlar'da, 29 Ekimler'de halkın katılımı olmadan yapılan
toplantılarda, büstlerinin önüne konulan çiçekler ile ve ellerde tutulan
içkili kadehlerde anılıyorsun.
Sen, senin yapmış olduğun Cumhuriyet'i yıkıp yerine şeriat devleti kurmak
amacıyla yobaz insanların açmış oldukları özel okullardaki (yönetmelikler
gereği) Atatürk Köşeleri'nde zoraki anılıyorsun.
Senin kurduğun ve ilk genel başkanlığını yapmış olduğun parti mecliste
yok artık. Tek amaçları devrimlerini yaşatmak olması gereken partin, her
il ve ilçe teşkilatlarında dört veya beşe bölünmüş durumda.
Bizler, senin kurmuş olduğun Cumhuriyet Devleti'nde yaşayan bir avuç kalemler
olarak, Cumhuriyet'e, devrimlerine ve düşüncelerine sahip çıkacağımıza,
onların yaşaması için üzerimize düşen görevi yerine getireceğimize söz
veriyoruz.
Ruhun Şa'd olsun.
Başa
Dön
BORSA-EKONOMİ-Serdar
Düzenli
Bu
köşe 17.sayımızdan itibaren açılmıştır.
Başa
Dön
DENGE-Av.
Recai Yıldırım
Reklamlardan
Az Sonra
Son yirmi yıldır ülkemizde çok şeyi değiştirmeye çalıştılar. Başardılar
da. Gücü olanlar yeni bir insan tipi ürettiler.
Bu yeni tip insan salt kendi Benini düşündü. Dünyanın merkezi olarak kendini
görmeyi benimsettiler ona. Kendi varlığının başkalarının ver olmasına
bağlı olduğunu neredeyse unutturdular.
Vahşi anamalcılığın dayanılmaz albenisini her türlü araçla kabullendirdiler.
Sinemasıyla,resmiyle,müziği,sporu,tanıtım yöntemleriyle. İnsanı insana
ve kendisine yabancılaştırmaya çalıştılar. Yalnızca insana özgü duyguları
köreltmeye yöneldiler. Hoşgörü,sevinç,mutluluk,sevgi gibi. Bu değerlerin
olmadığı yerde de kazanma hırsı önlenemez yükseliş gösterdi.
Gelir dağılımı arasında ki uyumsuzluk yıllar geçtikçe azalacağına arttı.
Ulusal geliri paylaşmadaki oransızlık,eşitsizlik uçurumlarla ifade edilirken,sıra
dağlara Himalayalara döndü.
Ben nasıl kurtulurum ? Nasıl daha çok param olur ? ları düşünürken,üretmeden,emek
vermeden kazanmanın,başkalarının sırtından onlara kazık atmadan olmayacağını
göremedik. Başkalarının umutlarını,sevinçlerini kendi çıkarları için yok
saydılar. Yaptıkları ve yapacakları için ellerindeki en güzel silah olan
yazılı ve görsel basını kullandılar. Bakın Televizyonlara 24 saatlik yayın
süresi içinde en çok REKLAMLAR yayımlanıyor.
Neden ?
Ben reklamcı değilim. Bu konuda uzmanlık eğitimi almadım. Ancak gördüğüm,anladığım
bir şey var.
Ben bu malı satmalıyım. Malım nitelikli olsa da, olmasa da satmalıyım.
Bu malı tüketicinin beynine kazımalıyım. Alış verişe gittiğinde benim
malımı almalı. Ben daha çok kazanmalıyım. Tüm bunlar için her yolu denemeliyim.
Bu insanlara ne olursa olsun ?
Siz reklamlarda hiç olumsuz olgu yada olay gördünüz mü ? Her şey 35-40
saniyelik belki de 1 dakikalık süreç içinde olup,bitiyor. Her şey o kadar
yerli yerindeki,hiçbir derdimiz,kuşkumuz,kaygımız,acabamız yok. Herkes
mutlu çünkü önerilen malı alıyorlar. İnsanlar öyle koşullandırılıyorlar
ki, o malı alıp tüketmeseler bir eksiklikleri olacak.
O kısa görüntülerde çizilen tablo,gösterilen yaşam biçimi, insanlarda
o tablonun içinde olma isteği uyandırıyor. Her gün günde en az 15-20 kez
ayını parıltılı yaşamı gören insanlar, neden benim de olmasın,neden ben
de öyle yaşamayayım sorularını sormaya başlıyorlar. Bu soruların yanıtlarını
arıyorlar. Buluyorlar da ama neye karşılık ?
Her akşam Televizyon kanallarında bir sürü ipe-sapa gelmez eğlence programları
var. Reklamlardan AZ SONRA. Tüm ülke 1.5- 2 saatlik yayın boyunca , kimin
kimle kavgası,ağız dalaşı,kaçamağı,boynuzlaması var. Kimin memeleri daha
güzel. Kimin bacakları daha düzgün bunlar konuşuluyor. Dert yok. Kriz
yok. Para çok.
Gerçekten öyle mi ?
Ülkemin gencecik insanları binlerce kilometre uzağa,bize ait olmayan topraklara
yine bize ait olmayacak çıkarlar için tam donanımlı olarak savaşa gidiyorlar.
Önce barış gücü görevi denildi. Sonra ilgili,bilgili,yetkili ağızlardan
küçük çapta çatışmalara girilebilir denildi. Gideceklerin ve belki bir
daha geriye dönemeyeceklerin( ki savaşa gidiyorlar.) sayısı ilk anda 90
kişi olarak açıklandı. Bir süre sonra komutanlık düzeyinin BİNBAŞI rütbesinde
olacağı açıklandı.
Yanlış düşünüyorsam düzeltin. Binbaşı adı üzerinde bin kişilik topluluğun
başıdır. Bir bölük asker Belki daha fazla.
Bunlar olurken bir yabancı devlet adamı 1950 yılındaki Kore Savaşında
gösterdiğimiz başarımızdan övgü ile söz etti. Neden acaba ? Bizden bir
çıkarı mı var ?
51 yıl sonra Asya topraklarında tekrar niçin savaşacağız ki ? 51 yıl önce
savaşıp yüzlerce ölü ve yaralı verdikten sonra A.B.D. askerlerini etrafındaki
çemberden kurtardık ta küçük Amerika mı olduk ?
