|
|
BAŞYAZI
Yapılacak Çok Şey Var
Çoğu okurlarımızın yanı sıra bir okurumuz; "Ne var bunda? işhanı
satıldı bitti. Kanalizasyon projesine karşı mısınız? Belediye parayı buldu,
yakında hayata geçirecek. Versin birileri iki trilyon parayı cebinden
karşılıksız belediyeye, hem işhanı satılmasın, hem de proje başlatılsın."
Bizler, tüm Fethiye halkı gibi söz konusu projeyi önemsiyoruz. Tüm bu
projeyi gerçekleştiren kişileri de yürekten kutluyoruz.
Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, ülkenin hiç bir yerinde,
hiç bir belediye başkanı yerin altına girmeyi cesaret edememiştir. Yerin
altına giren, yatırım yapan bir çok belediye başkanı bir sonraki seçimlerde
kaybetmişlerdir. Seçilmeyi garanti altına almanın en basit yolu; parklar
yapacaksın, yolları sürekli yenileyeceksin veya gelen her iş talebini
karşılayacaksın.
Bütün bunların bilincinde olan bir kişinin istekli bir şekilde böyle geniş
kapsamlı bir projeyi bitirmek için ısrar ediyorsa tüm ilçe halkı, tüm
siyasi partiler bunu desteklemek zorundadırlar.
Proje için fon arayışına gidilmiş, fakat alternatifler de vardır, ihale
şartnamesi yapılmış, fakat hatalarda olmuş olabilir. İhale edilip satılmış,
gitmiş, imzalanmış olsa bile bir yerlerde bir eksiklik, bir hata var ise
düzeltme imkanı hala daha vardır.
Hatanın neresinden dönülürse dönülsün kardır. Hele bu bir ilçe halkı adına
yapılacaksa çok önemlidir.
Tarafsız ve olgun olarak bir kez daha düşünmek gerekirse, ortada bazı
gerçekler var. Öncelikle kim ne derse desin, ihaleyle satılan yer, arsa
olarak ihale edildi ve satıldı. İhale sonucu imzalanmadan önce bir kişi
kalkıp bu değerin iki katını teklif etmiş ise bu dikkate alınmalıydı.
Bu konuda duyarlı vatandaşlarımız gibi bizler de aynı düşünceleri paylaşıyoruz.
Kimin aldığı önemli değil, kaç paraya aldığı da. Söz konusu ihale 6 trilyona
da alınabilirdi. Önemli olan neden bu yerin sadece arsa olarak ihaleye
çıkarıldığı ve neden ihale bedelinin iki katı teklif edildiği halde gününden
önce imzalandığıdır.
Kişilerin yapacağı çok şeyleri olduğu gibi, bazı konuları da açıklamak
zorunluluğu vardır. Sadece bu köşe değil, gazetemizin on altı sayfası
da gelebilecek açıklamalar için hazırdır.
Başa
Dön
BORSA-EKONOMİ-Serdar
Düzenli
Bu
köşe 17.sayımızdan itibaren açılmıştır.
Başa
Dön
DENGE-Av.
Recai Yıldırım
Duyun
Efendiler (!)
Zor ve sıkıntılı günler yaşıyoruz. Ortalık toz duman.
Yurttaşlar yarınlarına kuşkuyla bakıyorlar. Güvensizlik, inançsızlık kol
geziyor. Sokakta kimin yüzüne bakarsanız, bakın; Köylü, işçi, memur, esnaf,
sanayicim diyene, suratları mahkeme duvarı gibi. Gülümseyen hiçbir yüz
yok. Nasıl olsun? Gidişin faturası kıt kanaat geçinmeye çalışan yurttaşlarımıza
çıkıyor. Tuzu kuruların keyfi yerinde. Onlar, "her gece barda gönlüm
hovarda" yı söylüyorlar.
Arada bir durumu algılayıp, irdeleyip eleştirenler de çıkıyor. Onları
da aba altından sopa gösterip susturuyorlar.
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye Cumhuriyetinin Savcılarından biri; konuşmasında
kısaca "ülkeyi yönetenlerin, teslimiyetçi politikalar izlediğini,
uluslararası faizci kuruluşların ekonomi ve politikada izlenmesi gereken
yöntemleri dikte ettirdiklerini ve bunun için de dıştaki ve içteki yalaka
ve yardakçılarını kullandıklarını" söyledi.
Söylediklerine yanıt, Çoban Sülü'nün ilinden geldi "O kişiyi inceleyeceğiz"
Neyi, neden, niçin inceleyeceksiniz?
Cumhuriyet Savcısı yurttaşımız, bu ülkenin okumuş yazmış, ülke sorunlarına
duyarlı aklı başında aydın insanlarından biri. Üstlendiği görev, 78 yıllık
Cumhuriyetimizi tüm kurum ve kuralları ile birlikte korumak ve yaşatmak.
Böyle olmasaydı, o göreve getirilmezdi.
İncelemek isteyenler; Cumhuriyet Savcısının ülkesini seven, toplumuna
yararlı olmaya çaba gösteren bir yurttaş olarak yapmış olduğu konuşmanın
TEMA'sını anlayıp, bu tür bir konuşmanın yapılış nedenlerini araştırıp,
o nedenleri ortadan kaldıracak önlemleri almaları gerekirken, kendilerini
ANKARA'ya taşıyan DEMOKRASİNİN varlık nedenlerini unutmuş olmalılar.
Buradan bir kez daha sesleniyoruz. DEMOKRASİ; Bir toplumda bireylerin
seçtikleri temsilcileri aracılığı ile kendi kendisini yönetmesidir.
DEMOKRASİ, çok sesliliktir. Konuşanlardan, konuşmalardan ürkmemek, korkmamak
gerekir. Korkulması gereken durum, toplumun konuşmamasıdır. Suskun toplumlum
nasıl davranacağı önceden bilinemez.
DEMOKRASİ, iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçilerin diledikleri gibi
at oynatacakları uçsuz bucaksız bozkır değildir.
DEMOKRASİ, her gün "Toplumu nasıl ileriye götürürüm?", "Toplumun
ortak refahı ve barışını nasıl sağlarım?" diye düşünen, düşünebilen
ve düşüncelerini uygulayan siyasetçilerin var olduğu yönetim biçimidir.
Yoksa, biz DEMOKRASİYİ yanlış biliyoruz da bizim oylarımızla ANKARA'ya
gidenlerin yaptıkları ya da yapmadıklarına ilişkin olarak hiç konuşmamamız
mı?
