SOS 104.005 SOSYOLOJİYE GİRİŞ (İSTATİSTİK)

 

 

 

 

 

 

 

DERS KAPSAMI                                                                               

NEDEN SOSYOLOJİ OKUYORUZ?

SOSYOLOJİ NEDİR?

SOSYOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ÖNCÜLERİ

TÜRK SOSYOLOJİSİ

BİLİMİN TANIMI, AMACI, YÖNTEMİ

NİTEL VE NİCEL YAKLAŞIMLAR

DAVRANIŞ ÖRÜNTÜLERİ, SOSYAL KİŞİLİK, SOSYAL STATÜ, SOSYAL ROL

KATEGORİLER, GRUPLAR, TOPLULUKLAR

KURUMLAR, TOPLUM

YAPI, SOSYAL YAPI, KÜLTÜREL YAPI, SOSYO-KÜLTÜREL YAPI

SOSYAL DEĞİŞME

KÜLTÜR

TOPLUMSAL HAREKETLİLİK, TOPLUMSAL TABAKALAŞMA, TOPLUMSAL FARKLILAŞMA

OKUMA KAYNAKLARI

* Demir, Nilüfer. Birey, Toplum, Bilim: Sosyoloji Temel Kavramlar, Ankara: Turhan Kitabevi, 2004.

* Bauman, Zygmunt. Sosyolojik Düşünmek (Çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.

* Giddens, Anthony. Sosyoloji, Eleştirel Bir Yaklaşım (Çev. M. Ruhi Esengün-İsmail Öğretir),

İstanbul: Birey Yayıncılık, 3. baskı, 1994.

* Fichter, Joseph. Sosyoloji Nedir? (Çev. Nilgün Çelebi), Ankara, Atilla Kitabevi, 2.Baskı, 1994.

* Aron, Raymond Sosyolojik Düşüncenin Evreleri (Çev. Korkmaz Alemdar), Ankara: Bilgi Yayınevi, 2. baskı, 1989.

* Bottomore, Tom & Nisbet, Robert Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi (Çev. Mete Tunçay-Aydın Uğur),

Ankara: V Yayınları, 1990.

* Sezal, İhsan (der.) Sosyolojiye Giriş, Ankara: Martı yayınları, 2002.

* Swingewood, Alan Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi (Çev. Osman Akınhay), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998.

* Rıtzer, George. “The Current Status Of Sociological Theory: The New Syntheses.”,

Frontiers Of Social Theory, G.Ritzer (Ed.), New York, Columbia University Press, 1990.

* Waters, Malcolm. Modern Sociological Theory, London, Sage Publications,1994.

*YILDIRIM,A.,H.ŞİMŞEK. Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri, Ankara, Seçkin yayınları, 2000

*PUNCH F.Keith. Introduction to Social Research, Quantitative and Qualitative Approaches, London, Sage Publications, 1998

NEDEN SOSYOLOJİ OKUYORUZ?

 

            Sosyoloji toplumsal olayları, bu olayların oluşumunda etkili olan süreçleri ve faktörleri inceler. Sosyoloji toplumdaki ilişkiler ağına yönelirken bu ağın belirleyicilerinden olan sosyal olaylarla da yakından ilgilenir. Bu anlamda sosyal olayların görünen yüzünün arkasında kalan nedenleri ve olaya götüren süreçleri analiz etmeye çalışır. Bu noktada bizi farklı pencerelerden bakmaktan ve görmekten alıkoyan bir düşünce tarzı ile karşılaşırız, bu düşünce tarzı kalıp düşüncelerimizdir. Kalıp düşünce , herhangi bir konuda zihnimizi kurma biçimidir. Kalıp düşünce; olaylara at gözlüğü ile bakar, gerçeğin çok yönlü bir prizmaya benzediğini ve baktığımız yere göre değişiklik gösterdiğini kabul etmez.

            Kalıp düşünce;

*Kolay oluşur

*Yönlendirir

*Sorgulatmaz

*Çok güçlüdür, kolay kolay değişmez

*En zekice düşüncenin kendisinin olduğunu bireylere inandırır.

            Bu doğrultuda sosyolojinin amacının da;

1.Görünenin arkasındakini görüp, anlayabilmek ve yorumlayabilmek.

2.Toplum içinde farkında olmadığımız sosyal rollerimizi, statümüzü bilinçli bir farkındalıkla algılayabilmek.

3.Bugünden yarına bir projeksiyon yapabilmek.

4.Gündelik yaşamda insan-toplum ilişkilerini anlayabilmek.

5.Değerlendirmelerimizi yaparken mümkün olduğunca objektif olabilmenin yollarını kazandırmak.

6.Bulunduğumuz yere göre bakışımızın değiştiğinin bilgisini vermek.

olduğunu söyleyebiliriz.

 

            Sosyoloji insanların birbiriyle ilişkilerini bilimsel açıdan incelenmesidir, sosyoloji sosyal davranışa yönelen bilimsel bir yaklaşımdır.

 

SOSYOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ÖNCÜLERİ

 

16.yy’dan itibaren pozitif bilimler birer birer kurulmaya başlamıştır. Astroloji yerini Astronomiye, pratik Fizik bilimsel Fiziğe, Simya Kimyaya dönüşmüş ve Biyoloji de pozitif bir bilim olmuştur. Bu gelişme süreci 16.yy’dan 19.yy’a kadar devam etmiştir. Son aşamada ise sosyolojinin pozitif bir bilim haline gelmesi söz konusu olmuştur. 19.yy ortalarında bir taraftan pozitif bilimlerin gelişmesi sonucu sosyolojinin ortaya çıkması için gerekli koşullar hazırlanmış, öte yandan toplumun karşılaştığı güncel sorunlar nedeniyle böyle bir bilime pratik olarak gereksinim duyulmuştur. 19.yy özellikle Batı Avrupa sanayi devrimiyle birlikte gelen yapısal değişmelerin ve dolayısıyla toplum sorunlarının açık seçik ortaya çıktığı bir dönemdir.

Bu noktada sosyolojinin ortaya çıkışı ile ilgili en önemli soru; Sosyoloji niçin ancak 19.yy’da ve Batı Avrupa ülkelerinde gün ışığına çıkmıştır? sorusudur.

Bu sorunun cevabını öncelikle 19.yy’ın ve 19.yy Batı Avrupa ülkelerinin özelliklerinde aramamız gerekir. 19.yy’ın en belirgin özelliği, Batı’nın Dünya egemenliğini ele geçirdiği dönem olmasıdır ve 19.yy’da Batı’nın ele geçirmiş olduğu dünya egemenliği tarihte eşi görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Yine 19.yy, Batı Avrupa ülkelerinin kendi iç sorun ve çelişkilerinin nedeni ile zaman zaman çöküşün sınırına geldikleri izlenimine kapıldıkları dönemdir. Bu iki olay, sosyolojinin kuruluş nedenlerini ve buna bağlı olarak günümüze kadar izlemiş olduğu gelişme yönlerini anlamamızda yol gösterici niteliktedir.   

Batı Dünya egemenliği sosyolojinin 19.yy’da ve Batı’da doğuşunu bize açıklayan önemli bir olaydır, ancak tek başına bir sebep değildir. Batı elinde tuttuğu dünya egemenliğine karşılık, kendi içinde bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Bu sorunların başında Batı’nın büyük bir genişlemeye girmiş bulunması gelmektedir. Bu genişleme, yalnızca dünya egemenliğinin getirdiği bir yayılma değildir, Batı kendi bünyesi içinde de bir büyümeye girmiştir. Buna paralel olarak Batı, egemenliğin getirdiği nimetlerin paylaşılması konusunda çekişmelere sahne olmuştur. Milliyetçiliğin ve Sosyalizmin bu dönemde Batı’da ortaya çıkan ideolojiler olması da bu gelişmelerin sonuçlarındandır.

Özetle Batı’nın ele geçirdiği dünya egemenliği ve kendisini temelden sarsan sorunlar, sosyolojinin doğuşunu anlamamızda bize yardımcı iki olaydır. 19.yy’da Batı, önünde çok yeni ve geniş imkanlar bulmuştur. Bu durum Batı’ya toplum olayları önünde büyük bir güven ve üstünlük duygusu sağlamıştır. Çünkü sorunlar Batı sorunlarıdır ve çözümler de yine Batı ile sınırlıdır. Bu düşünce doğrultusunda Batı’nın önünde, sorunları kendi içinde çözebileceği, toplumlara ve tarihe yön verebileceği, gerçeği elinde tuttuğu yolundaki inancı için hiçbir engel kalmamıştır. Sosyoloji de bu yöndeki girişimlerin bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

AUGUSTE COMTE (1798-1857)

            Fransa’da 1798 yılında Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Comte, tıp, fizik ve pozitivist felsefe eğitimi almıştır. Aydınlanma ve devrim yanlılarını şiddetle eleştirmiş ve onların çalışmalarının ve görüşlerinin toplumda geniş anlamda anarşiye sebep olduğunu iddia etmiştir.

            Bilimsel bakış açısı pozitivizm ve pozitif felsefe kaynaklı olan Comte’un ilk geliştirmiş olduğu kavram “sosyal fizik”tir. Daha sonra Latince iki kelimeyi bir araya getirerek “socio+logos” ilk kez sosyoloji terimini kullanmıştır. Bu yönüyle de sosyolojinin isim babası olarak kabul edilir.

