Diğer bölümleri okumak için
Sayfa 1 Sayfa 2 Sayfa 3 Sayfa 4
DÜĞÜNLER
Bu tür eğlence sünnet düğünlerinden sonra yapılırdı. Sünnet düğünü;
bir gece kına gecesi ertesi gün düğün ve kesme işlemi ile aynı gecede
Oturtma Gecesi denilen eğlence yapılır ve özenle hazırlanmış olan sünnet
yatağından, kesilen çocuk veya çocuklarda bunu seyrederdi. Evlilik düğününde
ise kına gecesi yapılır geç vakit herkes dağıldıktan sonra çerez gezmesi
denilen faaliyet başlardı. Bir iki parça çalgı ile beraber kadınlar ve kızlar
gelinin arkadaşlarını ve akrabalarını dolaşarak çerez toplarlardı.
Gittikleri evlerden bu gruba çeşitli çerezler ki bunlar genellikle kabuklu
tuzlu fıstık kuru üzüm leblebi gibi şeyler olurdu. Bu esnada etrafta bir
miktar delikanlı ki bunlar gelinin kardeşleri ile arkadaşları olur etrafın
güvenliğini sağlarlar fakat başka hiçbir şeye müdahale etmezler ve karışmazlardı.
Sadece toplanan çerezleri taşımaya yardım ederlerdi. Bu çerez gezme bitince
kadınlar ve kızlar gelin evine giderek toplanan bu çerezleri paylaşarak hem
yerler hem de eğlenceye devam ederlerdi. Kına yakmak ile ilgili olarak
aktarmak istediğim bir şeyde şudur. Gelinin eline kına yakmadan önce ipler
sarılarak şekiller verilir kına onun üzerine yakılırdı. Ertesi gün kına
çıkarıldığında iplerden dolayı kına deymeyen yerler açık renk olur kınalı
yerler koyu renk olurdu. Birde ele yakılan kına açıldığında yıkanmadan
evvel zeytin yağı sürülerek beklenirdi bir süre. İşte o zaman ellere yakılmış
olan kınalar siyaha yakın bir renk alarak çok daha güzel görünürdü. Ele
yakıldığı gibi kınalar ayaklarına da yakılırdı kadınların. Zaman içerisinde
tarlada çalışmakta olan kadınların kınalı ayaklarını görmüştüm. O
zamanların kadınlarının güzellik aksesuarları bunlar idi işte. Bşiz gene
düğüne devam edelim.
Ertesi gün köy alanında erkekler için içki masaları kurulur çalgı eşliğinde
eğlenilirdi. Gençler masaların kurulabileceği uygun bir yere sıralanır
evde hazırlanan yiyecekler burada hep beraber yenilirdi içkiler eşliğinde
genelde şarap ikram edilirdi. Bazen Rakı ikram edildiğinde “Falanca yapmış
olduğu düğün cemiyetinde Rakı çıkarmış” diyerek anlatılırdı daha
sonraları. Neyse yemekler eşliğinde içilir iken sesi güzel olan delikanlılar
şarkılar söylemeye başlarlardı. Yalnız bu şarkılar genelde uzun hava şeklinde
olduğu gibi yine genelde de ANNE üzerine olurdu.
“Aman hasta düştüm gurbete elinde,
Vallah su verenim yoktur anam aman,
Yetiş anam imdade,
Bu yar beni harap etti” xxxxxxx gibi sözleri olan şarkılar söylenirdi. O
zamanlar bu tür Ana üzerine söylenen şarkı veya türküler çok
tutulmaktaydı.O zamanlara ait yapılmış olan sinema filmlerinde de bunları
çok sık görmekteyiz. Hep anne üzerine yapılan oldukça duygusal şarkılardı
bunlar.
Genelde bu düğünlerde şarap ikram edilirdi. Bunun için Çanakkale de bu işleri
yapan şarap depoları vardı. Bunlardan birisi Saat Kulesinin hemen arkasındaki
sokaktaydı ve buradan geçer iken her zaman kesif bir şarap kokusu duyardınız.
İşte buralara düğün için sipariş verilir ve bu işler için özel olarak
yapılmış ağaç fıçılar içerisinde şaraplar, arabalara yüklenerek düğün
yerine getirilirdi. Bu fıçıların hacimleri yaklaşık olarak en az yirmi
litre veya daha büyük olanları da vardı. Düğün evinde herkesin
uzanamayacağı bir yere konulan şarap fıçısından bir hortum ile şişe
veya sürahilere doldurularak ikram edilirdi. Biz çocuklara hortum vasıtası
ile şişelere şarap doldurma işi verilirdi ve biz bu hortumu sifon olarak
kullanmak ister iken ağzımıza kaçan şarap ile kısa sürede sarhoş olur çekilirdik
bir köşeye istifra ederek uyur kalırdık bir köşede.
Belirli bir zaman sonra da kız alma veya gelin alma denilen adet başlar
erkekler çalgılar eşliğinde kız evinden aldıkları gelini at üzerine
koyduktan sonra atın önünde eğlenerek içerek yavaş adımlar ile geline
koca evine götürmeye çalışırlar daha doğrusu ama bu yol üzerinde türlü
engellemeler ile kızın eve girişini geciktirirlerdi. Sarhoş gençler kah
oturup eğlenerek kah oynayarak saatlerce süren bir yolculuktan sonra genelde
akşam ezanına yakın bir saatte gelini yeni evine bırakırlardı. Evlenme düğünlerinden
aklımda kalan bir adette “Çeyiz sandığı” mı derlerdi yoksa “Sandık
açma” mı derlerdi işte buna benzer bir kelime idi. O zamanlar bu mutlaka
yapılan bir adetti ama bu günlerde tamamen kalktı zannediyorum. Gelin için
bir ev açılır evin bahçesinde sandıktan geline ait çeyizler çıkarılarak
ağzı laf yapan bir kadın tarafından bağırarak etraftakilere gösterilirdi.