Demokrasi,özgürlük,barış ne insanlık adına savaştığımız Kore'den 24 yıl
sonra Kıbrıs'ta yine Demokrasi,özgürlük,barış ve insanlık adına savaşırken,bu
gün sırtımızı sıvazlayıp. "Hadi oğlum Memet" diyenler,sert mektuplar
yazıp savaş uçaklarımızın benzinini kesmediler mi ?
Bu nasıl Demokrasi,Özgürlük,Barış ve İnsanlık anlayışıdır ?
Ne zaman başkalarına boyun eğmekten vazgeçip,kendi ulusal kimliğimizi
ön plana çıkarıp,dünya ülkeler ailesi içindeki onurlu yerimizi alacağız
?
Kim yada kimler sağlayacak bu beklentiyi ?
Bu reklamlar böyle sürdükçe, televole kültürü denilen yozlaşma ve tüketim
toplumu olmaya devam ettikçe,hoşgörüsüz,sevinçsiz,mutsuz ,sevmeyi bilmeyen
insan tipi var oldukça zor gibi geliyor.
Sağlıkla kalın.
Başa
Dön
YAKLAŞIM-Hidayet
Aykan
Yıkılmamış,
Kucaktaymış
Kandan mıdır, genden midir, yoksa benden midir, bilmiyorum. Otobüse bindiğimde,
önümüze aniden bir köpek veya keçi çıksa, şoförden önce frene ben basıyorum.
Oysa ben, dokuz numaralı koltukta oturuyorum. Önümde ne fren var, ne de
merdiven. Vazife icabı basıyorum işte.
Şoför uyuyorsa, ya da köpeği fark edememişse diye güya yardıma koşuyorum.
Dedim ya, herkeste olduğu gibi bende de "ÇEVİK ATAK" hastalığı
var galiba. Ben böyleyim de siz farklı mısınız sanki?
Allah, bazılarını iki delikli bir boru olarak piyasaya sürmüş ama, çoğumuzun
beynine akıl, yüreğine her renkten güzel duygular yerleştirmiş.
Geçen hafta büyük bir organizasyon görevini üstüme aldım. Üç nesli bir
araya topladım. Yedirdim, içirdim, yataklarına yatırdım. Ertesi akşam,
şöyle böyle otuz kadar olduk. Misafir salonuna dolduk. Nineler, dedeler,
analar, babalar, kızlı erkekli torunlar hepsi bir arada, hatta bir odada
toplaştık. Televizyonu açar açmaz baktım ki Sayın Ecevit, Çankaya'da Cumhuriyet
Bayramı'nı kutlamak üzere Sayın Sezer'in yanına gidiyor ama, düşecek gibi
ediyor ve her tarafı titriyor. Ayağı halıya takılacak, yıkıldı yıkılacak
derken, bende "ÇEVİK ATAK" hastalığı var ya... hemen belinden
yakalayayım diye bir koştum ki, televizyonun üstündeki çiçekli vazoyla
çalar saat, Ecevit'den önce bizim halıyı öptü. Olsun. Eşya ne ki? Maksat,
Başbakanımız ayakta ve iktidarda kalsın. Nitekim sonuç iyiydi. Ecevit,
büyük bir başarıyla Cumhurbaşkanı'nın eline tutundu ve yere yıkılmaktan
kurtuldu. Evdeki otuz kişi, nefesini tutmuş ve gözlerini bu tehlikeli
sahneye dikmişti. Kayınninem, "Keşke Sezer, daha yakın mesafeye gelseydi
de Ecevit'e TAYTAY deseydi" diye tepkisini belli etti. Kendi ninem
ise: "Ayol bu adamcağız bir deri bir kemik kalmış, saçlarını güvercinler
yolmuş, beti benzi solmuş, sadece burnuyla bıyığı kalmış, bu ne biçim
başbakanmış" diye söylendi. Kaynanam aldı mikrofonu eline: "Aslında
bu adam gençmiş ama, kimler koynuna girmiş?" diye AH etti. Ah'dan
sonra devam etti: "Karısı, bu herife her sabah bir fincan pekmez
içirmeli, günde üç kez köprüden geçirmeli. Akşamları tarikaat tekkelerine
götürmeli, geceleri köy-kent rüyalarına yatırmalı" dedi.
Tetikte beklemekte olan kayındedem heyecanla ortaya atıldı:
-Aslında başpehlivanları başbakan yapacaksın. Hem koltuğu doldurur, hem
de her türlü ağırlığı kaldırır. Suratına atılan Anayasa kitapçığını tek
parmağıyla durdurur.
Ah nerede o Koca Yusuflar, Kurtdereli Mehmet Pehlivanlar?
Derken bizim gelin, hepimiz için hazırladığı bir tepsi kahveyle kapıdan
içeri girdi. Yan gözle televizyona baktı. Ecevit, merdivenlerden çıkarken
eliyle parmaklıkları tutamadı. Geriye doğru sendeledi. Gelin Hanım, onu
kurtarayım diye televizyona koşarken elindeki tepsiyi yere attı. Bizim
de kahve zevkimiz yattı. Anam da bir fırsat bulup söz aldı:
-Karısı, bu adama bakmıyor. Ilık suyla ayaklarına masaj yapmıyor. Sırtına
kupa vurup, kirli kanlarını dışarıya atmıyor. Beline kuşak sarıp, bedenini
sıcak tutmuyor, diye sert tavrını Rahşan Hanım'a yöneltti.
Televizyon kumandasında değişik bir düğmeye bastım. Çiller, başbakanlığı
bana verin, taptaze sütümle memleketi sütliman edeyim diye öykünüyor.
Öteki düğmeye bastım, Erdal İnönü, yeni bir partinin genel başkanlığına
soyunuyor. Soyununca gördüm, adamda ne bacaklar, ne vücutlar var be! Helal
olsun, tıpkı "Pembe Panter" gibi. Erbakan da siyasi AF bekliyormuş.
İktidarı kapmak ve bölücülük yapmak için.
Tekrar kanal değiştirdim. Süleyman Demirel, "Ekonomik krizi iki ayda
düzeltirim" diyor.
Babam da köşesinden, bileğiyle birlikte kolunu öne uzatmış, öteki elini
yumruğunun üstüne bindirmiş:
-Nah düzeltirsin' 42 senede batırdığın gemiyi 2 ayda mı çıkaracaksın?
diye bağırıyor.