            Comte’un teorik modelinde toplum iki ana bölüme ayrılmıştır; sosyal statik ve sosyal dinamik. Bu iki ana bölüm toplumun kurumsal yapısını ve sosyal değişmenin prensiplerini ortaya koymaktadır.

            Sosyal statik; toplumun doğası (din, sanat, aile, sosyal organizasyon gibi..) ve insan doğası (duyguları, düşünceleri, hareketleri gibi…) konuları inceler. Statik, toplumsal fikir birliğinin incelenmesidir. Özetle sosyal statik, toplumun belirli bir durum ve zaman içindeki yapısının biçimsel çözümlemesini içermektedir.

            Sosyal dinamik; sosyal değişmeye etki eden faktörlerin açığa çıkarılması ve kurallarının oluşturulmasını ele almaktadır. Burada Comte toplumun ve insan düşüncesinin evrimsel ilerlemesini ortaya koymaktadır. Sosyal statik, toplumların bir düzen içinde olduklarını ortaya koymaya çalışırken, sosyal dinamik bu düzenin geçirdiği evrimi ve toplumsal aşmaları ortaya koymaya çalışır. Bu açıdan dinamik statiğe bağlıdır.

            Comte’a göre insanlık üzerine açıklamalar yapılabilmesi için, toplumsal gelişmenin analiz edilmesi ve anlaşılması gereklidir. Bunun için Comte toplumsal gelişmenin yasalarını ortaya koymaya çalışmış ve bunu “Üç Hal Yasası” olarak tanımlamıştır.

            Comte “Üç Hal Yasası”nda insan düşüncesinin üç ayrı aşamadan geçtiğini, bu üç aşamanın da ayrı ayrı üç toplumsal yapıyı oluşturduğunu belirtmektedir. Bu aşamalar;

*Teolojik aşama; bu aşamanın olduğu dönemde insanlar olayların nedenini doğa üstü bir takım güçlerde aramışlardır.

*Metafizik aşama; bu aşamada doğa üstü güçlerin yerini soyut güçler almıştır.

*Pozitivist aşama; bu aşamada insanlar gerçeği arama arayışında gözlem ve deney aracılığıyla olaylar arasındaki değişmeyen ilişkileri bulmaya yönelmişlerdir.

            Comte’un belirlediği bu aşamalar birbirinin tersi ya da zıddı olarak değil, evrimsel bir ilerleme süreci olarak ele alınmıştır.  

 

EMİLE DURKHEİM (1858-1917)

            Pozitivist felsefe ve hukuk eğitimi alan Durkheim, Fransa’daki ilk sosyoloji okulunun kurucusudur.

            Sosyolojik yöntem en temel inceleme konusudur. Ona göre sosyolojik düşüncenin belli kuralları olmalıdır, çalışmalarında bunun temellerini formüle etmeyi amaçlamıştır. Bu yöntemi belirleyebilmenin yolu da sosyolojinin konusunu tespit etmekten geçmektedir.

            Durkheim’e göre “toplumsal gerçek” sosyolojik analizin temel birimidir. Bir toplumsal gerçek bireyler olsun ya da olmasın onların dışında varlığını sürdürür. Sosyal düzen içinde zamanla bireylerin değişmesine karşın sistem içinde düzen değişme göstermeyen bir süreklilik içindedir. Bu da toplumsal gerçeğin bireylerin dışında, onlardan bağımsız olarak var olduğuna işaret eder.

            Durkheim’a göre sosyoloji, sosyal gerçekleri birer nesne gibi düşünmekte ve onu parçalara ayırarak incelemektedir. Bunun için de bir bilim adamı hiçbir şey bilmiyorum temel kabulü ile işe başlamalı ve bir sosyal gerçeğin ancak başka bir sosyal gerçek ile açıklanabileceğinin bilincinde olmalıdır.

            Durkheim’ın çalışmalarında “toplumsal işbölümü” ve “intihar” iki önemli kavramdır.

            Durkheim’a göre, işbölümünün gelişmediği bir toplum oldukça homojendir ve kollektif bilinç tüm bireysel bilinçlerin üstündedir. Bu tür toplumlar primitif toplumlardır, tamamen geleneksel özellikler taşıyan bu toplumsal yapıda bireysellik gelişmemiştir. Bu tür toplumlarda görülen dayanışmaya “mekanik dayanışma” denir. Topluma uyumsuzluk gösterenler üzerindeki baskı son derece güçlüdür. Sanayi toplumlarının temel özelliği ise kompleks bir yapıya sahip olması ve buna bağlı olarak işbölümünün gelişmiş olmasıdır. Toplumsal hedeflerin üretilmesi ve bireylerin o hedeflere ulaşmasında “organik dayanışma”ya ihtiyaç vardır. Primitif toplumdaki kollektif bilincin yerini burada bireysel bilinç almıştır. Toplumsal yapı homojenliğini yitirdikçe ve mesleki uzmanlaşma arttıkça bireyler işbölümü ile birbirlerine bağlanmaya başlamış ve mekanik dayanışmanın yerini organik dayanışma almıştır. Özetle; homojen toplumlara özgü olan benzerliklerden kaynaklanan mekanik dayanışma toplumsal yapı karmaşıklaştıkça yerini işbölümünden kaynaklanan organik dayanışmaya bırakmıştır.

            Durkheim’ın ele aldığı diğer önemli kavram olan “intihar”, ölen kişi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek gerçekleştirilen olumlu ya da olumsuz bir eylemle doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayı şeklinde tanımlanmaktadır.

            Toplumsal koşullar ve toplumsal bir nedenle intiharı ilişkilendiren Durkheim, intiharları Bencil, Elcil ve Anomik intiharlar olarak üçe ayırmıştır:

*Bencil İntihar; bireysel benin toplumsal ben karşısında aşırı ölçüde vurgulanması sonucu oluşan bencillik durumundan ve aşırı bireycilikten kaynaklanan intihar türüdür. Toplumsal bağların zayıflaması bireyin yalnızlaşma sürecinin de başlamasıdır, giderek yalnızlaşan birey içinde bulunduğu toplumun normlarına, değerlerine de yabancılaşmaya başlar. Bunun sonucu olarak birey alkolizm, uyuşturucu ya da intiharı seçer.

*Elcil İntihar; bu intihar türü, bireyselliğin çok yetersiz kalması ve toplumun bireyi çok sıkı bir şekilde kendisine bağımlı kılmasından kaynaklanır. Birey kendisini içinde bulunduğu toplumla bağları ile tanımlar ve bu tür intiharda birey sanki bir ödevi yerine getirirmiş gibi intihar eylemine girişir.

*Anomik İntihar; yaşanan toplumsal bunalımlar bu tür intiharların kaynağıdır. Toplumsal kaosun yaşandığı bir durumda bireylerin etkinliklerindeki düzenin bozulması ve bireylerin duygusal, sosyal ve ekonomik anlamda bundan etkilenmeleri sonucunda yaşanır.

     

TÜRK SOSYOLOJİSİ

 

            Türk sosyolojisinin gelişim dönemlerini belirleme uğraşları beraberinde bir takım zorlukları getirmektedir. Aslında zorluklar ve/veya sorunlar genel olarak Türk düşünce ve bilim tarihi ile ilgilidir.

Bugün yeryüzünde kendi kültür tarihini incelemede Türkiye kadar geç kalmış bir ülke yoktur. Dolayısıyla ilk zorluk ilgisizliktir. İlgisizlik bilgisizlik demektir, hem geçmiş hem de gelecek hakkında. Bunun dışında şu zorluklar sıralanabilir:

•          Alt yapıda yetersizlik: Burada alt yapıdan kasıt, gerekli arşiv ve kütüphane çalışmalarıdır.

•          Teknik çalışmaların yetersizliği: Teknik çalışmadan kasıt, eski eserlerimizin yeni araştırma tekniklerine göre okunabilir hale getirilmesidir.

            Buna bağlı olarak Türk sosyolojisi ya da Türkiye’de sosyoloji konularında da temel olarak aynı sorunlardan bahsedebilmek mümkündür.

            Tüm bu zorluklara ve/veya kısıtlılıklara rağmen, bugün bir Türk sosyoloji tarihinden söz edebilmek elbette mümkündür. Çünkü Türk sosyolojisi geçmişi itibariyle belli bir serüveni yaşamış ve Türk toplumunun dinamikleri içinde şekillenmiştir. Dolayısıyla sosyolojinin Türkiye’deki serüveni ile ilgili olarak diğer yapılmış ve yapılacak olan düzenlemelere ilave olarak aşağıdaki gibi bir düzenleme yapabilmek mümkün gözükmektedir.

 

            Sosyolojinin Türkiye’ye Gelişi

    

            Sosyolojinin Türkiye’ye gelişini 19.yy ile başlatmak genel bir eğilimdir. Ancak bu eğilim, daha önceki dönemlerde Türk düşünce hayatında sosyolojinin konularıyla ilgilenilmemiş olduğu varsayımını beraberinde getirmemelidir. Bu bağlamda bir folklorik safhadan söz etmek gerekir, fakat önceden sözü edilen zorluklara bağlı olarak net bir şekilde böyle bir safhanın betimlemesini yapabilmek zordur. Bu zorluklara rağmen Farabi (780-950), Kaşgarlı Mahmut (11.yy) ve Yusuf Has Hacip (11.yy) ilk Türk sosyologları arasında sayılabilir.

