|
|
BAŞYAZI
Davet
Yaklaşık bir buçuk aydır Belediye İşhanı satışının öncesini ve sonrasını
haber olarak yapmaktayız.
10 Kasım Atatürk Haftası ve 24 Kasım Öğretmenler Haftası nedeniyle ara
verdiğimiz satış ve ihale haberlerini sakız gibi uzatıyor görünebiliriz.
Öncelikle ilçede yaşayan kişiler olarak ve de ilk haberlerimizden sonra
konuya duyarlı vatandaşlarımızın şifahi bilgilendirmeleri yanı sıra, faks,
mail ve elden ulaştırdıkları belge ve bilgileri habercilik adına yayınlamaya
devam ediyoruz.
Belediye Başkanlığı veya diğer kesimlerce kasıtlı ve taraflı olarak yayın
yaptığımız düşünülebilir. Bu gibi düşünceye sahip olan herkesi buradan
açıkça davet ediyoruz.
Her ne kadar Belediye İşhanı sakinleri tarafından bu satış yargıya intikal
etmiş olsa dahi, ihale öncesi ve sonrasında gelişen tüm olayların kamuoyunun
bilgilendirilmesinde yarar vardır. Tarafların her türlü yazılı veya sözlü
görüş ve ifadelerini yayınlamaya hazırız.
Mutlaka hukuk platformunda gereken doğru sonuç ortaya çıkacaktır. Fakat,
bu süreç içerisinde tek taraflı da olsa sürekli gazetemize belgeler getirilmekte
veya fakslar ulaştırılmaktadır.
Bu konuda diğer taraf görünen kişi veya kurumların gönderecekleri faksları,
belgeleri veya açıklamaları aynı şekilde yayınlanacaktır. Tez + Antitez
= Sentez doğrultusunda tarafların düşünce ve söylevleri habercilik açısından
bir bütün olarak kamuoyuna iletilecektir.
Belediye İşhanı sakinlerinin bire bir gazetemize gelmeleri, görüşme istekleri
yerine getirilmekte, göndermiş oldukları fakslar "Serbest Kürsü"
sayfamızda yayınlanmaktadır. Aynı konuda muhatap görünen Fethiye Belediyesi
tarafından gelebilecek her türlü istek veya gönderecekleri fakslar kamuoyunu
bilgilendirilmesi amacıyla aynı şekilde yayınlanacaktır.
Başa
Dön
BORSA-EKONOMİ-Serdar
Düzenli
BORSADA
GEÇEN HAFTA
IMF'den gelecek ek krediye ilişkin beklentilerin satılarak, gerçeklere
dönüş yaşadığımız geçen hafta borsa yurtdışı gelişmelerin etkisinde kaldı.
Uluslararası piyasalarda Arjantin'in borçlarını ödeme konusundaki belirsizliğine,
Kıbrıs sorunu ve Kuzey Irak'la ilgili gelişmeler de eklenince borsada
ibrenin yönü satışı gösterdi. Amerika'nın yaptığı açılamalar Afganistan'dan
sonra sıra Irak'a gelecek yönünde idi. Borsa bu habere çok yüksek oranda
tepki verirken bono ve döviz piyasaları daha temkinli idi ve sürpriz hareketler
yaşanmadı. Perşembe günü eski bayındırlık ve İskan Bakanı Koray Aydın
hakkındaki gensoru ise düşüşte haftanın son bahanesi oldu. Cuma günü seans
sonunda gelen haber piyasaları bir miktar rahatlattı. S&P Türkiye'nin
görünümünü negatiften durağana çevirdi.
Piyasa uzmanlarının genel görüşü Irak konusunda nisandan önce herhangi
bir müdahalenin olamayacağı ve piyasanın kendi dinamiklerine geri döneceği
yönünde.
BORSA ve PARA PİYASALARINDA
GEÇEN HAFTA
23.11.01 / 30.11.01
/ % DEĞ.
BORSA 11.719 / 11.633 / 0.73
DOLAR 1.505.000 / 1.495.000 / -0.06
MARK 675.000 / 675.000 / 0.00
ALTIN 91.000.000 / 91.000.000 / 0.00
BORSA OKULU - BÖLÜM
2
* Hisse senetleri kaça ayrılır?
Hisse senetleri TTK' nın 409. maddesine göre hamiline veya nama yazılı
olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Şirket, esas sözleşmesinde hüküm bulunması ve payların tamamının ödenmiş
olması halinde hamiline hisse senedi çıkarabilir. Bu ayırım dışında hisse
senetleri TTK' nun ilgili maddeleri uyarınca aşağıdaki şekillerde de çıkarılabilirler:
Adi-imtiyazlı, - Kurucu-intifa, -Primli-primsiz.
* Hisse senedi sahibinin hakları nelerdir?
Hisse senedi sahibi;
Rüçhan hakkına,
Şirket karından pay alma hakkına,
Oy kullanma hakkına,
Şirket yönetimine katılma hakkına,
Tasfiyeden pay alma hakkına,
Şirketlerin faaliyetleri hakkında bilgi edinme hakkına sahiptir.
* Hisse senedinde nominal fiyat ne demektir?
Pay senedinin ilk çıkarılışı sırasında ortaklık yönetimi tarafından verilen
itibari değere "nominal fiyat" denir.
TTK'na göre nominal değer en düşük 500 TL olabilir ve 100 TL'lık farklarla
artırılabilir. En sık görülen pay senedinin nominal fiyatı 1.000 TL'dır.
İMKB' de şirket hisselerinin itibari değeri değişik de olsa, kural olarak
fiyatlar 1.000 TL itibari değer üzerinden tescil edilir.
ŞİRKET HABERLERİ:
MARMARİS ALTINYUNUS : Şirket bu hafta içerisinde % 200 bedelsiz sermaye
arttırımı gerçekleştirdi.
ÜNAL TARIM : Şirket bu hafta içerisinde % 125 bedelli % 125 bedelsiz sermaye
arttırımı gerçekleştirdi.
OSMANLI GAYRİMENKUL Y.O : Şirket ünvanını Garanti Gayrimenkul Yatırım
Ortaklığı A.Ş. olarak değiştirme kararı aldı.
GORBON IŞIL SERAMİK A.Ş : Şirketin % 51 oranındaki hissenin E.M.E.A. Technologies
şirketine satılması konusunda yapılan anlaşma, 21 Kasım 2001 tarihinde
karşılıklı olarak feshedildi.
BAYRAKLI BOYA : 27.11.2001 Tarihinde yapılan yönetim kurulu toplantısında
YASAŞ Boya ile birleşme kararı alındı.
ALKİM KAĞIT SAN.A.Ş. : Şirket bu hafta içerisinde sermayesini % 25 Bedelsiz
arttırdı.
MAZHAR ZORLU HOLDİNG : 3.12.2001 tarihinde sermayesini % 100 Bedelsiz
arttıracak.
TOFAŞ FABRİKA : SPK Şirketin sermayesini % 150 Bedelsiz arttırılması hususunu
onayladı.
ANADOLU CAM SANAYİ : Sermayesinin % 47 Bedelsiz arttırılması izni SPK
tarafından onaylandı.
TRAKYA CAM SANAYİ : Sermayesinin % 45 Bedelsiz arttırılması izni SPK tarafından
onaylandı.
Bankalarda Euro Dönemi
Merkez Bankası, 1 Aralık'tan itibaren Euro banknot ithaline başlıyor.
Avrupa Para Birliği'ne üye 12 ülkede 1 Ocak 2002 tarihinde Euro'nun tedavüle
girecek olması, Türk bankalarında da Euro'ya dönüşüm hazırlıklarını hızlandırdı.
1 Euro için, Merkez Bankası'nın İstanbul ve Ankara şubelerinden teslim
alınması durumunda 2 bin, diğer şubelerden alınması halinde ise 2 bin
500 lira masraf ödenecek.
Euro'ya dönüşüm yastık altındaki dövizin bankacılık sistemine girmesi
açısından bir fırsat olarak görülüyor.
Tedavüldeki 90 milyar markın, yüzde 30'luk bölümünün bulunduğu tahmin
edilen Türkiye'de, 27 milyar mark tutarındaki dönüşümün yanı sıra, dönüşüm
esnasında ekonomiye yastık altından kazandırılacak paranın 2-4 milyar
mark olması bekleniyor.