Başa
Dön
YAZDI-Recai
Şahin
Neyimiz Eksik
Her şey yolunda, her şey çok güzel işte.
Neye baksak, ne duysak veryansın ediyoruz. Enine boyuna bakmadan, doğrusunu,
yanlışını incelemeden, işimize geldiği gibi eleştiriyoruz gitsin.
Bir gün, çevremizde olup bitenlere şöyle bir başka bakıp, yaşadığımız
günleri bir anımsadık mı? Bizden öncekiler neler görüp geçirdi, biz neler
görüp yaşıyoruz, şöyle bir hayal ettik mi?
Her şey var, ne ararsan buluyorsun. Kuyruk yok, tezgah altından satmak
yok. Herkesin cebinde mark, dolar.
Her evde çeşit çeşit vitrin var, raflarında türlü türlü dantel süslü örtüler,
kaçak fincanlar, kesme bardaklar, su, likör takımları, tabaklar, biblolar...
Ya o vitrinlerdeki cilt cilt ansiklopedilere, daha sayfaları açılmamış
kitaplara ne demeli. Vitrin raflarında ne kadar çok ansiklopedimiz, ne
kadar çok görüşümüzü belirten kitabımız varsa, biz o kadar çok kültürlüyüz,
o kadar çok entellektüeliz. Ölçüye bak.
Çoğumuzun misafir odası, oturma odası, yatak odası, mutfağı var. Misafir
odasında kılıflı koltuklar, üstünde belki hiç yemek yemediğimiz yemek
masası, özel sandalyeli bir takım.
Köşede fiskos masası, üstü kıvrışık örtülü.
Mutfakta hem tüplü, hem elektrodalga fırın, belki nofrost ya da derin
donduruculu buzdolabı, bulaşık makinası, bacada aspiratör var.
Bir çömelmeli, bir önü halılı, oturmalı tuvaletimiz var. Deterjanlar,
şampuanlar, sabunlar çeşit çeşit.
Güneş enerjisi, çanak antenler çatı süsü sanki.
Renkli televizyonumuz, videomuz, müzik setimiz bile var, uzaktan kumandalı.
Bir gün televizyonumuzun kumandasının da kumandası olursa elimizde, hiç
şaşmam.
Balkonumuzda plastik masa ve sandalyelerimiz, içerde dikiş makinamız,
çamaşır makinamız bile var.
Evimizin girişinde bay ve bayan terliklerimiz, renk renk, çeşit çeşit.
Hatta misafirlikte giyeceğimiz ayakkabı ve terliklerimiz bile, orda naylon
poşette.
Yüklük yerine dolaplarımız, yorgan yastık koymaya hurçlarımız bile var.
Dolapta elbiseler, yazlık bir ayrı, kışlık bir ayrı. Dolaplarımızın gözleri
giysi dolu.
Tuvalet masamızda, yüzümüze ayrı, gözümüze ayrı sürücekler, parfümler,
ojeler, rujlar.
Yamasız urbalarımız, ceyo terliklerimiz, pençesiz pabuçlarımız, markalı
kotlarımız renk renk.
Çeşmelerimizden sıcak su ayrı akıyor soğuk su ayrı.
Bir çoğumuzun modelli arabası bile var.
Beşyüz metreye kadar çeker ev telefonlarımız, kartlı, kartsız cep telefonlarımız
da var.
-Alo neresi?
-Sizin ev, bizim ev, çoğumuzun evi burası.
Pantolonun dizindeki ve kabasındaki yamalıklara "süvarilik"
denirdi. Süvarilikli pantolonlarımızın içinde bacaklarımız daha mı sıcaktı
acaba diyorum.
O sıcak yaz günlerinde, gece dışarıda ayazlattığımız, gündüz dışına ıslak
bez sardığımız dont güğümlerinin suyu daha mı tatlı, daha mı soğuktu acaba?
Su kuyusuna ısladığımız karpuzu, ay ışığında yerken, daha mı mutluyduk
ne?
Allahtan korkun, daha ne istiyorsunuz, daha neyiniz eksik? Mutluluğunuz
mu?
Hiç onu aramayı denediniz mi?
Sevin göreceksiniz, arayın bulacaksınız.
Başa
Dön
TARİHİN SÜZGECİNDEN-Av. Ömer Karayumak
Atatürk'ün Son Dakikaları
Bundan 63 yıl önce
10 kasım 1938 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu aziz Atatürk'ün
bir Perşembe günü saat 9.05 de Dolma bahçe sarayında ebedi hayata göçtüğünü
hepimiz biliyoruz. Biz bu yazımızda büyük Atatürk'ün son dakikalarını
nasıl geçirdiğini,yakalandığı amansız hastalıkla nasıl mücadele ettiğini
ve son nefesini nasıl verdiğini anlatmaya çalışacağız.
1935 yılında yakalandığı amansız hastalığının belirtileri 1937 yılında
halsizlik,iştahsızlık baş dönmesi,kilo kaybı şeklinde ortaya çıkmasıyla
teşhis edilebiliyordu. 1938 Ocak ayı başlarında doktorlarının kaplıca
tedavisi önermeleri üzerine Yalova'ya geldi. Ancak kaplıca tedavisinin
fayda vermediği anlaşılınca yeniden yapılan muayenede ilk kez gecikmiş
bir karaciğer hastalığı teşhisi konuldu. Verilen ilaçlar ve yapılan tedavi
sonucunda kısmi bir iyileşme başlamıştı. Ne var ki doktorlarının kesin
olarak istirahat etmesini telkin ve tavsiye etmelerine karşın devlet işlerinin
beklemeyeceği düşüncesiyle çalışmalarına devam eden Atatürk; Şubat 1938
de Bursa'ya gitti. Halkın yollara dökülmesi üzerine şiddetli yağmura rağmen
Bursa'da halka hitap ettikten sonra İstanbul'a dönmüştü. Burada şiddetli
bir öksürüğe yakalandı.Ateşi yükseldi.Yapılan muayenede Zatürre'ye yakalanmış
olduğu anlaşıldı. Karaciğerinin hasta olması hastalığının iyileşmesini
engelliyordu. Doktorların bütün uyarılarına rağmen hasta hasta Ankara'ya
döndü. Hastalığını basit bir soğuk algınlığı olarak görüyor ve geçeceğini
söylüyordu.