            Özellikle 16.yy ile birlikte dönemin sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel koşulları hakkında geniş bilgi sağlayan Siyasetnamecilik ve Vakanüviscilik de sosyolojik bilgi birikimimize katkıları ve sağladığı zemin açısından önemlidir.

            1900’lü yıllara geldiğimizde ise Türk sosyo-kültürel yapısına egemen olan üç farklı düşünce sisteminin varlığı göze çarpmaktadır: Bunlardan Türkçüler ve İslamcılar, Batı’dan yalnız bilimsel metod ve teknolojilerin alınmasını savunmuşlar, buna karşılık Batıcılar Batı’nın kültürüyle birlikte bütün olarak alınmasını savunmuşlardır.

            Bilindiği üzere birbirlerinden bazı temel noktalarda ayrılsalar bile, egemen düşünce sistemlerinin tümü Batılılaşma hedefini taşımaktadır. Tüm bu gelişmelere bağlı olarak genel batıcılaşma akımı içinde, batı düşünce öğe ve dalları Türkiye’ye ithal edilmeye başlanmış bu arada sosyoloji de yurdumuza girmiştir. Böylece teknik alanda başlayan batı bilim ve düşüncesinin Türkiye’de kökleşmesi toplum bilimleriyle de bütünleşmiştir.

            Bununla birlikte farklı sosyo-kültürel, ekonomik yapılara ve farklı sorunlara sahip olmalarına rağmen, Türkiye’de ve Avrupa’da sosyolojinin bir bilim dalı olarak kabul edilmesi aynı zamana, 19.yy’a rastlar. Fransa’dan sonra dünyada ikinci bağımsız sosyoloji kürsüsünün Türkiye’de kurulmuş olması çok önemli bir toplumsal olaydır. Türkiye’de ilk kez İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde 1916 yılında Ziya Gökalp tarafından İçtimaiyat Darülmasaisi adıyla sosyoloji resmen kurulmuştur. Ancak ilk sosyoloji dersleri 1913-1914’de verilmeye başlamıştır; 1924’de ise bütün liselerde ve öğretmen okullarında programa alınmıştır.

            Sosyolojinin Türkiye’deki etkinliği Ziya Gökalp örneğinde görüldüğü gibi belki önce sosyologlarımızın kişiliklerinden kaynaklanmıştır. Ziya Gökalp İttihat ve Terakki Fırkasının merkez komite üyesidir. İttihat ve Terakkiye karşı en şiddetli muhalefeti yönetenlerin başında bulunan Prens Sabahattin de sosyolojimizin öncüleri arasındadır. Görüldüğü üzere, bir yanda her alanda karşılaştığımız sorunların çözümü olarak Batı toplum kurumlarının benzerlerini Türkiye’de kurmak çabası, öte yanda bu kurumlaşmasına girişilen toplum kurumlarını bize en iyi bir biçimde tanıtmayı amaçlamış sosyoloji biliminin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu döneminde yurdumuza girmiş olması, önemini bir kat daha arttırmıştır. 

            Türk sosyolojisinin kuruluş yıllarında Fransız sosyolojisinin büyük etkisi görülmektedir. Ziya Gökalp Durkheim’ın, Prens Sabahattin de Le Play’ın etkisindedir. İki Fransız sosyloğunun etkisindeki Türk sosyolojisinin kurucuları aynı zamanda iki farklı siyasi anlayışı da sergilemektedirler. Türk sosyolojisi üzerinde Fransız etkisi günümüze kadar sürebilmiştir. Gerçi ikinci dünya savaşından bu yana Amerikan sosyolojisine duyulan ilgi artmıştır. Ancak yine de Türk sosyolojisindeki Amerikan etkisi başlangıçtaki Fransız etkisi ile karşılaştırılabilecek boyutlara hiçbir zaman ulaşmamıştır.

            1950’ye Kadar Olan Dönem

   

            1950 yılına kadar Türkiye’de sosyoloji bilimi açısından her ikisi de İstanbul Üniversitesi’nde profesör olan Hilmi Ziya Ülken ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun çalışmalarının büyük etkisini görmekteyiz. Hilmi Ziya Ülken, telif ve tercüme eserleriyle Türk sosyoloji literatürüne büyük katkıları söz konusu olmuştur. Özellikle eğitim ve yayınları yoluyla Türk sosyolojisinde önemli bir yeri işgal eden kişi de Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’dur.

            1950’ye kadar olan dönemin en belirgin özelliği sosyolojinin Türkiye’de kurumsal yapılanmasının temellerinin atıldığı dönem olmasıdır. Başlangıçta bağımsız bir kürsü olarak kuruluşmuş olmasına rağmen, bunu izleyen uygulamalar Avrupa’daki örnekleri gibi bazen felsefe bölümleri içinde sosyoloji kürsüleri biçiminde olmuştur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 1933-34’de İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü kurulmuş, 1936’da İşletme Fakültesine devredilmiş ve 1949 yılında da İçtimaiyat Enstitüsü olarak anılmaya başlamıştır. 1982’den sonra sosyoloji, iktisat fakültesinde bilim dalı yerine metodoloji ve sosyoloji araştırmaları merkezine dönüştürülmüştür. Öncülüğünü İstanbul Üniversitesi’nin çeşitli fakültelerinin yaptığı sosyoloji eğitimi, Ankara Üniversitesi DTCF izlemiştir. 1939-40 ilk sosyoloji dersleri felsefe bölümü içinde başlamış ve 1982’ye kadar böyle devam etmiştir.

            Sosyoloji 1924 yılından itibaren eski canlılığını kaybetmesine karşın, kurumsal açıdan gelişimini sürdürmüştür. Bu bağlamda 1940’lara kadar Nazi Almanya’sından kaçarak İstanbul Üniversitesine gelen Alman sosyologları ile Hilmi Ziya Ülken ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun sosyolojiye katkıları ile 1940’ların başında ise Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes’in Ankara Üniversitesinde oluşturdukları sosyoloji kürsüsü ülkemizdeki sosyoloji çalışmalarına önemli bir yere sahiptir.

            Görüldüğü üzere; Ziya Gökalp’ten devir alınan dönemde, sosyolojik yönü en ağır basan ve o çizgi içinde yapılacakların en iyisini yapan, politik toplumun belirleyicilerine rağmen özerk bir sosyoloji yaratmanın sancısını çeken kişi H.Z.Ülken’dir. Türk sosyolojisindeki diğer bir perde özellikle Z.F.Fındıkoğlu’nun gerek teori ve metodoloji gerek uygulamalı sosyoloji alanlarında bu gün bile örnek alınması gereken çalışmalarıyla açılır.

            Sosyoloji daha çok soyut ve felsefi nitelikleri ağır basan kimliğini 1940’lara gelindiğinde değiştirmeye başlamıştır. 1940’lar sosyolojisine damgasını vuran, ABD’de yetişmiş bir grup genç bilim adamının Ankara Üniversitesi DTCF’deki eğitim, araştırma ve yayın çabalarıdır. Bu sosyal bilimciler arasında Niyazi Berkes, Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu, Pertev Naili Boratav, Mediha Berkes bulunmaktadır.

 

            1950 – 1970 Arası Dönem

   

            1950’li yıllara gelindiğinde, öncelikle dış ve buna bağlı olarak iç siyasal konjonktürün etkisiyle, sosyoloji tam bir durgunluk dönemi yaşamıştır. Sosyolog ve aydınlarımız için bir durgunluk dönemi olan 1950’li yıllar ve bu yılların sonlarına doğru oluşan 27 Mayıs hareketinden sonra, sosyoloji ve Türk fikir hayatı 1960’larda büyük bir patlama dönemi yaşamıştır. Türk sosyolojisi 1960’lı yıllara kadar süren tarihinde aktarmacı, teorik ve felsefi eğilimlerini bu dönemde terk ederek bir uçtan bir başka uca geçilmiş ve amaçsız alan araştırmaları içersinde sıklığı ve çeşitliliği hakim duruma gelmiştir.

            Bu arada, 1967’de Şerif Mardin’in köy sosyal yapısına yönelik çalışmalarıyla birlikte, sosyoloji tarihimize ilk kez Amerikan görüş açısı girmiştir.

            1960’lı yıllarda ampirik araştırmalar yeni bir ivme kazanmıştır. Bunda iç ve dış çevrenin etkisi olmuştur. Örn; DPT’nin kurulması ve toplumu yönlendirmede gereksinim duyulan bilgilerin toplanması, sosyolojinin toplumda önemli bir yeri olduğunun kavranmasında önemli rol oynamıştır. ODTÜ ve Hacettepe üniversitesinde Nüfus Etütleri Enstitüsü kurulmuş ve ABD de eğitim görmüş bir çok sosyolog ve sosyal bilimci 1960 ve 1970’lerde pek çok alan araştırması yapmışlardır (Kasapoğlu 1991:33).

            Sonuç olarak diyebiliriz ki; bu dönem, Türk sosyolojisinde metodolojiye yönelik değerlendirmelerin ağırlık kazandığı bir dönemdir.