Euro, 1 Ocak 2002 tarihinden itibaren 5, 10, 20, 50, 100, 200 ve 500'lük
kupürler şeklinde banknot halinde tedavüle çıkacak.
Hollanda Florini 28 Ocak 2002, İrlanda Lirası 9 Şubat 2002, Fransız Frangı
17 Şubat 2002, Alman Markı, Avusturya Şilini, Belçika Frangı, Fin Markkası,
İspanyol Pezetası, İtalyan Lireti, Lüksemburg Frangı, Portekiz Esküdosu
ve Yunan Drahmisi 28 Şubat 2002'de yasal para olma özelliğini kaybederek
tedavülden kalkacak.
12 ülke ulusal pazarlarının Euro'ya dönüşümü, bir daha değişmemek üzere
31 Aralık 1998'de sabitlenen şu kurlar üzerinden gerçekleştirilecek:
1 Euro 13.7603 Avusturya
Şilini
1 Euro 1.95583 Alman Markı
1 Euro 40.3399 Belçike Frangı
1 Euro 5.94573 Fin Markkası
1 Euro 6.55957 Fransız Frangı
1 Euro 2.20371 Hollanda Florini
1 Euro 40.3399 Lüksemburg Frangı
1 Euro 0.787564 İrlanda Lirası
1 Euro 166.386 İspanyol Pezetası
1 Euro 1936.27 İtalyan Lireti
1 Euro 200.482 Portekiz Esküdosu
1 Euro 340.750 Yunan Drahmisi
BAŞBAKANLIK KULİSİ..
ANAP lideri ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, partisinin hazırladığı
mali af paketini hükümet ortaklarına sunmaya hazırlanıyor.
Pakette 6 ayrı mali af ve vergi indirimi söz konusu. Bu sayede kimlere
yada hangi çıkar gruplarına, hangi patronlara kıyak yapılacağı ise merak
konusu..
ANAP'ın ekonomik tedbirler paketinde, direk vatandaşı ilgilendiren çiftçi
borçları ve ödenmeyen Motorlu Taşıtlar Vergisi'nin affedilmesi, Gelirler
ve Kurumlar Vergisi'nde ise indirime gidilmesi de talep ediliyor.
Çiftçi borçları ve
Motorlu Taşıtlar Vergisi affının iki ay içinde çıkarılmasını talep eden
Yılmaz'ın, servet affının ise 'Nereden Buldun Yasası'nın yürürlüğe gireceği
2003 yılından önce çıkarılmasında ısrarcı davranacağı belirtiliyor.
ANAP'ın paketindeki
bazı öneriler şöyle: ''Kayıtlı olmayan servetini beyan edenler yüzde 3
vergi ödeyerek, 'nereden buldun' sorusuna muhatap olmayacaklar. Bozuk
siciller bir defaya mahsus olmak üzere silinecek. Kurumlar ve Gelirler
vergileri indirilecek.''
İKTİSAT BANKASI
KAPATILIYOR
BDDK' dan yapılan yazılı açıklamada, iki kez satışa sunulmasına rağmen
satılamayan İktisat Bankası'nın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat
kabul etme izninin, BDDK tarafından 7 Aralık 2001 itibariyle kaldırıldığı
belirtildi.
İktisat Bankası'ndan alacaklı olanların ve mevduat sahiplerinin hiçbir
hak kaybı olmayacağını vurgulayan BDDK, banka personelinin kazanılmış
haklarının da korunması için gerekli önlemlerin alınacağını açıkladı.
1927 yılında kurulan İktisat Bankası'nın yönetimi, 15 Mart 2001 tarihinde
Erol Aksoy' dan Fona geçmişti.
Başa
Dön
DENGE-Av.
Recai Yıldırım
İki Olay-Bir Görüş
İsviçre'den alınma Medeni Yasamız 743 sıra sayısı ile 17.02.1926 tarihinde
Millet Meclisinde kabul edilerek 04.10.1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Her yani yasa yapılışında yasa tasarılarını hazırlayanlar,bu yasanın eski
deyimi ile "ESBAB-I MUCİBESİ"ni günümüzdeki karşılığı ile "GEREKÇESİ"
ni yasa metninin önünde yazılı olarak açıklarlar. Bu iş genellikle Yürütme
erki denilen İKTİDARIN işidir.
Büyük ölçüde değişikliğe uğrayan Medeni Yasamızın değişiklik çalışmaları
dört-beş yıl öncesine dayanmaktadır. Yürütme,2001 yılı Ekim ayında Meclisten
geçirmeyi başardığı bu değişiklikler için hazırladığı 18.10.1999 tarihili
" GEREKÇE" de aynen aşağıdaki sözcüklerle giriş yapmıştır. Hiçbir
değişiklik, ekleme,çıkarma yapmadan aşağıya yazıyorum.
" Türk Kanunu Medenisinin ve onun yerini alacak Yeni Türk Medeni
Kanununun amacı ve işlevini iyice kavrayabilmek,özellikle Türk Ulusu için
arz ettiği önemi belirtmek üzere,dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat BOZKURT
imzasını taşıyan ve o günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış
olan gerekçenin,yeni kuşakların anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş
halinden özetle aşağıya alınmıştır..........."
O dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat BOZKURT'TUN 1926 yılında yazdığı Arapça,Farsça,Türkçe
karışımı olan bu metin,günümüz dili ile ve anlaşılır haliyle,Yeni Türk
Medeni Yasasının GEREKÇESİ olarak aynen yazılmıştır.
O gerekçede içinde bulunulan koşulların ve böyle bir düzenlemeye gidilmesinin
nedenleri halen güncelliğini sürdürmektedir.
Bakan Mahmut Esat ve çalışma arkadaşlarına teşekkür borcumuz vardır.1926
yılında,yeni bin yıla girilecek günlerde Türkiye Cumhuriyetinin ne hale
gelebileceğini tahmin edebilmişler ve büyük bir ileri görüşlükle bu günleri
görebilmişlerdir. O insanlar, Genç Cumhuriyetlerini ve ülkelerini düşünmekten
başka kaygıları olmayan kişilerdi,siyasetçilerdi.
Gelelim günümüze.1926'dan 1999'a kadar geçen zaman içinde ülkemizde hiçbir
şey değişmedi mi ki 1926 yılında kaleme alınmış GEREKÇE yeni düzenlemenin
gerekçesi olarak alınıp,konuldu.
Bu günküler ya tembel yada yapılan değişikliklerin neden yapıldıklarının
gerekçesini ortaya koymaktan acizler.
Demokratik,laik,hukukun üstünlüğüne inanan insanlar Demokrasilerde var
olurlar. Demokrasi,düşünen,üreten,uygulayan beyinlerin olduğu,kimsenin,kim
olursa olsun,birilerinin karşısında el ovuşturmadığı,"Evet Efendim","Zat-ı
Alileriniz tensip buyurursa" demediği bir siyasal sistemdir. Demokrasinin
vazgeçilmez unsurları olduğu,bize Fakültede öğretilen siyasi partiler,ülkede
demokrasiyi tüm kurum ve kuralları ile yerleştirip,geliştirmek istiyorlarsa
ve bunlara koşut olarak ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine yükselteceklerse
önce kendi içlerinde demokrasiyi uygulamalıdırlar.
Siyasi Partilerimize bakın hangisinde Lider Sultası yok ? Genel Başkan
ne diyorsa,o. Var mı Liderinden izin almadan hacet gidermeye gidecek ?
Parti Gurubunda,Genel Kurul Kürsüsünde " Yahu bu memleket kötüye
gidiyor. Gelin bu işin hal yolunu bulalım" diyecek bir delikanlı
vekil yok mu ? Yok !.Arada bir Lidere göre" Hariçten Gazel okuyanlar"
çıkmıyor değil ,çıkıyor da,partiden de çıkıyor veya çıkarılıyor.