Bütün tedavi yöntemlerine rağmen bir türlü iyileşmemesi üzerine Fransa'dan
Prof. Fissinger getirtildi. Devrin en meşhur dahiliye uzmanı Dr. Fissinger
şiddetli bir grip teşhisi koyarak kesin istirahat önerdi. Türk Doktorlarının
aksine, Prof. Fissinger'in kesin teşhiste yanıldığı hastalığın gittikçe
artması ile anlaşılmış oldu. Ancak yapılan tedaviler sonucunda biraz düzelme
olması ve Atatürk'ün bir türlü hastalığını kabul etmemesi işleri daha
da zora sokuyordu. Vücudu zayıflıyor, yoruluyor, halsiz düşüyordu.
28 Mayıs 1938 de Adana'dan Ankara'ya döndü.Ertesi günü de tedavi ve istirahat
amacıyla Ankara'dan İstanbul'a hareket etti. Bu tarih Ankara'dan son gidişiydi.
Bir daha da sadece naaşı getirildi Ankara'ya. İstanbul'da yapılan muayene
ve konsiltasyonda tedavisi olmayan bir hastalığa siroza yakalanmış olduğu
anlaşıldı. O dönemde Türkiye'nin en büyük uzmanlarından ve profosörlerden
oluşan yedi kişilik bir sağlık kurulu devamlı başında bulunuyor tedavi
ve kontrollerini yapıyorlardı.
Atatürk bu arada devlet işleriyle uğraşmasını asla aksatmadan sürdürüyordu.
Ne yazık ki gösterilen bütün ihtimama rağmen sağlığı gün geçtikçe kötüye
gidiyordu.Bunun üzerine Savarona yatından Temmuz ayının sonlarında Dolmabahçe
sarayına nakledildi. Artık hasta olduğu kulaktan kulağa yayılmış, halk
tedirgin bir şekilde iyileşmesini bekliyordu. Kendisi de hastalığının
kötüye gittiğine inanmaya başlamıştı.
T.B.M.M .nin 1 Kasım 1938 tarihindeki açılış nutku Atatürk'ün yerine Celal
Bayar okudu.
Atatürk'ün son nefesine kadar yanından ayrılmayan Hasan Rıza Soyak'ın
anılarına göre; "Artık iştahı büsbütün kesilmiş zaafiyeti artmıştı.
Karnındaki su süratle çoğalıyor,göğsüne doğru tazyik ediyor,nefes almasını
güçleştiriyordu. Dayanılmaz bir ızdırap içindeydi. Açıkça görülüyordu
ki hastalık son safhasına girmişti. Karnındaki suyun hemen alınması gerekiyordu.
8 Kasım 1938 de artık dayanamayacağı anlaşılınca 2.defa suyu alındı.
9 Kasım 1938 de şuurunu kaybetmiş ve bu durum 4 saat kadar sürmüştü. Doktorlar
son bir ümitle dilini çıkarmasını istediler. Ne var ki dilini içeri çekti
ve doktoruna dönerek "aleykümselam" dedi. Son sözü bu oldu.
10 Kasım 1938 de saat 9.05 de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük önder
Atatürk; Doktorlarının gözyaşları arasında hayata gözlerini yumuyor, tarihin
eşsiz liderler sayfasındaki yerini doldurmuş bulunuyordu.
Başa
Dön
ARAŞTIRMA-Ünal
Şöhret Dirlik
Gazete Gazetesi
Manilerimiz folklorumuzun en eski dalı, ulusal nazım şekillerimizin de
en küçük parçasıdır. Hecenin yedili kalıbıyla ölçülüdür. İlk iki dize
yol açar, ama asıl anlatılmak istenen şey, son iki dizededir. Bu öz ve
düz manilerden başka, cinaslı maniler, kesik maniler, doldurmalı maniler
vardır ki, mısra sayısı ona kadar yükselir.
Kimi maniler, halk hikayelerinde dizilip konuşulur. Kimi maniler, nazım
ve nesrin karıştığı masallarımız içinde yer alır. Kimileri, şiir payesine
erişmiş bilmecelerimizi taşır. Kimileri aşıklık imtihanına tutuşan saz
şairlerimizin dilindedir. Kimileri de dörtlükler alt alta dizildi mi belli
bir olayı, konuyu anlatır ve dilden dile, telden tele yayılarak olay için
yakılmış bir türkü olarak yaşar.
İşte sevgili Ünal Şöhret Dirlik hocamız da Fethiye ve yöresinde söylenen
manileri derlemiş, konularına göre tasnif etmiş, çoğunun öykülerini de
araştırıp bularak bir kitap haline getirmiş. Kitabın adı: Fethiye'de Söylenen
Maniler...
Kitabın "Sözbaşı"nı da yine bir gönül dostu yazmış: Abdülkadir
Güler...
Güler, Ünal Şöhret Dirlik'in eserleri ile ilgili bilgi veriyor ve yüzde
yüz katıldığım görüşünü şöyle dile getiriyor: "Dirlik uzun yıllar
Çameli ve Fethiye köylerinde öğretmenlik yaptı. Halkımızın arasına girdi,
onlarla güldü, onlarla ağladı. Bir halk adamıdır. Halkın gelenek ve göreneklerine
saygılıdır. Böyle sıcak ve samimi insan boş durmaz. Oda boş durmamış içinde
yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerini, bayramda, düğünde, eğlencelerde
genç kızlarımızın kadınlarımızın birlikte oynayarak söyledikleri manileri
derlemiş ve ortaya yararlı bir eser çıkarmıştır."
Ünal Şöhret Dirlik'in bu dünyayı boşuna çiğnemediğinin belgeleri olan
kitapların bir bölümünü tanışmıştım. Bunlar arasında Fethiye Bilmeceleri,
Fethiye'de Halk İnanışları, Fethiyeli Gülüyor, İncirköy, Fethiye Atatözleriyle
Deyimlerinde Hayvancılık ve Yayla Göçleri'ni hatırlıyorum. Dirlik'in bir
başka yönü; çevresinde, kültür ve sanatla ilgisi olan herkesi yönlendirmesi,
onları teşvik etmesi ve çoğunun kitap sahibi olmasına katkı sağlamasıdır.