Örnek vermek gerekir ise sandıktan bir havlu takımı çıkarılarak iyice yükseğe
kaldırılarak her kese gösterilir bu arada da -“Hamam takımı da vaaaaa!”
bir de gelen hediyeler ortaya toplanıp yine aynı şekilde Havaya kaldırılarak
-“Yengesinden bir tane bileziiiiik!”
veya komşusu
-“Fatma’dan bir sini” (Tepsi) v.s. gibi gelen hediyeler herkese bir,bir gösterilirdi.
Bu iyi bir adet miydi yoksa kötü bir adet miydi bilemem. Düğünde toplanan
komşular da etrafa mahcup olmamak için iyi hediyeler getirmek zorunda kalıyorlardı
sanırım.
Bizim köylerimizde olmasa bile civardaki köylerde gelin almaya gelen konuklara
düğün şakası adı altında çeşitli şakalar yaparlarmış. Bu şakalar
bazen oldukça ağır olmalarına rağmen kızı alacak olan taraf yani erkek
tarafı bunlara katlanmak zorunda kalırlarmış. Yine bizim etrafımızdakilerin
anlatmalarına göre bu şakaların belirli bir kuralı yok. İnsanlar eskiden
öğrendiklerine bakarak bunları daha bir geliştirerek uygulamaya koyarlarmış.
Bu şakaların arasında tuvalette kullanılan taharet suyu ibriğinin içerisine,
içinde eritilmiş acı biber bulunan suyu koyarlar gece tuvalete kalkan
misafirlerin bu suyu kullandıktan sonra başına gelecekleri siz düşünün.
Gece uyumakta olan misafirlerin odasına kapı altından acı biber tütsüsü
yaparak onları olumsuz olarak etkilerlermiş. Kapının altından gelen (köz
üzerine konulmuş olan) acı biberlerin kokusu insanları öksürtüp tıksırtmaya
başlıyor. Hatta öyle bir tıksırtıyor ki hem alttan hem üstten ne var ise
çıkartıyor dışarıya. Bu arada erkek misafirleri ağırlamak bahanesi ile
kahveye davet edip çay v.s ikram eder iken bunları servis esnasında üzerlerine
dökmek, çeşitli bahaneler ile elbiselerini yırtmak veya kirletmek köy
meydanında bulunan çeşmenin yalağına yatırmak v.s gibi şakalar ile gelen
misafirleri bezdirirlermiş. Yemeklerine aşırı miktarda tuz veya biber katmak
veya yemekleri tamamen yağsız veya soğansız yaparak servis etmek.v.s, Daha
aklıma geldikçe eklerim buraya .
Düğünde içki içen erkeklerin, gelinin eve girmesine ne kadar zor olarak
izin verdiklerini anlatmaktaydık nereye geçtik. Düğün alayının önünde köyün
delikanlıları sarhoş bir vaziyette ağır,ağır gider iken gelin de arkada
atın üzerinde öylece bekler dururdu.
Bu bana yıllar sonra yaşadığımız bir olayı hatırlattı yeri gelmişken
hemen aktaralım. Arkadaşlardan birisinin düğününde gene böyle oldu. B...
nın K.... köyüne giderek gelini alıp geldik. Oradan çıkar iken de gençler
aracın önünü keserek çıkışımızı engellemişlerdi. Biz erken çıkarak
yolda beklemeye başladık. Lafa öyle dalmışız ki gelin arabasının geldiğini
bile fark etmedik ama onlar bizi görmüşler korna çalarak bizi uyardılar ve
yanlarına gittiğimiz zaman çıkarıp bir şişe rakı verdiler. Bu ne deyince
de arabanın önünü kestiğiniz için dediler yola devam ettiler. Biz
bacanakların eve gelince çatıya çıkarak masayı kurduk ve hem içiyor hem
de oradan düğünü izliyorduk. Saat gece 22.00 civarına gelmişti. Yukarıda
bahsettiğim gibi gençler arabanın önüne oturarak eğleniyorlar gelinin eve
girmesini geciktiriyorlardı. Biz bacanakla oturur iken yahu bacanak bu gelin
yaklaşık olarak sekiz saatten beri arabanın içerisinde haydi karnı acıksa
da veya susasa da ihtiyacı giderilir ama ya tuvalet ihtiyacını nasıl
giderecek yazık değil mi gel bunun çaresine bakalım deyince bacanak yahu sen
ne yapıyorsun deli misin böyle şey olmaz deyince ben bu işin çaresine
bakacağım dedim. Hemen aşağıya inerek halayı bulduk ve olayı anlattık.
Halanın başına gelinin duvağını giydirdikten sonra şoföre uzun farları
yakmasını istedik. Tam bu esnada gelini yan tarafa çekerek aldık ve kalabalığın
arasına sokarak kaçırdık. Eve soktuk. Kızcağız ne dualar ediyordu bize
fazla oyalanma eğer senin olmadığını fark ederler ise olaylar çıkar hemen
işini bitir ve yerine geç dedik. Gelin hazır olunca tekrar aynı işlemleri
yaparak gelini arabaya sessizce sokarak olayı normale çevirdik.
Halanın sorusu çok güzeldi!
-Ya yakalansaydık ne olacaktı ?
Bazen Televizyonda bazı yörelerimizde yapılmakta olan bu tür oyunları
sergiliyorlar. Çanakkale de yapılan düğünler ilk zamanlar köy düğünlerindeki
gibi yapılmakta ise de zaman içerisinde değişime uğramaya başladı. Aynı
köy düğünleri gibi başlayıp çok küçük değişiklikler gösterir iken
daha sonra tamamen değişti. Bu ilk değişiklikler bir kere sünnet düğünlerinde
başladı. İlk olarak at üzerindeki sünnet gezmeleri değişerek Fayton üzerlerinde
yapılmaya başladı bu gezintiler. Daha sonraları Oturtma geceleri denilen eğlence
ortadan kalktı. Bir zaman sonra da bu düğünler salonlara taşınarak eski
adetlerimiz tamamen bırakılarak bizim kültürümüze tamamen yabancı olan ve
bizlere hiç uymayan salon düğünleri devri başladı. Diğer düğünlerde başlangıcından
itibaren konu komşu ve akrabalar bu düğünü sahiplenerek ellerinden gelen
yardımları yaparlar yemek hazırlıkları, gelen misafirlerin ağırlanması
v.s. gibi her konuda birlik olunur ve düğünün hazırlığından itibaren
bitinceye kadar yardımcı olunur iken, salon düğünü devri başlayınca bu tür
yardımlaşmalarda sona erdi. Akşam yabancı gibi salona gelen konu komşu daha
sonrada geldikleri gibi sessizce ayrılıp dönmeye başladılar buradan. Burada
çalınan müzik ve danslara da alışamadı insanlarımız çok uzun bir süre.