Geçtiğimiz hafta Bağımsız İzmir Milletvekilinin konuşmasını,daha doğrusu
siyasetimiz ve siyasetçilerimiz konusunda yakınmasını dinledim. Bu ülkede,herkesin
yakınma ve eleştirme hakkı vardır. Bir tek Ankara'ya bizim gönderdiğimiz
vekillerimizin ,siyasetçilerimizin yakınmaya hakları yoktur. , yakınacak,ağlayacak
kişiler değil,yakınmaların,ağlamaların nedenlerini araştırarak, bunlara
çözüm bulmak ödevinde olan kişilerdir. Görmedim,Duymadım,Söylemedim diyen
Üç Maymunu oynama hakları yoktur. Karşılığı,Partiden atılma olsa da, iyi
gitmeyen,yurttaşı boğan olayları Parti Gurubunda,Meclis Kürsüsünde Liderine
rağmen dile getirebilmelidirler. Bunları yapmaya zorunludurlar. Çünkü
onlar Milletvekilidirler. Liderlerin Kapı Kulları değil.
Bu ülkede Demokrasiden söz ediyorlarsa önce kendi içlerinde demokrasiyi
geliştirerek, Partileri ve Partilileri Lider Sultasından kurtarmanın yollarını
aramalıdırlar. Bu noktada yapılması gereken Siyasi Partilerin Anayasası
sayılan TÜZÜK'LERİNDE yapılması gerekli değişikliklerin bir an önce yaşama
geçirilmesidir. Bunların yapılması için Anayasa,Siyasi Partiler Yasası
değişikliği de gerekmez .Milletvekilleri,Liderinin kapıkulu olmadığı bilincindeyse,tez
elden TÜZÜK değişikliği çalışmalarını zorlayıcı girişimde bulunmalıdırlar.
Bu zorlayıcı çalışmaya katılan partili sayısı, ne kadar çok olursa Liderin
parti içi demokrasiye gidişi o denli kolay olacaktır. 100 Milletvekilliği
bulunan bir siyasi partinin lideri 80 milletvekili tüzük değişikliği veya
parti içi demokrasi istediklerinde Liderin bu 80 kişiyi gözden çıkarması
olası değildir.
Bu örnekleme çalışmalar yada farklı çalışmalar acaba neden olmuyor ?
Başka şeyleri düşünmek istemiyoruz. Hani şu Parti çıkarı gibi.
1926' dan buyana bu ülkede bir şeylerin değişmediğini varsayarak Yeni
Türk Medeni Yasasının gerekçesine 1926 yılında yazılmış gerekçeyi aynen
almak,siyasetçilerimizin kendi beyinlerinde her hangi bir değişme ve gelişme
olmadığını gösterir.
Ülkemizi demokrasi ile yönetilerek çağdaş uygarlık düzeyine gelecekse;sığ
düşünceli,dar görüşlü,kendi partisi içinde bile demokrasiye inanmayan
uygulamayan,bireysel çıkarları ortak çıkarlardan üstün tutan,ülkenin kıt
kaynaklarını bir avuç parti yağdanlığını peşkeş çeken,uluslar arası kuruluşların
yönergesiyle iş yapan siyasetçilerle değil;çağı yakalamış,demokrasiyi
özümsemiş Mahmut Esat BOZKURT gibi ileriyi görebilen yeni siyasetçilerimizle
gelecektir.
Sağlıkla Kalın.
Başa
Dön
YAKLAŞIM-Hidayet
Aykan
Hoşçakalın
Sevgili Okurlarım,
"sanat ve Estetik" üzerine bir dizi konferanslar vermek üzere
Havai Adaları'na gidiyorum.
Bu nedenle YAKLAŞIM adlı köşem, uzunca bir UZAKLAŞIM sürecine girecektir.
Her zaman olduğu gibi, sahtekarlıklarıyla toplumun kanını emen kenelerin
karnına saplamak üzere kalemimi iyice sivrilterek döneceğim.
Sağlığınız yerinde, saygınlığınız bulutların üstünde olsun.
Başa
Dön
YAZDI-Recai
Şahin
Kadınlar
Kendisine iyi bakan bir bakan katıldığı toplantılarda kadın da görmek
istermiş, diye duyduk. Hatta Amerika bile Afganistan'da yeni kurulacak
hükümette bayan bakan istiyormuş.
Yerden göğe kadar haklılar.
Sonra, hangimiz istemez.
Hele kadın erkek eşitliğinden söz ettiğimiz, medeni yasayı değiştirdiğimiz
şu günlerde. Kim istemez ülke yönetiminde kadınlar da aktif görev alsınlar,
kınalı ellerinin hamuruyla. Kılıbıklar, kazaklar olmayıversinler artık.
Ama galiba kimileri nereye, nasıl seçeceğimizi bilmiyoruz.
Yazlık kışlık aynı evde oturanlardan mı seçsek? Ya da yazın yazlıkta,
kışın kışlıkta yaşayanlardan mı?
Yoksa 18 yaşından küçüklerden mi seçsek, şöyle büyüyüp her şeye aklı erenlerden,
iş başına getirsek.
Eli oyalı dudağı boyalıyı mı seçsek, yoksa ellerindeki yaralara çam akması
sürenleri mi seçsek acaba?
Kadınlarımız bizim.
Analarımız, eşlerimiz, bacılarımız, gelinlerimiz, kızlarımız, canlarımız
bizim.
Sıfatları bazı yerde hanımdır, hanımefendidir, sayın bayandır, bazı yerlerde,
dişşeli, eksiketek, içişleri bakanı, kaşık düşmanı, çorbacıdır.
Olsun, hepsi bizim kadınlarımız, güzellerimiz, canlarımız, ciyerlerimiz.
İkiz kuleler yıkıldıktan sonra enkazlardan çıkan dumanları izleyen yüksek
ökçeli, güzel giyimli bir bayan duygulanıp ağlıyor. Çantasından kağıt
mendilini çıkarıp burnunu ve gözyaşlarını bu kokulu belki de ıslak mendile
silip çöp kutusuna atıyor.
Sonra beyaz camda bu kez Afganistan'dan görüntüler. Yıkılmış toprak damın
tozan duvarları önünde, giyiminden, burkasından kadın olduğu belli olan
yalınayak bir insan ağlıyor, ağıt yakıyor belki. Onun burnu da akıyor,
gözlerinden yaşlar dökülüyor domur, domur. O burnunu, gözlerinin koluna
siliyor, ya da burkasının bir köşesine.
İkisi de bu gezegenin insanları, ikisinin de gözyaşları sıvı, ikisinin
de.
Kadınlarımızı günlerinde yazacaktım, o zaman gene yazacağım. Ama şimdi
yağmur yağdı böyle oldu.
Neylersin, dervişin fikri neyse zikri de oymuş.
Adam hanımına:
-Şu dolabın üstündeki kutuyu sakın açma, demiş.
Kocasının evde olmadığı bir gün kadın kutuyu alıp açmış. Açmasıyla birlikte
içindeki yıllardan beri hapis olan şeytan fırlayıp "oh nihayet kurtuldum"
diyerek tavandaki çiviye tutunmuş.
Kadını almış bir kara düşünce, akşam kocası gelince ne diyecek. Sonunda
bulmuş:
-Ey şeytan sen ne kadar büyüksün, senin bu dünyada yapamayacağın iş yok.
Hayret ediyorum senin kadar büyük bir şeytan şu küçücük kutucuğa nasıl
sığdı. Sen bu kutuya kesinlikle sığamazsın demiş. Şeytan da:
-Benim bu dünyada yapamayacağım iş yoktur, benim giremeyeceğim yer de
yoktur, diyerek kutuya girmiş.
Şeytanın kutuya girmesiyle birlikte kadının kapağı kapatması bir olmuş.
Kocası akşam eve geldiğinde olup bitenleri anlatmış ve:
-Ben dolaptaki kutunun sırrını çözdüm, sen onun içine şeytanı saklamışsın
demiş. Kocası da kızarak gürlemiş:
-Nasıl olur ben o kutunun içine o şeytanı koymak için kırk yıl uğraştım,
sen onu nasıl bir anda salıverirsin, demiş. Karısı da:
-Üzülme kocacığım, onu kutudan çıkardım ama, senin kutuya kırk yılda koyduğun
şeytanı ben bir dakikada koydum oraya, demiş.
Saçı uzun aklı kısaymış.
Elinin hamuruyla erkek işine karışmaymış.
Ha deyiver.