Fethiye'de Söylenen Maniler'in ilk bölümünde manilerimizle ilgili geniş
bilgiler yer alıyor. Lehce-i Osmani'den günümüz yazar ve bilim adamlarına
kadar pek çok araştırmacı yazar ve folklorcunun görüşlerine yer veren
Dirlik, manilerle oynanan yüzük oyunlarına ilişkin anekdotlarını ve çeşitli
gazetelerde yayımlanan içerisinde manilerin de bulunduğu yazılarını aktarmış.
Sonra tasniflere başlamış:
Taşlama, şaka, özlem, fal, niyet, aşk, ayrılık, hüzün ve ramazan manileri...
Taşlama mı istediniz. İşte haylaz evladın niyetine:
Açıldın
çiçek oldun
Uçtun bir böcek oldun
Evveli sıpa idin,
Böyüdün eşek oldun.
Bu bir alkış mı, kargış mı varın siz karar verin:
Eşeğe bin at görme
Kemik yala et görme
Yedi yıl sıtma tutsun
Ondan başka dert görme...
Bir bölüm kaynanalar için ayrılmış. Gelinler sanki kaynana olmayacaklar.
İşte en insaflısı:
Bağda büber kaynana
Oğlun kibar kaynana
Ben gelin geldiğimde
Tat da geber kaynana...
Neler
yok ki? Görümce-abla-enişte-baldız manileri, oğlanlara ve kızlara söylenen
maniler, gelin manileri, üzümlü maniler, mektup manileri, mapushane manileri,
tütünlü maniler, askerlik manileri, develi maniler, arpa-buğday-darı manileri
ve daha niceleri. Bunlardan sonra sözleri manilerden oluşan türkülerimiz
ve bunların öyküleri kitap içeriğinde sıralanmışlar.
Ünal Şöhret Dirlik'in son sözü de bir mani:
Şu dağlar olmasaydı
Çiçeği solmasaydı
Ölüm Allah'ın emri
Ayrılık olmasaydı.
Her aydınımız doğup büyüdükleri çevrelerine Ünal Şöhret Dirlik kadar aydınlık
verselerdi, kuşkusuz ülkemiz pırıl pırıl olurdu. Özentilerden kurtulurduk.
Başka söze ne hacet var?
Not:
Yazarın bu yazısı 15 ve 16 sayılarda iki bölüm halinde yayınlanmıştır.
Başa
Dön
TARIM-Em.
Tarım Tek. Atila Büyükpapuşçu
Elmacılık
Beslenmemizde
ve ekonomimizde önemli bir yer teşkil eden Elma'nın yararlarını saymakla
bitmez en önemli özelliklerini sıralamak gerekirse Yemeklerden sonra yenen
orta boy bir elma hazmı kolaylaştırır, içerdiği maddelerle diş etlerindeki
ve dişlerde oluşacak tortu ve kirlilikleri ortadan kaldırır.
Elma Soğuk ılıman iklim meyvesidir. Bugün dünyada 6500 ün üzerinde çeşidi
bulunmaktadır.Elma, soğuklama ihtiyacı uzun olan meyve türüdür. Yılda
ortalama 1500 ile 3000 saat arasında soğuklama ihtiyacı göstermektedir.
Bundan dolayı rakımı yüksek olan bölgelerde yetiştiriciliği uygundur.
Bunu yanında yetiştiricilikte nisbi nem de önemli yer tutmaktadır. Yazın
nisbi nemin çok düşmesi Haziran ayındaki meyve dökümünün fazla olmasına
ve meyve kalitesinin düşmesine neden olmaktadır. Böyle yerlerde bahçede
nemin korunmasına yönelik önlemler alınmalıdır.
Elma için en iyi topraklar, içinde yeteri kadar kireç, humus bulunan tınlı,
tınlı kumlu veya kumlu tınlı geçirgen topraklar da çok daha iyi gelişmektedir.
Bunun yanında kireci yüksek olan yerlerde kloroza yakalanır. Elma tesis
edilecek arazilerde toprağın özelliklerini çok iyi bilmek gerekmektedir.
Kök sisteminin daha yaygın şekilde gelişmesi için toprağın geçirgenliği
önemli olduğu kadar toprağın tahlili yapılarak yetiştiricilik için gerekli
besin maddelerini yeterince ihtiva edip etmediği, Tuzluluk ve kireç derecesinin
uygun olup olmadığı bilinmelidir.
Elma yetiştiriciliğinde tesis edilirken dikkat edilecek hususlardan birisi
de; FİDAN dır. Yetiştiriciliği yapılacak fidanların 1-2 yaşlarında olması
daha yaşlı fidanların toprakta adaptasyonu zorlaşmakta ve ilerde ağaçlarda
şekil budamalarında zorluklar yaşanabilmektedir.
Elmalar genellikle kendine verimsizdir. İyi bir meyve tutumu için tozlayıcı
çeşitlerden her üçüncü sıranın üçüncü ağacını tozlayıcıya ayırmak gereklidir.
Ekolojik ve ekonomik koşullara göre bu oran artırılabilir. Bu tozlayıcı
çeşitlerin özellikleri ise Her yıl çiçek oluşturmalı,Çiçeklerde canlılık
oranı yüksek olmalıdır. Dikimde her bir ağacın yeterli güneş alması, hava
sirkilasyonunun daha iyi olması için çeşit özellikleri göz önünde bulundurularak
en ideal dikim aralıklarına göre dikim yapılması gerekmektedir.
Bahçe tesisi yapılması için gerekli faktörlerden birisi de Piyasa da geçerli,
dayanıklı ve pazarlama olanağı yüksek olan çeşitlerden dikilmeli, Kök
sistemi zayıf fidan dikimi yapılırsa tutma oranı zayıflayacağı gibi toprağa
adaptasyonu zorlaşmaktadır.
Dikimde dikkat edilmesi önemli diğer bir hususta dikim derinliği önemlidir.
Derin dikimden kaçınılmalıdır. Çünkü Aşı noktası toprak seviyesinden yüksek
olmalıdır. Derin dikimlerde aşı noktası toprak altında kalması ile hastalık
ve zararlılara karşı dayanıklılık azalmaktadır.
Dikilecek fidanların İlgili kuruluşlar tarafından sağlık kontrolünün yapılıp
yapılmadığı ve belgesinin olup olmadığı mutlaka araştırılmalıdır.