 

            1970 –1980 Arası Dönem

   

            1970-1980 arası dönemde Türk düşünce hayatında ve sosyolojideki uygulamalar genellikle ideolojik tercihlere yönelik idi. Eğer kullanılan yöntem ideolojiyi destekliyorsa bilimsel olarak nitelenmekteydi. Bu dönemde Marksist sosyoloji anlayışının Türk sosyolojisinde derin etkilere sahip düşünce modeli olarak kabul gördüğünü görmekteyiz.

            1970-1980 arası dönemde Türk sosyolojisi, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve sosyal koşullardan etkilenerek şekillenmiş ve daha sonraki dönemlerde sosyolojinin üniversite derslerine sıkışıp kalmasıyla sonuçlanacak bir durgunluğa girmiştir.

1980’lere gelindiğinde sosyolojide yapısal ve siyasal bazı değişiklikler görülmektedir. Türkiye’de sosyoloji bu dönemde öncelikle dış ve buna bağlı olarak iç siyasal yapı ile yakından bağıntılıdır.

 

 

TOPLUMSAL FARKLILAŞMA VE TOPLUMSAL TABAKALAŞMA

 

            Toplumsal farklılaşma; bir toplumdaki bireylerin farklı toplumsal rollerini ifade eder. Toplumda bireylerin ayırt edici rolleri ve bu rollerin belli işlevleri vardır. Yani toplumdaki bireysel farklılıklar temelinde ortaya çıkan rol ve işlev farklılaşması toplumsal farklılaşma kavramını ifade eder.

            Toplumsal tabakalaşma; özel bir toplumsal farklılaşma tipidir. Yani toplum içinde aynı yada benzer statüde olanların bir arada bulundukları yer bir toplumsal tabakayı oluşturur. Bu tabakalar belli bir sıralanma veya hiyerarşi içine girerek toplumsal tabakalaşmayı oluştururlar.

            Genel olarak baktığımızda, farklılaşma ve tabakalaşma arasındaki ilişkinin üç yönlü olduğunu söyleyebiliriz:

            Bunlardan ilki; yukarıda da ifade edildiği gibi, her iki kavramda da toplumlar içsel olarak segmentlere yada birimlere bölünmüş oldukları anlayışı vardır.

            İkincisi; her iki kavram da klasik sosyologların merkezi ilgilerini oluşturur.

            Üçüncüsü ise; her iki kavram da kapitalist, endüstriyel veya demokratik devrim olarak bilinen köklü sosyal değişmeyi açıklama yada tanımlama yoludur. 

            Bununla birlikte; farklılaşma, fonksiyonalist geleneğe özgü özellikte iken, tabakalaşma, hemen hemen tüm teorik gelenekler içinde ilgilenilen temel konulardan biridir. Özellikle güç ve yapı üzerine odaklanan teorisyenler için özel bir ilgi alanıdır.

 

            Farklılaşma ve Tabakalaşma Teorilerinin Temel Karakteristikleri

            Farklılaşma ve tabakalaşma teorileri, modern sosyoloji teorilerinin hemen hemen tümünde bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte farklılaşma ve tabakalaşma teorileri, sosyoloji disiplininin kendisi kadar eskidir.

           

            Tabakalaşma

            Tabakalaşma teriminin birinin diğerini içine aldığı iki anlamı vardır. En genel anlamıyla; daha çok jeolojik katmanlar gibi sıralanmış az yada çok sürekli bir hiyerarşi içinde düzenlenmiş tabakalar şeklinde düşünülen toplumlardaki bir eşitsizlik sistemi ile ilgilidir. Özel ve spesifik anlamda ise; tabakalaşma sadece statü temelli sistemler ve bir tabakalaşma sisteminden farklı bir şey olarak sınıf üzerine yoğunlaşarak ele alınmasıdır. Böylelikle tabakalaşma sınırlanır yada belli bir şekilde kapsamı daraltılır.

            Tabakalaşma teorileri genellikle güç ve yapı üzerine odaklanan sosyologlar tarafından ele alınır. Cinsiyet, ırksal, etnik eşitsizlikler, statüler, ilişki grupları ve sınıflar olarak bilinen bağımsız fenomenleri tanımlama ve açıklamasını yapar.

            Tabakalaşma teorilerinin temel karakterisitkleri şunlardır:

              Farklılaşma

            Farklılaşma teorilerinin en temelde kabulü, farklılaşmanın fonksiyonel bir dizi içinde olduğu yönündedir.

            Farklılaşma teorilerinin temel karakteristikleri şunlardır:

  

 

TOPLUM 

            Toplumu kendini oluşturan kişiler açısından; sosyal gereksinimlerini karşılamak için etkileşen ve ortak bir kültürü paylaşan çok sayıdaki insanın oluşturduğu bir birliktelik olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımlama toplumu gruplardan ayırmaktadır; grup toplumun sadece bir parçasıdır ve bir toplumun ortak kültürü bir tek kişinin ya da bir grubun kültüründen daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu akıl yürütme neticesinde grubun kişilerden toplumun da gruplardan oluştuğunu söylemek mümkündür. İnsanlar temel grupları oluşturan tüm birincil ve ikincil birliklere sosyal rollerini oynayarak katılırlar, böylelikle de toplum ortak bir kültürü paylaşan ve bir birim olarak görülen, karşılıklı bağlantılı temel grupların bir ağı olarak tanımlanabilir.

Toplumun Özellikleri

            Toplumun daha geniş bir tanımını yapabilmek için şu öğeleri dikkate almak gerekir:

 

Bu özelliklerden yola çıkarak toplum; ortak bir mekanda birlikte yaşayan, temel sosyal gereksinimlerini tatmin etmek için çeşitli gruplar içinde işbirliği yapan, ortak bir kültüre bağlı olan ve belli bir sosyal birim olarak işlevde bulunan kişilerin örgütlenmiş işbirliğidir.  

 

Toplumun İşlevleri

Genel İşlevler

 Özsel İşlevler

Toplum Sınıflamaları

Başat Gruba Göre Sınıflama

            Tarihsel olarak bu tipoloji dört ana kategoriye ayrılmıştır;

 

Burada bir temel grup ve kurumun diğerleri üzerindeki göreli başatlığı ve önceliği üzerinde durulmuştur. Tümüyle ekonomik, ailesel, dini veya siyasi toplum olmayacağı gibi, toplumun bu temel gruplardan herhangi bir tarafından yönetilmesi durumu da olanak dışıdır.

 

Basit ve Birliksel Toplumlar

 

            Aşağıdaki özellikler basit tip toplumların özelliklerini karakterize etmektedir, bu özelliklerin karşıtları ise karmaşık ve birliksel ip toplumların karakteristiklerini yansıtmaktadır:

 

BİLİM NEDİR?

Gözlem ve deneye dayalı, akıl yürüte yoluyla önce dünyaya ait olguları, sonra bu olguları birbirine bağlayan kanunları (yasaları) bulma çabasıdır.

Bilimsel faaliyetin amacı:

İncelenen konudaki olguları tanımlamak, olgular arasında nedensellik ilişkileri kurmak ve bunları genelleştirip, kuramlar içinde toplayarak kanunlara ulaşmaktır.

Bilimsel araştırma süreci en genel anlamda:

1.Gözleme dayanarak konusunu oluşturan olay ve nesneleri (olguları) kavramak, tanımlamak ve sınıflandırmak üzere çözümleyerek betimlemeyi,

2.Olgular arasında nedensellik ilişkileri kurmak ve bu ilişkileri gözlem yoluyla sınayıp gerçekleyerek açıklamak

3.Çeşitli düzeylerde gerçeklenmiş ilişkileri genellikler, yasalar, kuramlar biçiminde dile getirip, bunlardan hareketle olguların gidişi ve gelecekte alacağı biçimlere ilişkin öndeyide bulunmayı,

içermektedir.

 

Bilimsel Metod, Veri, Teori, Açıklama ve Betimleme

Bilimsel metot, veriler ve teori olmak iki temel bölümden oluşmaktadır ve bilimsel araştırmanın amacı veriler üzerinde “açıklayıcı” teoriler inşa edilmesine dayanmaktadır. Bu anlamda amaç verilerin açıklanmasıdır (Punch 1998;15).

Bilimsel Araştırmanın iki temel bölümü:

-VERİLER

-TEORİLER

Bilimsel araştırmalarda ANLAMANIN iki farklı düzeyi:

-BETİMLEME

-AÇIKLAMA

Açıklama ve betimleme anlamanın iki farklı düzeyini oluşturmaktadırlar.

Betimleme karmaşık şeylerin anlaşılabilir hale getirilmesi ile ilgilidir. Betimleme “ne olduğunun”, “sürecin nasıl olduğunun”, durum, kişi ya da olayların “ne” olduklarının bir resminin çizilmesini içerir.

Açıklama ise, “ne olduğunun”, “sürecin nasıl olduğunun”, durum, kişi ya da olayların “ne” olduklarının “nedenlerinin” ortaya konulmasıdır.

Bu anlamda açıklama ve betimlemenin her ikisi de karmaşık şeylerin anlaşılabilir hale getirilmesi ile ilgilidirler ancak farklı düzeylerdeki anlaşılabilir kılma faaliyetlerine karşılık gelmektedirler.

