Diğer bölümleri okumak için

                                             Sayfa 1        Sayfa 2        Sayfa 3        Sayfa 4

 

Sinemadan bahsediyorduk.Yerli filmlerin tamamı siyah beyazdı. O zamanlar ekseriyetle köy filmleriydi. Yabancı filmler ise renkli olmakla beraber bizim çok hoşumuza giden kovboy filmleri idi. Daha başka sinemalar olduğu için sinema sahipleri müşteri çekebilmek amacıyla çeşitli albeniler vardı. Bunlardan biriside biletlerin üzerindeki numaralara göre yapılan çekilişler ile çeşitli hediyeler veriliyordu. Hatta bunlardan bir tanesinde yapılan çekiliş ile bana da bir kutu kuru boya kalemi çıkmıştı. Bu da o zaman beni oldukça sevindirmişti. O zamanlar sinemada en büyük düşman olarak gördüğümüz Erol TAŞ ile Ahmet Tarık TEKÇE idi. Yani film sonralarında arkadaşlar ile konuşur iken bu adamları elimize geçirsek inanın taşlayarak öldürürdük. Her filimde yaptıkları kötülükler yeterince kızdırmaktaydı bizleri. Yine gazetelerin magazin haberleri şimdiki gibi bol haberde vermiyordu sanatçıların hayatlarından. Bu iki sanatçıya sadece bizler değil etrafımızdaki insanlarda kızmakta film başladığında “Ah ha! Koca kafalı adam gene çıktı”gibi ilk tepkilerini gösterirlerdi. Fakat kısa bir süre sonra bizim Ahmet Tarık TEKÇE ile ilgili fikirlerimiz değişti biraz. Şöyle ki komedi filmlerinde oynamaya başlayınca,
-“Gördünüz mü? Herhalde birilerinden dayağı yemiş olmalı ki şimdi düzelmiş, kötülük yapmıyor artık” diyerek görüşlerini bildiriyorlardı. Yalnız benim unutamadığım bir olay da şuydu. O zamanlar siyah beyaz olan Türk filmlerinde genelde komedi ağırlıklı ve aşk filmleri vardı. Bu filmlerde oynayan oyuncular arasında beni en çok etkileyen Suphi KANER denilen oyuncuydu. Bu oyuncu her şeyi ile etkilemişti beni ama bir zaman sonra intihar ettiğini öğrendik. Üzülmüştüm daha sonraları da renkli filmler ortaya çıkınca bu tür filmler ortadan kalktı ve bizler seyretme imkanı bulamadık. Fakat yıllar sonra televizyonlarda bu sanatçının filmlerini izleme imkanı buldum. Allah rahmet eylesin. Zamanı gelmiş iken son bir sinema anısı da Rahmetli Babaannem ile ilgili idi. Dedem hep anlatırdı. Bir sinemaya gitmişler. Film başlayınca at üzerindeki insanlar tam karşıdan gelmeye başlayınca baba annem kendisini yan tarafa atarak
“Anacım! ezecekler beni”
diyerek bağırıyor ve yere düşüyor oturduğu sandalyeden. O zamanki insanların sinemaya bakış açısını anlatmak için aktardım bu birkaç olayı. Sinemalarda oynayan filmler genelde siyah beyazdı o zamanlar. İlk başlarda aileler haftada bir defa mutlaka giderlerdi sinemaya. Haftada bir film değişir idi o zamanlar. Bu filmlerden hatırladıklarım ise, o zamanlar çok tutulan çeşitli köy filmleri ile kurtuluş savaşı ile ilgili tarihi film denilen türler. Yabancı filmlerden hatırladıklarım Amerikan Japon savaşı ile ilgili yapımlar.v.s. Daha sonraları sanatçılara göre filme gitme geleneği doğdu. İşte Eşref KOLÇAK. O zamanlar çok meşhur olduğundan Tarihi filmler Şak filmleri ve avantür türü filmlerde aranan oyuncu idi. Hatta bir gün yine bir mahallenin yanından geçer iken yolun üzerinde karşıdan karşıya konuşan iki kadından birisi karşı komşusuna
“ Vallahi soğan ekmek yiiciiz. Eşref Kolçağı seyrediciiz” diyerek seslendiğini hatırlıyorum. Konu ne idi ve kadın neden böyle bir cevaba ihtiyaç duydu bilemiyorum ama herhalde kazanılan paranın azlığından şikayet ediliyordu ve buna karşılık cevapta ne kadar ilginç değil mi? O zamanki insanlar bu sinema olayına oldukça önem veriyorlardı. İnsanların tek büyük eğlencesi idi ve yine halk bu filimler ile eğlendiği gibi eğitiliyorlardı da. Dünyayı tanıyorlar gelişmelerden haberdar olmaktaydılar.

Bazen itfaiyeye babamın yanına giderdim. Akşama kadar kalırdım orada. Boş zamanı olunca babam bakkaldan aldığı boş yağ tenekesini keserek ona şekil verir ve Ördek soba denilen bir soba yapardı. Bunu evde kullanırdık ama çok ince bir tenekeden olduğundan çok kısa bir süre içerisinde yanarak bozulurdu, babam bunu bildiğinden bir tane daha yapardı yeniden.
Hemen karşımızda sinema var demiştim. Burada filmler başlayana kadar yüksek ses ile müzik çalınırdı. Yine itfaiyeci olarak çalışan çok yaşlı biri vardı. Nuri dayı derdi herkes ve gerçekten çok yaşlı olduğundan yangına götürmezler ama her gün telefon nöbetini ona verirlerdi. Üstte üniforma, altta çizme belde itfaiyeci kemeri kafada yine kırmızı itfaiyeci miğferi. O zamanlarda Zeki MÜREN çok meşhur idi ve bundan dolayı burada yani sinemada çok sık olarak şarkıları çalınırdı. İşte bu Nuri Dayı Zeki Müren’e çok kızardı kadın gibi giyiniyor diye. Ve ses tonunu da kadın sesine benzeterek
“Karı kılıklı çıktı gene diyerek ”
söylenirdi her zaman. Lütfen bu anlatımımdan sayın Sanat Güneşimize hakaret ettiğimi falan zannetmeyin. Burada benim anlattığım sayın sanat güneşi değil rahmetli Nuri Dayıdır. Allah rahmet eylesin hepsine.
Aradan oldukça bir zaman geçtikten sonra bazı kişiler edindikleri küçük film makinesi ki buna sanırım onaltılık diyorlar. Yine küçük bir jeneratör yardımı ile bu makineye enerji üreterek köylülerin toplandığı yerde film oynatıyorlardı. Kahveden getirilen sandalyelere seyirciler oturarak izlemekteydiler oynatılan filimi. Bu olay genelde yaz aylarında olduğundan açık havada oynatılır idi. Kış günlerinde ise genelde en büyük köy kahvesi kullanılmakta idi. Bu durumda bir seans kadınlara bir seansta erkeklere.