Siz üreticilerin zirai konularda daha fazla bilgi ve işbirliği yapmanız
için Tarım ve Köyişleri Bakanlığının İl, İlçe Müdürlükleri, Araştırma
kuruluşları ile iş birliği içinde bulunmanız menfaatinize olacaktır. Daha
geniş ve teknik bilgileri bu kurum ve kuruluşlardan alabilirsiniz.
Sağlıklı, bol kazançlı bir yaşam dileği ile görüşmek üzere.
Başa
Dön
VERGİ
DÜNYASI-S. Muhasebeci Erden Özkan
Bir İşletmenin Vergilendirilmesindeki Aşamalar
Bugünkü yazımda ülkemizdeki ekonomik kriz ile birlikte gündeme gelen,bir
mükellefin ödediği vergiler ve bu vergilerin çok çeşitliliği konusunda
bazı ana konulara değinmek istiyorum.
Küçük çapta bir işletme kurmak isteyen bir mükellef; yapacağı masraflar
ve ödeyeceği vergiler açısından üç aşamadan geçmek zorundadır.
a-Ticari faaliyete başlama aşamasından yapacağı masraflar ve ödeyeceği
vergi resim ve harçlar
b-Faaliyet dönemi içersinde ödeyeceği vergi resim ve harçlar
c-Ticari faaliyet takvim yılı sonunda ödeyeceği vergi resim ve harçlar
A- Ticari faaliyete başlama aşamasında yapacağı işlemler ve ödeyeceği
vergi resim ve harçlar:
a- İşyeri kiralama ve kira mukavelesi yapma. Yapılacak kira mukavelesi
noter tasdiki olursa notere yapacağı ödeme
b- İmza sirküleri
c- Esnaf odası kaydı ve ödeyeceği vergi resim ve harç
d- Esnaf sicil kaydı ve ödeyeceği vergi resim ve harç
e- Defter alımı ve noter tasdiki ile birlikte ödeyeceği meblağlar
B- Faaliyet dönemi
içersinde ödeyeceği vergi resim ve harçlar:
a- İşyeri kiralık ise kiradan yapacağı %20 stopaj + %10 fon payı
b- Faaliyet gösterdiği ay içersinde tahsil etmiş olduğu Katma Değer Vergisi'nden,ay
içersinde alışlara yaptığı KDV ödemesinin düşülmesi sonucu doğan aradaki
farkın ilgili vergi dairesine ödenecek KDV olarak ödemesi
c- İşyerinde çalıştırılacak olan eleman için Sosyal Sigortalar Kurumuna
ödenecek olan prim ile ücretlerden yapılan Gelir Vergisi ve Damga Vergisi
kesintileri ile işsizlik primi kesintileri,
d- Dönemler halinde gelir geçici vergisi ödemesi
e- Ödenecek olan Vergi ve SSK primleri beyanı ile ödenen Eğitime Katkı
Payı ile Özel işletim Vergisi
f - İşverene ait Bağ-Kur sigorta primi
C- Ticari Faaliyete ait takvim yılı sonunda yapılan işler ve ödenen vergi
resim ve harçlar:
a-Yıllık gelir vergisi +Fon +EKP+ÖİV.
Bir işletmenin yürürlükteki Vergi Mevzuatı çerçevesinde ödeyeceği vergilerin
bilinen oranları çok yüksek olup asıl iş sahibi Devlet görünümündedir.
Toplum hayatında işveren olarak adlandırılan kesim kanımca, alında devletin
ister ise çalışması karşılığı bedel ödediği insanlar topluluğudur. İşletmenin
faaliyet çeşitliliğine karşın ödeyecek olduğu dolaysız vergilere yukarıda
saydığımız vergi isimlerinden başka isimler altında da vergiler sıralamamız
kaçınılmazdır. Vatandaş olarak veya işveren olarak ödemekte olduğumuz
dolaylı vergileri saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Bu kadar verginin olduğu ülkede "VERGİLENDİRİLMİŞ KAZANÇ KUTSALDIR".
Başa
Dön
TANSİYON-Uz.
Dr. Mustafa Ulusoy
Ülkemiz sanırım tarihinin en büyük ekonomik zorluğunu yaşıyor,ben o günleri
yaşamadım ama,Cumhuriyetin yeni kurulduğu,hem 1.dünya savaşı hem de kurtuluş
savaşımızın yaralarını sardığımız yıllarda bile böylesine sıkıntı yaşadığımızı
sanmıyorum.O zaman ülkemizi yönetenler bir emperyalizme karşı bir bağımsızlık
savaşı kazanmış kişilerdi.Yandaş yada yakınlarına çıkar sağlamak gibi
bir gayeleri olmayan ülkesi için canını feda etme sınavından yeni çıkmış
kişilerdi.O dönemde bir bakan mürekkep hokkasındaki diviti erken değiştirdi
diye yargılanıyor ve istifa etmek zorunda kalıyordu.Bu gün Başbakanlık
tasarruf tedbirleri(!) genelgesi yayınlanıyor buna ilk uymayan da ne yazık
ki bu genelgenin altına imza atan bakanlar oluyor.Çok değil 80 yıl önceki
bakan onuru ile şimdikileri siz karşılaştırın.Adı pek çok yolsuzluk dosyasıyla
birlikte anılan,kamuoyu baskısı ile istifası istenen eski bir bakana bugünlerde
genel başkanı tarafından iade-i itibar için önemli görevler veriliyor.Bu
sadece bir örnek.Adı Susurluk olayına karışanlar, bakanlığımda (marifetmiş
gibi) yolsuzluk var deyip hiçbir şey yapmayanlar,SSK böyle soyuluyor deyip
elini kolunu bağlayanlar da bakanlıklarına devam ediyorlar. Çernobil nükleer
kazasından sonra, tüm dünya radyasyon sızıntısı karşısında halkını korumanın,
zararı en aza indirmenin çarelerini ararken bize radyasyonlu çayları içirenler
hala bu ülkede politika yapıp bizden oy istemeye gelebiliyorlar."Dün
dündür" diyenler,dünümüzü karartıp bugünlere gelmemizin baş mimarları
şimdi çıkmışlar ülkeyi ben düzeltirim diyorlar.Daha dün sıkıyı görünce
hükümeti bırakıp gidenler bugün 3 ayda ülkeyi düzlüğe çıkarırım diyorlar.