Başa
Dön
TARİHİN
SÜZGECİNDEN-Av. Ömer Karayumak
Arşiv Belgeleri Ve Dokümantasyon Malzemeleri
Terminolojik yapısı itibariyle Latince "Archivum'dan gelen arşiv
terimi; Arşivist'lerce değişik şekillerde tarif edilmesine karşın ,arşiv
teriminin en özlü anlatımını şu tarifte buluyoruz.
"Gerçek veya tüzel kişi ya da kurumların gördükleri hizmetler, yaptıkları
yazışmalardan meydana gelen paleoğrafik malzemeler ile bu malzemelerin
toplanmış olduğu dokümantasyon merkezleridir."
Arşivler milletlerin hafızasıdır. Millet şuurunun temel taşlarından biri
olan Tarih biliminin yıkılmaz desteğidir.
Tarih sahnesinde değişik zamanlarda yer almış bulunan milletlerin toplumsal
yaşamları ile ilgili her türlü adli,idari,siyasi,askeri,ilmi,dini,ve felsefi
düşünce ve yaşam tarzları, kültürel düzeyleri, ahlak ,örf ve adetleri,musiki,sanat,edebiyat
ve folklorik zenginlikleri hakkındaki tüm bilgiler ancak o milletin arşivlerinin
araştırılması ve incelenmesi ile öğrenilebilir.
Aynı şekilde devletlerarası münasebetlerde ortaya çıkan anlaşmazlıkların
ve ihtilafların sonuca bağlanması, adil bir çözüme ulaşabilmesi için gereken
tüm vesikalar arşivlerin karanlık mahzenlerinde saklıdır. Yeter ki bunlar,
karanlık mahzenlerden kurtarılıp gün ışığına çıkarılarak bilimsel metotlarla
incelenebilsinler.
Kısacası: Arşivler, pek çok kimsenin zannettiği gibi köhne ve izbe yerlerde
bulunan eski evrak depoları değil, ulusların tarih ve medeniyetinin saklandığı
ve korunduğu son derece önemli uluslar arası araştırma merkezleridir.
Dünyadaki bütün devletlerde arşiv çalışmaları teknolojik gelişmeyle paralel
olarak hızla gelişmektedir. Daha düne kadar compaq sistemiyle çelik dolaplarda
saklanmakta olan arşiv belgeleri bilgisayar teknolojisinin devreye girmesiyle
hızla çağa ayak uydurularak dijital sistemlerle korunmaya başlanmıştır.
Arşiv belgeleri ve arşivlik malzemeler bilgisayarlara kaydedilerek uluslar
arası ilim dünyasına sunulmaktadır.
İngiliz, Fransız, Alman, Macar ve Finlandiya arşivlerinde olduğu gibi,
hemen bütün dünya devletleri özel şahıslarda, resmi ya da özel kurul veya
kuruluşlarda bulunan eski arşivlik belgeleri büyük paralar ödeyerek satın
almakta ve standartlara uygun olarak yapılmış çağdaş ve modern dokümantasyon
merkezlerinde koruma altına almaktadırlar.
Türkiye'de ise ne yazık ki her alanda olduğu gibi arşivcilik ve arşiv
belgelerinin önemi, korunması, saklanması ve kullanılması hakkında da
hiç kimsenin bir bilgisi yoktur.
Kocaman kocaman üniversitelerin, fakültelerin, araştırma merkezlerinin,
resmi veya özel kurum ve kuruluşların son derece önemli belgeleri yer
yokluğu nedeniyle Seka'ya gönderip orada hamur haline getirttikleri bilinen
bir gerçektir.
Hal böyle olunca da, tarihçiler için altın değerinde birer hazine teşkil
eden arşiv belgelerinin kıymetini, bu altın değerindeki belgeler hamur
haline getirildikten sonra anlayabiliyoruz.
Bu konuyu incelemeye devam edeceğiz.
Başa
Dön
ARAŞTIRMA-Ünal
Şöhret Dirlik
Fethiye İsmi
Nereden Geliyor?
1914 yılında Meğri Belediye Encümeni'nde "Meğri" ismi yerine
FETHİYE ismi verilmesi teklifi verilmiştir. Gerekçe olarak "ÇÖLDE
ŞEHİT DÜŞEN İLK TÜRK Teyyarecisi olan Fethi Bey'in adını ölümsüzleştirmek"
gösteriliyordu. Bu teklif hemen kabul edilmiştir. Kabul edildiği günden
itibaren de kullanılmaya başlanmıştır. Araya I. Cihan Harbi ve ardından
İstiklal Harbi girince tasdik edilmesi tam yirmi yıl sonra gerçekleşebilmiştir.
1934 yılında Muğla İli Daimi Encümeni'nce de görüşülen bu konu tasdik
edilmiş ve Ankara'ya Bakanlar Kurulu'na gönderilmiştir. Bakanlar Kurulu'nda
görüşülen bu karar tasdik edilince, aslında Türkçe olmayan ve uzak diyar
anlamına gelen MAKRİ'den bozulmuş olan Meğri ismi tarihe karışmıştır.
Bugünkü Fethiye şehrinin bulunduğu yerde Likyalıların ünlü TELMESSUS şehri
kurulmuştu. Beşbin yıllık bir tarihi olan Likyalıların limanı görevini
de yapan Telmessus, İskender'in istilasında bile yakılıp, yıkılmamıştır.
Bazı tarihçilere göre Telmessus, aydınlık ülke manasına gelmektedir. Telmessus
çevresindeki diğer Likya şehirlerinin bazıları şunlardır: Cadianda (Üzümlü),
Tlos (Döğer), Araksa (Ören), Letoon (Kumluova), Sdyma (Dodurga), Pınara
(Minare), Xantos (Kınık) ve Patara (Ovagelemiş).
İlk kayıtlar göre TELEBEHİ olan Telmessus'un adının her ikisinin de anlamı
ışıklı, aydınlık ülke anlamındadır.
Telmessus ismi Likyalılar Roma İmparatorluğu'nun emrine geçinceye kadar
kullanılmıştır. Onlar bu ismin yerine uzak diyar, uzak ülke anlamına gelen
MAKRİ ismini vermişlerdir.
M.S. 800 yıllarında Bizans İmparatoru Anastasia'dır. Makri'de Bizans'a
bağlıdır. Anastasia'nın onuruna Makri adı yerine ANASTİAPOLİS olarak değiştirilmişse
de bu isim tutmamış, yine MAKRİ ismi kullanılmaya başlanmıştır.
1282 yılında Menteşe Beyliği'nin kurucularından Menteşe Bey MAKRİ'yi Bizanslılardan
almıştır. Bu fetih sırasında şehit olmuştur. Bu tarihten itibaren çevrede
Türkler çoğalmış ve yerleşik düzene geçenler yanında 30'a yakın köy de
yazın yaylada, kışın da sahilde olmak üzere geniş bir lana dağılmışlardır.
Yalnız bütün köylerde hiçbir zaman MAKRİ veya MEĞRİ denmemiştir. Halen
de bu şehre İSKELE denmektedir. Bunun sebebi de Fethiye İskelesi'nin Dünya
ile tek bağlantısı olmasıdır. Fethiyeli askere iskeleden bindiği gemi
ile gitmiştir. Yükünü gemilerle getirtmiştir. Ürettiklerini de gemi ile
göndermiştir. Rodos vilayetimiz olduğu zamanlarda da vilayetteki işlerini
çözmek için iskeleden yaralanmıştır.
Şimdilerde yanlış olarak Şövalye Adası dedikleri Eski Meğri Adası ile
ünlü Fethiye ovasının adı da Meğri Ovası'dır. Meğri Ovası'nın ünü uzak
yerlere bile yayılmıştır. Ünlü yazar Cahit Beğenç "Buna derler Meğri
Ovası'nın karpuzu, neyleycen karı-buzu" diyerek methetmiştir. Evliya
Çelebi de "Mağri Ovası'nın ve İç Anadolu'nun ürünleri Meğri (Makri)
iskelesinden Rodos'a sevk edilirdi" diye yazıyor.
MAKRİ (Meğri) adı 1914 yılına kadar kullanıldı. Osmanlı yazılı belgelerinde
Meğri olarak geçmektedir. 1914 yılında Teberiye yakınlarında şehit düşen
ilk Türk Teyyarecilerinden Fethi Bey'in adının yaşatılması amacıyla, Meğri
Belediye Meclisi kararı ile Meğri adının yerine FETHİYE ismi kabul edildi.