Daha sonraları oyun havaları da orkestraya uygulanabilince karma bir hal aldı
bu salon düğünleri. Hiç sevmedim sevemedim.
Daha evvel yapılan bir düğünü anlatmıştım şimdi mahallede yapılan bir
sünnet düğününü aktarayım da gelecek kuşaklara bir anı olsun. Mahallede
çayırlığa dik olarak çıkan sokak. Sanırım adı da Karanfil sokak olmalı
bu günlere göre.Yoldan karşıdan karşıya gerilen kalın urganlar üzerine
atılan kilim v.s.gibi nesneler ile yol trafiğe ve yabancı gözlere karşı
kapatıldı. Bir gece yapılan kına gecesinde kadınlar toplanarak eğlenip
oynadılar ve adetlerimize göre sünnet çocuğu eğlendirildi. Kadınlar çalınan
oyun havaları ile ortaya çıkarak yalnız veya gruplar halinde oynarlar. Bir
zaman sonra pijamaları giydirilmiş olan çocuk ortaya getirilir ve çalınan
havalar ile oynatılır. Güzel bir tabak içerisine suyla karıştırılarak
karılmış olan kına, etrafına mumlar yakılmış olarak özel bir sözleri
olan bir mani eşliğinde ortaya getirilir. Kınayı genelde büyük anneler
yakar bunlar sağ değil ise sülaleden en büyük bir kadın tarafından yapılır.
Tabak içerisinden alınan bir parça kına, çocuğun avucuna konur daha sonra
yine ele alınan bir parça kına el içerisinde şekillendirilerek çocuğun sağ
elinin baş ve işaret parmaklarına kınalar konur ve daha önceden hazırlanan
bezler ile sarılarak bağlanır. Eline Kına yakılmış olan çocuk
misafirleri dolaşmaya başlar. Misafirlerde çocuğu güzel sözler ile tebrik
ederek para verirler. Daha sonra çocuk içeriye alınarak yatırılır. Bu kına
gecesinin bittiği anlamındadır. Düğün evinin bahçesi var ise orada yok
ise bir komşunun bahçesine kurulan bir mutfakta yemekler yapılır gelen
misafirlere ikram edilirdi. Mutfakta yemek yapma işlerini komşular üstlenirdi.
Ertesi gün öğleden sonra evini yanına kurulan masalarda gelen misafirler
yemek yer daha sonrada erkekler buraya toplanarak içki faslı başlardı. Çalınan
müzikler eşliğinde hem oynanır hem de oynayanlar o yörenin ağzı ile
(Caba, Şaba =Bahşiş ) gibi kelimeler ile ifade edilen, oynayan kişinin şerefine
çalgıcıya verilen para ile heyecan iyice artardı. O zamanların en meşhur
parçalarına gelince
- “Dol kara bakır dol, ağzına kadar dol”
veya
- “Ölü tavuk pişirdiler soframıza getirdiler”
diye sözleri olan çok hareketli bir oyun havası idi. Genelde gençler ve kadınlar
oynardı bu hava ile. Erkekler ise daha çok kasap havası ile oynarlardı ama
her düğünde mutlaka “Harmandalı” parçası çalınır ve bu oyun güzel
oynayanlar mutlaka bu parça ile oynar ve herkeste seyrederdi. Birde halay çekilirdi
mutlaka ve yavaş, yavaş başlayan müzik ve buna uygun yavaş hareketler ile
başlayıp daha sonra müziğin hızlanması ile hareketlerde hızlanır oldukça
güzel bir oyun sergilenirdi toplu halde. Şimdilerde bu parça hala çalıyor
ve grup halinde oynanıyor . İnşallah unutulmaz.!!!!!
Bu Bazen öyle olur ki verilen cabalar düğün sahibi ile çalgıcılar arasında
anlaşılan parayı geçerdi. Akşamüzeri sünnetçinin gelmesi ile hazırlık
başlar. Bu arada at veya fayton ile çocuklar gezdirilir. Bir Faytona çocuklar
biner hemen ikinci bir faytona çalgıcılar biner ve gezmeye çıkılır. İlk
zamanlar faytonlar ile gezilir iken Şehir içerisinde gezilir en uzak nokta
Hastane bayırı olurdu. Geri dönüşte sünnetçi hazırlanmış olur çocuk kıyafetlerini
çıkartıp daha rahat olan sünnet gömleği giydirilir bildiğiniz gibi bu
uzun bir gömlek olup etekleri dizlere kadar iner. Kesme işlemi şimdiki gibi
modern değildi elbette. Bir veya iki kişi sıkı bir şekilde çocuğu tutar
iken sünnetçi işini yapmaya başlar bu arada çok cesaretli olan çocuk hemen
yanındaki birisinin teşviki ile “YAŞASIN CUMHURİYET” diyerek bağırır
ve bu kişi çocuğun ağzına kocaman bir lokum sokar. Zaten etrafın kalabalığı
ve korkudan ne yapacağını şaşıran çocuk ağzına tıkılan bu kocaman
lokumu yutsun mu çiğnesin mi yoksa çıkarsın mı şaşırmış bir halde
iken işlem biter çocuk yerine yatırılır idi. Hijyene ne kadar uyulur
bilemem bir defter (sayfasının) kabının içerisine konulmuş olan bir miktar
sarı toz verilir ve bunun zaman içerisinde kesilen yere dökülmesi istenirdi.