Açıklamadan betimleyebilir ancak betimlemeden açıklayamayız. Bu nedenle açıklama, betimlemeden daha da ileriye gitmektedir. Bu iki kavramın aralarındaki farklılığın gösterilmesindeki iyi bir yol, betimlemenin “NE” ve “NASIL” olduğu, buna karşın açıklamanın “NEDEN” “olduğu üzerine, anlaşılabilir kılma faaliyetleri oldukları şeklinde ifade edilebilir (Punch 1998).

Bilim olgulardan hareketle bu olgular hakkında kavramlara, yasalara, hipotezlere, kuramlara ulaşmak isteyen bir etkinlik olarak da tanımlanabilir (Özlem 1996:52).

Bilimin bu çerçevede ilk basamağını betimleme; yani nesne ve olguların saptanması, kaydedilmesi etkinliğidir. Betimleme süreci; gözlem, deney, sayma, ölçme, analiz, sınıflandırma gibi bir dizi işlemin gerçekleştirildiği bir basamaktır. Dış dünyadan elde ettiğimiz izlenimler bu halleriyle bir kaotik yığın halindedirler ve bu kaotik yığın içinden benzerlik ve tekrar gösterenleri ayırt etmeye başladığımız andan itibaren “gözlem” yapıyoruz demektir.  Betimleme, nesnelerin “ne” ve olguların “nasıl” olduklarının bir dizi mantıksal (analiz, tanımlama, sınıflandırma) ve matematiksel (sayma, ölçme) işlemle ifade etme etkinliğidir.

Bilim eğer sadece bir betimleme etkinliği olsaydı, bize ancak nesne ve olguları saptama olanağı sunabilirdi. Açıklama en kısa yoldan “neden” sorusuna” yanıt verme işlemidir.

Boşluğa bırakılan cisimlerin düştükleri gözlemi bizlere empirik bir genelleme (betimsel):

“boşluğa bırakılan cisimler düşer”  sağlayabilir.

Ancak bu türden bir empirik genelleme;

 “boşluğa bırakılan cisimlerin neden düştükleri?” konusunda bizlere şey söylemezler. Bu tür soruların yanıtlarını ancak nedensel açıklamalar sağlayabilir.

Yerçekimi yasasının, boşluğa bırakılan cisimlerin düşmesinin nedeni olduğu konusundaki bir açıklama, empirik/gözleme bağlı olarak geliştirilen bir empirik yasanın, kuramsal bir yasa ile açıklanması anlamına gelmektedir.

 

BİLİMDE PARADİGMALAR

PARADİGMA: Belirli bir bilim çevresine, model sağlayan; örnek soru ve çözümler üreten kavramsal çerçeveler, görüş ve düşünceler sistemidir.

Sosyal bilimler 20. yüzyılın başlarında gelişmeye başladıklarında kendilerini fen bilimlerinin Pozitivist/akılcı paradigması içinde bulmuşlar ve bu paradigma içinde yetişen sosyal bilimciler, fen bilimlerinin ilke ve yöntemlerini kullanarak; insan, toplum ve kültürleri araştırmaya başlamışlardır. Bu süreçte istatistikten yararlanmışlar ve bilimsel olabilmek için, tıpkı doğa bilimlerindeki gibi sosyal ve insana ait olguları bağımlı ve bağımsız değişken olarak nitelendirmişler.

Pozitivizm ötesi paradigmalar ise insana, kültüre ve toplumsal olana ilişkin olarak ve hatta doğa bilimleri için dahi, olayların bağımlı ve bağımsız olarak ikiye ayrılmalarının mümkün olmadığını, “her şeyin” bir diğerinin içinde ve birbirleriyle ilintili olduğunu ileri sürmüşlerdir.

“Bilginin örgütlenmesinde ve sunulmasında tek, en doğru bir biçim yoktur” düşüncesinden yola çıkarak, sosyal bilimler artık yavaş yavaş doğa bilimlerinin kavramları ve yöntemleri yanında, kendi doğalarına uygun olarak kavramlar ve araştırma yöntemleri bulmaya başlamışlardır. Sosyal bilimciler gittikçe artan bir şekilde nitel çalışmalara yönelmekte ve bu süreçte “nesnellik” ten çok “perspektifi” ön plana çıkarmaya başlamışlardır. Sosyal bilimlerdeki araştırmalarda çalışılan olay ve olgular kendi ortamları içinde incelenmekte ve araştırmacı bu olay ve olguları ayrıntılı bir biçimde ve derinlemesine açıklamaya ve yorumlamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım temelde “sosyal bilimlerde olay ve olgulara ilişkin tek bir gerçekliğin ya da tek bir doğrunun olmadığı, “Çoklu gerçekliklerin” olduğu sayıtlısından kaynaklanmaktadır. Olay ve olgulara ilişkin katı kurallar ve genellemeler oluşturulamayacağı, ancak ortama göre çeşitlilik gösteren betimlemeler ortaya konulabileceği ise bu yaklaşımın bir başka özelliğidir. (Yıldırım, şimşek 2000:10).

 

POZİTİVİST /AKILCI PARADİGMA

POZİTİVİZM ÖTESİ/YORUMLAMACI PARADİGMA

1. Gerçeklik basittir: evren etkileşimsiz, kendi içinde tek düze, farklı ve kendine özgü sistemlerin bir toplamıdır. “Bir şey parçalarının toplamıdır”

1. Gerçeklik karmaşıktır. Değişkenlik, çeşitlilik ve karşılıklı etkileşim bütün sistem ve olguların doğal özelliğidir. Her sistem kendine özgü özellikler geliştirir.

2. Hiyerarşi düzenin ilkesidir

2.Heterarşi düzendir. Sistemler, hiyerarşik ve piramitsel değil, aksine önceden kestirilemez karşılıklı sınırlılık, etkileşim ve hareketlerle belirlenen hetararşik düzelerdir.

3. Evren mekaniktir: Evren saat gibi çalışan mekanik bir obje ya da bir makine gibi düşünülür. Enerjisi bitinceye kadar belli bir düzende devinimini sürdürür.

3. Evren holografiktir: evren, bileşenlerinin ayrıştırılıp tekrar tersi bir süreçle yerlerine yerleştirilebilecekleri şeklinde mekanik bir biçimde anlaşılamaz. “Her şey” birbirini ile ilintilidir, her parça bütünün bilgisini taşır.

4. Gelecek ve yön belirlidir: eğer evren saat ya da makine gibi çalışan bir olgu ise, evrenin geleceği, en kesin biçimiyle, önceden kestirilebilir. Gerekli matematiksel modellerin oluşturulması ve yeterli hesaplama gücü ile herhangi bir sistemin davranışı kesinlikle önceden kestirilebilir.

4. Gelecek ve yön belirsizdir. Olasılıklar bilinebilir, ancak kesin sonuçlar kestirilemez. Geleceğin belirsizliği doğanın koşuludur.

5.Nedensellik ilişkisi: Newtoncu evrende parçalar arasında nedensellik ilişkisini biliyorsak bu ilişkinin sonuçlarını da açıklamak mümkündür.

5.İlişkiler doğrusal değildir ve karşılıklı nedensellik vardır. A, B`ye neden olmak yerine A ve B karşılıklı olarak etkileşerek birlikte evrimleşir ve değişir.

6. Değişim niceliksel ve birikim şeklindedir: Sistemler birikim yoluyla gelişirler, yani değişim siteme yeni bir parça ya da boyut ekler. Niteliksel veya sıçramalı değişim çok seyrektir.

6.Değişim morfogenetiktir: Düzen düzensizlikten doğabilir, sistemler nicel değişimlerden çok nitel değişimi yansıtacak şekilde çeşitlilik, açıklık, karmaşıklık, karşılıklı nedensellik ve bilirsizlik gösterebilirler.

7. Nesnellik zorunluluktur: bilme akıl yoluyla anlama ile olasıdır, ve bu süreçte, gözlemci ve gözlenen kesin sınırlarla birbirlerinden ayrılmışlardır

7. Gözlemci belirli bir perspektife sahip gözlemcidir. Gözlemci, gözlemlenenden soyutlanmış ve uzak değildir. Nesnellik diye bir şey yoktur, fakat perspektif vardır.