Bu karar alındığı zaman Musaoğlu Mehmet Cen Meğri Belediye Başkanıdır.
Bu görevini 1912-1927 yılları arasında 19 yıl sürdürmüştür.
Rahmetli kooperatifçi Hayri Kayaman: "Mehmet Cen'in dedesinin Meğri'ye
İstanköy Adası'ndan geldiğini" belirterek, "1914 yılında Mehmet
Cen'in İstanbul'dan bir bayan misafiri gelmiştir. Bu bayan İstanköy Adası'ndan
İstanbul'a oğlu Fethi'yi okutmak için giden akrabaları veya çok yakın
komşularıdır". Belediye Başkanı Mehmet Cen'in Fethi Bey 'in isminin
Meğri'ye verilmesi önerisini getirmesi bu sebebe dayanır. Zira o devirde
hiçbir iletişim aracı yoktur. Fethi Bey'in çölde şehit düştüğü yayılsa
yayılsa kulaktan kulağa yayılacak. Fethi Beyin şehit düşmesi çok önemli
amma, hemen birinci yıl içinde Meğri'nin ismini değiştirecek kadar etkili
olması yukarıdaki sebebe dayanır.
Rahmetli Hayri Kayaman, çok okuyan, kültürlü bir hemşehrimizdi. Yukarıdaki
akla yakın bilgileri uzun uzun anlatırdı.
Bazı hemşehrilerimiz "neden 1914'de kara alınmış da, 1934 yılına
kadar beklenmiş, neden Fethiye ismi 1914'den itibaren kullanılmış, neden
aradan yirmi yıl var?" diye düşünür. 1914 ile 1922 arasında iki büyük
savaştan çıkmışız. Kim tasdik edecek. Ayrıca 1914'den itibaren hemen Fethiye
ismi kullanılmaya başlamıştır. Demek ki "tasdik arkadan gelsin"
denmiştir.
1934 yılında Muğla İli Daimi Encümeni, 1914'de Meğri Belediye Meclisi'nin
aldığı kararı onaylayıp, Bakanlar Kurulu'na gönderir ve ordan da onay
çıkar. 20 yıl gecikmeli isim değişikliği kesinleşir 1934'de.
1950'li yıllarda, depreme kadar, eski Belediye binasına doğru giden yolun,
şimdiki PTT binası ile Hükümet bahçesi arasında bir yerde dikilmiş bir
Fethi Bey büstü vardı. Ön kısmında zincir bulunan bu büstü heykeltraş
Rami Uluer yapmıştır. Kaidesinde Şair Behçet Kemal Çağlar'ın "Aslan
uçtu diye söylenir methi / Bu toprakların çocuğu Fethi" şiirindeki
iki beyit kazılı idi.
O eski büst daha güzeldi, ya onun ya da daha büyük tunç bir büstün parka
dikilmesi uygundur. Daha iyisi onun kullandığı uçağın belli bir oranda
küçültülmüş modelinin aynı altın kanatları yapan kuruluşlara yaptırılarak
en uygun bir yerde monte edilmesi iyi olur diye düşünüyorum.
Not:
Bu yazı 17-18. sayılarda iki bölüm halinde yayınlanmıştır.
Başa
Dön
TARIM-Em.
Tarım Tek. Atila Büyükpapuşçu
Zeytincilik
Ülkemizin en eski kültür bitkisi olan zeytin, İlçe ekonomimizde de önemli
bir yer teşkil etmektedir.
Sofralarımızın vazgeçilmez besin kaynağı olan zeytin sofralık ve yağlık
olmakla beraber son yıllarda hem sofralık hem de yağlık özelliği taşıyan
yeni türler geliştirilmiştir. Yağlık çeşitlerden başlıcaları; Ayvalık,
Çakır, Milas, Kilis ,Memeli, Gülümbe, Halhalı, Tarsus çeşitleri yanında
yabancı çeşitler olarak da Mission, Manzanilla, Frantoio, Morarola çeşitleri
sayılabilir, Sofralık çeşitler ise; Gemlik, Edincik-su, Samanlı, Uslu,
Ayvalık siyah sofralıklar, Yeşil sofralık zeytinler ise; Memecik, Domat,
Çilli, Memeli, Çelebi, Ayvalık ve Samanlı çeşitleri saymak mümkün.
Zeytin kurak bölgelerde ekonomik ömrü 50 yıl, sulak bölgelerde daha fazla
olabilmektedir.
Zeytin gövde olarak 15-20 metreye kadar uzayabilmektedir. Zeytinlerde
kök sistemi önceleri derine sonraları da yana doğru gelişme sağlamaktadır.
Zeytinlerde tozlaşma rüzgar vasıtasıyla olmaktadır.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de zeytinde periyosidite önemli bir
sorun olmaktadır. Bunda en önemli etkenler ise; İklim faktörleri, Çevre
şartları büyük rol oynamaktadır. Gübrelemenin dengesiz yapılması nedeniyle
periyosidite en önemli etken olmaktadır. Bunu için de zeytin tesisi yapılacak
toprakta tahlil yapılması ayrıca gelişme dönemlerinde de teknik şartlara
uygun olarak yapılacak toprak ve yaprak tahlilleri ile periypsidite asgariye
indirmek mümkündür. Periyosiditeyi azaltmanın diğer bir faktörü de sulama
gelmektedir, Çiçeklenme ve meyve gelişimi zamanlarında sulama yapılması
verim ve kaliteyi arttırmaktadır. Zeytinde budama yapılması gerekmektedir,
Her yıl yapılacak hafif bir budama ile bitkinin sürgün yapma olanağı arttırılabilir.
Zeytinde meyve oluşumu genelde o yılın yeni sürgünlerinde oluşmaktadır.
Uygun budama ile ağacın sürgün vermesi sağlanmalıdır.
Zeytinde hasat çok önemli bir faktör olmaktadır. Ülkemizde genellikle
ağaçlar boylu olduğundan hasat işleminde sırık kullanılmaktadır. Buda
ağacın sürgünlerinin kırılmasına ve gelecek yıl oluşacak sürgün dallarının
zedelenmesine neden olacaktır. En iyi hasat şekli elle dalları kırmadan
ve zedelemeden yapılan hasattır. Ancak büyük bahçelerde bu mümkün olamamaktadır.
Bunu için Kimyasal maddelerle hasat yöntemlerinin uygulanması daha sağlıklı
ve ekonomik olacaktır. Bunu içinde meyvenin dala tutunma kuvvetini azaltıcı,
büyümeyi düzenleyici kimyasal maddeler kullanmak ve sonrada dalların sallanması
ile meyvelerin dökülmelerini sağlamak büyük tesisler için en uygun yöntemdir.
Sofralık olarak kullanılacak zeytinler mutlaka elle hasat edilmelidir.
Zeytin genel olarak havalanması kötü ve ağır topraklardan hoşlanmaz, Bunu
için geçirgenliği olan topraklar en uygunudur. Zeytin fidanları genelde
5 x5, 10 x 10 Metre aralıklarla dikilmektedir. Zeytin fidan dikimi Aralık
ayı başından, Mart ayı sonuna kadar devam eder. Zeytinin yıllık su ihtiyacı
ortalama 650-700 mm. dir.
Zeytinde kalite ve üretimi arttırmanın diğer bir faktörü de hastalık ve
zararlılarla tekniğe, zamana uygun ilaçların kullanılmasıdır.
Sağlıklı ve bol kazançlı yaşam dileği ile, saygı ve selamlar.
Başa
Dön
VERGİ
DÜNYASI-S. Muhasebeci Erden Özkan
Verginin Yasal Boyutu
Vergi,tarihsel bir olaydır. Verginin varlığı,belirli ekonomik,sosyal ve
politik koşullara bağlı olup; vergi kavramı,niteliği ve tekniği,devlet
bütçesindeki yeri, tarihsel gelişim içinde birçok değişikliklere uğramıştır.
Bununla beraber verginin hukuki yönü,her devrede önemli bir yer tutmuştur.
Çünkü vergi, bünyesi gereği kanuna dayanır. Vergide mükellefiyet,vergi
alma usulleri ve diğer konular,vergi kanunları ile düzenlenir. Vergi kanunları
da diğer kanunların bağlı olduğu formalitelere uygun bir biçimde hazırlanır
ve yasama organının taksiti ile yürürlüğe girer.