Bu sarı toz akan kan ile beraber birleşerek kalın bir kabuk tabakası oluşturur
bu Sarı-Kırmızı-Kahve renklerinde bir renk cümbüşü oluştururdu. O gece
çişe kalkıp ta yapabilmek bir ısdırapdı çocuk için. Kalın kabuk arasından
çiş çıkmaz, çıkarken de mutlaka kanama yapardı. Bizim arkadaşlardan
birisi bu şekilde zor bir gece geçirmiş ve sabahı zor yapmıştı. Ertesi
sabah biraz daha rahatlayarak sere serpe bir vaziyette yatar iken üzerindeki gömleği,
değerek acıtmasın diye yukarı çekilerek bırakılmış ve bütün ev halkı
derin bir sabah uykusuna dalmışlar. Bu arada canhıraş bir feryat ile herkes
acaba ne oluyor diyerek ayaklanınca, önce hızla kaçan bir kedi fark
ediyorlar evin içinde. Daha sonrada çocuklardan birisinin kanlar içinde olduğunu
görerek telaşlanıyorlar. Sabahleyin nerden geldiği belli olmayan bir kedi bu
açıkta kalan ve tepesi de kalın bir kabuk bağlamış rengarenk nesneyi kanlı
olarak görünce bizim kedinin avcılık damarları tutmuş olacak ki hızla
atlayarak bu alete pençesini geçirerek parçalıyor. Uyku arasındaki korku ve
can yanmasını siz düşünün artık. Fakat biz çocuk olarak bu olayı
duyunca çok gülmüştük. Arkadaşımızda bu olaydan oldukça utandı.
Adetlerimizin ve kültürümüzün unutulmaması dileğiyle.
Benim hoşuma gidenlerden bazıları şunlar düğün ve köy Hayır’ı yapılan
alanın hemen yan tarafına satıcılar gelerek tezgah açarlardı. Bu
tezgahlarda büyük çuvallar içerisinde getirilmiş kabuklu tuzlu fıstıklar
bulunurdu ve herkesin hoşlandığı gibi bunlardan alarak yemeği bende çok
severdim. Hele bazen kabukları yanmaya yüz tutmuş bir şekilde olanların tadı
daha da güzel olurdu. Başka zamanlarda da bunları bulabilmemize rağmen
nedense düğün yerindekiler daha bir başkaydı. Birde beş kuruş vererek aldığımız
deve vardı. Satıcıya beş kuruş vererek deve istiyorum dediğimizde hemen
kutunun içerisinden aldığı iki adet bisküvi arasına bir adet lokum koyarak
bunu yavaş hareketler ile bastırıp lokumu ezer ve bize verirdi. Gerçekten çok
leziz olurdu meret. Bunların yanında leblebiler, leblebi şekerleri, kaba şeker
denilen bir çeşit akide şekeri yiyecekler arasında bulunur birde en ucuzlarından
bilezik yüzük toka v.s. gibi şeyler satılırdı. Ama kabuklu tuzlu fıstıklar
en çok aranan idi. O zamanlar (telli kağıt denen parlak ve çeşitli
renklerde) Alüminyum kağıtlar içerisine bir miktar, sıkıştırılmış ağaç
talaşı ile bu parlak kağıt itinalı bir şekilde sarılarak bir Top haline
getirilir ve bunun uç tarafına yaklaşık olarak elli santimetre uzunluğunda
ince ama sağlam bir lastik bağlanırdı. Bu lastiğin uç tarafındaki küçük
halkayı parmağınıza taktıktan sonra bu topu karşıya veya sizin istediğiniz
her hangi bir yöne attığınızda bu top atılan kuvvet kadar bir miktar gider
ondan sonrada tekrar sizin avucunuza gelirdi. Bu da o zamanların oldukça
sevilen oyuncaklarından birisi idi. Sanırım adına Yoyo diyorlar. Hemen her
çocuk bununla mutlaka oynardı. Zaten dikkatsizce atıldığında etraftaki
sert bir şeye çarparak parçalanır içerisindeki talaşlar dökülür ve
kullanılmaz hale gelirdi. Haydi bir tane daha almak zorunda kalırdınız. Bu
Hayırlar bizim ve diğer insanlar için oldukça önemlidir. Bazı köylerin yıllık
olarak yapılan Hayırları vardı. Bu Hayır denilen olay kelime anlamı ile
Hayrına ,Hayırlı olsun veya Sevabına anlamı olması lazım. İşte bu köy
Hayırlarından başka birde Hacı Hayırları vardı. Hacıdan gelen insanlar
bir süre sonra bulundukları yerde Mevlit okutarak pilav dağıtırlardı. Köy
Hayırları da bunun gibi olmasına rağmen bahsedilen o köyler ile uzaktan yakından
ilişkileri olan insanlar burada toplanarak buluşurlardı. Aklımda kalan en ünlü
köy Hayırları Kemel Köyü Hayırı Saraycık Köyü Hayırı idi. Buralara
mutlaka giderdik. Kemel köyünün hayır yapılan yerinde burası geniş bir
arazi idi. Az ileride tepenini üzerinde kocaman bir tane Yel değirmeni vardı.
Dışı taştan örülmüş olan bu binanın kuzeye bakan tarafında kocaman bir
tane pervanesi vardı ve bu rüzgarın esmesi ile dönüyordu. İçine girerek
nasıl çalıştığını inceledim çocuk kafamla. İçeride kocaman yuvarlak
kalın bir taş vardı ve bu sabit olarak duruyordu. Üzerinde ondan az küçük
fakat aynı kalınlıkta bir taş daha vardı ve yel değirmeninin pervanesi
bunu döndürüyordu. Bir sürü dişliler yardımı ile bu taş dönmekteydi.
Yani rüzgarın döndürdüğü büyük pervane uzun ve kalın bir mili döndürüyor
ve bu milde çeşitli dişililer yardımı ile bu büyük taşı döndürerek
arasına orta noktadan dökülen buğdaylar ezilerek un haline geliyordu. Yalnız
burada kullanılan dişli aksamların tamamı ağaçtan yapılmış idi ve demir
aksam yok denecek kadar azdı. İçeriye girdiğinizde dönmekte olan taşın çıkardığı
uğultulu bir ses ile yoğun bir taze un kokusu karşılıyordu sizi. Çok ilginç
gelmişti bana o zamanlar.