Bu ülkede TÜSİAD, TOBB ve benzeri kuruluşlar üzerlerine farz olan, olmayan
konularda konuşacaklar, canları istediğinde siyasetçilere yapacakları
konusunda yönerge verecekler, onlara "İNCELERİZ" demeyeceksiniz,
Cumhuriyetimizi ve toplumumuzun ortak çıkarlarını korumaya çalışan Kamu
Görevlisine "Otur aşağıya. Kırarım bir tarafını" diyeceksiniz.
Demokraside böyle şey olmaz. Olmayacağını hepimiz belki biliyoruz. Nedense
işimize gelmiyor.
Gerçeğinde ASIL konuşurken, vekilin susması ve onu dinlemesi gerekir.
İnceleme yapma hakkı ve yetkisi ASIL'da olmalıdır. Vekil susuyorsa ASIL,
haklarını savunur ve konuşur.
Acaba ANKARA'dakileri biz seçmedik mi?
Şunu, hiçbir zaman unutmamalıdırlar, ülkeyi yönetenler (bürokratlar-teknokratlar
hariç) bizim oylarımızla bizim vekilimiz olarak o kırmızı koltuklarda
oturmaktalar. Biz her zaman bulunduğumuz yerde olacağız. Ama onların koltukları
garanti değil. Olası bir erken ya da olağan süresinde yapılacak seçimlerde
o güzelim koltuklarından kalkıp, yanımızdaki TAHTA SANDALYEYE oturabilirler.
Bu köşeden dostça bir öneri, koltuklarını ve koltuklarının verdiği havalarını
yitirmek istemiyorlarsa, tez elden yurttaşların içinde bulunduğu inançsızlıklarını,
güvensizliklerini ortadan kaldıracak, yarınlarına ilişkin kuşkularını
giderecek, asık suratlarına hiç değilse gülücükler getirecek,önlemleri
alsınlar.
Bu işlerin adresi de uluslar arası kuruluşlar değil DEMOKRASİDİR, Türkiye
Büyük Millet Meclisidir.
Sağlıkla kalın.
Başa
Dön
YAKLAŞIM-Hidayet
Aykan
Kafaya Bak, Ölmeden Mezara Yat
Bizim Temel, Bakanlar Kurulu'na girmiş. Otuzbeş erkek bakanın arasında
Fadime'yi görmüş. Çekip silahı, alnından vurmuş. Erkeklerin tümü, Temel'e
selam durmuş. Bununla kalsa iyi, Osman Durmuş, yarım saat selamda durmuş.
Kamer Genç, bir kutlama mesajı göndermiş:
-Arkadaşlar, saflarınızı sıklaştırın, aranıza kadın bakan yaklaştırmayın.
Dişi fidanları sakın kökleştirmeyin. Kadın görmek isteyen pavyona gitsin.
Balkondaki izleyicilerden sabırsız bir ses yükselmiş:
-Evine gidince gördüğün, aynı yatağa girdiğin kadın, pavyon karısı mı?
Kamer Genç eveleme geveleme yapmış, dili damağına yapışmış, mıçtığı pisliğin
üstüne apışmış.
Bilmem ne partisinden Güllü Mehmet gürlemiş:
-Bakanlar kuruluna dansöz getirelim de, Kemal Derviş görsün bari!
Meral Akşener'in derdi çokmuş. Aah, ah diye bir iç çekmiş:
-Bu kadar parti değiştireceğime, keşke kıyafetten kıyafete geçseydim,
sonunda dansöz elbisesi seçseydim!
İrticayı TUTAN Bey, kürsüye fırlamış:
-Zinhaar! Kadınlar parti kuramaz, kabinenin içinde duramaz. Bize erkek
lazım, kadın yaramaz!
Karanlık partinin gidici ve gerici başkanı da:
-Aziz mü'minler! İki odadan biri selam, öteki haremdir. Hatunların yönetimine
karışması haramdır. Kadınlarda olsa olsa MİLYON vardır. Oysa bende TRİLYON
var! Bizim kadınlarımız, memleket İŞLERİNE değil, evdeki EŞLERİNE bakmalıdırlar!
Tansu Çiller, yerinde doldu doldu boşaldı. Bir hopladı, iki zıpladı, doğru
kürsüye atladı. Dipten tepeye şişmişti. Yıllardır politikada pişmişti.
Hem piliç, hem de balık etiydi. Ama rakiplerine karşı fazlaca katıydı.
Kaşlarını çattı, bir bakış baktı, alnını kırıştırdı, oturanlara verip
veriştirdi:
-Nasıl ki bir Türk dünyaya bedeldir, ben de milyonlarca kadına bedelim.
Bütün erkeklere selam ederim. İktidara geldiğim takdirde, bakanlar kurulunda
kendimden başka tek kadın istemem. Sorsanız ya bir kere niçin diye! Çünkü
pirzola yerken ağzım yandı. Soframa çağırdım Akşener diye bir MERAL. Arkasından,
bizde ne maneviyat kaldı, ne de MORAL!
Gelelim meselenin özüne:
Mecliste kadınlar erkek arasında GÖREV BÖLÜŞÜMÜ yapamayan milletvekilleri,
yeni Medeni Kanun ile, karı-koca arasındaki MAL PAYLAŞIMI konusunda müzakerelerde
bulunuyorlar. Paylaşmanın da hukukunu kesin çizgilerle belirleyecek bir
metnin cümlelerini bile ne yazık ki kuramadılar. Daha doğrusu, neyi kimin
için düzelteceklerinin farkında bile değiller. Binleri aşan maddeler,
paylaşımı açıklığa kavuşturamadığı gibi, ikibinlere ulaşan sorular yaratıyor.
Kaldı ki MEDENİLİK, boşanma halinde iki tarafın yıkılmışlığını mal ile
telafi edecek bir düzenleme değildir. Esas olan, Türk aile yapısını ayakta
tutacak yapı taşlarını, çocukları incitmeyecek bir zemine oturtmaktır.
Medeni Kanun; tek eşli, kültürlü, laik, demokrat, aydın, çağdaş, ufku
geniş kişiler tarafından düzenlenmelidir. Mecliste kayıtsız-şartsız erkeklik
egemenliği kurarken kağıt üzerinde ailedeki reisi değiştirdik, ya da kaldırdık
sanıyorlar.
Kabinede bayan bakan sokmayanların ve bu yolu savunanların, kızlarını
diri diri kuma gömen Araplar'dan ne farkları kaldı ki?!
Başa
Dön
YAZDI-Recai
Şahin
Tren Gelir Hoş Gelir
Uygarlıklar, yeni çağ neler getirdi, neler götürdü. İnsanın rahat yaşaması
açısından çok şeyler getirdi belki. Ama ya götürdükleri.