Bir gün itfaiyenin araçları boyanacaktı bunun için Çanakkale’de meşhur boyacı ressam “Jackson” Cakson denilen kişiyi çağırmışlar ve araçları boyamak için hazırlıklarını yaparak burada çalışıyordu. Tanıyanlar bilecektir Cakson denilen bu kişi çok güzel resim yapardı. Aslına Cakson denilen kişi ise başlı başına bir yazı konusudur. Sadece boyacı diyerek geçiştirir isek gerçekten Cakson’a haksızlık etmiş oluruz. İşyerlerine tabela hazırlardı. Ama bu tabelalar o zamanlar tamamen elde resmedilip boyanarak yapılırdı el emeği göz nuru olarak. Kadın giyimi satan mağazaların kapı girişleri üzerlerine iş yerinin adını gösteren yazılar konur iken bu mutlaka bir güzel bir kadın resmi ile süslenirdi. Resmi yaptıran eğer özellikle bir resim istememiş ise Cakson bu kadını hayalinden yaratarak çizerdi. Hatta bir tabela resim çalışmasından sonra bu yerine asıldıktan belirli bir süre Çanakkale’de görev yapan subaylardan birisi gelerek burada herkesin göreceği bir yere benim karımın resmini yaparak koyamazsınız diyerek oldukça sert bir ifade ile tavır koymuş bunu da Cakson’un değiştirmek zorunda kalıp olayı kapattığını etrafındakilere anlatır iken bende duymuştum. Bu anlatım başkasından duyma değil tamamen kendi ağzından duyduğum şekilde aktarılmıştır. Her şeyi ile bambaşka bir insan olup herkes tarafından sevilen birisi idi. Biz gene kaldığımız yerden anlatmaya başlayalım. Nuri dayı devamlı nöbette olduğundan telefon sehpasına dayanarak uzun süre öyle kalırdı. Bu arada Cakson elindeki fırça ile acele olarak Nuri dayının resmini karikatürize ederek herkesin görebileceği duvarlardan birisine yapıverirdi çabucak. Nuri dayı bunları görünce resminin yapılmasından dolayı çok fazla kızarak etrafa söylenir dururdu. Bu arada birazda küfür ederdi tabi. İşte Nuri dayıya bu küfrü ettirmek için çok sık yaparlardı bu şakayı. O da okkalı bir küfür sallayınca Nuri dayıda rahatlardı şakayı yapanlarda. Bu şakalaşmalar devam eder dururdu gün boyunca. İtfaiyeye babamın yanına gittiğim zamanlarda bazen onların faaliyetlerine bende katılırdım. Yaz günlerinde akşam üzerleri itfaiye aracı olan Arozöz ile yolların sulanma işlemine giderdik. Araçta bir şoför ile birde görevli olurdu. Babam olduğunda yanına beni de alır sulama yerine gelindiğinde suları benim açmama izin verirlerdi. Ben de kolu çekerek suyun hızla akmasına olanak tanırdım. Arabanın önünden yelpaze şeklinde fışkırarak akan su çok ve havaya yayılan nemli toprak kokusu ile hoş bir manzara oluştururdu. Şimdi bu işlemi yapan bir araç görünce hemen taaa o çocukluk günlerime dönerim hala.
Mahallede evler birer ikişer çoğalmaya başlamıştı. Bunların çoğalması demek benimde arkadaşlarımın çoğalması demekti. Bizler çocuk olduğumuzdan bizim en büyük merakımız oyun oynamaktı. Çocukluğumuzda çocukların oynayabileceği bütün oyunları oynayarak enerjimizi harcıyorduk. Bizim Çelik Çomak dediğimiz halk arasındaki tabiri ile (MET) sonra camdan yapılmış yuvarlak bilyeler ile oynardık ki biz bu bilyelere (MEŞE) derdik bazı yerlerde cicoz denilmekte. Dokuz kiremit dediğimiz ve mahallede kız erkek beraber oynadığımız ve biz oynar iken mahallelinin de bizleri seyrederek hakemlik ve tezahürat yaptıkları oyun hepsinden çok sevdiklerimiz idi. O zamanlar çocukların şimdilerdeki gibi Televizyonun karşısına oturup ta saatlerce çizgi film izleme imkanı da yoktu çeşitli renk ve maharetlerde pahalı oyuncak almak veya bulmak imkanları da. Onun için oyuncaklarımızı kendimiz yapar ve bunlar ile oynar iken kırılmasınlar veya bozulmasınlar diye elimizden gelen bütün gayreti gösterirdik. Annelerimizin dikişlerinden çıkan dikiş makaralarını bizler değerlendirerek ya onları karton kutulardan yaptığımız arabalara tekerlek olarak kullanır yada daha büyük boyda olanlarının dışına bir lastik bağlayarak ortasına bir kalın metal örgü şişi sokarak basit bir yay düzeneği gibi kullanır daha evvel anlatmış olduğumuz teneke kutunun dibini çıkarıp cam takarak su altını görür ve burada gördüğümüz dil balıklarını rahatça avlardık. Bahar geldiğinde herkesin ortak meraklarından birisi gül şurubu yapmak idi. Edindiğimiz bir şişenin içerisine su doldurur ondan sonrada bahçelerimizde bulunan kokulu güllerin pembe kırmızı yapraklarını bu şişenin içerisindeki suyun içine atar bulduğumuz bir çubuk parçası ile de bu yaprakları ezmeye başlardık. Bir zaman sonra yaprakların kırmızımsı rengi suya çıkardı. Bir parça da limon tuzunu içerisine atınca bir iki gün bekleyince gül şurubumuz hazır hale gelirdi. İçer iken bir miktar şeker ilave eder ve bitmesin diye yavaşa yavaş içerdik. Birde ağaçlardan topladığımız macuna benzeyen sakız gibi bir maddeyi küçük şişelerin içerisine koyar üzerine bir miktar su ilave ederek zamk yapardık. Bununla daha evvelden toplanmış olan makaraları, kızların terliklerinin altlarına yapıştırarak onlara topuklu ayakkabı yaparak gönüllerini alırdık. Oyuncağımızı ve kullanacağımız malzemeleri kendimiz yapardık. Yazın herhangi bir sebepten dolayı elimize büyük renkli kağıtlar geçer ise büyük bir dikkatle saklar okullar açıldığında bununla kitaplarımızı kaplardık. Yoksa biz kitaplarımızı sadece gazete kağıdı ile kaplayabilir buda kötü bir görüntü yaratırdı bizim için ama daha önemlisi arkadaşlarımıza karşı mahcup olabilirdik. Onların güzel kaplama kağıtlarının yanında. Her şey çok kıymetli idi bizler için.