Önceleri ailemiz ile birlikte gider iken daha sonraları kendi arkadaşlarımız
ile beraber gitmeye başlamıştık. Meşhur Tayyare Meydanı ( Hava alanı)
yoluna girdikten sonra yola devam edince önünüze kocaman pist çıkardı. O
zamanlar burası kullanılmıyordu ve isteyenler bu pist üzerine çıkarak
istedikleri gibi gezip dolaşabilirlerdi. Hemen aktarmak gerekirse 1 Mayıs
Bahar bayramı denilen günde insanlar ailesini ve yiyeceklerini alarak buraya
gelirler pist etraftaki boş çayırlar üzerinde oturarak hem güzel bir günün
tadını çıkarır burada ip atlayıp top oynarlar v.s. gibi faaliyetlerde
bulunurlardı. Genç erkekler toplanarak bu pist üzerinde kıyasıya futbol
oynarlardı kızlar ise genelde aileleri ile birlikte voleybol türü oyun
oynarlardı. Eğer buradaki yetişkin kızların arasında genç bir erkek var
ise mutlaka nişanlı ve ya sözlü idiler. Erkek uzağa giden her topa koşarak
aklınca nişanlısı veya sözlüsüne kur yapar. Veya top yakın bir yere düşmüş
ise beraberce eğilerek kısa süreli de olsa dokunurlardı birbirlerine. Birde
nişanlılar arasında erkek ailesinin kız evine koç götürmesi vardı ama bu
koç Kurban bayramında mı giderdi yoksa hıdrellezde mi giderdi hatırlamıyorum.
Fakat hafızamı yokladığımda bana hıdrellezi hatırlatıyor ama kesinlikle
emin değilim. Bu koç önce iyice yıkanıp temizlenerek tüyleri taranarak düzeltilir
sonra başına ve gerdanına kına yakılır ondan sonra boynuzlarına bilezik
geçirilerek kırmızı kurdele ile bağlanır ve hazırlanan bir tepsi ile
birlikte kız evine hediye olarak götürülür. Güzel adetler ama nerde onu
uygulayacak insanlar artık. Öncelikle bu tür adetlere köylü kafası veya
geri kafalık veya eski kafalık diyerek bakmamak lazım. Kesinlikle bunlar
bizim örf ve adetlerimiz ve bunların unutulmaması için herkes elinden geleni
yapmak zorunda. Eğer bunlar yapılmaz ise bizler Türk kimliğimizi kaybederiz.
İnsanlar örfleri ile yaşarlar. Nasıl ki düğünleri kaldırıp atarak
yabancı kültürlerin düğün şeklini aldık. Onlar adetlerini bizlere aktarır
iken bir şey olmuyor da bizler kendi adetlerimizi uygulamaya kalkınca köylü
kafası oluyor. Bu fikirlerimi savunduğum zaman etrafımdan gelen tepki
kelimeleri bunlar olduğu için buraya aktararak kullandım yukarıdaki
kelimeleri. Modernliğin sadece düğün salonlarında tepinmek ile ne olduğunu
bilmedikleri ve hiçbir şey anlamadıkları yabancı müzik denilen zırvaları
dinlemekte olduğunu sananlara bu anlatmak istediklerim. Şimdi bu satırları
okuyarak beni kesinlikle yabancı düşmanı gibi görmeyin. Onların kendi düşüncelerini
yaşantılarını bizzat görüp yaşayarak inceleme fırsatı buldum. Yabancı
müziklerin içerisinde gerçekten çok hoşlanarak dinlediklerimde vardır ve
oldukça da fazladır. Beni yanlış anlamadınız sanırım. Bu satırları
okuyanlar, bu yazının içinden neyi anlatmak istediklerimi anlayanlar çıkacaktır
inşallah. Biz gene devam edelim kaldığımız yerden. Yine dönelim Tayyare
Meydanındaki pist üzerine. Daha başka zamanlarda yine bu pist üzerinde halkımız
direksiyon talimi yaparlardı şoför olmak için. Birde yakınlardan bir
yerlerden geldiğini zannettiğim traktörde olurdu burada ve yine üzerindeki
kişinin traktör sürmesini öğrenmesi için kullanılırdı. İşte bu yoldan
devam ederek pistin üzerinden geçer Saraycık köyüne Hayır’a giderdik.
Bazen bizler kendi mahallemizde veya başka yerlerde olduğumuzda tayyare meydanı
tarafından homurtulu gürültüler gelirdi ve sesi duyanlar uçak indi veya uçak
kalktı gibi ifadeler kullanırlardı. Bir keresinde Kepez tarafına doğru
kalkan bir uçağı gördüğüm gibi bir keresinde de Kepez tarafından hava
alanına bir uçağın inmek için yaklaşarak geldiğini gördüm. Bunlar ne
zaman gelir, nerden gelir bilmem. Bu uçaklar çok büyük değillerdi. Tekrar dönelim
tayyare meydanına. Bu yolun üzerinde havaalanı yolu olduğunu belirten bir
tabela vardı ve bu tabelanın üzerinde ise bir uçak resmi vardı THY. Reklamı
olarak. Eski tip pervaneli bir uçak resmi idi bu ve uçağı seyreden Fötr şapkalı
kravatlı bir bey. Daha sonra bu tabelayı kaldırdılar. Sanırım havaalanı
kullanımdan kalktıktan sonra oldu bu. Neyse ! Yine pisti enlemesine geçince
hemen sol tarafta sıra halinde yabani incir ağaçları bulunurdu. Bu incirler
pek iri olmamasına rağmen oldukça lezzetli idiler. Buraya mutlaka uğrar ağaçlardan
incir toplardık mevsimine göre. Birkaç kerede bahar ayında buraya bisiklet
ile gelerek daha yeni olan yani çiçek dediğimiz haldeki incirlerden toplamıştım.