Ulaşım ve iletişim araçları nereden nereye geldi. Bataryalı radyodan televizyona,
telgraftan faksa ve internete geçiş öyle uzun sürmedi. Şimdi kaç kişi
"Ey benim candan ve ciyerden gıymetli anacığım" diye mektuba
başlayıp, "İncitmeden pamuk ellerinden öperim" diye bitiriyor.
Olacak, hep bir anı olarak saklanan, kitaplarımız arasında sararan mektuplarımıza
oldu.
"Oturduğun yerden kumanda devri" diyorum ben bu çağa.
Dişten tırnaktan artan, birkaç kuruşluk birikiminiz, ya yüklükte yorganın,
yastığın arasında, ya da bir testinin içinde saklanırdı. Millet banka
nedir pek bilmezdi. Enflasyon zaten yoktu. Birisinden birkaç kuruş para
isteseniz, eğer parası varsa çekinmeden verir, eğer yoksa hanımının kolundaki
altın bilezikleri sıyırır verirdi. Siz, borç aldığınız para veya altını
altı ay sonra ya da bir yıl sonra ödeseniz farketmezdi, aynı parayı öderdiniz.
Komşu komşudan tuz, kibrit bile isteyebilirdi.
Ya şimdi.
Daha birkaç yıl öncesine kadar birisinden para isteseniz "Param yok,
ama Mark, Dolar istesen vereyim" diyordu. Sanırım şimdi onu da vermiyorlar.
Şimdi kim komşuya gidip de tuz biber istiyor.
Köylerdeki, bellerdeki hanlar niye bomboş?
O zamanlar, komşuya gezmeye gider, helalleşirdin, dertleşirdin, kederlere,
sevinçlere ortak olurdun. Daha bir samimiydi insanlar ve ilişkiler, daha
saf daha gübresizdi duygular. Hiçbir ilişkinin sonunda çıkar düşünülmüyordu.
Samimiyetler hormonsuzdu.
Şimdi misafirliğe gidiyorsun. Onun evinde neler var, bizim evde neler
var hesabı içindesin. Herkesin gözü televizyonda. Her gittiğin yerde bir
hükümeti yıkıp, kendi hükümetini kuruyorsun.
Hep kahırlanma hep şikayet. Hep doyumsuzluk hep olumsuzluk. Hiç mi güzel
şeyler yok? Var, var.
Ali Parça, Yakabağ Köyü'nde eğitmen. Çok değerli, dürüst, nadir bulunan
insanlardan birisi. Çok güzel birinci sınıf okutur. Önce A'yı öğretir,
Z'ye gelinceye değin okuma yazma sökülmüştür bile.
Evinden okula gelirken bestesi ve güftesi kendisine ait bir bölük hava
tutturur, okula gelince de bahçede sağlı sollu dizilen, dizleri yamalı,
ayakları dora pabuçlu çocukların selamlarını kalın gözlüklerinin altından
hafif bir gülümsemeyle kabul eder. Çektiği havalarda da çevresindeki olumsuzlukları
eleştirir. Güzellikleri, iyilikleri ise anlata anlata bitiremez.
Bir ay başında maaşını almak için Fethiye'ye gelir. Bir iki de alış-veriş
edecektir. Bugünkü Çarşı Caddesi'nin oradaki kilise ve çevresi o zamanlar
"Yılmaz Sinemasının yanı" diye bilinirdi. İşte orada Ali Ulvi'nin
aktar dükkanı vardı. Elliyedi Depremi'nden önce.
Öğretmenimiz bir şey almak için aktar dükkanına girer, alacağını alıp
fiyatını sorduğunda Ali Ulvi "altı lira" der. Öğretmenimiz çıkarıp
altı lirayı verir. Ali Ulvi de paketlediği malla birlikte öğretmenimize
bir lira da geri verir. "Neden bir lira geri veriyorsun?" diye
sorulduğunda:
-Ben bu malı dört liraya aldım, beş liraya satıyorum. Ama çoğu kimse pazarlık
ediyor, ben de altı deyip beşe satıyorum. Çünkü bir liralık kazanç bana
yetiyor. Sen pazarlık etmediğin için senin bir liranı geri, onun için
veriyorum, sizden hakkım olmayan parayı alamam" diyor.
Eğitmenimiz bu olayı anlatırken gözlerinden yaşlar dolu tanesi gibi dökülürdü.
Böylesi insanların yaşadığı bir çağa, vagonları doğruluk, dürüstlük ve
içtenlik dolu bir trenle gitmek istemez miydiniz?
Yoksa treni kaçırdık mı?
Başa
Dön
TARİHİN SÜZGECİNDEN-Av. Ömer Karayumak
Tarih Hazineleri-II
İyi bir tarihçi, tarafsız bir araştırmacı için mutlaka
başvurması gereken, adına "Tarih hazineleri" dediğimiz tarihi
kaynaklara devam ediyoruz.
Bilindiği gibi geçen hafta "Kitabeler ve anıtlar" ile "mezartaşları"na
değinmiştik.
Bu haftaki yazımızda ise; Eski kaynaklarda Meskukat, batılı kaynaklarda
ise Nümismatique diye adlandırılan ESKİ PARALAR'dan bahsedeceğiz.
Paranın ilk olarak nerede, ne zaman ve kimler tarafından kullanılmış olduğu
bilinmemektedir. İlk çağlardan günümüze kadar bir takas malzemesi olarak
kullanılan paranın tespit edilen arkeolojik buluntulara göre, ilk defa
M.Ö.VIII. yüzyılda bugünkü Manisa yörelerinde hükümran olan LİDYA'lılar
tarafından kullanıldığını sanıyoruz. Şüphesiz daha önceki dönemlerde Lidya'dan
önceki medeniyetler tarafından da para ya da paranın yerine geçen bir
çok değişik malzemenin kullanılmış olması muhtemeldir. Ancak arkeolojik
ve tarihi araştırmalar yeni bulgulara erişinceye kadar bu bilgilerle yetinmek
zorunda kalacağız.
Lidya'lılardan günümüze kadar gelen Anadolu medeniyetlerinin barınağı
ve anayurdu olan Küçükasya'da çok değişik şekilde paralar bastırılmıştır.
Üzerlerine tanrıların, kral ve kraliçelerin resimleri kazınan pişirilmiş
çamurdan yapılan tabletler paranın ilk şeklini oluşturmaktadır. Daha sonraları
değişik metallerden paralar basılmaya başlanmış, bakır, gümüş, altından
yapılmış paralar yüzyıllar boyu kullanıldıktan sonra bugünkü kağıt para
şekline dönüşmüştür. Görünen o ki bizden sonraki nesiller artık dijital
paralar kullanmaya başlayacaklardır.