Vergi, en kısa tanımıyla,kamu giderlerini karşılamak için devletin egemenlik
gücüne dayanarak,kişilerden mali güçlerine göre aldığı para,diğer bir
deyişle,devlet tarafından kişisel gelirler ve istisnai olarak kişisel
servetler üzerine konulan bir mükellefiyet olduğundan, kişi ile devlet
arasında vergileme yoluyla bir ilişki kurulmaktadır. Bu ilişki, toplumsal
yaşayışın gereği kanunlarla düzenlenmektedir. Vergileme olayı nedeniyle
bir " Kamu maliyesi sanatı" doğmakta,bunun sonucu olarak da,kişi
ile devlet arasındaki ilişkiyi mali bakımdan düzenleyen usul ve kurallar,verginin
hukuki temelini ortaya koyan ve kanunlarını inceleyen bir hukuk kolu olarak
"Vergi Hukuku " ortaya çıkmaktadır.
Başa
Dön
TANSİYON-Uz.
Dr. Mustafa Ulusoy
Ülkemizde sağlık hizmeti üretme ve sunmada büyük aksaklıklar olduğunu
bilmeyen yok. SSK, Sağlık Bakanlığı ve Üniversite hastanelerine herhangi
bir nedenle işi düşüp memnun olan kaç kişi var ki? Böyle olmak zorunda
mı bu kurumlar?
Bu ülkenin insanları vergi veriyorlar. Bu vergiler de devlete eğitim,
yol, su, hastane elektrik vs. gibi halkın gereksinim duyduğu hizmetler
yapılsın diye veriliyor. Gerçi bazıları bu vergilerden toplanan paraları
bankaları hortumlayarak kaçan iş(!) adamlarının açıklarını kapatmak, devletten
vergi kaçırarak yabancı bankalara para yatırıp sonra da aracı şirketlerin
hortumlanması ile paralarını kaybeden zenginlerin açıklarını kapatmak
için toplandığını sanıyorlar ama biz vergi verenler bunun böyle olmadığını
biliyoruz. Peki vergisini yukarıda saydığım hizmetler için veren insanlarımız,
kendi paraları ile kurulan hastanelerde hizmet alabilmek için neden tekrar
vergi veriyorlar? Kendi kurumlarında kendi paraları ile işleyen sistem
içinde hem de Anayasa'da "Devlet herkesin sağlıklı bir ortamda yaşamasını
sağlar" hükmü varken tekrar para istenmesinin mantığını ben anlamıyorum,anlayan
beri gelsin. Sağlık hizmetlerini satın alırken, ilaç alırken KDV ödüyoruz.
Otomobil ve beyaz eşya üreticileri bu kriz döneminde bile KDV'yi düşürebildikleri
halde. Böylece sağlık hizmetleri daha da pahalılaşıyor ve satın alamadığımız
haklarımız yüzünden sağlıksız bir hayat yaşamaya mahkum ediliyoruz.
Bütün bu haksız uygulamalar yetmezmiş gibi şimdi de SSK hastanelerinde
hastaların sürekli kullandığı ilaçların hekimler tarafından yazılması
işleminin önüne akıl almaz engeller konmaya başlandı. Örneğin (A) ilacını
ilgili uzman dışında başka hekim yazamıyor ve hasta sanki o uzman doktorun
bu hastanede olmayışının sorumlusu imiş gibi ya parasıyla almaya yada
yakın bir başka hastaneye sevk edilmeye zorlanıyor.Yani SSK ilaç vermemek
için sigortalının önüne atlayamayacağı hendekler kazıyor. Ayrıca Tıp fakültesini
bitirmiş bir hekimin yazacağı reçeteye sınırlama getirmek hakları olmadığı
halde bu uygulamayı yürürlüğe koydular.. Burada amaç bellidir. Sigortalı
lanet olsun diyecek ve SSK'dan ilaç alma yerine varsa parası eczaneden
alacak, eğer parası yoksa da verdiği primlerin hortumlanışını seyrederek
ölüme bir adım daha yaklaşacaktır.
Ben bu satırlarda işçilerden sendika primlerini alıp sonra da onların
sömürülmelerine ses çıkarmayan sendikaları kutluyorum(!) çünkü işçiler
ancak böyle sermayeye peşkeş çekilir, işçilerin temsilcisi sendikalar
her halde bunun örneğini gösteriyorlar. Baksanıza TÜRK-İŞ Genel Başkanı
işçi sorunları varken ortalıkta görünmüyor. Kendisine işçileri ne diyor
bilmiyorum ama ben kutluyorum .
Başa
Dön
HOŞ
SEDA
Mehmet Üstün
1958 yılında Fethiye İlçesi'nin Ovacık Köyü'nde doğdu. O yıllarda fakirlik
ve sosyal gerçeklerden dolayı 8-9 aylıkken iki gözünü bilinmeyen bir hastalık
nedeniyle kaybetti. O yılların olumsuz koşullarından dolayı, zamanında
müdahale edilemediğinden gözlerini kaybetti. Ailesinin içinde bulunduğu
olumsuz ekonomik koşulların da bunda rolü olduğu bir gerçektir. O yıllarda
köyünün yolu, suyu olmadığından aile nüfusunun kalabalık olması nedeniyle
ilgisiz durumdaydı. Çocukluğu sürekli sıkıntı içinde geçmesine rağmen,
mücadeleci bir kişiliğe sahip olan Mehmet Üstün, ailesi tarafından evden
çıkarılmak istenmedi, hareketleri sürekli kısıtlandı. Fakat o kendisi
ile ilgili yanlış düşünceleri büyük bir inatla çürütmeye çalıştı. İzmir'de
oturan kardeşinin babasına "bu çocuğu hiç mi düşünmüyorsunuz?"
sözleri üzerine Ankara Körler Okulu'na gönderildi. 1971 yılında Ankara
Körler Okulu'na başlayan Mehmet Üstün yaz tatillerinde çalışarak ailesine
yük olmadan eğitim hayatını sürdürdü. 1976 yılında Fethiye orman İşletme
Müdürlüğü'nde çalışmaya başladı. Bu arada Fethiye ortaokulu'nu dışardan
bitirdi. Gerekli desteği ailesi ve çevresinden göremediği için eğitimi
ortaokul düzeyinde kaldı. Büyük bir inat ve mücadele sonunda 26.09.1978
tarihinde Fethiye Devlet Hastanesi'ne atandı. Hakkında yanlış düşünen,
çalışamayacak inancı olan kişilerin düşüncelerinin doğru olmadığını göstererek
kendisini kabul ettirdi. İlçemizde giyimiyle, davranışlarıyla, öğrenme
isteğiyle bu zaman içinde herkesin beğenisini kazanarak özürlülerinde
isterse eğitim gördüğü taktirde üstesinden gelemeyeceği işin olmadığını
gösterdi. 1981'de İzmir Çocuk Hastanesi'ne atandı. Orada da ayrımcılık
karşısına çıktı. Bu adam görmüyor. Bu adamı burada nasıl çalıştırabiliriz
düşüncesi içinde olan yetkililer kısa süre içerisinde yanlış düşünce içinde
olduklarını fark ederek kendisine sorumluluk verdiler. Orada da kendini
kabul ettirerek herkesin sevdiği bir kişi haline geldi. 1982 yılında kendi
isteği ile Torbalı Devlet Hastanesi'ne atandı. Burada hiç bir problemle
karşılaşmadan görevini sürdürdü. 1983 yılında yine kendi isteğiyle Aliağa
SSK Hastanesi'ne atandı. Aynı yıl içinde Fethiye SSK Hastanesi'ne atandı.
Bu görevleri santral memuru olarak sürdürdü. 1991 yılına kadar kimsenin
yardımına muhtaç kalmadan yaşamını yalnız başına sürdürdü. 1991 yılında
evlendi. 1997 yılında emekli oldu. Evli ve bir çocuk babası olan Mehmet
Üstün halen küçük bir pansiyon işletmekte olup kendisini çağın gelişine,
günün koşullarına uyduran Üstün iyi bir vatandaş olmanın sorumluluklarının
bilincindedir.