 

Pozitivist ve Pozitivizm Ötesi Paradigmaların Temel Farklılıkları

 

Pozitivist/akılcı Paradigma

(Pozitivist, akılcı, modern, görgül, yapısalcı, Newtoncu)

Pozitivizm ötesi/Yorumlamacı Paradigma

(Pozitivizm ötesi, post yapısalcı, post modernist, post empirik, post işlevselci, yorumlamacı)

*Mekanik dünya görüşü

*Holografik dünya görüşü

*Önceden kestirelebilirlik

*Önceden kestirelemezlik

*Genellenebilirlik

*Genellenemezlik

*Evrensellik

*Özne merkezli

*Nesnel gerçeklik

*Öznel gerçeklik

*Büyük söylemler, büyük kuramlar, tek doğru

*Çoklu gerçeklik

*Mükemmel bilgi

*Eksik (parçasal) bilgi

*Nesnelleştirme

*Görüş açısı (perspektif)

*İndirgeme

Bütünsellik (holistic)

*Ölçme

*Katılım (yorulama)

*Nicelleştirme

*Nitelleştirme

*Evrensel yasalar

*Duruma özgü bulgular

*Değer-katıksız (value free) sonuçlar

*Değer katıklı (value laden) sonuçlar

*Deneysel süreçler

*Katılım temelli süreçler

*Bilgi keşfedilir, ortaya çıkarılır

*Bilgi yorumlanır ve oluşturulur

 

 

NİTEL VE NİCEL ARAŞTIRMA STRATEJİLERİ ARASINDAKİ FARKLILIKLAR

 

NİCEL ARAŞTIRMA

NİTEL ARAŞTIRMA

VARSAYIM

►Gerçeklik nesneldir

►Asıl olan yöntemdir

►Değişkenler kesin sınırlarıyla saptanabilir ve bu değişkenler arasındaki ilişkiler ölçülebilir

►araştırmacı olay ve olgulara dışarıdan bakar, nesnel bir tavır geliştirir

 

►Gerçeklik oluşturulur

►Asıl olan çalışılan durumdur

►Değişkenler karmaşık ve iç içe geçmiştir ve bunlar arasındaki ilişkileri ölçmek zordur

►Araştırmacı olay ve olguları yakından izler, katılımcı bir tavır geliştirir

AMAÇ

►Genelleme

►Tahmin

►Nedensellik ilişkisini açıklama

►Derinlemesine betimleme

►Yorumlama

►Aktörlerin perspektiflerini anlama

YAKLAŞIM

►Kuram ve hipotez ile başlar

►Deney, manipülasyon ve kontrol

►Standardize edilmiş veri toplama araçları kulamla

►Parçaların analizi

►Uzlaşma ve norm arayışı

►Verinin sayısal göstergelere idirgenmesi (nicelleştirme)

►Kuram ve denence ile son bulur

►Kendi bütünlüğü içinde ve doğal

►Araştırmacının kendisinin veri toplama aracı olması

►Örüntülerin (pattern) ortaya çıkarılması

►Çokluluk ve farklılık arayışı

►Verinin bütün derinlik ve zenginliği içinde betimlenmesi

ARAŞTIRMACININ ROLÜ

►Olay ve olguların dışında, yansız ve nesnel

►Olay ve olgulara dahil, öznel perspektifi olan ve empatik

(Yıldırım ve Şimşek 1999:30-47).

 

DAVRANIŞ ÖRÜNTÜLERİ

Örüntü kavramı, bir model veya rehber olacak şekilde biçimlenme durumuna karşılık gelmektedir. Davranış örüntüsü, aynı davranışta bulunan insanların sürekli yinelemeler yoluyla formlaşmış davranışları anlamına gelmektedir. Bir toplumdaki çok sayıda kişi uzun süre boyunca aynı şeyi aynı biçimde yaparlarsa, orada nomotetik bir sosyal alışkanlık meydana gelir.

Toplam kültürü oluşturan davranış örüntüleri sayılamayacak kadar çoktur, insanlar davranışları aynı tarzda yapmayı sürdürürler çünkü davranışların yapılma biçiminin böyle olması gerektiğini öğrenmişlerdir. Davranış örüntüsü, insanlar arasında düzenli olarak yinelenen hareket ve düşünmedeki ve uygulamadaki bir biçimlilik olarak tanımlanabilir.

Bu noktada tek tek bireylerin düşünce ve duygularıyla ilgilenilmesi söz konusu değildir, sık sık ve geniş ölçüde paylaşılan düşünme tarzlarına odaklanılır.

Davranış örüntüsü incelemesinde dört temek kriter söz konusudur. Bunlar;

 

Temel Örüntü Tipleri

Sosyal bilimlerde örüntüler konusunda pratik amaçlarla üç genel kategori belirlenmiştir. Bunlar töre, folkway (halk yordamı) ve görenektir. Bu üç kategoriyi birbirinden net ve kesin çizgilerle ayırabilmek, söz konusu kategoriler içindeki çeşitlenmeler sebebiyle mümkün gözükmemektedir.

Töreler; genellikle bir toplumun zorunlu davranışları olarak tanımlanır. Kişiler bazı temel ve önemli örüntüleri öyle yapmak zorunda olduklarını düşünerek yerine getirirler, bunların toplumun refahı için çok önemli oldukları kabul edilir. Yürürlükteki töreler sosyal inançlar, ideolojiler ve özdeğerlerle birlikte bulunurlar.

Folkways; geniş ölçüde uygulanan davranış örüntüleridir. Törelerden daha az zorunludurlar, “yapılacak şey” olarak görülürler. Folkwayler büyük ölçüde istenen kültürel örüntülerdir, fakat uygulamaları için katı, keskin kurallar bulunmaz.

Görenekler; sosyal davranış örüntülerinin en az zorlayıcı olanlarıdır. Göreneklerin çoğu bir toplumda geçerli olan çeşitli uzlaşmaların çevresinde toplanırlar. Görenekler uygun ve yaraşır davranış tarzlarıdır, alışkanlıklara dayalıdır ama zorlayıcı değildir.

 

ROL

Davranış örüntüleri hem açı hem de gizli, yinelenen, tek biçimli sosyal hareketlerdir. Bir dizi birbiriyle ilişkili davranış örüntüsü bir sosyal işlev çerçevesinde kümelendiğinde ortaya çıkan bileşim sosyal rol olarak adlandırılır.

Sosyal statü sosyal yapıdaki kişi, sınıf veya kategorinin pozisyonunu göstermektedir. Sosyal statü toplumda geçerli sosyal değer ölçütlerinin kullanılmasıyla ulaşılan bir inşa, bir değerlendirmedir. Sosyal statü, başkalarıyla karşılaştırıldığında kişinin sosyal yerinin neresi olduğunu gösterir. Oysa sosyal rol, kişinin ne yaptığıyla ilgilidir. Rol, bireyin sosyal devinimleriyle ilgili işlevsel ve dinamik bir kavramdır. Diğerlerinin kişiye yüklediği bir değerlendirme değildir.

Toplumdaki bireyler atfedilme ya da başarma yoluyla sosyal statüler elde ederler, ancak bu yollarla rol elde edilmez. Bu anlamda rol ve statü kavramlarının karıştırılmasını önlemek için, bir sosyal rol için hazırlanma ile bir sosyal rol içinde başarılı olmayı birbirinden ayırt etmek gereklidir. Örneğin; toplumda ilkokul öğretmenliği rolünün örgütlenmiş tarzda bulunması, öğretmen olmak isteyen bireyin bu rol için hazırlanmasını da olanaklı kılar. Ama bütün bu hazırlık rollerindeki başarı, öğretmenlik rolünde de başarılı olunacağı anlamına gelmez.

 

Rol Sınıflamaları

Roller çeşitli açılardan sınıflandırılabilirler. Her toplumda belirli temel grupların bulunması ev bireyleri bu temel gruplar yoluyla sosyal gereksinmelerini karşılayabilmesi ve bireyler bu temel gruplara katılma durumunda olmaları durumu, bu grupların her biriyle ilişkili rollerin de olması durumunu ortaya koymaktadır.

Bu temel gruplara bağlı sınıflama, temel sosyal roller ve altroller arası bir farklılığa dayanmaktadır. Örneğin temel eğitim rolü içindeki bir birey öğretmen, öğrenci, müdür, dekan altrollerinden birini oynayabilir. Aynı şekilde siyaset rolü içinde kişi oy veren, vergi ödeyen, seçilen veya atanan altrollerinden birini oynayabilir.

Anahtar Rol; Kişinin anahtar statüsü gibi anahtar rolü de kültürdeki başat kuruma göre ölçülebilir. Zaman, ilgi ve enerjisinin çoğunu alan ve toplumun en yüksek değerlerini içeren grup ekonomik grup ise anahtar rol de ekonomik roldür. Buna göre kişinin “ne yaptığı” sorulduğunda kastedilen kişinin mesleği veya ekonomik rolüdür.

Herhangi bir toplumda en yüksekte değerlendirilen rol, kişinin mesleği olsa bile somut durumlarda bunun dışında olan örneklerle de karşılaşabiliriz. Örneğin; evli bir erkeğin anahtar rolü ekonomik iken, çocuğunun eğitimsel, eşinin de ailesel olabilir.

 

SOSYAL STATÜ

Sosyal statü en basit tanımlamasıyla bireyin sosyal yapıda işgal ettiği yerdir.

Herkes sosyal statüye sahiptir, bu anlamda bireyin toplumda sosyal statü kazanımı konusunda iki ana yoldan söz edilebilir. Bunlar; Atfedilen (verilmiş) statü ve Başarılan (kazanılmış) statü’dür.

Atfedilen Statü; toplumun bireye uyguladığı değerlendirme ölçütlerinin varlığına işaret eder. Burada bireyin kendi statüsü üzerinde yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bunun en açık örneği soy ölçütüdür, kişinin bir İtalyan ya da İrlandalı ailede, zengin ya da yoksul doğmasında, siyah veya beyaz ırkta doğmasında hiçbir seçimi yoktur. Bireyin kontrolü dışında olan bu özellikler atfedilen statü içinde ele alınır (Fichter 1994:31).

Başarılan statü ise; bireyin sosyal açıdan değerlendirilen çabalarının sonuçlarına işaret eder. Bu noktada kişinin sosyal statüye otomatik olarak oturtulmuş pasif bir alıcı olmadığı ortaya çıkar, birey kendi davranışları ile statüsünü yükseltir veya azaltır (Fichter 1994:31).