Lidya, Likya, Frigya, Karya (Muğla), Telmessos gibi aşağı yukarı içinde
yaşadığımız Akdeniz medeniyetlerinin bütününde paranın çok değerli bir
meta olarak kullanıldığını, kendilerinden sonra gelen istilacı devletlere,
özellikle Roma,Helen ve Bizanslılara karşı bir taraftan ülkelerini savunurken
diğer taraftan paralarının değerini korumak içinde var güçleriyle caba
sarfettiklerini görüyoruz. O kadar ki ellerindeki paralarının ve hazinelerinin
istilacı devletlerin eline geçmemesi için bütünüyle toprağa gömdüklerini
yapılan kazılardan anlayabiliyoruz.
Tüm arkeolojik kazılara rağmen bugün Lidya ve Likya medeniyetlerine ait
çok fazla bir paraya sahip olamayışımızın başta gelen nedenlerinden birisi
budur.
Gelelim esas konumuza...
Meskukat ya da numismatique deyince ilk akla gelen şey,sadece antik para
koleksiyonculuğudur. Bir bakıma bu tanımın doğruluk payı da yok değildir.
Bir tarihçi için eski paralar ;ulaşılması ve bulunması çok zor olan tarih
kaynakların başında gelir.
Bir devletin, devlet olarak varlığını ispat etmesinin en önemli kanıtlarından
birisi sikke yani para bastırmasıdır. Türk tarihinin her döneminde, Göktürklerden
Uygurlara, Selçuklulardan Osmanlı Devletine kadar bütün Türk devletlerinde
bir Han, Hakan, Sultan kim olursa olsun devletin başına geçtiği an, ilk
yaptığı şey kendi adına para bastırmak olmuştur. Para bastırmak hükümdarlığın
bir simgesidir. Bayrağı, sancağı, parası olmayan bir devlet asla devlet
olarak kabul görmemiştir.
Bu yüzdendir ki; eski paralar bir milletin, bir devletin, tarihine ışık
tutan, kuruluşunu aydınlatan, o devletin kurucusu olan Han, Hakan, Kral,
Sultan ve padişahların kimler olduğunu birinci elden ifade eden en önemli
belgelerdir.
Meskukat,sadece bir eski para koleksiyonculuğu değil, çok önemli bir bilim
dalıdır.
Nümismatique bilimi, gerek arkeoloji gerekse tarih açısından vazgeçilmez
ana kaynakların başında gelir. Bir takım tarih ve kültür yoksunu insanların
yaptığı gibi binlerce yıllık bir medeniyet kalıntısını kırıp yok ederek
buldukları paha biçilmez sikkeleri yok pahasına turistlere satmak, tek
kelimeyle kendi kültür ve medeniyetini yok etmektir.
Başa
Dön
ARAŞTIRMA-Ünal
Şöhret Dirlik
Gazete Gazetesi
Manilerimiz folklorumuzun en eski dalı, ulusal nazım şekillerimizin de
en küçük parçasıdır. Hecenin yedili kalıbıyla ölçülüdür. İlk iki dize
yol açar, ama asıl anlatılmak istenen şey, son iki dizededir. Bu öz ve
düz manilerden başka, cinaslı maniler, kesik maniler, doldurmalı maniler
vardır ki, mısra sayısı ona kadar yükselir.
Kimi maniler, halk hikayelerinde dizilip konuşulur. Kimi maniler, nazım
ve nesrin karıştığı masallarımız içinde yer alır. Kimileri, şiir payesine
erişmiş bilmecelerimizi taşır. Kimileri aşıklık imtihanına tutuşan saz
şairlerimizin dilindedir. Kimileri de dörtlükler alt alta dizildi mi belli
bir olayı, konuyu anlatır ve dilden dile, telden tele yayılarak olay için
yakılmış bir türkü olarak yaşar.
İşte sevgili Ünal Şöhret Dirlik hocamız da Fethiye ve yöresinde söylenen
manileri derlemiş, konularına göre tasnif etmiş, çoğunun öykülerini de
araştırıp bularak bir kitap haline getirmiş. Kitabın adı: Fethiye'de Söylenen
Maniler...
Kitabın "Sözbaşı"nı da yine bir gönül dostu yazmış: Abdülkadir
Güler...
Güler, Ünal Şöhret Dirlik'in eserleri ile ilgili bilgi veriyor ve yüzde
yüz katıldığım görüşünü şöyle dile getiriyor: "Dirlik uzun yıllar
Çameli ve Fethiye köylerinde öğretmenlik yaptı. Halkımızın arasına girdi,
onlarla güldü, onlarla ağladı. Bir halk adamıdır. Halkın gelenek ve göreneklerine
saygılıdır. Böyle sıcak ve samimi insan boş durmaz. Oda boş durmamış içinde
yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerini, bayramda, düğünde, eğlencelerde
genç kızlarımızın kadınlarımızın birlikte oynayarak söyledikleri manileri
derlemiş ve ortaya yararlı bir eser çıkarmıştır."
Ünal Şöhret Dirlik'in bu dünyayı boşuna çiğnemediğinin belgeleri olan
kitapların bir bölümünü tanışmıştım. Bunlar arasında Fethiye Bilmeceleri,
Fethiye'de Halk İnanışları, Fethiyeli Gülüyor, İncirköy, Fethiye Atatözleriyle
Deyimlerinde Hayvancılık ve Yayla Göçleri'ni hatırlıyorum. Dirlik'in bir
başka yönü; çevresinde, kültür ve sanatla ilgisi olan herkesi yönlendirmesi,
onları teşvik etmesi ve çoğunun kitap sahibi olmasına katkı sağlamasıdır.
Fethiye'de Söylenen Maniler'in ilk bölümünde manilerimizle ilgili geniş
bilgiler yer alıyor. Lehce-i Osmani'den günümüz yazar ve bilim adamlarına
kadar pek çok araştırmacı yazar ve folklorcunun görüşlerine yer veren
Dirlik, manilerle oynanan yüzük oyunlarına ilişkin anekdotlarını ve çeşitli
gazetelerde yayımlanan içerisinde manilerin de bulunduğu yazılarını aktarmış.
Sonra tasniflere başlamış:
Taşlama, şaka, özlem, fal, niyet, aşk, ayrılık, hüzün ve ramazan manileri...
Taşlama mı istediniz. İşte haylaz evladın niyetine:
Açıldın
çiçek oldun
Uçtun bir böcek oldun
Evveli sıpa idin,
Böyüdün eşek oldun.
Bu bir alkış mı, kargış mı varın siz karar verin:
Eşeğe bin at görme
Kemik yala et görme
Yedi yıl sıtma tutsun
Ondan başka dert görme...
Bir bölüm kaynanalar için ayrılmış. Gelinler sanki kaynana olmayacaklar.