Mehmet Üstün 2000 yılında Fethiye Altı Nokta Körler Derneği'nin Fethiye
Şubesi'nin kuruluşunda öncülük ederek görme özürlülere yönelik hizmetlerini
ve birikimini bu örgüte aktararak bu derneğin halen şube başkanlığını
yürütmektedir.
Başa
Dön
DİYALOG-Ufuk
Emek
Beyaz Kalem gazetesinin ulaştığı birçok kimse köşemde yer verdiğim yazılar
içersinde en beğendiklerinin kısa hikâyeler, Internet'ten alıntılar ve
yaşamdan kesitler olduğunu söylüyorlar. Bu tür yazılara daha çok yer vermem
konusunda istekler alıyorum. Bana ulaşan birçok yazı içersinden işte beğeneceğinizi
umduklarım...
Siz okuyucularımızdan yeni yazılar bekliyor, gönderenlere teşekkürlerimi
sunuyorum.
BAKMAK VE GÖREBİLMEK
Hastanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu. Bunlardan koğuşa ilk
gelen pencerenin önüne, ikincisi ortaya, üçüncüsü ise kapı kenarına yatırılmıştı.
Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için neşeli konuşmalarıyla ötekileri
de eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu.
Soğuk bir kış gecesi, pencerenin yanındaki hasta öldü. Onu kaldırdıktan
sonra ortadaki hastayı, pencerenin önüne, kapının yanındakini de ortaya
yatırarak, boşalan yere yeni bir hasta daha getirdiler.
Pencere önüne alınan iyimser adam, dışarıda gördüklerini arkadaşlarına
anlatmaya başladı. Yol kenarındaki parkı, dev çınar ağaçlarını, cıvıldaşan
kuşları, işlerine koşan insanları, neşeli çocukları ve karşı dağlardaki
çiçek dolu tarlaları uzun uzun anlatarak çaresiz durumdaki arkadaşlarını
rahatlatıyordu. Adam, kısa bir süre sonra, gelip geçenlere isimler takmaya
başladı. Öteki hastalar, artık sabah işe gidenlerin, seyyar satıcıların
ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye dinleye,
onları gözleri önünde canlandırabiliyorlardı. Kısa bir süre sonra hastanenin
ruha ağırlık veren havası dağılmış, bir türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı
saatleri, tatlı öyküler doldurmuştu.
Bir gün, ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki
hastaya bir şey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öykülerini dinlemektense,
dışarıdaki renkli ve canlı yaşamı kendi gözleriyle görecekti. Bu düşünce,
günlerce kafasında yer etti. Yattığı yerden hep bunu düşünüyor ve çareler
araştırıyordu. Sonunda onu da buldu. Pencerenin önündeki hastaya bazen
kalp krizi geliyordu. Adam, bu durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle
uzanıyor ve odada hasta bakıcı bulunmadığı için ilacını kendisi alıyordu.
Bir gece pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde, ortadaki hasta
büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını deviriverdi. Şişe yere düşmüş
ve paramparça olmuştu.
Ertesi sabah pencerenin önündeki hastayı ölü buldular. Ve onu kaldırdıktan
sonra, ortada yatan hastayı cam kenarındaki yatağa geçirdiler. Adam, göreceği
manzaranın heyecanıyla dışarıya baktığında, beyninden vurulmuşa döndü.
Pencerenin birkaç metre ötesinde simsiyah bir duvardan başka hiçbir şey
yoktu.
DOĞUDAN BİR IŞIK ÖYKÜSÜ...
Bir Çinli baltasını kaybetmişti. Onu, komşusunun oğlunun çaldığını sanıyordu.
Bunda da yanılmadığına inanıyordu. Çünkü onun yürüyüşü, bir balta hırsızının
yürüyüşüne benziyordu. Yüzü, bir balta hırsızının yüzüne benziyordu. Konuşması
da bir balta hırsızının konuşmasına benziyordu. Onun, bir balta hırsızına
benzemeyen hiçbir yanı yoktu.
Bir gün adam, baltasını bahçesinin uzak bir köşesindeki bir hendeğin içinde
buldu.
Ertesi gün komşusunun oğluna baktı. Yürüyüşü hiç de bir balta hırsızının
yürüyüşü gibi değildi. Yüzü de bir balta hırsızının yüzüne benzemiyordu.
Konuşmasının ise, bir balta hırsızının konuşmasıyla en ufak bir benzerliği
bile yoktu. Onun, bir balta hırsızına benzeyen hiçbir yanı yoktu.
MEDYA KIYAMETİ
NASIL DUYURDU
Sabah: Biz Öldük!
Dünya Gazetesi: IMKB'de endeks bir daha yükselmeyecek.
Hafta Sonu: Ayhan Işık ile Hülya Avşar gizlice buluştular
Erkekçe: Ayın hurisi
Metro Hipermarket Bülteni: Gerçekten Son İndirim
Fanatik Gazetesi: Bu maçın galibi yok!
Hürriyet, Ertuğrul Özkök: İyimserliği elden bırakmayalım, hiç olmazsa
cehennemde ısınmak için yakıt parası yok!
Milliyet, Meral Tamer: Zebaniler, delik kazanların üreticisini Şeytana
şikayet etti.
Blue Jean: Kızlar, kuponu doldurup gönderen ilk 10 kişi James Dean'le
yemek yeme şansı elde edecek.
Bilim Teknik: Evren hakkında bütün bilmediklerimiz...
Oyun dergisi: Game Over
Elle: Yargı gününde anında 10 kilo verin!
Para: Kıyametten kar yapmanın 100 yolu
Star Gazetesi: Şok! Kandırıldık, Şeytan aslında iyiymiş!
Show TV, Reha Muhtar: Sayın Zebani, kazanların yanında terlemiyor musunuz?
ATV, Hakan Aygün: Mahşer yerinde Fordculuk çok yaygın, izliyorsunuz sayın
seyirciler, bıyıklı bey, nasıl arka saflarda çalışıyor...
Kanal 6: İzliyorsunuz sayın seyirciler, kazanların içi bir volkan gibi,
insanlar bağrış çağrış yanıyor, kızarıyor...
Aktüel: Mahşer günü yanınızda olması gereken 2 şey: Sevaplar ve Isıya
dayanıklı elbise
Auto Show: Sırat köprüsünde saniyede 100 km'ye ulaşan son model arabalar
Arena, Uğur Dündar: Cennete rüşvetle kaçak giren günahkarların tüyler
ürperten dosyası
Başbakanlık, Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi: Devletimiz, bütün yaraları
saracaktır!
Beyaz Kalem: Baskıyı durdurun. Neyse, durmuş zaten...
(Teşekkürler
Polat)
Sevgi ve Saygılarımla...
Başa
Dön
TURİZM-Dilek
Dinçer
Fiorita
1980'li yılların başlarında, kuğu gibi süzülerek, bir gelin zarafeti ile
girdi yaşamımıza...
Kimileri kuşku ile karşıladı, kimileri coşku ile... Artık gemi özelliğini
yitirdiği için bir römork öncülüğünde, çekilerek limanımıza ulaşabilen
Fiorita; ülkemizin ilk ve tek yüzer oteline sahip olma kıvancını yaşattı
bizlere... O zaman kısıtlı olan yatak kapasitemizi, birden ikiye katlayıverdi.
İskelemiz renklendi, canlandı. Hem ilçenin, hem turizm sektörünün ilgi
odağı haline gelen yüzer otelimiz,sosyal yaşamımıza da dinamizm getirdi.
O yıllarda pek de alışık olmadığımız nitelikli yönetim kadrosu, yetenekli
teknik personel ve iyi eğitim almış servis elemanları ile hizmet vermeye
başlayan tesis, ulusal basında da sık sık adından söz ettirerek, dolaylı
olarak, ilçemizin tanıtımına da olumlu katkılar sağladı.
Muhteşem diye niteleyebileceğimiz iki ayrı şık salonda, kuyruklu piyano
ve seçkin müzisyenler eşliğinde yenilen akşam yemekleri, renk uyumuna
da özen gösterilerek, tertemiz kolalı örtüler, kristal kadehler, pahalı
porselenler, servis takımları ve çiçeklerle bezenmiş, her toplantının
amacına ve kişi sayısına göre hazırlanan masalarda görsel bir şölene dönüşmekteydi.