Bununda sebebi bahçemizde kocaman bir incir ağacı vardı. Yalnız bu ağaç
bahar ayında çiçeklendikten sonra tamamını döküyordu. Babamın danıştığı
yaşlı amcalardan birisine bu konu aktarıldığında
“Etrafta başka incir ağacı bulunmadığından bu ağaç tozlanamıyor
ondandır, Bahar ayında deli incir tabir edilen yabani incir ağaçlarından
toplayacağınız incirleri bir ipe dizerek kolye haline getirin ve ağacın
dallarına asın” dedi. Bunun üzerine buradan topladıklarımızı birkaç
kolye yaparak ağacın üst dallarına asmıştık ve gerçekten o sene tahmin
edemeyeceğimiz kadar çok meyve vermişti ağacımız. Hem aklıma geldiği için
hem de ileride bu veya buna benzer bir problemi olan olur ise uygulayabilir
diyerek aktardım buraya. Sadece incir değil etrafında başkaca ağaç
bulunmadığından tozlanamayan bütün ağaçlara uygulanabilir ve başarılı
olunur ve olunmuştur da. Köye gider iken nerelere daldık.
Köyün halkı sevabına olarak Mevlit okutur kazanlar dolusu pilav yapılır içine
de koyun inek sığır v.s büyük veya küçük baş hayvan eti konulurdu. O
zamanlar bu kadar çok ve bol tavuk ta bulunmazdı. İnsanlar bu Hayır denilen
yerlerde toplanır dargın olanlar barışır, gençlere kız bakılır v.s.
gibi bir çok sosyal işlevi de vardı. Hala aynı yerlerde yapıldığını sanıyorum.
Gidip dolaşmakta fayda var. Buraya arkadaşlar ile birlikte gittiğimizde
mevlit sonrası pilav dağıtılacağı zaman biz hemen İsmail ÇAKAL’ haydi
Çakal bu işi sen halledersin derdik. O da bizi kırmaz hemen kocaman bir Sini
kaparak pilav dağıtılan kazanların başına gider Bunu camiden gönderdiler
diyerek en ön sıraya geçer ve yolda bu tepsinin nereye gittiğini soranlara
Camiye,Camiye diyerek aldığı tepsiyi bize getirirdi. Allah Razı olsun
herkesten.
Biz gene köye devam edelim. Koca Bıçak Hasanın evinde kaldığımızı hatırlıyorum.
Benden büyük bir kızı vardı. Suzan abla.Nedense bana Mehmet diye hitap
ederdi. Nedendir bilmem! Akşam olunca Koca Bıçak Hasan bizlere hikayeler veya
kısa süre önce seyrettiği veya daha evvel seyredip de çok beğendiği
filmleri anlatırdı. Bu hikayeler arasında genelde pehlivan güreşleri Adalı
Halil veya Kel Aliço gibi Hikayeler anlatırdı. Bizde nefes almadan dinlerdik.
Çok güzel anlatırdı. Ses tonunu vurgulamalarını öyle ayarlar idi ki olayı
sanki dinlemiyor yaşıyor gibi olurduk.
İtfaiyede babamın yanına gittiğimde karşıda kocaman bir inşaat yapılmaktaydı.
Burasının sinema olacağı söylendi. Ne kadar zamanda yapıldı bilmiyorum
ama bana göre çok kısa bir süre idi. Bu sinema tamamlanarak hizmete açıldı
ve bizim hayatımızda da oldukça önemli yeri olmaya başladı sırası geldikçe
anlatırız. Adı İPEK sineması olarak konuldu. Sinema yola paralel olarak yapılmıştı.
Karakola bakan duvar tarafında perde vardı. Kapıdan içeriye girdiğinizde
sizi bir koridor karşılardı. Hemen sağa döndüğünüzde balkona çıkan
merdivenler vardı. Koridorda biraz ilerleyince sağ tarafta açılan bir kalın
siyah perdeli kapıdan girince sinema salonuna girerdiniz. Kapıdan girdiğinizde
tam karşınızda tuvaletler vardı sağlı sollu olarak. Alt kattaki salona
girildiğinde yine sağlı sollu olarak koltuklar mevcut olup bunların tamamı
tahtadan yapılmış olan ve oturak kısımları yatabilen tip klasik
koltuklardandı. Ama balkona çıkıldığında yine tamamı perdeyi çok rahat
olarak görebilen koltuklar sıralanmıştı ama bunların üzerleri deri ile
kaplanmış yumuşak koltuklar vardı ve bunun için çok rahattı dolayısı
ile ücret olarak ta alt kattakilere göre biraz daha pahalı idi. Bazen akşamları
ailemiz ile birlikte sinemaya giderdik. Balkon tabir edilen yere oturur filimi
seyrederdik. Daha çok küçük olduğum için yalnız başıma gidemezdim. Salı
günleri öğleden sonra aileye de film gösterimi olurdu. Bazen mahallenin kadınları
ile birlikte gittiğimizde olurdu. Benim yaşım gelip sünnetimi de yaptırdıklarında
ne oldu nasıl oldu pek aklımda değil ama Pazar günü kesilme işlemi oldu.
Salı günü annem bana biz sinemaya gidiyoruz haydi sende gel dedi. Sünnetten
sonra çocuklar birkaç gün uzun fistanları ile ve alt tarafları açık
olarak gezerler. Bana annem bu tür giyinmemi söyledi ise de ben düğün için
yaptırılmış olan kısa pantolonumu giyerek sinemaya o şekilde gittim. Eğer
sünnet düğünü ile aklıma gelenler olur ise daha sonra uygun bir yere aktarırım.
Dedik ya sinemanın ayrı bir yeri vardı bizim hayatımızda.
Bizim evin yan tarafı boş bir arsa idi. Günlerden bir gün burada çalışmalar
başladı. Temel kazıldı. İnşaat başladı. Fakat bir zaman sonra durdu.
Yani bu bir zaman dediğim duvarlar çıkmaya başlayınca çalışmalar durdu.