Çocuklar oyunlarını oynadıkları sürece kimseye de rahatsızlık vermezler. Topluma uymasını paylaşmasını grup olarak bir şeyler üretmesini öğrenirler. Ama şimdi bakıyorum aileler çocuklar tam oyun kurup oynamaya başlamışlar iken seslenip gel bak çizgi film başladı diyerek çağırıp sözde iyilik yaptıklarını zannediyorlar. Yaz günleri akşamları daha evvel bahsettiğimiz çayırlıkta saklambaç oynardık erkekler olarak. Etraf geniş olduğundan saklanması da aranması da zevkli olurdu ve bunun yanında kimse tarafından da rahatsız edilmezdiniz. Oyunlarımız arasında bahsettiğimiz gibi denize giderek yüzmek oldukça fazla yer tutmaktaydı. Mahallenin bütün ç.ocukları oldukça iyi bir şekilde yüzmeyi biliyorlardı. Çok ilerilere bile açılarak aklımız sıra kendi aramızda bile yarışıyorduk. Bazı zamanlar denizden geldikten sonra ön yol üzerinde bulunan Nevzat’ların kapısının önünde toplanarak sahip olduğumuz hazineyi, ortaya çıkartarak paylaşıp okumaya başlardık. Bu hazine o zamanlar çok meşhur olan ve hemen bütün çocukların büyük bir zevk ile okudukları çizgi romanlar idi. Bunlar en meşhurları Teksas, Tommiks, Teks, Zagor, Süpermen gibi kitaplardaki çizgi kahramanların maceraları idi. Artık hepimiz amerikan tarihini yeterince öğrenmiştik ve kendimizi bu kahramanlar ile özdeşleştirip hayali oyunlar kurarak oynuyor eğleniyorduk. Her kes sahip olduğu kitapları buraya getirerek ortaya bırakır herkes buradan alarak okumaya başlardı. Bu okuma işlemi birkaç saat sürerdi bazen. Yine aklımda kalanlara göre yakın mahalleden çocuklar ellerinde bu tür kitaplar ile bizim mahalleye gelerek aramızda değiş tokuş yapardık. Böylece okunmayan kitaplar el değiştirmiş olur ve bizde yeni maceraları öğrenirdik. Gerçekten oldukça önemli yer tutardı hayatımızda bu kitaplar. Şimdilerde kalmadı bu tür kitaplar. Daha sonraları Bir Türk kahraman olan Kara oğlan diye bir kitap çıkınca buna daha çok önem vermeye başlamıştık. Nede olsa bizden bir kahraman idi. Gerçekten çok güzel günlerdi bu zamanlar. Burada o zamanlar oynamakta olduğumuz çocuk oyunlarını anlatmak istiyorum. Artık bu türlü çocuk sokak oyunları kalmadığı için ben anlatmak istiyorum. Bu konuda araştırma yapanlara bir fikir verir inancındayım. Öncelikle MET denilen oyundan bahsedelim. Bunun diğer adı ise çelik çomak oyunudur. Bazı çocuk kitaplarında olduğu gibi romanlarda da geçmekte bu oyunun adı. Bende bunun oynanmasını ve kurallarını buraya aktararak geleceğe bir kapı aralamak istiyorum. Önce yaklaşık olarak on beş santimetre uzunluğunda yaklaşık olarak iki üç santimetre kalınlığında bir ağaç çubuk olması lazım ki bunun adı ÇELİK tir. Yine aynı kalınlıkta ama bu defa boyu en az altmış santimetre veya daha yukarısı olan bir ağaç çubuğa ihtiyacımız var ki bunun adı da ÇOMAK tır. Önce oyun iki grup halinde oynandığından grubun seçilme işlemi olur. Oyun beyleri belirlendikten sonra diğer oyuncular teker, teker seçilir. Bir bu bey seçer bir diğer oyun beyi. Bundan sonra ise çukur açma işlemi başlar. Oynanacak olan alanda yere yine yaklaşık olarak on santimetre genişliğinde ve on santimetre derinliğinde bir çukur kazılır. Bu çukurun kazılması esnasında oyuna katılacak olan kişiler ellerindeki çomakları kullanarak ve bu çomakları bacaklarının arasına kıstırarak yere bastırıp çomağın ucunu toprağa saplayıp ellerindeki çomakları karşıya doğru sertçe kaldırarak yerden bir parça toprak kaldırarak oynanacak olan çukuru kazmaya başlarlar. Bu işlemin ardından yaklaşık olarak on metre kadar ileriye bir çizgi çizilir yine bu çomağı kullanarak grup beylerinin seçtiği birer kişi açılan bu küçük çukurun başına geçerek ellerindeki çelikleri bu çukurun içine koyarlar. Çeliğin yarısı çukur içerisinde kaldığı gibi diğer yarısı da toprak üzerinde kalır. Ellerindeki çomak ile bu çukurun dışında kalmış olan çeliğin kafa kısmına eldeki çomak ile kol yukarıdan aşağıya doğru savrularak sertçe vurulduğunda çelik çukurun içinden kalkarak havalanır. İşte bu çelik havada iken eldeki çomak ile hızlı bir şekilde vurulduğunda çelik olabildiğince ileriye doğru fırlar gider. Aynı işlemi diğer kişi de yaptığında hangisinin çeliği daha uzağa gitmiş ise oyuna önce o grup başlar.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXX



Bazen de bu oynadığımız oyunlara mahalle halkı da katılarak hem bizleri coşturmak amacıyla tezahürat yaparlar herhangi bir anlaşmazlık durumunda ise hakem olarak problemi çözerlerdi.

Ben dokuz yaşında iken kardeşim dünyaya geldi. Gece ben yatmaya hazırlanıyordum ama evin içerisinde de anlayamadığı bir telaş vardı. Sabahleyin kalktığımda kardeşimin olduğunu söylediler. Ben sabahleyin kalkınca bir yere haber vermeye gittim ama neresiydi bilemiyorum. Günler daha bir başka gelip geçmeye başlamıştı.

Akşamları teyzem ve eniştemler bize gelirlerdi. Oturup konuşur anlatırlardı. Süleyman eniştem oldukça neşeli ve o zamanın ağzı ile komik bir adamdı. Bu arada yılbaşı yaklaşmakta idi. Süleyman eniştemin babasının hindisi varmış. Babası ile arasıda biraz açıktı sanırım. Bu gece oturmasında hiç merak etmeyin bir gece bisiklete binerek gideceğim ve kümesten hindiyi alıp geleceğim hep beraber yeriz dedi. Bunu çok net hatırlıyorum. Ya o akşamdı yada başka bir akşamdı. Dışarıda oldukça kar vardı. Bunlar hep beraber (Yastac)Yuvarlak yerden yüksek Sofra denilen ağaçtan yapılmış ) üzerine koydukları bir hamuru karşılıklı olarak çekip bırakarak hamuru mıncıklıyorlar idi. Daha sonra bunu dışarıya kar altına koyarak beklettiler. İçeriye aldıklarında biraz daha işlemden geçirince bizim hamur lif,lif ayrıldı. Bunun adı pişmaniye imiş. Oturup hep beraber yemiştik. Bu da aklımda kalmış işte.