Bayram tatillerine rastlayan dönemlerde, konaklama departmanına olan yoğun
talep karşılanamaz hale gelmişti. Balayı çiftlerine gösterilen özel ilgi
ile de ünlenen tesiste, pek çok balolar, defileler düzenlendi,düğünler
yapıldı.
Sonrasında bir şeyler kötü gitmeye başladı. Önce seçkin personel işten
ayrıldı. Ardından körfezde kirlilik yarattığı ve iskelenin asıl işlevini
engellediği gerekçesi ile alargaya çekildi.
Bir süre sonra da Aksazlar'da karaya bağlanarak, kaderine terkedildi.
Umutla yeniden birilerinin el atması beklenirken, 1987 yılında bir gün
ansızın yan yattı ve ertesi gün büyük bir bölümü sulara gömülüverdi.
Aradan birkaç yıl geçmişti. Turizm Danışma Müdürlüğü'ne heyecanla giren
bir yabancı, ısrarla Fiorita'yı soruyordu. Çok uzun yıllar gemide kaptan
olarak çalıştığını, emekliye ayrıldıktan sonra, anıları ile dolu gemiyi
bir kez daha görebilmek umudu ile, uzun bir araştırma ve iz sürmeden sonra,
Fethiye'ye ulaştığını söylüyordu. Acı gerçeği kendisine söylemek çok zor
oldu. Çok sevilen bir kişinin ölümüne duyulan acıya benzer izler taşıyan
yüz ifadesini, yaşamım boyunca unutmayacağım. Dilimiz döndüğünce kendisini
teselli etmeye çalıştık. Son dönemde işlevini tamamlayarak, gemi fonksiyonunu
yitirdiğini, römork olmadan yerinden kıpırdayamadığını, buna rağmen zarafetinden
ve ihtişamından hiçbir şey kaybetmeden insanlara hizmet verip, önemli
olaylara ev sahipliği, mutluluklara, güzel anılara tanıklık ettiğini anlattık.
Ama hıçkırıklara boğulmasını engelleyemedik.
İlçemizde Fiorita'nın acı sonu çok polemik konusu edildi. Özel bir firmanın
yurtdışından, turistik amaçla ithal edip, yüksek bedelle sigortaladıkları
gemiyi, planlayarak batırdıkları iddia edildi. Bazıları ise maliyetlerin
yüksek olması nedeniyle, karlılığı olmadığı için gözardı edildiğini savundu.
Nedeni ne olursa olsun bu ihmal bağışlanamaz. Kimsenin gözgöre göre insanlara
bunca hizmet vermiş, emek yüklü, anı, duygu yüklü böylesi bir değeri yoketmeye,
üstelik körfezimizin olağanüstü güzel ve doğal görünümünü bozmaya hakkı
yoktu. Geçen bunca zaman içinde, konu her fırsatta körfezimizin sorunu
olarak gündeme geldi. Birkaç kez, jilet yapımında kullanılmak üzere ihale
edildi. Ancak tüm çabalar sonuçsuz kaldı. Zaten gönlümüz buna razı değildi.
O halde ne yapılabilir? Sorusuna yanıt ilçemizdeki dalış kulüplerinden
geldi. "Gemi değişik yöntemlerle yüzdürülüp, uygun bir yerde 20-30
metre derinliğe batırılarak, ideal bir dalış merkezi yaratılır, böylelikle
hem ekonomiye yeniden kazandırılır hem de güzel bir balık yuvasına dönüşür"
önerisi bizlere çok sıcak geldi. Dünya da bunun pek çok örneği var. Hatta
Kaş yakınlarında, deniz dibindeki uçağa dalmak için bile insanlar akın
akın geliyorlar. Ne kadar güç olursa olsun, maliyeti ne kadar yüksek olursa
olsun bu yöntem kesinlikle denenmeli. Dalış Kulüpleri de bu projeye katkı
vermeye hazırlar.
Umarım en doğru yolu hep birlikte buluruz.
Not:
Geçen haftaki yazıda dizgi hatası nedeniyle "Saklıkent'e devletin
çok ilgisiz kaldığını söyleyemeyiz" yerine söylemeliyiz şeklinde
çıkmış olup, düzeltiliriz.
Başa
Dön
SPOR-Erol
Dolu
Osman Atakan Tekin, Yavuz Şap ve Spor
Uzun zamandan bu yana bu konuda bir yazı yazmayı düşünüyordum. Ama bu
haftanın özürlüler haftası olması dolayısıyla bugün bu konuyu gündeme
almak spor açısından da anlam ifade etmektedir. Geçen haftada bu gazetede
kendi portresi yayınlandı.
Yavuz Şap aslen Bursalı olup uzun bir zamandan bu yana Fethiye'de ikamet
ediyor. Kendisi yıllardan bu yana atletizm sporuyla ilgileniyor. Küçük
yaşta geçirdiği bir rahatsızlıktan sonra koltuk değnekleriyle hayata devam
etti. Ama Yavuz Şap yılmadı. Onu ben ilk defa Karabük'de Demir Çelik Fabrikası'nın
4 Nisan 1987 tarihinde 50. kuruluş yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen 21
km. yarı maratonuna koşmak için gittiğimde görmüştüm. Yavuz Şap'da bizimle
beraber yarı maratonun başlangıç çizgisinden yarışa başladı ve yarışın
yarısında başlayan yağmurla beraber koltuk değnekleriyle yarışı tamamlama
başarısı gösterdi.
O tarihten bu yana Yavuz Şap'ı tanıyorum. Daha sonra Fethiye'den evlenmesi
dolayısıyla Fethiye'ye geldi. Spor yaşamına burada devam ediyor.
Yavuz koltuk değnekleriyle defalarca 42 km., 21 km. ve 10 km.'lik mesafeleri
tamamladı. Yurtdışında Dünyanın beş kıtasında maraton koşan barış elçimiz
durumunda bir sporcu arkadaşımız.
Yavuz Şap'a bu konuda 1985 yılından bu yana antrenörü ve Dünya Maraton
Birliği Türkiye Delegesi Osman Atakan Tekin hoca yardımcı oluyor. Osman
Atakan Tekin hoca ile İstanbul'a gittiğimizde buluşup sohbet ediyorum.
Bana hemen Yavuz'u soruyor.
Yavıuz'la da Fethiye'de sık sık buluşup konuşuyoruz. Bazen de evine gidip
evinde sohbet ediyoruz. Yavuz'un evinin her tarafı Dünya'nın çeşitli ülkelerinden
koştuğu maraton yarışlarından aldığı ödüllerle dolu. Bir defasında Yavuz
eline aldığı bir bez parçasıyla madalyaları, plaketleri ve kupalarını
bir bir tozunu da silerek bana hangisini hangi müsabakadan aldığını anlatıyordu.
Osman Atakan Tekin hocayla beraber yabancı basında yer alan sür manşet
haberlerini camlatmış, onları evin duvarlarına asmış.
Yavuz Şap ve Osman Atakan Tekin hoca yurtdışında izleyicileri çoğu zaman
bitiş çizgisinde heyecanlandıran ortamlar yaratmışlar.
Yavuz bana Afrika kıtasında koştuğu maratonları heyecanlı heyecanlı anlatıyor.
Göğsünde ay-yıldızlı formalarla beş kıtada maraton koşan tek sporcumuz
Yavuz'a sponsor desteklerini sorduğumda "bu konuda bir taraftan ben,
diğer taraftan Osman hoca mücadele veriyoruz" dedi.
Tabi bu arada Yavuz Fethiye Belediyesi'nin de kendisine sahip çıkıp Rusya'ya
ve Amerika'ya gittiğini de söylüyor. Bunları zaten bizler de biliyorduk.
Yavuz Şap atletizmde Fethiye içinde bir değer oluşturuyor. Bundan dolayıdır
ki Fethiye Belediyesi'nin Yavuz Şap'a bundan sonra da sahip çıkmasından
hepimiz mutlu oluruz.
Kolay değil Yavuz Şap'ın yaptığı iş. Koltuk değnekleriyle 42 km. koşmak.
Takdire değer bir spor olayı gerçekleştiriyor. Hem Yavuz Şap'a hem de
Osman Atakan Tekin'e başarıların devamını dileriz. Biz atletizm camiasında
Yavuz ile Osman Atakan hocayı hiç ayırmadık.
Başa
Dön
|
 |