Binanın sahibi o günlerin ağzı ile Laz Ayşe ve Naci Abi. Gündüz çalışmalar
durmasına rağmen geceleri Laz Ayşe abla elinde tuttuğu bir gaz lambası ile
ışık yapar Naci Abide bu ışık altında duvar örmeye çalışır idi. O
zamanlar paramı yoktu insanlar fakir miydi. Bilemiyoruz. Mahallede evler birer
ikişer olarak çıkmaya başlamıştı. Biz evde gaz lambası kullanıyorduk
aydınlatma olarak. Zaman içerisinde evimize elektrik bağlandı ve bizlerde
bol ışığa kavuştuk. Oturduğumuz odada bir tanede radyomuz vardı. Bu
radyomuzdan uzatılan bir kablo ile komşularımıza bir hoparlör bağlamıştık.
Bizde radyo açıldığı zaman onlarda dinleyebiliyorlardı.Bu radyoyu çöpçü
Recep abi diye anılan komşularımıza bağlamıştık. ( Bu ifade küçümseme
anlamında değil o günün ifadesi olduğu için bu şekilde yazdım) Bizden
biraz uzaktaydı. Bu arada aklımda kalan bir şey ise bizde radyo olmasına rağmen
saat yoktu. Radyonun hoparlörüne doğru saat kaç diyerek bağırdığımızda
onlarda aynı şekilde cevap verdiklerinde anlaşabiliyorduk. Dedikleri rahatça
anlaşılıyordu. Buda bizim o zamanlar bulduğumuz bir haberleşme yöntemiydi.
Radyonun hayatımızda oldukça önemli bir yeri vardı. O zamanki deyim ile büyükler
ajansları mutlaka dinlerlerdi daha sonra Şarkı veya türküler dinlenirdi.
Bazen Zeki Müre'nin konserleri de olurdu bu radyoda. Akşamları dinlenen arkası
yarın gibi tiyatro programı da oldukça sık dinlenirdi.Akşamları radyoda
reklamlar kuşağının başlamasını büyük bir heyecan içerisinde
beklerdik. BU reklamlar kuşağında bir çok konudan bahsedilir ürünlerin
reklamı yapılır ve bazı büyük firmaların spor sonluğunda daha başka ve
eğlenceli programlar yayınlanırdı. Heyecan ile beklediğim bu programlardan
birisi Orhan BORAN ve YUKİ adlı yapımdı. Yuki yaramaz bir yaratık olup akıllıca
verdiği cevaplar ile bizleri şaşırtır ve güldürürdü. Bundan başka
Erkan Yolaç’ın Evet Hayır yarışması da oldukça neşeli olurdu. Bu
reklamlar arasında günün en sevilen parçaları da çalınırdı. Akşamları
yemeğin hazırlanmasını bekler iken reklamlar programını izlemeyi çok
severdim. Radyo en popüler eğlence aracımız idi. Akşam olup ta reklamlar başladığında
bazı sponsorlar günün popüler şarkıları ile ilgili program yaparlardı.
Bunlar daha çok sanat müziği parçaları ile Türk halk müziği parçaları
idi.
Yad’eller aldı beni
Taşlara çaldı beni
Yardan ayırdı felek
Gurbete saldı beni
Diyerek başlayınca içeriden annemde başlardı eşlik etmeye. Yada Halk müziğinden
bir türkü çıkınca daha başka olurdu.
Balıkesir yolunda
Sepeti var kolunda diyerek başlayınca bunun bir Çanakkale türküsü olduğunu
bilerek daha başka dinlerdik. Hele bir de Saniye Can çıkınca radyoda can
kulağı ile dinlerdik. Çünkü kendisinin Çanakkaleli olduğunu bildiğimiz
gibi oturduğu evi bile biliyorduk ve bunun üstüne kendisini de görmüştüm.
Yahudi terzinin yanında çırak olarak çalışır iken bir gün bulunduğumuz
sokakta fazla kalabalık birikmişti. Ne olduğunu anlamak için kapıya çıktığımızda
çok güzel sarışın bir kadın etrafında birikmiş olan kalabalık tezahüratlar
arasında yürüyordu. Hemen karşımızdaki evine girerek kapıda son defa
arkasına dönüp kalabalığa selam ile birlikte bir öpücük göndererek
kapattı kapısını. Daha sonra üst kattaki pencereye çıkarak tekrar
selamladı kalabalığı. Aradan bir kaç gün geçince Saniye Can kapının önüne
çıkarak oynamakta olan çocuklar ile şakalaşmaya başlayınca koşarak bende
gittim daha yakından görmek amacıyla. Sonra gözlerine kocaman camları olan
koyu renk güneş gözlüklerini takarak zarif adımlar ile yürüdü çarşıya
doğru. Radyodan nereye geçtik tekrar geri döneli radyoya. Birde Kıbrıs ile
ilgili bir program vardı radyoda. Burada daha evvel birlikte yaşamakta olan Türk
ve Rumların daha sonra Rum çetelerinin köyleri basarak büyük küçük
demeden herkesi öldürdükleri dramatize edilerek aktarılırdı. Hatta bir gün
Çanakkale’deki bütün insanların toplanıp Çarşı içinden başlayarak
koca köprüden geçip o zamanlar çok şöhretli olan AKFA fabrikasına kadar sürmüş
ve aynı heyecan ile tekrar başladığı yere geri dönene kadar da devam etmişti.