Kış günlerinden bir gün oldukça kuvvetli ve uzun süre yağmur yağdı. Bizim evin yan tarafında bir tarla vardı. O tarlanın sınırında Muradiye nine dediğimiz kişinin evinin tam karşısında tarlanın sınırı üzerinde bir incir ağacı vardı. Mahallede daha arkadaşlar pek yok iken burada Şefika teyzemin kızı Nezihe ile beraber oynardık. İşte bu ağacın üzerine çıkarak tarlanın tamamıyla sular altında kalmasını izliyorduk. Yanımda kim vardı bilmiyorum ama sanırım yalnız idim ve ben ağacın üzerinden tarladaki suyun yükselmesini izliyordum. Bu öyle birden yükselen bir su değildi. Fakat ikindiden sonra birden sular daha hızlı yükselmeye başlamıştı. Annem beni eve kapattı dışarıya çıkmak yok dedi. Babam itfaiyede görevli olduğu için sel baskını ile uğraşmaktalar ve kendi evleri ile ilgilenme işleri olmuyordu. Mahallede kimseler kalmamıştı. Plaj mahallesi tarafından araba sesleri gelmekteydi. Buradaki insanları kurtarmak için askeriyenin Cemseleri görev başında imişler. O günlerde insanlar böyle söylüyorlardı. Askeri Cemseler buradaki insanları toplayarak daha yüksek kısımlardaki yerlere yerleştirmişlerdi. Burası okullar veya buna benzeyen yerlermiş. Sıcak ve kuru bir yerde konaklayan insanlara yiyecekler de verilmiş. Biz evden çıkamadığımız için burada kalmıştık. Ben evden bu kamyonların motorlarının öfkeli homurtularını duyuyordum. Şimdi bile ne zaman bunlara benzeyen motor sesleri duysam aklıma hemen o sel felaketi gelir ve ben huzursuz olurum. Bu kadar zaman geçti ama hala aklımdan atabilmiş değilim. Babamın aklı bizdeymiş ki kendisi gelemeyince amcamı göndermiş. Bir anda İbrahim amcam gelerek bizi götürmek istediğini söyledi. İbrahim Amcamın benim ile yaşıt bir oğlu var ki Çanakkale’de herkesin tanıdığını tahmin ediyorum Recep Özbek. Bir kamyon ile ve bizi kamyona bindirerek yola çıktık. Askeriyenin önünden geçerek ana yola çıkmak için devam ederken şimdi ki Caminin önünde sular aşırı yükselerek arabanın yürümesini engelledi. Sanırım motora su girdi. Annemin kucağında daha yaklaşık olarak iki aylık olan kardeşim de vardı. Neyse amcam anneme yenge sen arabada otur ve sakın bir yere ayrılma ben Erhan’ı yola çıkarır sonra gelip seni alırım dedi. Beni omuzlarına alarak yürümeye başladık. Bir yerlerden geçerken amcam beni fırlatarak üzerinden attı ve dönüp baktığımda amcam hiç görünmüyordu. Biz bir bahçenin içinden geçerken amcam mevcut bir kuyuya düşmüştü. Neyse biraz çabaladıktan sonra çıkarak beni tekrar aldı ve okulun yanından ana yola çıktık. Su ana yolun üzerinden çok hafif bir şekilde geçiyordu. Orada biraz yürüdükten sonra beni oradan geçen bir arabaya mı teslim etti yoksa itfaiyeye kadar götürdükten sonra tekrar geri dönüp annemi mi aldı bilmiyorum. Yalnız ben itfaiyenin içerisinde heyecan ve merak ile beklerken annem ile amcam da geldi. Derken onlarda geldi. Biz başka bir arabaya buda yine bir kamyondu binerek şimdiki kordon boyu yolunu takip ederek hastane bayırı semtine gittik. Bir aşağıdaki yol sanırım bozukmuş ve oradan gidememişiz. Neyse biz yukarıya çıktık. Bu semtin en tepesinde O zamanlar Özbek mahallesi denen kısımda akrabalarımızdan biri bize evini açmıştı. Sülbiye hala dediklerimiz Özbek köyünden akrabamız idiler daha evvelde zaman zaman ziyaretlerine giderdik ve onlarda bizlere gelirlerdi. Benimle yaşıt Ümmühan denen bir kızı ve İlhan ÖZTEKİN adında birde oğlu vardı. İlhan daha sonra çok iyi bir kameraman oldu ve TRT de yıllarca görev yaptı ve çok başarılı görüntüler aldı zamanı gelince anlatırım. Neyse eve girdik bizlere kuru çamaşır vererek giydirdiler ve daha sonrada karnımızı doyurdular. Allah razı olsun. Tabi biz çocuklar olarak sel baskınını falan unutmuş evin içerisinde oynamaya başlamıştık. Yatma saati gelince bize kendi yataklarını verdiler. Tavana da bir salıncak kuruldu ve yattık. Ev zaten tek oda. Birde dışarıda tuvalet var. Halam çocuklarını yanına alarak yere atılan bir yer yatağında yattılar. Salıncakta kardeşim yatıyor bende annemle yatakta yatıyorum. Gecenin bir vaktinde ben uyandım. Bana giymem için verilmiş olan pijama büyük olmak var ki ayağımdan çıkar gibi olmuş. Ayağa kalkarak bunu toplamaya çalışıyordum ki kafama küt diye vurulan kuvvetli bir darbe ile yatağın içerisine iki seksen uzandım. Herhalde bizim ufaklık uyumamış olacak ki annemde onu sallamış ben de tam o sırada ayağa kalkınca kafamıza salıncağı yedik. Neyse sabah oldu. Biz çocuklar erkenden uyanarak evin içerisinde tepişmeye başladık ama pek ses çıkarmamaya da itina ediyorduk. Bu esnada halam yatağın içerisinde tepinmeye başladı. Anacığım geliyor, geliyor diyerek feryat edip bir anda yatağın içerisinde doğruldu. Doğrulması ile beraber evin köşesinde tavanda asılı olan kocaman bir bostan (Kavun) pat diyerek halamın, az evvel kafasının olduğu yere düştü. Bu olayı her zaman hatırlarım ve anlatırım. Hatta bir gün halamın oğlu İlhan çok uzun yıllar sonra bu olayı bana bir daha anlatarak teyit ettirmişti. Yeri geldiğinde anlatırız. Aradan kaç gün geçti bilmiyorum fakat çok uzun bir zaman değildi biz eve dönmeye karar vermiştik. Hastane bayırında eve gitmek için yaya olarak yola çıktık. Her taraf çamur içerisindeydi. Alçak kalmış evler tamamen çamur kaplanmıştı. Çok kötü bir manzara vardı. Hem yürüyoruz hem de annem, acaba bizim ev ne alemde bu çamur ile nasıl uğraşırız diyerek korkularını dile getiriyordu. Eve geldiğimizde gördük ki yaklaşık olarak yarım santimlik bir seviye farkı ile içeriye su girmediğini gördük. Annem oldukça sevinmişti. Mahalle arasında bazı araçların Kızılay adına yiyecek dağıttıklarını gördüm. Evden bir iki tabak alarak gelip bende sıraya geçtim. Ekmek Zeytin peynir ve helva dağıttılar. Aldık ve yedik çünkü her taraf kapalı idi satın almakta imkansızdı. Bu olayda çarşı içerisine gitmek amacı ile kullandığımız o zamanların adı ile “Ayak köprüsü” daha sonra “Tahta köprü” veya daha sonrada “Küçük köprü” denilen köprü ilk hatırladığım zamanlarda çayın üzerine çakılmış olan kazıklara tahtalar çivilenerek bir köprü yapılmış idi. Bu köprü çok basit bir şey idi ve şimdiki köprünün olduğu yerde idi ve duvar üzerinden bakıldığında buraları daha yüksek ortaya doğru ise alçalarak ilginç bir manzara oluşturuyordu. Fakat kış günlerindeki en ufak bir su yükselmesinde hemen yıkılarak gidiyordu. Daha sonraları bu köprüyü demirden yaptılar oldukça iyi olmuştu ama sular yükseldiğinde köprünün ayaklarının altı oyularak köprü yan yatmakta üzerindeki tahtalar sele kapılarak gider dolayısı ile köprü bozulmakta idi. Sular çekildikten sonra bu köprünün demir iskeletinin üzerinden karşıya geçmeye çalışarak orta okula giderdik. Daha sonra bu günkü halini alarak oldukça sağlam bir hale geldi. Bu köprünün civarında uzun seneler aklımda kalan bir konuda şuydu. Şimdiki caminin tam karşısında tel örgü ile çevrilmiş bir boş alan vardı. Burada çok yüksek bir yığın ile kemikler dururdu. Nereden gelirler bilmem ama dayanılmaz olmasa bile gene de kokuyorlardı. Bu kemiklerin burada biriktirilerek daha sonra İstanbul’daki fabrikalara satıldıklarını söylerler idi. Zannediyorum bunlardan tutkal yaparlar imiş. O kemik yığınları hala gözümün önündedir. Önceleri üzerlerinde kırmızı et kalıntıları var iken daha sonraları bunlar kokarak siyahlaşır ve başka renk alırlar idi. Etrafı tel örgü ile kapalı olduğundan sanırım şahıs malı idi. Şimdi burada bir bina var.

Günler geçince yukarıda anlattığım eniştem ile teyzem yine bize gelmişlerdi. Oturup konuşur iken yahu bak yılbaşı geliyor sen şu hindi meselesini hallet bakalım dediklerinde; Eniştem.