İşte en insaflısı:
Bağda büber kaynana
Oğlun kibar kaynana
Ben gelin geldiğimde
Tat da geber kaynana...
Neler
yok ki? Görümce-abla-enişte-baldız manileri, oğlanlara ve kızlara söylenen
maniler, gelin manileri, üzümlü maniler, mektup manileri, mapushane manileri,
tütünlü maniler, askerlik manileri, develi maniler, arpa-buğday-darı manileri
ve daha niceleri. Bunlardan sonra sözleri manilerden oluşan türkülerimiz
ve bunların öyküleri kitap içeriğinde sıralanmışlar.
Ünal Şöhret Dirlik'in son sözü de bir mani:
Şu dağlar olmasaydı
Çiçeği solmasaydı
Ölüm Allah'ın emri
Ayrılık olmasaydı.
Her aydınımız doğup büyüdükleri çevrelerine Ünal Şöhret Dirlik kadar aydınlık
verselerdi, kuşkusuz ülkemiz pırıl pırıl olurdu. Özentilerden kurtulurduk.
Başka söze ne hacet var?
Not:
Yazarın bu yazısı 15 ve 16 sayılarda iki bölüm halinde yayınlanmıştır.
Başa
Dön
TARIM-Em.
Tarım Tek. Atila Büyükpapuşçu
Şeftali Yetiştiriciliği
Sert çekirdekli meyveler gurubuna giren şeftali beslenme ve ekonomide
etkili olabilen meyvelerdendir.
Şeftali bitkisi En iyi aluviyal topraklarda yetişmektedir. Bu topraklar
süzek, kumlu, killi, tınlı bir yapıya sahip olup ısınması ve havalanması
iyi olan topraklardır. Bu topraklarda özellikle 1 m den fazla derinlik
olması yetişecek bitkinin sağlıklı ve verimi daha iyi olabilmektedir.
Şeftali bitkisi düşük kış sıcaklıkları olan - 18 dereceye düşmesi ile
yıllık sürgünler ile gözler , - 25 dereceye düşmesi halinde ise ağaç tamamen
donar. Şeftali bitkisi Yaz sıcaklığından da yeteri kadar faydalanmalıdır.
Sıcaklığın meyve kalitesi, olgunlaşması, renklenmesinde etkili olur.
Bahçe tesisi yaparken dikkat edilecek hususlardan biriside FİDAN dır Seçilecek
fidanların fiziksel özellikleri Çok kart (yaşlı) , çok uzun boylu, zayıf,
yaralı olmamalıdır. Fidan seçerken diğer bir hususta yetiştirilecek çeşidin
erkenci, orta geç ve çok geç olgunlaşan meyve türlerinden seçmek gerekmektedir.
Erken meyve olgunlaşması pazardan faydalanmanın en fazla olduğu zamanlardan
biridir. Çok geç çeşitlerde aynı özelliktedir. Ticari amaçlı bahçe tesisi
yapacak olursak mutlaka değişik dönemlerde meyve olgunluğu olan çeşitlerden
karışık olarak tesisi kurmakla her dönemde meyve satışı yapmak karlılık
oranımızı arttırır.
Meyve bahçesi tesisi yapacak olursak Şeftali bitkisinin ekonomik ömrünün
kısa olması nedeniyle dikim sıra üzeri ve sıra arası mesafelerin yetişecek
çeşit özelliklerine bağlı olmakla birlikte genelde 5X5 metre aralılarla
dikilmesi uygundur. Bahçe tesisi yapılırken dikkat edilmesi gereken hususlardan
birisi de Sulamanın kolay ve bitkinin en çok su isteği olduğu çekirdeğin
sertleşmeye başladığı dönemde çok fazla sulamaya gereksinim vardır. Bu
dönemde toprağın yapısına, çeşit özelliklerine uygun sulama yapılması
gerekmektedir.
Dikim de dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de Dikilecek fidanlar
mutlaka dikimden önce kök ve tepe budaması yapılması gerekmektedir. Bunun
nedeni ise taçlanmanın daha düzgün olacağı ilerki yıllarda yapılacak meyve
budaması ve gençleştirme budamalarında önem kazanmaktadır.
Meyve ağaçlarında şekil budaması goble, Doruk dallı veya Yatık palmet
sistemi uygulanır.
Şeftali bahçesinde özellikle 2-3 yılda bir dekara 1-2 ton çivarında çiftlik
gübresi uygulaması yapılmalıdır. Bu sayede toprak yapısı iyileştirmede
faydalı olacaktır. Yine toprağa verilecek kimyevi gübrelerde tavsiye edilen
miktar ve dozda vermek için mutlaka toprak tahlili ve yaprak tahlili yapılması
gerekmektedir. Böylece ekonomik ve ekolojik gübreleme yapılmış olur.
Sağlıklı ve bol kazançlı yaşam dileği ile.
Başa
Dön
VERGİ
DÜNYASI-S. Muhasebeci Erden Özkan
Ödeme Kolaylığından Faydalanmak İsteyenler Ve
Taksitlerini Aksatanlar
Bilindiği gibi,S.S.Kurumu alacaklarını taksitler halinde ödemek isteyenlere
getirdiği kolaylıklar çerçevesinde 16-244 Ek ve 16-247 Ek sayılı genelgeler
yayınlayarak işverenlerin ödemesi gereken Ağustos ayı ve geciken taksit
tutarlarını 14 Eylül 2001 Cuma günü sonuna kadar yatırmaları halinde söz
konusu genelgeler ile getirilen ödeme kolaylığından faydalanmaya devam
etmeleri uygun görülmüş idi. Buna rağmen,Genel Müdürlük kendisine ulaşan
bilgiler ve şikayetlerden bazı işverenlerin çeşitli nedenlerle taksitlerinin
tamamını veya bazılarını zamanında ödeyemedikleri,ya da eksik ödedikleri,ancak
yukarıda beyan etmiş olduğumuz Genelgeler ile sağlanan ödeme kolaylığını
kaybetmek
istemedikleri de bir gerçekti.
Söz konusu genelgeler uyarınca herhangi bir taksitin ödenmemesi veya aksatılması
durumunda kurum alacağının cebren takip ve tahsiline öncelikle başlanılması
gerekmektedir. Bununla birlikte bazı işverenlerce ellerinde olmayan nedenlerden
dolayı,herhangi bir ayın taksitini süresinde ödenememesin de ise daha
sonra bu taksit gecikmeli de olsa ödenerek taksitlendirme haklarının devam
ettirilmesi hususu dile getirilerek istenmiştir.