Buradan Rumlara
”Yeter artık yoksa gelir isek sizi fena yaparız” veya
“İzmir’i unutmayın” gibi sloganlar atarak oldukça ses getirecek şekilde
devam etmişti. Slogan atan halkın etrafında polis ve Jandarma sıralanmış
olarak gidiyorlar ama kimseye bir şey demiyorlardı. Biz bu olayı seyretmek için
Bekir Dayı dediğimiz akrabamızın evinde misafirlikte oturur iken bu insanların
ana İzmir yolu üzerinden geçtiklerini görmüştük. Bu olaylar sırasında
annem benim dışarıya çıkmama müsaade etmedi. Bu o zamanki adıyla nümayişlerin
yapıldığı zaman ben çok ufaktım. Sanırım daha okula gitmiyordum bile
fakat insanların toplanarak gerçekten kızgın bir halde caddelerden geçişlerini
hala hatırlıyorum. Tam bu mevki ye gelmiş iken bu evin karşısında eskiden
kalma bir çeşme vardı. Bu kümbet şeklinde bir şey idi ama kümbet denilen
deposunun içinde su yoktu. Üzerinde bulunan bir delikten buranın içerisine
girerek etraftan saklanarak oynardık. Çeşmenin hemen yanında ise kocaman bir
Tespih ağacı vardı. Bu ağacın Tespih tanesi büyüklüğünde meyveleri
olurdu. Zamanı geldiğinde bu meyveleri toplayarak üzerindeki ince kabuk ve
etli kısmını temizledikten sonra kalan sarı renkli çekirdeği bir kalın iğne
vasıtası ile kolayca delinerek tespih şeklinde bir ipe dizerek tespih yapardık.
Tabi ki bunları kurutmadan ve yaş halinde iken yaptığımızdan kısa süre
sonra çürüyüp bozularak kötü bir şekilde kokardı. inde iken yaptığımızdan
kısa süre sonra çürüyüp bozularak kötü bir şekilde kokardı. Yani
kurutulması gerekiyordu. Yenebilir bir cins meyvesi vardı. Zaten çekirdeğin
üzerinde çok az bir etli kısım vardı ama tadı öyle çok güzel değildi.
Yani yemeseniz de olur. Sanırım buradaki yolun genişletilmesi amacıyla yıkılarak
yok edildi. Ne zaman yapılmıştı bilmiyorum ama arkasında su birikimi için
depo bulunduğuna göre oldukça eski bir yapı olmalıydı. Ön tarafta Su
akması gereken bir yer olmasına rağmen bunun ucunda bir musluk yoktu ki bu
zamanında salma olarak aktığını gösterir ve buradan yola çıkarsanız
oldukça eski bir yapı olması gerekir. Keşke olduğu yerde dursaydı Tam yeri
ise İzmir yolunun Ali beyin değirmeni denilen yerde idi. Yine bu arada bu
yolun yanında tam köşede kalan yerde yanlış hatırlamıyor isem Salih’in
Kahve denilen bir kahve vardı. Bir gün mahallede buraya denizden tutulmuş bir
canavar getirmişler diye bir şeyler duyunca, zaten bizim evlere de yakın olduğundan
Anneannemlere gitmek bahanesi ile geldim. Kahvenin önünde Çardak denilen
asmam ağacının dalları sardırılarak yapılmış bir gölgelik vardı. İnsanlar
yaz günlerinde burada otururlardı serinleme için. bunu sizlere çardağın yüksekliğinin
anlayabilmeniz için aktardım. İşte buraya geldiğimde Bu yüksek çardağa
kocaman bir köpek balığı asmışlar idi. Kuyruğundan bu çardağa asılmış
olan köpek balığının kafası tamamen yerde idi yani başı ile gövdesi
neredeyse doksan derecelik bir açı teşkil etmişti. Ağzına uzun bir çubuk
sokarak açık hale getirmişlerdi ve dişleri çok korkunç görünüyordu. Çanakkale
boğazının abidenin bulunduğu kısımlarında bir yerde yakalamıştı balıkçılar.
Ekonomik bir değeri olmamasına rağmen buraya getirilmişti. Daha sonra Balıkhaneye
götürdüler ama daha sonra ne oldu bende bilmiyorum. Aklımda kalan bir anı
olarak aktardım işte. Hemen aklıma gelen başka bir anı ise babaları balıkçı
olan bazı arkadaşlarımız vardı. Biz erkek sanat enstitüsünde okumakta
iken bu balıkçı ailelerin çocukları okula köpek balığı derisi
getirirlerdi ve bunu zımpara olarak kullanırlardı demir malzemeleri bununla zımpara
yaparak parlatırlardı. Gerçekten zımpara görevi yapıyordu ama felaket
kokuyordu. Bozulmuş ve çürümüş balık kokusunu bir düşünün. O berbat
kokusu hala burnumda yani.
O zamanlar yemek çeşitleri de pek fazla değildi. Mevsimine göre çeşitli
yemekler yapılırdı. Bunlar sebze yemekleri olduğu gibi mevsimine göre balıklar
ve et yemekleri. Kış günlerinde devamlı yanan sobanın üzerine konulan
toprak tencere (Güveç) içerisindeki kuru fasulye ağır ağır kaynayarak pişer
akşama sofraya gelecek anı beklerdi. Bahar ayının sonlarına doğru bahçede
yakılan bir ateş üzerinde güveçte ve taze soğan domates ve taze nane ile
pişirilen kuru fasulyede tadına doyum olmazdı hele birde ateşten inmesine
yakın üzerine Taze nane yaprakları attığınızda tadına doyum olmaz. Bazen
gece karnımız acıktığında sobanın kapağını açarak bir iki parça
dilimlenmiş sucuk, maşanın üzerine dizilerek sobanın içindeki korların üzerine
sürülürdü. Burada yağlarını akıtarak kızaran sucuklar iki parça ekmek
dilimi arasına alınarak afiyetle yenirdi. Bazen de temizlenmiş iri bir parça
Lakerda konulurdu maşanın üzerine. Zaten tuz içerisinde durmaktan yeterince
kıvamına gelmiş olan Lakerda, ateşi görünce bünyesindeki tuzu bırakarak
bir lale gibi açılarak hem onun görüntüsünü alırdı hem de rengini.
Bunları yemenin keyfine doyum olmazdı. Taze bakladan yapılan normal Zeytin yağlı
bakla yemeğinin haricinde birde taze baklalar fırına konularak yapılırdı.
Taze baklalar iyice yıkandıktan sonra kurulanıp unlanarak tepsiye sıralanıyor
ve fırında pişiriliyordu. Oldukça lezzetli olurdu ama çok uzun zamandır bu
yemeğin yapıldığını görmedim. Aklımıza gelmiş iken zamanı geldiğinde
yapsak iyi olacak.