“Ya abla fakirin yüzü ne zaman güler ki kümeste kapalı kalan hayvan sel gelince dışarıya çıkamamış kapısını açıp çıkarmakta kimsenin aklın gelmemiş ve hayvan boğularak ölmüş dedi.Yılbaşında hindi yemek bize nasip olmamıştı. Yine o günlerin ağzı ve inancıyla (Yılbaşında hindi yemek çok büyük günahmış. Çünkü bu gavurların bayramı imiş ve eğer bizde yersek gavur olurmuşuz.) Ne alakası var ise inanç böyleydi. Gerçi bu günlerde bunlara artık kimse inanmıyor. Herkes Kuranı okuyarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu çok iyi biliyor. Azime teyzem ile Süleyman eniştemlerin ayrı bir yeri var. Annemden çok az küçük olduğundan iyi anlaşıyorlardı. Bizim mahallede arka yol üzerinde bir çiftlik vardı. Adı da sanırım Çıtakların çiftlik idi. Çıtak soy isimleri idi galiba. Fakat bu isim konusunda kesinlikle emin değilim Yalnız Çıtak diye birileri var ama bana bu isim hemen bu çiftliği hatırlatıyor. Büyük taş bina idi. Buradaki evlerinden aklımda kalan yazın içerisinin çok serin olmasıydı. Sık ,sık bir araya gelirdik. Bu taş binanın hemen yan tarafında mermerden oyulmuş kocaman bir dibek vardı zamanı gelince anlatırız.
Bizim evin arka tarafında kalan Şefika teyzemin evine toplandık bir akşam. Tombala oynandığına göre mevsimlerden kış ve ramazan olmalıydı demek ki. Bende okula gidiyorum ki sayıları takip edebiliyorum. Ramazan gecelerinde mutlaka tombala oynanırdı. Bunu oynamak kadar torbadan numaraları çekmekte başlı başına bir macera idi. Bazıları elini torbaya sokarak monoton bir hareket ve ses ile numaraları çekerek okurdu ama bazıları var ki bu numara çekme okuma işlemlerini adeta bir gösteriye dönüştürür ve her kesin üzerindeki uyuşukluğu aldığı gibi oyuna ilgiyi de artırırdı. Numaralara bazı değişik isimler takarak okurdu aynen 90 sayısına Krampapa dediği gibi. Numaraları çeker iken espriler ile süsler sayıları uygun yerlere yerleştirir ve aynı zamanda kendi elini de takip ederdi. Bu arada elindeki karta gerekli sayılar gelmediğinde ve kart üzerindeki numaralar açık olarak durduğunda Kendisine sayıların gelmediğini anlatmak için”boş arsa var” diyerek espriyi patlatırdı. Bu oyunlar oldukça popülerdi o günlerin ramazanlarında. Zaten başka eğlence araçları da yoktu ki. Yine bu ramazan akşamlarında bazı kahvehanelerde erkeklerin toplu halde tombala oynadıkları anlatılırdı. Bu bazen Avcılar Klüpünde olduğu gibi Ramazan yaz gününe geldiğinde Çamdal denilen yerde aynı şey yapılırdı . Bunların ikramiyeleri ise oldukça yüksek idi. Daha sonraki yıllarda burada oynanan tombalalarda insanlara araba verildiğini duymuştum. Burma bilezik falan vermek hafif kalmaktaydı.
Tombala oynanır iken bir yandan da mevsim meyveleri yenir, kaynamış veya patlamış mısır mutlaka olurdu o zamanlar mısırı(darı) telden yapılmış bir alet içerisinde patlatırlar idi. Çok sonraları mısır bir tencerenin içerisine konulup üzerine tuz ve yağ dökülerek patlatılmaya başlandı. Çok daha fazla bir lezzet olmuştu. Artık genelde bu şekilde yapılmaya başlanmıştı. Birde yazdan hazırlanan ve “KAK” denilen kurutulmuş meyveler olurdu ve bunlar değişik bir koku ve lezzette olurdu. Bu oyunlar oldukça geç vakitlere kadar sürerdi hele hafta sonu ise mutlaka sahura kadar devam eder yemekten sonra yatılırdı. Biz çocuklar bunu bekleyemez bir köşede kıvrılır uyurduk ve ancak yemekler hazır olup sofraya oturulacağı zaman uyandırırlar idi bizleri. Bir başkaydı o zamanlar bu ramazanlar. İşte bu oyunlara bende katılırdım ama hiç kazanamazdım. Böyle bir oyun yani tombala oynanan gecede hiç kazanamadım ve oldukça darıldım oradakilere çocukluk işte. Biraz sonra oyuna darılarak divanın üzerine yatarak uyumuşum. Annem derki;
“O akşam bir yattın. Tam altı ay sonra kalktın”
Daha evvel bahsettiğim hastalıklarım hep bu zamanda arka arkaya gelmiş. O günden beri bu tür oyunları hiç sevmem. Oynamam. Ne alakası var diyeceksiniz bende bilmiyorum ama isterseniz tesadüf deyin. Bu yaşlarda çok uzun bir süre hastalıklar ile uğraştım. Bütün kemiklerim sızlıyordu. Ailem beni doktora götürdüğü gibi buradaki ilaçlardan herhangi bir fayda göremeyince hacı hoca gezdirip durmaktaydılar. Artık ilaç yutmaktan ve iğne olmaktan bıkkınlık gelmişti. Belirli bir yaşa gelince bu rahatsızlıklarım bitti. Ne iyi geldi bilmiyorum. Çok uzun yıllar sonra aynı rahatsızlığım tekrar baş gösterdi
Akşamları genelde akrabalar ile sık sık bir araya gelinirdi. Burada genelde günlük olaylar ile dini olaylar konuşulurdu bu olayda daha çok başka bir ağızdan dinlenip ondan sonra burada toplananlara aktarılırdı. Evde duvarda asılı olan kocaman bir Kuranı Kerim vardı. Özel bir muhafaza içerisinde duvara asılı olarak dururdu. İçinde ne olduğunu bilemezdik. Dokunmamız hatta onun bulunduğu odada oynamamız bile yasaktı. Çok günahmış. Biz de korkumuzdan dokunamazdık. Sadece en büyük nine eline alır kalın camlı gözlükleri ile okumaya çalışırdı. Gazete pek yoktu. Daha doğrusu eve alınarak her gün okunduğunu hatırlamıyorum. Babam İtfaiyede görevli olduğundan orada her gün gazete alınırdı ve okunurdu. Birde büyük nine ramazanda bizlerin oruçlarını satın alırdı. Sahurda yemek yedikten sonra oruçlu olurduk. Öğleyin koca nine bize para vererek orucumuzu satın alır bize yemek yedirir ve tekrar oruç tutun akşam iftar da onu da satın alacağım der bizde tekrar oruç tutardık. Çocukları oruca alıştırmak için güzel bir yöntem. Bu arada bizler evin içerisinde biraz yaramazlık yaptığımız zaman; “bak böyle yaparsan orucun sakatlanır sonra koca nine sizden satın almaz sakatlanmış orucu” diyerek bizleri korkuturlardı. Bizde aman orucumuz sakatlanmasın diye sessizce otururduk bir köşede. Bu arada bizlere çeşitli dini hikayelerde anlatılırdı. Bazen de normal masallar anlatılırdı büyüklerimiz tarafından. Bu hikaye genelde Tembel Aamet (Ahmet)in hikayesi idi. Tam olarak, masal anlatmaya başlayanların söylediği tekerleme ile başlayarak anlatırlardı da; pirenin nasıl berber olduğunu bir türlü anlayamazdık.
Bu hikayede geçen olayları, daha sonraları Kel oğlan hikayelerinin içerisinde buldum kitap okumaya başlayınca.

Komşulardan duyduklarımız veya büyüklerimizden dinlediğimiz hikayeler ile bilgilerimizi artırmaya çalışırdık.