Bunun üzerine SSK Yönetim kurulu bir değerlendirme yaparak,18/10/2001
tarih ve VIII-2858 sayılı karar ile aşağıda belirtilen şartlar ve esaslar
çerçevesinde yeni kolaylıklar sağlamıştır.
1-İşverenlerce 18/10/2001 tarihine kadar ödenmesi gereken taksitlerin
tamamını veya bir kısmını ödeyememekten kaynaklanan bakiye borçlarının
2001/Ekim ayı taksiti ile birlikte 31/10/2001 Çarşamba günü mesai saati
bitimine kadar ödemeleri şartıyla 16-244 Ek ve 16-247 Ek sayılı Genelgeler
ile getirilen ödeme kolaylığından faydalanmaya devam edeceklerdir.
2-16-244 Ek ve 16-247 Ek sayılı Genelgeler uyarınca yapılan tecil ve taksitlendirmeye
konu taksitlerden 2001 Kasım ayı ve daha sonra ödenecel taksitlerden herhangi
birinin aksatılması durumunda aksayan taksitin ödendiği tarih itibariyle
yıllık %72 üzerinden hesaplanacak tecil faizi ile birlikte en geç bir
sonraki taksitle birlikte ödenmesi koşuluyla tecil ve taksitlendirme işleminin
bozulmayacağı.
3- 16-244 Ek Sayılı Genelgenin "Tecil Faizinin Hesaplanması"
başlığını taşıyan II bölümünde : Taksitlerin yapılan ödeme planındaki
ödeme gününde ödenmesi şart olmamakla birlikte,o ay içinde taksitin ödenmesi
gerektiği belirtildiğinden,herhangi bir ayın son gününün resmi tatil gününe
rastlaması durumunda o ayın taksitinin tatili takip eden ilk iş gününün
mesai bitimine kadar yatırıldığı tarih itibari ile tecil faizi alınarak
ödenmesi halinde söz konusu taksitin süresinde yatırılmış bulunduğunun
kabul edileceğidir.
Sayın okurlarımın SSK tecil ve taksitlendirilmiş olan borçlarını ödemeleri
anında yukarıda belirtilen hususlara dikkat etmelerini önemle rica ederim.
Bu arada tüm okurlarımın Ramazanını kutlarım.
Başa
Dön
TANSİYON-Uz.
Dr. Mustafa Ulusoy
Bu gün çok etkilendiğim bir TV konuşmasını anlatmak istiyorum. Cemal Kutay
adı yıllardır Türkiye'de tarih sözcüğü ile yan yana anılır. Osmanlı ve
yakın tarihimiz konusunda gerçek belgelere dayalı, Cumhuriyet tarihimiz
için de hem belgelere, hem de bizzat yaşadıklarına dayalı tarih bilgisi
O'nu günümüzün tartışılmaz tarihçisi yapmıştır. 90'lı yaşlarda olmasına
karşın hala dinamizmini kaybetmeyen bu büyük insan için tarihçi yerine
sadece yaşayan tarih desek inanın yanlış olmaz.
Ulu Önder Atatürk'ün tüm eserlerinin tahrip edildiği, bıraktığı büyük
mirasın ise politikacıların elinde halkı kandırmak için malzeme yapıldığı
günümüzde Atatürk'le ilgili yorumları içimizi titretti doğrusu. Ama anlayana.
Örneğin Ulu Önder'in ölümünden hemen sonra çekilen fotoğrafının önünde
söylediği "Yüzüne bakın; ölümün hiçbir işareti yok, ölmeden önce
çektiği bütün ıstıraplara, yaptığı bütün perhizlere karşın yüzü hala canlı
gibi. O, şimdi uyanacakmış gibi" sözleri ne kadar gerçeği yansıtıyor.
Gerçekten Atatürk'ün bedeni bugün yok ama bıraktıkları yaşıyor. Yarasalar
gibi karanlıkta yaşamayı sevenler, toplumların karanlıkta kalıp aydınlanmamasından
yana olanların sürekli kemirmelerine karşın bıraktığı en yüce miras olan
Cumhuriyet; onlara inat yaşayacak, çünkü O'nu yaşatacak Cemal Kutay'lar
var daha. O'nun manevi şahsiyetini ve mirası olan Cumhuriyeti yaşatmaya
azimli halkımıza bu konuda güvenim tamdır.
Sayın Kutay o konuşmasında başka bir olaydan daha bahsetti. Günümüz politikacıları
biraz hayret edecekler ama; bu ülkeyi nereden aldıklarını ve nereye getirdiklerini
göstermesi bakımından ibret verici olduğu için ben de burada aynı konuya
değineceğim. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Almanya, 2 milyar mark borç
vermek ister ve Türk Maliye bakanının önüne boş bir ödeme planı koyar.
İstediği gibi doldursun diye ve faiz de yoktur. Saygın Cumhuriyetin saygıdeğer
bakanı öneriyi derhal reddeder. "O paraya ülkemizin gerçekten ihtiyacı
var, ama daha önemli bir şeye daha ihtiyacı var. Özgüven. Biz mali sorunlarımızı
dış yardımlarla değil kendi yağımızla kavrularak kendi gücümüzle yeneriz"
diyerek Atatürk'ün bu millete bıraktığı asıl mirası açıklar. Kendisine
ve ülkesine güvenen bir bakanın bu sözlerini şimdi acaba hangisinden duyarız.
Amerikan başkanının küçük düşürücü bir mektubuna yanıt olarak "Yeni
bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada da yerini alır" diyebilen liderler
yetiştiren bu ülkenin şimdilerde "Amerika ne derse biz onu yaparız"
diyecek kadar özgüvenini yitirmiş yöneticilerimizin iktidarda oluşlarına
bakmayın bunlar geçici bir kabustan başka bir şey değildir. Bu karanlığın
yarasaları güneşi balçıkları ile sıvayamazlar, daha Cemal Kutay'lar ölmedi.
Başa
Dön
HOŞ
SEDA
Salih Gökçe (Hacı Salih Hoca)
1315 yılında Fethiye'nin Keçiler Köyü'nde doğmuştur. Molla Yusuf Hoca'nın
oğludur. İlk tahsilini Kaya Nahiyesi'nde, Rüştiye tahsilini Fethiye'de
tamamlamış olup, ikincilikle mezun olmuştur.
I.Dünya Savaşı'na katılmış, İmparatorluğun kötü akibeti sonucu İngilizlere
esir düşmüş, 2 yıl esaretten sonra anlaşmalar gereği gemi ile İstanbul'a
çıktıktan sonra bir kısmını vasıtayla, bir kısmını yürüyerek köyüne dönmüş.