Acaba yukarıda saydığımız yalanları yüzleri kızarmadan gözümüzün içine
baka baka söyleyenler,artık her söylediklerinin halk tarafından inanılmadığını
halkın kendilerine ilk seçimde dur diyeceğini düşünmüyorlar mı?
Sanırım şimdi seçim olsa şu anda TBMM'de bulunanların ne kadarı halkın
önünde sınıf geçebilirler kimbilir, bana göre hepsi sınıfta kalır. Ama
O'nlar işte bunu bildikleri için hem siyasi partiler hem de seçim yasasını
halkın iradesinin sandığa tam olarak yansıtacak bir biçimde değiştirmeye
yanaşmazlar.Kendileri olmazsa ülke yıkılacak sanıyorlar,halbuki biz biliyoruz
ki onlar olmazsa,TBMM'de siyasi parti genel başkanlarının değil,bizim
seçtiğimiz insanlar bulunursa ülke kurtulacak.
Kendi seçtiğimiz insanlarla temsil edilmek yönetilmek demokrasidir. Seçtiğimiz
vekillerimizi her an denetlemek de demokratik haklarımızdandır. Şimdikiler
bilsinler ki bu hakkımızı kullanacağız ve o gün yakındır.
Kutay'lar ölmedi.
Başa
Dön
HOŞ
SEDA
Kemal
Kaya
1905 yılında Fethiye'nin Ovacık Köyü'nde doğdu.
Askerlik çağına kadar çiftçilikle uğraştı. Fethiye'nin çeşitli köylerinde,
tütün dikim ve balyalama işini öğretmiş, Karadere Köyü'nde pamukçuluk
yaptı. 30'lu yıllarda ticaret hayatına atıldı. 1945 yılında, çok partili
demokrasi hareketinde, Fethiye'de kurulan DP'nin ilk kurucuları arasında
yer aldı, 1950 yılına kadar yönetim kurulu üyeliği yaptı. 18 Nisan 1947
yılında 3 üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın Fethiye gezisinde, kendisini
misafir etti, Fethiye'nin sorunları hakkında bilgiler verdi. Uzun yıllar
DP'de hizmet verdi, bir çok sosyal faaliyet içinde yer aldı. Bunlar içinde
Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu yönetim kurulu üyelikleri sayılabilir.
İleriyi gören bir kişiliğe sahip olan Kemal Kaya 1965 yılında turizme
hizmet verebilmek amacıyla Otel Kaya'yı inşa ettirdi.
Yıllarca manifaturacılık, madencilik, inşaat malzemeleri satıcılığı, otelcilik
yaparak ticaret yaşamını devam ettiren Kemal Kaya, ilçemiz ticaret hayatında
dürüstlük ve hayırseverliği ile tanındı.
Ticaret Odası Başkanı Erol Kaya'nın babası olan Kemal Kaya'nın Yüksel,
Nursel, Gülümser isimlerinde üç de kızı bulunmaktadır.
1966 yılında 61 yaşında vefat etmiştir.
Başa
Dön
DİYALOG-Ufuk
Emek
Bu köşe 16.sayımızdan itibaren açılmıştır.
Başa
Dön
TURİZM-Dilek
Dinçer
Turizmde
Mülkiyet Sorunu
Geçtiğimiz hafta,bir sohbet ortamında tartışılan konu, beni yıllar öncesine
götürdü.
1979 Yılında, üniversitede lisans tezi hazırlıkları başlamıştı. Herkes
bir konu başlığı belirleyip, sorumlu öğretim görevlisine bildiriyordu.
Ben,"Fethiye'nin Turizm Arzı ve Turizm Potansiyeli" hakkında
titiz bir ön çalışma yapıp, hocama götürdüm. Ne yazık ki kabul edilmedi.
Gerekçe olarak da; "Fethiyelisin, doğal olarak duygusal yaklaşırsın
ve yeterince objektif olamazsın" denildi. O güne kadar kimsenin üzerinde
tez çalışması yapmadığı, "Turizmde Mülkiyet Sorunu" konusunda
görevlendirildim. Gerçekten zor bir konuydu. Basılmış herhangi bir kaynak
kitap yoktu. Milli Kütüphane' de, İzmir (Kapılar) Müzesinde, Manisa Milli
Park Müdürlüğü'nde, Ege Çevre Tarihi Araştırma Merkezi'nde, Mimarlar Odası'nda
aylarca çalışarak, ilgili Bakanlıkların Genel Müdürlükleri ile yazışarak,
Anayasa' dan ve gazetelerde çıkan haberlerden yararlanarak, zoru başarmıştım.
Konuyu; Kıyıların Mülkiyeti, Doğal Değerler ve Yeşil Alanların Mülkiyeti,
Eski
Eserlerin Mülkiyeti olarak üç ana başlık altında ele almıştım. Tezin önsözü,
"Bugün ülkemizin turizm verileri, halkın yararlanmasına olanak vermeyen
bir biçimde kullanılmasının yanı sıra, gelecek kuşakların yararlanmasını
da önleyecek bir tahrip ile karşı karşıyadır. Konaklama tesislerine finansman
bulunamazken, insanlar milyarlarını kıyı konutlarına yatırmakta, ilgililer
bu kaynağı, turizmde yararlanılabilir biçime dönüştürememektedirler.
Aynı şekilde yeşil alanlar ve eski eserler de sorumsuzca talan edilmektedir.
Bir yağmacılık yarışına dönüşen bu kapatma ve tahrip olayı nereden kaynaklanıyor?
Neden bu güne kadar önlenemedi? Önlenemiyor? Nasıl durdurula bilir? İşte
tüm bu
sorulara somut ve bilimsel yanıtlar verebildiğimiz zaman bu soruna çözüm
bulabiliriz ve tartışmalar ancak o zaman yakınmadan öte bir anlam taşır."
diye başlıyor.
Mülkiyet sorununun Cumhuriyetten sonraki Toprak Yasaları ile bağdaştırılması
ve bunun turizm alanındaki sonuçları, kıyıların kullanılmasında değişik
grupların çıkar farklılıkları, ormanların,milli parkların mülkiyetleri,
eski eserlerin ve ören yerlerinin mülkiyetleri konusundaki yasal düzenlemeler,
sorumlu devlet organları, yasalardaki boşluklar ayrıntılarıyla anlatıldıktan
sonra,finalde eleştiriler ve önerilere yer veriliyor. Burada hepsini uzun
uzun yazabilmem olası değil ama çarpıcı olanlarından birkaç örnek aktarmak
istiyorum.