Bir gün 18 Mart bayramından hemen sonra yoğun olarak konuşulan bir konu bayağı dikkatimi çekmiş olacak ki aktarmak istedim. Asıl amacım o tarihlerde insanların neler konuşup yaptıklarına örnek vermek. Çanakkale’ye bir Başgedikli (Ast subay) tayin olmuş. Oturmak için bir ev arar iken ucuz bulduğu bir eve taşınır. Evi tutar iken ev sahibi bu evi kimsenin tutmak istemediğini çünkü evde oturanların bazı şeyler gördüğünü söylediğini anlatır. Başgediklide ben böyle şeylere inanmam diyerek evi tutar ve yerleşir. Günlerden bir gün gece yarısı Astsubayın yattığı odanın kapısı açılır ve eşikte başı olamayan bir hayalet görünür. Astsubay arkadaş önce ne yapacağını bilemez ama yataktan kalkıp o tarafa yürüyünce hayalet arkasını dönerek yan tarafa doğru yürür ve kaybolur. Adam gittiğini düşünerek yatağında bir vakit oturur ve sonra yatar. Aradan geçen birkaç günden sonra gene bir gece aynı olay gerçekleşir. Astsubay yataktan kalkarak takip için o tarafa doğru yürür. Hayalet sessizce tuvalete gider ve orada kaybolur. Sabah olunca astsubay hemen birlikten birkaç asker getirerek tuvaleti kırdırır ve kazdırmaya başlar. Kuyu bulunarak temizlenir ve kazmaya devam edilir. Bir miktar daha kazdıktan sonra toprakta yatan ve başı olmayan bir iskelet bulunur. Etrafı iyice temizlenerek tekrar gömülür fosseptik kuyusu başka bir tarafa açılarak tuvalet o tarafa taşınır ve bir daha hayalet görünmez.
Bu tür ve bunlara benzeyen hikayeler sıkça anlatılır idi. Genelde konuşulan konular ya dini hikayeler yada sonucu mutlaka dini bir olaya bağlanan olaylar anlatılırdı. Bizim evdekiler ve akrabalarımız dindar ama sofu insanlar değildi. Ama o zamanlar bu tür konular çok gündemde oluyordu ve konuşuluyordu.
Konuşulan konu dışarıda her yerde konuşulan konulardı ve bu duyulanlar akşam bir araya gelindiğinde anlatılırdı. Çanakkale savaşlarından çok bahsedilirdi. Buradaki kahramanlıklar anlatıldığı gibi bulundukları Köy veya Kasabalardan gidenlerin anlattıkları yada onların geriye dönemeyişlerinden bahsedilirdi. Yeni evlenen bir çift düğünden üç gün sonra, damat Çanakkale’ye savaşa gider ve kendisinden bir daha haber alınamaz. Gelin bu üç gün içerisinde hamile kalır ve doğan çocuğuna da kocasının adını koyar. Bu ve buna benzer hikayeler çok sık anlatılırdı. Hikaye aynı olayın bu defada damadın Kore savaşına gitmek zorunda kalışı olarak anlatılırdı. Öğretmenimiz Mustafa Beyden aktarayım. Savaşta bir grup asker bir baskın sonrası bir yere oturmuşlar dinlenmekte birisi başının üzerindeki kuvvetli bir ses ile birlikte patlamanın tesirinden yere yıkılarak kendinden geçiyor. Bir zaman sonra kendine geldiğinde etrafında kendisinden başka hiç kimsenin sağ kalmadığı görüyor. Bu hikayeyi öğretmenimiz Bayramiç’ın köylerinden birisinde dinlemiş sonrada okulda bizlere aktarmıştı.
Bunlara benzer daha bir çok hikayeler vardı anlatılan. Meşhur Seyit Onbaşı hikayesi ise anlatılırdı ama daha başka olaylar vardı içerisinde. Savaş anında bizim kuvvetlerimize komuta eden yabancı subaylar varmış. Savaşın en kızgın anında yaklaşmakta olan gemilere ateş açılmış ama hiç birisi isabet etmiyormuş. Sebebi de bu yabancı ( o zamanki ifade ile gavur komutan) askerlere topu ateşlemeleri için emir verir iken hep yanlış nişan alarak Türklerin cephanelerini bitirmek istiyormuş. Son mermi kaldığında Seyit Onbaşı bu komutanın emrini dinlemeyerek son mermiyi topa kendisi kucaklayıp yükleyip ve yine kendisi nişan alıp ateşleyerek yaklaşmakta olan geminin bacasından içeriye düşürüyor koca mermiyi. Bu merminin geminin karnında patlaması ile en büyük savaş gemilerinden birisi tek mermi atışı ile batırılmış oluyor. Dünyada ilk defa. İşte bu gemiye “Yarım Dünya” diye hitap ederlerdi büyüklüğünü ifade etmek için. Bir mermi yarım dünyayı batırdı derlerdi. Şimdi bu olayda Seyit Onbaşı tek başına kocaman mermiyi yüklemesi ile Yarım dünyanın battığı gerçek ama o gavur komutan hikayesi de ne kadar doğru onu da sizlere bırakıyorum araştırarak bulmanız için. Bu arada Nusret mayın gemisi ile de anlatılanlar oldukça ilginçtir. Düşman gemileri boğazda mayın taramalarını yaparak ortamı emniyete aldıktan sonra harekata başlayacakları sırada Nusret gemisi yüklediği mayınları boğazın karanlık sularına bırakmak için yola çıkıyor. Boğazda yedi düvelin gemileri olduğu halde nasıl oluyor da hiç birisi bu gemiyi göremiyor. Bu olayda da ilahi bir kudret var mı yok mu diye anlatırlardı büyükler. Sahilden karanlık sulara doğru bakan bir yaşlı dede bu gemiyi takip etmekte iken diğer gemilerden Nusret'in üzerine doğru bir ışıldağın geceyi bölen bıçak keskinliğindeki ışıklarının geleceğini anlayan dede eli ile bu ışık huzmesini alıp başka tarafa atar gibi bir hareket yapmış. İşte tam bu sırada düşman gemisinin ışığı başka tarafa yönelerek Nusret gemisini karanlıklar içerisinde bırakmış. Gerisini biliyorsunuz. Dökülen mayınlar Karanlık limanın karanlık sularına gömdü düşman gemilerini. Anlatılan böyle idi. Bende sizlere aktardım.

Bir de savaş anında evliyaların yardım ettiklerinden bahsedilir beyaz siluetleri ile savaş meydanında dolaşarak düşmanlar tarafından atılan top mermilerinin yönlerini değiştirdiklerini anlatırdı. Düşmanlar savaş anında en çok Türklerin Halva Halva (Allah Allah) diye bağırmalarından birde yeşil sarıklılarından korkuyoruz demişlermiş. Şimdi yine o günlerden dinlenerek aktarılan bir olayı aktarayım da gerisine siz karar verin veya ister inanın ister inanmayın. Savaşın çok kızıştığı bir zamanda ki bu savaşın en kızgın anını anlatmak için şimdi adı ”Kanlı dere” olan bir dereden su yerine tamamıyla kan akmaktaymış ölen ve yaralananların sayısını siz hesaplayın artık. Savaş iki taraf arasında çok kayıp verilmesine rağmen gene de dengeli olarak sürmekte iken yan taraftan tepelerin üzerinde saldırıya geçmeye hazırlanan bir düşman birliği görmüşler. Hemen içinde bulunulan durum göz önüne alındığında bu birliğin saldırısı ile denge tamamen bozularak üstünlük düşmanların eline geçecek ve bütün direniş boşuna olacak. Askerlerin arasında dolaşarak onlara gayret vermeye çalışan ak saçlı bir ihtiyar bu durumu görerek olayın ciddiyetini anlayarak :
– Eğer bu karşıda gördüğümüz düşman birliği saldırıya geçer ise bu cephe düşer ve Vatan elden gider,
diyerek kurtuluş için dua etmeye başlıyor. O zamana kadar hiç görünmeyen beyaz bir bulut bir anda tepenin üzerinde beliriyor ve yavaş,yavaş tepenin üzerine doğru alçalmaya başlıyor. Bu arada hücuma kalkmış olan Düşman Birliği mecburi olarak bulutun yani sis tabakasının içine giriyor. Fakat ne gariptir ki bulut o kadar çok büyük olmamasına rağmen bir uçtan giren askerler öbür taraftan çıkmıyorlar saldırıda bulunan düşman askerlerinden en sonuncusu da bulutun içine girdikten sonra bu beyaz bulut yavaşça yükselmeye başlıyor. Yeterince yükseldikten sonra da Kıble tarafına doğru düz bir şekilde uzaklaşıyor. Bu olayı seyretmekte olanlar, bulut kalktıktan sonra orada bulunan düşman askerlerinin ayağa kalkarak saldırıya geçeceklerini bekliyorlar ama biraz bekleyip etrafı kontrol ettiklerinde bu düşman birliğinden hiçbir iz bulamıyorlar. Siz şimdi bu olaya ister inanın ister inanmayın. Bu arada savaş heyecanı ve Türklerin eşsiz zaferinin heyecanı ile bu olay unutulmaya başlıyor ta ki İngiltere savaş sonrası kayıtlarını inceler iken bir bölüğünün eksik olduğunu fark edene kadar.