15 gün sonra Milli Mücadele Harekatı başladığından tekrar oluşan orduya
katılarak, (15. Tümen, 38. Alay, 1.Tabur, 1. Bölüğe) serçavuş olarak vatan
kurtarılmasında Cumhuriyet'in ilanına kadar hizmet göstermiştir. 30 Mayıs
1926 gün ve 869 sayılı İstiklal Madalyası Kanunu gereğince Milli Ordu'da
görev alan Serçavuş Salih Gökçe kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile
taltif edilmiş olup, vefatına kadar şerefle taşımıştır. Vefatından sonra
kanun gereği en büyük erkek evladı Yusuf İzzet Gökçe tarafından taşınmaktadır.
Terhisinden sonra Keçiler Köyü'nde Ömer Karaören'in kızı ile evlenmiştir.
İki kızı dört oğlu vardır. Kısa bir müddet Kemer'de muallim vekilliği
yaptığından "Hoca" lakabını almıştır. 1925'de Fethiye'de ticarete
başlamış olup, 1979 yılına kadar devam etmiştir. 1972 yılında hac farizesini
ifa edip hacı olmuştur. Bütün ömrü boyunca 26 Ağustos Büyük Zafer'in safahatlarını
anlatmakla geçirdiğinden 25 evvel 26 Ağustos 1981 gecesi vefat etmiştir.
Allah rahmet eyleye.
Başa
Dön
DİYALOG-Ufuk
Emek
Merhaba,
Yazmak, konuşmaktan zordur diyenler emin olun hiç de abartmıyorlar. Bir
A4 kağıdından daha küçük bir alanı doldurabilmek için ne denli büyük bir
araştırma yapmak gerektiğini şu an çok iyi öğrenmiş durumdayım.
Yılladır biriktirdiğim kitap, dergi ve yazılar, öğrencilerim ve dostlarımın
bana verdikleri birbirinden güzel hikaye, anı ve anektotlar, yaşamın içinden
çıkardığım bilgi, deneyim ve dersler yazılarımın ana konusu olacak.
Büyük sevgi ve saygılarımla...
BİS!
Geçtiğimiz hafta hem Atamızı andık hem de bir hafta içinde yedi tiyatro
oyunu izledik. Şimdi Atamızın bir tiyatro teriminden kaynaklanan ilginç
bir anısını aktaralım.
Atatürk ve arkadaşları Antalya'ya gidiyorlardı. Yolda bir yerde mola verildi.
Yakınlardan bir türkü sesi duyuluyordu. Atatürk merak etti ve türküyü
söyleyenin bulunmasını istedi. Türküyü söyleyen çobanı bulup getirdiler.
"Türküyü sen mi söylüyordun?"
"Evet"
"Sesin güzel. Okuman da fena değil, burada da söyle dinleyelim"
Çoban nazlanmadan türküye başladı. "Demirciler demir döver"
Türkü bitince Atatürk alkışladı ve Bis! Bis! Diye tempo tuttu. Çoban bir
şey anlamamıştı. Ata açıkladı; Bis demek, beğendik tekrarla demektir.
Çoban türküyü tekrarladı. Atatürk de cebinden bir elli liralık çıkarıp
çobana verdi. Çoban paraya bakıp memnun gülümsedi. Ellerini çırparak yüksek
sesle;
"Bis! Bis!"
İstediklerimizi Yapabilseydik
Eğer;
*Kavgayı bir ağacın yaprağına yazmak isterdik. Sonbahar gelsin, yaprak
kurusun diye...
*Öfkeyi bir bulutun üzerine yazmak isterdik. Yağmur yağsın, bulut yok
olsun diye...
*Nefreti karların üzerine yazmak isterdik. Güneş açsın, karlar erisin
diye...
*Dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdik.
Onlarla büyüsün, dünyayı sarsın diye...
Anneler, Babalar ve
Çocuklar
· Sokrat'ın evlilik yaşamında ne denli zorluk çektiğini felsefeyle ilgilenen
hemen hemen herkes bilir. Bununla birlikte o, gençlere şu öneride bulunurdu:
"Ne olursa olsun evlenin. İyi bir kadına düşerseniz mutlu olursunuz.
Kötü bir kadına düşerseniz, filozof olursunuz ki bu da kötü bir şey değildir".
· Tüm gününü meyhanede geçiren bir sarhoş, gece evine dönüyordu. Bir yandan
sendeliyor, bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu: "Evde karımı
oturur bulursam bir güzel haşlarım. Bu kadar geçlere kalıp elektrik harcamaya
ne hakkı var? Yatakta bulursam, yine haşlarım. Ben eve dönmeden uyumaya
ne hakkı var?"
· İki İrlandalı çocuklarından söz ediyorlardı. Biri, iki küçük oğlunu
överek onlarla arasında hiç bir anlaşmazlığın olmadığını söyledi. "İster
inan ister inanma ama, dünyanın en iyi çocukları benimkilerdir" dedi.
"Tabii bende onların değerini biliyorum... Örneğin, kendimi savunma
dışında onlara hiç bir zaman elimi kaldırmamışımdır".
· İki kardeş bir şey istemek için annelerine yaklaşmaya çekiniyorlardı.
Büyük olan "Hadi sen git, konuş annemle" dedi. "Olmaz"
dedi küçük. Büyük ısrar etti "Sen söyleyeceksin çünkü sen daha küçüksün".
"İyi ya" dedi küçük "işte bu yüzden abi olarak sen istemelisin.
Sen onu daha uzun zamandır tanıyorsun".
· Bir anaokulu öğretmeni, otobüste, yüzü kendisine hiç yabancı gelmeyen
bir adamın yanında oturuyordu. Bir ara gülümseyerek adama bir şeyler söylemeye
çalıştı ama o anda adamı tanımadığını farketti. "Çok affedersiniz"
dedi. "Sizi çocuklarımdan birisinin babası sandım". Adam ilk
durakta otobüsten indi.
Başa
Dön
TURİZM-Dilek
Dinçer
Paylaşmak
Ortaokul yıllarında, Kültür ve Edebiyat kolunda, eğitsel faaliyet olarak,
haftalık bir
duvar gazetesi çıkartıyorduk. Bu işin büyüsüne kendimizi öylesine kaptırmıştık
ki; ders çalışmayı bile unutmuştuk. Çok sevdiğim Türkçe öğretmenim İsmet
GÖKÇÖL bir gün babamı okula çağırdı.Öğrenci psikolojisini bilirsiniz.
Bu gibi durumlarda genellikle hep olumsuzluklar gelir insanın aklına...
Oysa öğretmenim ; "kızınız ileride iyi bir gazeteci olabilir. Kendisini
destekleyin, yönlendirin, ileride bu konuda eğitim almasını sağlayın"
demişti.