Sosyal statü ile ilgili önemli bir nokta da, bazı bireylerin yeni bir statüyü gönüllü olarak seçebilecekleridir. Burada bireyin belirli statülere ilişkin önceden belirlenmiş sayıtlıları etkili olur. Örneğin kişi meslek olarak marangozluk yerine hukukçu olmayı seçebilir, bekarlığı veya evliliği seçebilir, evlenince anne-baba olmayı seçebilir, bir derneğe üyeliği seçebilir. Tüm bunlar söz konusu statülere ilişkin kişinin gönüllü seçimini etkileyen sayıtlılardır. Ancak daha önemli olarak; bu statülerin her birine ilişkin rollerin oynanması bir hazırlık dönemi gerektirir ve bu anlamda da kişinin statüye ilişkin sayıtlılarından çok o statüdeki başarıları daha etkilidir.

Bu doğrultuda sosyal statü, kişinin ne yaptığına veya ne olduğuna veya ne olduğu hakkındaki kendinin ne düşündüğüne değil, toplumdaki insanların o kişinin ne olduğunu düşündüklerine işaret etmektedir.

Anahtar Statü; Kişi ne denli çok sayıda gruba katılırsa o denli çok statüye sahip olur, ama her birey yine de temel bir statüye sahiptir. Bu temel statü “anahtar statü”dür. Anahtar statünün belirleyicileri sadece  bireyin başardığı ve üstlendiği statüye dayanmaz, aynı zamanda toplumda geçerli olan değerlere de dayanır. Örneğin; ekonomik değerlerin ve kurumların yüksek prestij taşıdığı bir toplumda kişinin mesleği genellikle onun anahtar statüsüdür.

 

KATEGORİLER VE YIĞINLAR

Sosyal kategorilerin tanımlanmasında en önemli nokta kişilerin bir takım ortak özellikleri paylaşmakta olmalarının saptanmasıdır. Kategoriler örgütlenmiş birlikteliklerden farklıdır, fakat kategorileri sahip oldukları ortak özellikler nedeniyle sosyal birim olarak inceleyebiliriz. Okul öncesi çocuklar, evli kadınlar, tarım işçileri birer kategori örneğidirler.

Kategorileştirme sosyal bilimci için ancak ikinci derecede rol oynayan özelliklerin incelenmesinde yararlıdır.

 

Kategori Ölçütleri

Bileşik benzerliklere dayalı en önemli sosyal kategori örnekleri şunlardır;

Sosyal Azınlıklar; Azınlıklar normalden, ortalamadan, beklenenden “aşağıda” değerlendirilirler. Azınlık derken kastedilen sayısal azınlıktır. Bu nedenle hemen her kategori bir azınlıktır.

Azınlık kategorisinin ana tipleri başka bir yerde doğmuş olma, ırk ve din temelinde kaşımıza çıkmaktadır.

Sosyal Sınıflar; Sosyal statüye ilişkin bileşik ölçütlerin en açık örneği sosyal sınıflardır. Sosyal sınıflar, kişiler arasında geçerli olan değer yargılarına dayalı bir sosyal kategori olmanın dışında nesnel olarak incelenemezler.

Sınıf, çeşitli açılardan benzer özellikleri paylaştıkları için bir sosyal birim olarak kategorize edilmiş ve belirli bir tabakaya yerleştirilmiş kişilerden oluşur.

Kamuoyu; Kamuoyu, sosyal sınıf ve azınlık gibi ortak kişisel özelliklere sahip bir sosyal birimdir.  Aynı zamanda kamuoyu fiziki yakınlıkla belirlenen yığından ayrı bir sosyal birimdir.

İşçiler veya proleterler de aslında bir sınıf kategorisi değil birer kamuoyudurlar, polisiye veya bilim kurgu okuyucuları, spor kulüpleri taraftarları, artistler vb. aslında bir kamuoyu oluştururlar. 

 

YIĞIN

Gerek kategoriler gerek yığınlar “birlikte” olan kişileri işaret ederler. Ayrıldıkları nokta, birlikte oluş tarzlarındaki farklılıklardan kaynaklanır. Sosyal yığındaki birliktelik oldukça zayıftır. Sosyal yığınların sınırları genellikle keyfi bir biçimde çizilir.

Sosyal yığının eksiksiz bir tanımını yapmak için şu öğeleri göz önünde tutmak gerekir;

 

Terminolojik güçlüklerin üstesinden gelebilmek için girişilen çabalardan biri sosyal yığınları kalabalık, mob, izleyici, gösterici, oturan ve işlevsek yığınlar olarak sınıflamaktır. Bu terimlerin işaret ettiği kavram ve olgular şu çok önemli iki öğeye sahiptirler: İçindeki kişiler fiziki bir mekanda bulunurlar ve kişiler arasında en alt düzeyde bir ilişki ve etkileşim vardır.

Kalabalık; göreli olarak etkileşim içinde olmayan kişilerin oluşturduğu bir yığındır. Kalabalıktaki kişiler ne eşgüdümlenmiştir ne de ortaklaşa bir işlevi yerine getirmektedirler. Sadece fiziki bir mekanı işgal etmektedirler. Ama kalabalıktaki kişiler yine de amaçsız ve şaşkın değildirler. Kalabalık barışçıldır ve heyecan göstermez, şekilsizdir, sadece dıştan bakan kişide bir birim olduğu izlenimini uyandırır.

Mob; hem içsel hem de dışsal kontrolden uzak yığınlardır, düzensiz, kısa ömürlü ve çok sayıda bireyi içeren bir sosyal birimdir. Mobdaki kişiler yoğun bir duygu seline kapılmış gibidirler. Mob terimi genellikle kötü anlamda kullanılır; antisosyal ve savaşmaya hazır bir sosyal birime işaret eder. Bu anlamda mobu oluşturan kişiler bir protesto ortaya koyarlar.  Moblar söylentiler tarafından beslenir ve “kitle liderlerince” kışkırtılırlar. Mob içindeki bireyler arasında etkileşim en alt düzeydedir, fakat hareketin lideri ile izleyiciler arasında yoğun bir ilişki vardır. Kalabalık ile mob arasındaki en önemli fark da buradan kaynaklanır.

İzleyici;  çeşitli gösterileri izleme, dinleme amacıyla bir araya gelen kişilerin oluşturduğu bir sosyal yığındır. İzleyici, sadece sınırlı bir mekanda bulunan birliktelikleri gösterir. İzleyici aktif bir gösterici olmamasından dolayı mobdan farklıdır. İzleyici; dinleyici veya gözleyicidir. Kalabalıktan farkları daha uzun süreli olmaları ve dikkatlerini daha yakın bir nesneye odaklaştırmalarından ileri gelir.

Gösteri; gösterideki kişiler belirli fikir, inanç, eylem veya kişileri tanıtma amacıyla biraraya gelirler. Gösteriyi oluşturanlar sade birer gözleyici veya dinleyici değil fakat başkalarıyla birlikte birtakım ortaklaşa davranışlara fiilen katılan kişilerdir. Gösteri genellikle örgütlüdür, fakat bu örgütlenme oldukça gevşek dokuludur ve çok az da olsa bir ön planlamaya dayanır.

Oturan Yığınlar; bir kentte yaşayan kişilerin oluşturduğu yığınlardır. Oturan yığınlar birbirlerine yabancıdırlar, birbirleri ile hiçbir temas, etkileşim kurmazlar, örgütlenmemiştir. Oturan yığınlar daha çok apartmanlarda, otellerde vs. karşımıza çıkarlar.

İşlevsel Yığınlar; yaşadıkları mekanın sınırları oldukça belirsiz bir biçimde çizilmiş kişilerin oluşturduğu yığınlardır. Örneğin; polis mıntıkaları, okul alanları, posta bölgeleri belirli işlevsel amaçlara en uygun düşecek biçimde düzenlenmiştir. Bu mekanlarda yerine getirilen işlevlerin özelliği dolayısıyla da, işlevsel yığınlar oturan yığınlardan ayırdedilebilirler.     

 

GRUPLAR

Grup içindeki insanlar birbirleriyle ilişki kurarlar, aralarında etkileşim örüntüleri oluştururlar. Grup kısaca “karşılıklı ilişkide bulunan insanlar” olarak tanımlanır (Fichter 1994:52).

Grup teriminin açıklaması şu anlamlara işaret etmelidir;

 

Buradan yola çıkarak şöyle bir grup tanımı yapılabilir: Grup, ortak sosyal hedefleri izleyen, sosyal normlar, ilgiler ve değerlere göre karşılıklı roller oynayan sosyal kişilerin tanınabilir, yapılaşmış, sürekli birlikteliğidir.

 

Grup Sınıflamaları

Sosyal gruplar son derece karmaşık ve çeşitlidir. Bu çeşitlilik, grupların sınıflamalarına da yansımaktadır. Gruplar küçükten büyüğe doğru sıralanabileceği gibi ki burada temel kriter üye sayısıdır, eski olandan yeni olana doğru da sınıflanabilir. Yapıya göre yapılabilecek bir sınıflamada en katı yapılaşmış gruptan en gevşek yapılaşmaya doğru giden bir süreklilik üzerinde de gruplar sınıflanabilir, aynı şekilde iletişimin çok yoğun ve yakın olması veya çok az ve uzak iletişim yoğunluğunun olmasına göre de grup sınıflaması yapılabilir.