Aradan uzun yıllar geçince biz gençlerde bir kitap okuma hastalığı başlamıştı. Çeşitli kitaplar okumakta iken bir arada uzay ile ilgili kitaplara merak sarmıştım. Bu tür kitapların içerisinde ilk olarak başlayan da o zamanlar çok meşhur olan “TANRILARIN ARABALARI” isimli kitaptı. Bunu okuyunca,bu konu ile bir çok kitapların okunması birbirini takip etti. İşte bunlardan birisinde bana yıllar evvel büyüklerimin anlatmış olduğu o zamana göre dini bir hikaye havasında anlatılan olayın gerçek olduğunu öğrenince ne yapacağımı ne edeceğimi şaşırdım. İnanmaz gözler ile aynı konuyu defalarca okudum. Evet aynen benim büyüklerimden dinlediğim olay buydu. Hem de birliğin adı sayısı ve bulundukları konum arz ve tǖl olarak verilmekteydi. Olay kısaca şöyleydi.
Savaştan sonra İngiliz savaş bakanlığının yaptığı bir araştırma sonucunda bir Askeri Birliğin tamamen kayıp olduğunu fark ediyorlar. Türk makamlarında bu Askeri Birliğin esir olduğunu zannederek bu konuda bilgi istiyorlar fakat Türk makamları, kayıtlarında böyle bir Askeri Birlik olmadığını bildirerek ikili çalışma ile araştırmaya karar veriyorlar. Yapılan çalışmalar sonrasında Askeri Birliğin bulunduğu ve hücuma kalktıkları yerin tarih ve saat olarak kayıtlarda olduğunu ve daha sonra haber alınamadığı belirleniyor. Daha sonraki etraflıca yapılan, soruşturma sonucunda benim yukarıda anlattığım olayı gören Türk ve İşgal kuvvetleri içerisinde bulunan çeşitli Milletlerdeki insanlarında gördükleri bu olay gündeme gelerek kayıtlara geçiyor.
Benim anlattıklarım aynen aktarılıyordu bu belgelere dayanılarak.sadece benim bahsettiğim ak saçlı dededen bahsedilmiyor. Çok uzun seneler sonrasında bir 18 Mart Çanakkale Zaferi ile ilgili bir belgesel de bu konu gündeme getirilerek İngiliz Yetkili Makamlarına sorularak cevap arandı. Olayı yaşayan İngilizlerin ağzından aktararak anlattılar. Başında dediğim gibi
- İster İnanın İster İnanmayın.
Ama yukarıda anlatılan olayın bütün belge ve kayıtları İngiltere Donanma arşivlerinde mevcut. Belki bir gün İnternet vasıtası ile bu siteye girebilir isem arşivlerin birer kopyalarını indiririm herhalde. Bu ve bunlara benzeyen bir çok olay anlatılırdı. Daha aklıma gelirse bu bölüme aktarmaya devam ederim. Az evvel anlattığım olay beni çok etkilemiş olacak ki bu olayı hiç unutmadım. Savaşta Türklerin başarılarının sırrı olarak ta evliyaların yardımı olarak aktarılırdı ve bu kişilerin üzerlerinde bir muska taşıdıklarından bazen. Sözde bunu üzerinde taşıyan kişiye kurşun işlemezmiş. Yani bu muskayı boynunuza astığınız zaman size kurşun değmezmiş bizler veya etraftakiler yahu böyle bir şeyin olması mümkün değil dedikleri zaman hemen Menemendeki isyancı hocadan bahsedilerek oradaki askerler bu asi hocaya ateş ettikleri halde kurşunların hiç birisinin değmediği anlatılır ve bu muskanın kerametinden bahsedilirdi. Pekala şimdi nerede peki bu adam dediğimiz zaman askerler tarafından yakalanarak idam edildiğini söylerlerdi. Pekala öyleyse bu muska nerede ve neden koruyamadı bu adamı diye sorardık o zamanda boğuşma esnasında muskanın ipi koparak yere düşmüş ancak ondan sonra yakalayabilmişler diyerek anlatırlardı. Yahu kendi ipini koruyamayan böyle bir muskanın adamı nasıl koruyacağını sorduğumuzda sus günaha girme, itikat et yoksa çarpılırsın derler bizi sustururlardı.
Bu tür ve bunlara benzeyen hikayeler bütün evlerde anlatılırdı. O zamanlar başka türlü eğlence imkanı olmadığından ancak duyulanlar aktarılırdı doğru veya yanlış olarak. Bunlara aklımız ermediği zamanlarda böyle olmaz dediğimizde bizi sertçe uyararak sustururlar ve hemen arkasından da başımıza taş yağacak diyerek olayı kapatırlardı.