"Tüm yasalara ve söylenilenlere rağmen doğal değerlerimiz, yeşil
alanlarımız gereğince korunamamakta, amaca uygun bir şekilde yönlendirilememektedir.
Bu gibi yerlerin sorumluluğunu, gözetimini yalnızca Devlete yüklemek yanlıştır.
Okullarda ve çeşitli eğitsel toplantılarda,kişiler bu yönde eğitilip,
bilinçlendirilmelidir. Doğa ve yeşil sevgisi çok küçük yaşlardan aşılanmalıdır.
Bu konuda "Çevre Koruma ve Yeşillendirme Dernekleri" kurulmaya
başlanmıştır. İstanbul'da bunun güzel bir örneği vardır. Benzeri kuruluşların
sayısının artırılması sanırım çok yararlı olacaktır" demişiz. Tarihi
eserlerle ilgili olarak da, "Koruma önlemleri yetersizdir. Yasaların
açık kapları spekülatörlerin lehine işlemektedir...
Tarihi değerlerimizin tahribinde, bilinçsizce yağma edilmesinde, toplumun
bu yönde eğitilmemesi, kültürel değerleri tanımaması da önemli bir etkendir...
Ülkemizde turizm politikasının da yıllar önce belirlenen çizgilerden,
tekdüzelikten, kuralcılıktan, kırtasiyecilikten kurtarılması gerekir.
Antik alanların turizm yönünden değerlendirilip, düzenlenmesi ve turistik
çekiciliğe bir an önce kavuşturulması gerekmektedir. Ülkemizde tarihle
içiçe doğanın kucağında, özgürce dolaşmaya, dinlenmeye gelenler beton
yığınlarıyla karşılaşmamalılar. Antik kent yağmacılığına, bugün devletin
olduğu kadar,halkın resmi kuruluşların, aydınların engel olması gerekmektedir.
Bırakalım turizm olgusunu bir yana, bu her şeyden çok bu topraklarda yaşayanların,
kültür değerlerine olan saygısını, ilgisini belirtmesi açısından da gerekli"
demişiz.
Aradan 22 yıl geçmiş. Bu süreçte ne benim görüşlerim ve düşüncelerim değişmiş,
ne de ülkemin gerçekleri...Görünen o ki bazı şeyleri yerli yerine oturtmak
için daha çok yıllar geçmesi gerek...
Başa
Dön
SPOR-Erol
Dolu
Amatör
Sporculardan İzlenimler
Daha önceki yazdığım yazıların bazılarında da belirttiğim gibi amatör
sporcular ilgisizlikten dolayı olumsuz görüntüler içerisinde bulunuyorlar.
Bu durum ülkemizin genelinde de, bölgesel olarak topluma yansıdığı zamanlar
oluyor.
29 Ekim Cumhuriyet bayramı dolayısıyla Muğla Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü
Yelken İl temsilciliği Bodrum İlçemizde yelken yarışları düzenledi.
Fethiye'de de yaklaşık bir yıla yakın bir zamandan bu yana Karagözler
semtinde bulunan Mülkiyeti Gençlik ve Spor teşkilatına ait olan ve halk
arasında yelken kulüp olarak bilinen su sporları tesislerinde Fethiye
Belediyespor kulübünün yelken çalışmaları yapılıyor.
Bodrum'da düzenlenen yelken yarışlarına Fethiye Belediye spor, Muğla Gençlik
ve Spor kulübü, Marmaris'ten ve Bodrum'dan da birer kulüp olarak toplam
dört kulüp katılmışlar.
Geçen hafta köşe yazarı ağabiyimiz İlçe Tarım Müdürlüğünden emekli Atilla
Büyükpabuşçu bana bu yelken yarışlarıyla ilgili izlenimlerini anlattı.
Kendisininde iki oğlu yelken sporuyla ilgileniyor.
Atilla Büyükpapuşcu'yu yıllardan beri tanırım. Sporu çok seven ve yakından
takip eden birisi.
Çocuklarıyla beraber oda diğer bazı sporcu velileriyle beraber Bodrum'a
gitmişler.
"Erol sana bir şey anlatacağım. Biz'de çocuklarla beraber Bodrum'a
yelken yarışlarına gittik. Spor olarak iyi bir faaliyetti. Ama sporculara
bu organizasyonu yapan Muğla Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü yelken İl temsilciliği
çok ilgisiz davrandılar. Sporcular karınlarını doyurmak için bir koydan
diğer bir koya yaya yürüyerek gelip gidiyorlardı. Yetkililer sporculara
bir yemek dahi vermediler. Muğla Gençlik ve Spor İl Müdürü'de oradaydı.
Ben yanına gidip bu durumu anlattım. İl Müdürü bana ben arkadaşlarla bir
görüşeyim dedi. Böyle ilgisizlik olur mu?
Bazı kesimlere yemek veriliyor ama sporculara bir sandviç bile verilmiyor,
bu kadar sporculara ilgisizlikli olur" diye bana uzun uzun anlattı.
Arkasında da sen de sporcusun bu ortamları iyi bilirsin bu bölgede böyle
mi spor gelişecek, iyi ki biz çocuklarla beraber Bodrum'a gitmişiz. Yoksa
çocuklar rezil olacakmış dedi.
Sporun iyi yönetilmedi bir bölgede sporu yönetenler görevlerini tam yapmamış
olurlar.
Muğla bölgesinde sporumuzun iyi gelişmesi için spor yöneticilerine karşı
hiçbir zaman yalana baş vurmamak şartıyla gerekli tepkiyi göstermeliyiz.
Sporu spor adamı Canbolat Gürbüz ağabiyimizin dediği gibi spor alanlarında
ter döken insanlar iyi bilir. Bodrum'da bir sandviç için bir koydan bir
koya giden sporcuların halini bilecek yöneticilerin Muğla Gençlik ve Spor
İl Müdürlüğünde bulunması gerekir. Yoksa Atilla Büyükpapuşçuların yakınmaları
bitmez.
Başa
Dön
|
 |