Babam çok gururlanmış ve yaşamı boyunca bunu anlatmış, zaman zaman da
gazeteci olamadığım için hayıflanmıştı. Lise yıllarında da bana yeniden
yazmayı sevdiren Edebiyat öğretmenim Gürsen ÖZEN'le, "Bizden Damlalar"
isimli, uzun soluklu bir duvar gazetesi hazırlamış, yine çok keyif almıştım.
Bu arada küçük öykü denemelerim olmuştu.Yazmaya karşı inanılmaz bir istek
duyuyordum. Ama ülkemizin gerçekleri beni yeteneklerim doğrultusunda değil
de üniversite sınav sonuçlarına göre yönlendirmişti. Ama inanın İşletme
tahsili,Turizm eğitimi de çok güzeldi. Unutulmaz öğrencilik yılları, ardından
tam 21 yıl, çok güncel, çok dinamik, çok değişken bir sektör olan, insan
ilişkilerinin bire bir yaşandığı, turizm sektörüne hizmet vermek de bir
o kadar keyifliydi.
Emeklilik yıllarımı, yazarak değerlendirmeyi hayal ediyor, çocuk öyküleri
ile başlamayı düşünüyordum. Çünkü anneyseniz bilirsiniz, dağarcığınızdaki
masallar, kitaplığınızdaki öyküler tükendiğinde, çocuklarınızın ruhunu
okşayacak, onlara yaşama sevinci aşılayacak öyküler kurgulamaya başlarsınız.
Yaşadığınız güzellikleri, beslediğiniz umutları katarsınız öykülerinize
ve kendiniz bile şaşarsınız dudaklarınızdan dökülen sözcüklere... Şimdi
çok
pişmanım onları anında kaleme almadığım için.
Peki bunları niçin yazma gereği duydum? Çünkü itiraf etmeliyim. Gazetecilik,
hele hele köşe yazarlığı hiç de göründüğü kadar kolay bir iş değilmiş.
Beyaz Kalem'de "Turizm" köşesinin sorumluluğu önerildiğinde;
aldığım eğitim, 21 yıllık birikim ve içimdeki yazma tutkusu; yaşadıklarımı,
bildiklerimi ve düşüncelerimi başkaları ile paylaşmak arzusu ile birleşince
hayır diyemedim.
Fethiye'nin turizm potansiyelini yazsam, turizmin çeşitlendirilmesinden
söz etsem, bu güne kadar sektöre emeği geçenleri anlatsam haftalarca yazacak
malzeme bulurum diye düşündüm. Ama yazacağım konuyu belirlemek birkaç
günümü alıyor. Geceleri uykularım kaçıyor. Pek çok yazıyı beğenmeyerek
çöpe atıyorum. Ya da karar değiştirip, başka bir konuya geçiyorum. Gazete
haftalık değil de günlük çıksaydı acaba ne yapardım?
Aslında hayatın içindeki güzellikleri seçip, turizmle sınırlı kalmadan,
her konuda özgürce, dilediğimce yazabilmek, sizleri de okurken gülümsetebilmek
isterdim. Kısacası hoşlukları, yaşamın güzel gerçeklerini sizlerle paylaşmak
isterdim.
Ama olsun. Bir gün tüm olumsuzlukları aşıp, sorunlarımızı çözüp, hayalimizdeki
Fethiye'ye ve Ülkeye kavuştuğumuzda, turizm adına da yazılacak güzellikler
olacak...
Ben umutluyum. Sizler de umudunuzu yitirmeyin.
Başa
Dön
SPOR-Erol
Dolu
Atatürk İlköğretim Okulu'nun Başarısı
Daha önceki okul sporlarıyla ilgili yazdığım yazılarda Fethiye Merkez
Atatürk İlköğretim okulu, kros il birinciliklerinde geçmişde Muğla bölge
birincisi olduğunu belirtmiştim.
Bu öğretim yılında da Muğla okul spor yurtları faliyet çalışmaları 9 Kasım
2001 Cuma günü Muğla okullararası kros bölge birinciliği ile başladı.
Bu bölge şampiyonasına Fethiye'den de temsilcimiz olarak okullarımız katıldı.
Bu okullarımızdan Fethiye Merkez Atatürk İlköğretim okulu kros takımı
yine Muğla bölgesi şampiyonu olarak gurup müsabakalarına katılmayı sporcuları
alın terleriyle başardılar. Hem küçük erkeklerde hemde yıldız erkeklerde
takım birincisi oldular.
Okulun Beden Eğitimi öğretmenlerinden ağabeyimiz, arkadaşımız Sezai Yılmaz'la
bu müsabakayı konuştuk.
Sezai Yılmaz hoca "Erol biz beş yıldır Muğla'da bölge şampiyonu oluyoruz.
Bu yılda yine bu başarıyı elde etdik. 1. Aralık 2001 tarihinde Antalya'da
yapılacak olan gurup müsabakalarında Muğla bölgesini temsil edeceğiz Atletizim'de
başarılarımız bu yılda aynen devam etti" dedi.
Yıldız erkeklerde Ali Çaylı, Akif Demirtaş, Musa Deveci, Halit Acu, Mesut
Bayraktar, Küçük erkeklerde de Osman Temizel, Metin Uçak, Fatih Erdoğan
ve Gökhan Yağlı'dan oluşan okulun kros takımı Fethiye'nin onuru ve gururu
olarak bu yılda listelere girdi. Bu küçük sporcularımıza göstereceğimiz
maddi ve manevi duyarlılık Türk sporu adına başarı hanesine geçecektir.
Sporun temeli olan Atletim'de bu başarılı sporcularımıza yakın olalım
ki bu sporcularımız Fethiye ve Muğla bölgesi adına 1.Aralık 2001 tarihinde
Antalya'da gurup müsabakalarında da başarılı olup Türkiye Şampiyonasında
koşma başarısını göstersinler. Sezai hocanın anlattığına göre Muğla'da
sporcular hep ilk sıralarda gelmişler. Bu sporcularımıza Antalya'da başarılı
olmaları için var gücümüzle desdek olmalıyız.
Birde bu sporcularımızın spor yaşamları sadece okul dönemleriyle sınırlı
kalmamalı. Okullarımızın kapalı olduğu yaz sezonlarında da bu çocuklarımız
Atletizm sporunu yapmalıdırlar.
Kendileriyle bende Antalya'da yapılacak olan gurup müsabakalarına gideceğim.
Tüm Fethiyelileri başta Milli eğitim camiası olmak üzere bu başarılı sporcularımızın
yanında görmek istiyoruz.
Başta Beden Eğitimi öğretmenleri olmak üzere tüm sporcuları kutlar, başarılarının
devamını dileriz.
Başa
Dön
|
 |