Babam ise
“Vallahi taş yağmasını bilemem ama ben başımıza Kurbağa yağdığını gördüm”
diyerek hem olayı başka tarafa çekerek ortamı yatıştırır hem de sözü kendisine alarak değiştirmiş olurdu. Biz yine olmaz öyle şey gökyüzünden Kurbağa yağar mı hiç deyince, yemin ederek gördüğünü anlatmaya başlardı. Babam askerliğini Çanakkale Gelibolu da yapmıştı. Bir gün (mevsim veya zamanı tam olarak hatırlamıyorum) oldukça sert bir rüzgar esmeye başladığını daha sonrada yağmur ile beraber çamur ve kurbağaların etrafa düşmeye başladıklarını anlatırdı. Bu olay bölükte büyük yankı uyandırmış olacak ki Komutanları bölüğü toplayarak: Yaşadıkları olayın sebebini anlatarak bir hortum meydana geldiğini ve bunun sonucunda da yakınlardaki bir göletten geçer iken buradaki su çamur v.s ile beraber suyun içinde bulunan her şey gibi kurbağaları da kaldırmış daha sonra bu hortum gücünü kaybedince de içindekilerin yere düştüğünü anlatmış ve korkulacak bir şey olmadığını söylemiş. Bize bu olayı aktararak konuyu kapatmış olurdu. Bahsettiğim olay yaklaşık olarak 1952 – 1953 yıllarında meydana gelmiş olması gerekir. Eğer geriye dönük olarak bu konu ile ilgili arşivlere ulaşıla bilinir ise her şey meydana çıkar. İnşallah birileri bu olayı araştırarak bu yazının ilgili yerine ekler. Daha sonraki yıllarda yaklaşık olarak 1971 veya 1972’li yıllarda Çanakkale’ye tekrar kurbağa yağdığını hatırlayıp anlatanlar var. Hem de bu olayı anlatanlar oldukça genç insanlar. Çocukluklarında bu olayı görüp yaşadıklarını oldukça net bir şekilde hatırlıyorlar. Bende bu ikinci olayı onların ağzından aktarayım dedim. Ben o zamanlar İstanbul’da idim ben görmedim. Bende taş veya kurbağa yağdığını görmedim ama yaklaşık olarak 1965’li yıllarda etrafa sinsi olarak günlerce çamur yağdığını hatırlarım. Çok hafif bir yağmur gibi yağmaktaydı ve bu günlerce sürmüştü. Etraf kırmızıya çalar, sarı ve ince bir çamur tabakası ile kaplanırdı. Daha evvel bahsettiğimiz İtfaiyenin ile İpek sinemasının önündeki alan o zamanlar Çanakkale’nin en hareketli yerlerinden birisi idi. Burada köşedeki kahvenin önünde seyyar simitçiler dururdu. İşte bu simitlerin bulunduğu camekanlı arabaların üzerleri bu bahsettiğimiz çamur tabakası ile kaplanırdı ve simitçiler çok sık olarak bu çamurları silmek zorunda kalırlardı. Bu olay birkaç gün sürmüştü. Bunun mutlaka bilimsel bir açıklaması vardır. Bu olay o zamanlar Çanakkale’de pek önemli bir olay olarak görülmedi ama insanlar bu yağan çamurdan şikayetçilerdi o kadar. Çünkü kıyafetlerin kumaşlarının içine işleyen çamur kolaylıkla temizlenmiyordu. Nereden nereye atladık, dönelim gene o günlerdeki konulara.
Mustafa Kemal Paşanın göğüs cebindeki saatinin, buraya gelen bir şarapnel parçasını nasıl durdurduğunu da o zamanlar öğrendim. Anzak'lar ile Türkler savaş anında kıyasıya savaşırlar ama akşam olunca birbirlerinin yaralılarına su verir tedavi eder hatta birbirlerine tütün gönderirlermiş diyerek anlatırlardı. Bir gün, bir çeşmenin başında kıstırılan bir grup düşman askerine ateş açmak yerine sularını içip mataralarını doldurup gitmeleri için müsaade ediliyor. İşte bunlara yakın bir sürü olaylar anlatılır idi ve bunlar anlatılır iken Falancanın babası veya Dedesi anlatmış Çünkü onlar savaşa katılmışlar ve düşman ile çarpışmışlar orada gördüklerini yaşadıklarını anlatıyorlar inanmazsan git sor diyerek bulunduğu yeri tarif ederek aktarırlardı. O zamanlar Çanakkale savaşına katılmış olan Gazilerin çoğu hayattaydı onun için bu tür hikayeler kaynağından aktarılıyor idi. Bu olaylardan birisinin (diğerleri de mutlaka doğrudur) gerçek olduğu yıllar sonra ispatlandı. Olay şöyle olmuş: Savaşın en kızgın zamanlarında ateşin kesildiği bir zamanda yaralıları kurtarmak amacıyla Anzak askerleri dolaşır iken bir Türk Askeri bunlardan birisine doğru elini uzatıp ağzına doğru götürüp su istediğini işaret ediyor. Avustralyalı Anzak askeri bunu görünce yaralıyı hafifçe kaldırarak kendi matarasını uzatarak ona su içiriyor. Bundan çok uzun yıllar sonra Anzak'lar Türklere karşı yaptıkları hataları anlayarak dostluk temellerini atıyorlar ve hem bu olayları pekiştirmek hem de burada can verenleri dolaşıp anmak amacıyla Anzak Günü adı altında bir toplantı düzenleyerek Çanakkale’ye geliyorlar. Çıkarmanın ilk başladığı sabaha karşı hemen bütün herkes burada bulunarak o sırada ölen yakınlarını anmak amacıyla saygı duruşunda bulunarak dualar ediyorlar. Güneş doğduktan sonra etrafta dolaşılır iken Bizim Gazilerimizden birisi yıllar önce yaralı iken kendisine su veren Avustralyalı askeri tanıyor. Yanına giderek etraftakilerin yardımı ile kendisini tanıtıp o zaman yaralı olup kendisine su verdiği için teşekkür ediyor. Anzak askeride olayı hatırlayıp tanıyor ve orada birbirlerine sarılarak göz yaşları içerisinde ölen arkadaşlarını anıyorlar. Şimdi çok yıllar önce buna benzeyen olaylar anlatılırdı ama çok yıllar sonra bu olayların gerçek yaşayanlarının olayı birinci ağızdan aktarıp doğrulamaları bir zamanlar bizlere bir masal gibi anlatılan olayları tamamen gerçek olduklarının bir ispatı gibi görünüyor. Bu anlattığım olay 1990’lı yıllarda bir Anzak gününde iki eski düşman, yeni iki dost askerin karşılaşmaları ile gün ışığına çıkmıştır. O günlerin basınında bu olay resimler ile aktarılarak anlatılmış idi. Çocukluğumdaki hikayelerin yıllar sonra doğru çıkması bana bu olayları gelecek kuşaklara doğru olarak aktarılması gerektiğini anlattı ve bende bunları yazmaya karar verdim. Tamamen gerçek olarak duyduklarımı ve gördüklerimi yazdım. Cümle kuruluşuna göre yazıdan başka anlamlar çıkar mı bilmiyorum bunları da düzeltmeye çalıştım. Eğer Türkiye ile ilgili bir film yapılacaksa Çanakkale savaşı ile ilgili bir konudan başkası bulunamaz inancındayım. Amerikanın üç küsur yıllık tarihini artık bilmeyen kalmadı savaş filmleri sayesinde. Kedi soykırımlarını kapatmak amacıyla bizlere yıllarca Kızılderilileri ne kadar kötü ve canavar olarak tanıtmışlar idi ama artık bunun böyle olmadığı anlaşıldı ve kendileri de Kızılderililere haksızlık yaptıklarını kabul ettiler artık. Birinci Dünya savaşından sözde yenik çıkan Türkiye’yi parçalamaya gelen Sözde modern ülkeler kendi isteklerini gerçekleştirmek amacıyla Türkiye’nin yerini harita üzerinde bile gösteremeyecek milletleri kandırarak ülkelerinden binlerce Kilometre uzaklıktaki ülkelere savaşa gönderebiliyorlar ve karşılığında da ağır bir yenilgi alarak tarihlerine lekeli ve kara bir sayfayı ekliyorlar Türk milletinin dayanışması ve vatanını sahiplenmesi sayesinde. Fakat hala bu yenilgini ağır faturası altında ezilmekteler yani kuyruk acıları var işte bundan dolayı aynı Ülkelerin Türkiye’nin kaderi ile oynamakta olduklarını her gün takip edebiliyoruz basın sayesinde. İşte bu savaş zamanında Türk askerlerinin kahramanlıklarının yanında İnsancıl davranışları da bütün ülkeler sayesinde kabul edilmiş iken gelecek kuşaklara bu olayları anlatmanın en güzel yönü bunu bir sinema filmi ile aktarmaktan geçer inancındayım. İyi bir arşiv araştırmaları ile çok güzel senaryolar yazılabilir inancındayım. İnşallah Çanakkale’den böyle birisi çıkarak bu arzumuzu yerine getirir. Bakalım ne zaman. Eskilerin dediği gibi
“HER NEKADAR SÜRÇ-İ LİSAN ETTİKSE AFFOLA”