Diğer bir sosyolojik sınıflama ise iç-grup ve dış-grup arasındaki farklılıklara göre yapılabilir. Burada iç-grup; bizimle birlikte olanlara dış-grup ise bize yabancı olanlara karşılık gelir. İç-grup örneğin; izole ilkel kabilelere, suç çetelerine, dışa kapalı kulüplere üye olanlara yönelik kullanılan bir tanımlamadır.

Referans grubu adı verilen grup tipi ise pek çok kişi için davranış modeli sağlar. Referans grubunun ilginçliğinin kaynağı, referans grubu tarafından derinliğine etkilenen kişinin bu grubun üyeliğine kabul edilmemiş olabileceğinden kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda referans grubu kişilerin grup yaşamında yerine getirdikleri rolleri etkileyen önemli ve sürekli bir sosyalizasyon aracıdır.

 

Grupların Ortak Temeller

Grup sınıflamalarında en yaygın kullanılan ölçütlerden biri grupların ortak temelleridir. Bu ölçütler yardımıyla çok sayıdaki grup birkaç kategoride toparlanabilir. Grup yaşamının sürdürüldüğü temel noktalar şunlardır;

Ortak Geçmiş; geleneksel olarak insanları sosyal ilişkilerde birbirine bağlayan en güçlü bağdır. Ortak geçmişe dayanan gruplar bazen “kan” grupları olarak adlandırılır. Bu gruplarla ilişki doğum, evlilik veya evlat edinme ile kurulur. Polonya doğumlu Amerikalılar, Almanya’daki Türkler gibi etnik gruplar da büyük ölçüde ortak geçmişe dayalı gruplardır.

Ortaklaşa Paylaşılan Mekan; mekansal yakınlık da sosyal gruplar için sık kullanılan bir temel oluşturur. Bu kategori altında komşular, köy, kasaba gibi yerlerde yaşayanların aralarında oluşturdukları ilişkiler sayılabilir. aynı şekilde, birçok dernek, kulüp vb. de bulunduğu yerin adıyla anılır.

Benzer Bedensel Özellikler; bedensel özelliklere dayalı grup sınıflamalarına modern toplumlarda sıklıkla rastlamak mümkündür. Gençlik kulüpleri, çeşitli kadın dernekleri, localar genellikle cinsiyet ve yaşa dayalı gruplaşmalarda temeldir. Ayrıca fiziki dayanıklılık ve yetenek de çeşitli spor kulüplerinin ortak temelleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ortak İlgiler;  modern sosyal gruplaşmanın temellerinden biri de ortak ilgileri paylaşmaktır. Ortak ilgi, ortak bir hedefe doğru birlikte işlevde bulunma isteğinin varlığına işaret eder. Bu gruplara örnek olarak bilimsel, mesleki dernekler verilebilir.

Grupları ortak temelleri ölçütüyle sınıflamada unutulmaması gereken en önemli nokta; bunların somut yaşamın soyutlamaları olduğudur.              

 

Temel Gruplar

Grupların en doyurucu ve sosyolojik olarak önemli sınıflaması grupları, insanların grup yaşamında yerine getirmek zorunda oldukları temel evrensel sosyal işlevlere göre sınıflamaktır. Temel grupların evrenselliği genel olarak sosyal bilimlerde kabul edilmiştir, ancak bu grupların evrensel olması her birinin her toplumda eşit öneme sahip oldukları anlamına gelmemektedir.

Temel grupların yoğunluğu ve çeşitliliği söz konusudur, aynı zamanda farklı toplumlarda farklı formlarının olması söz konusudur.

Grupları temel işlevlerine göre sınıfladığımızda;

Aile Grubu; temel aile yaşamını sürdürme gereksinmesini tatmin etme amacıyla birleşen kişilerden oluşmuştur. Bu gereksinmeler cinsel ilişkilerin düzenlenmesi, çocukların doğum ve bakımı, karşılıklı sevgi, güven gereksinmeleridir.

Eğitim Grupları; işlevi toplumun kültürünü yeni kuşaklara aktarmaktır. Bu işlev resmi ya da resmi olmayan yollarla gerçekleştirilir. Resmi yollardan yapılan eğitime okul, resmi olmayan eğitime ise aile içi eğitim örnek olarak verilebilir.

Ekonomik Gruplar; toplumdaki kişilerin fiziki yaşamını sürdürmesi için zorunlu maddi mal ve hizmetlerin üretilip dağıtılması temel işlevini yerine getirirler.

Siyasal Gruplar; yönetim ve yürütme, kamu düzenini sağlama, yasa yapma, yorumlama ve uygulama temel işlevini yerine getirirler. Siyasal partiler, mahkemeler, hapishaneler, askeri birimler bu gruba örnek teşkil etmektedirler.

Dini Gruplar; tanrı ve insan arası ilişkileri düzenleme işlevini yerine getiriler. Dua, ibadet vb. örüntüleşmiş ilişkileri düzenleme ve yönlendirme işlevi bu gruplar tarafından yerine getirilir.

Boş Zaman Değerlendirme ve Dinlenme Grupları; kişilerin dinlenme gereksinmesini sosyal bir tarzda tatmin eden gruplardır. Spor, oyun, hobi kulüpleri, güzellik salonları vb. bu kategori içinde ele alınabilir.

 

Birincil ve İkincil Gruplar

Birincil ve ikincil grup ayrımı, grupların temel sosyal işlevlerine göre sınıflandırılmasına bir alternatiftir. Birincil ve ikincil grup arasındaki farklılık genel olarak grup üyeleri arasındaki iletişim ve ilişki çeşidinden ileri gelmektedir. Sosyal ilişkiler içten, kişisel, yüzyüze ve sık ise birincil grup özelliği söz konusudur. Oldukça resmi, seyrek ve daha geniş ve gevşek örüntüleşmiş ilişkiler ise ikincil grupların özelliğidir.

Birincil grup, sık sık yüzyüze ilişki kuran, dayanışma duygusuna sahip, ortak sosyal değerlere yakından bağlı kişilerin sıkı birlikteliğidir. Yüzyüze gruplar kişi açısından önemli olduğundan birincil olarak adlandırılırlar.

İkincil grup, birincil gruptan daha seyrek bir birlikteliktir. Birey ikincil ilişkilere gönüllü, amaçlı ve genellikle sözleşmeli olarak girer. Bu ilişkiler yasa ve kurallarla, resmi anlaşmalarla düzenlenmiştir.

 

KURUMLAR

 

Kurumun Tanımı:

            Sosyolojik açıdan kurum, ne bir kişidir ne de bir grup. Kültürün bir kısmı, insanların hayat tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır.

Kurum, kültürün bir unsuru, insanların yaşam tarzlarının örüntüleşmiş/ kristalleşmiş bir parçasıdır.

            Sosyal ilişki ve roller kurumun temel öğeleridir. Kurum çoğunluğun paylaştığı ve bazı temel grup gereksinimlerinin karşılanması amacına yönelik davranış örüntüleri bileşimidir.

            Kurum, sosyal hayatın devamının ve kültürel bütünleşmenin sağlanması işlevlerini taşır. Bu işlevleri doğrultusunda kurum; insanlar tarafından onaylanmış, sistematize olmuş, alışkanlık haline gelmiş ve insan ilişkilerini düzenleyen davranış kodlarını içerir.

Kurumların Özellikleri:

            Kurumlar denildiği zaman bir uyma davranışı söz konusudur. Ancak bu noktada mutlak anlamda uyuma değil, merkezi eğilimlere atıfta bulunulur.

            *Kurumlar temel davranış tarzlarıdır. Belli bir ihtiyacı karşılamaya yöneliktirler.

            *Kurumlar oldukça sürekli bir içeriğe sahiptir. Kurumsal değişme yavaş gerçekleşir.

            *Kurumlar yapılanmış, örgütlenmiş ve eşgüdümlenmiştir. Kurumları oluşturan unsurlar birbirlerine dayanır.

            *Her bir kurum diğer kurumlarla bağlantılı/eşgüdümlü/etkileşimlidir.

            *Kurumlar değer yüklüdürler. Bir sosyal hareketin normatif kodlar haline gelmesi kurumu oluşturur.

            Bu bağlamda kurum; kişilerin temel sosyal gereksinimlerini karşılama amacıyla belirli onaylanmış ve birleştirilmiş, oldukça sürekli sosyal rol ve ilişki yapısıdır.

            Kurumları gelişmeleri ve büyümeleri açısından iki kategoride ifade edebiliriz. Bunlar; Yığılmalı ve Rasyonel kurumlardır. Yığılmalı kurumlar, belli bir süreç içinde yavaş yavaş oluşan kurumlardır. Örnek; aile, devlet vb… Rasyonel kurumlar, daha bilinçli ve daha çabuk oluşan, çoğu zaman da kasti olarak gelişen kurumlardır. Örnek; banka vb…

           

Kurumların Temel İşlevleri:

            Olumlu İşlevler:

            *Kurumlar, kişilerin sosyal davranışlarını kolaylaştırırlar. Toplumdaki düşünce ve eylem tarzları, birey topluma girmeden önce düzenlenmiş ve planlanmıştır. Bireyler bu düşünce ve eylem tarzlarını sosyalizasyon süreci içinde öğrenirler.

            *Bu sosyalizasyon süreci içinde bireyler hazır yapılmış rol ve sosyal ilişki formları elde ederler.

            *Kurumlar, toplumda kültürün devamlılığı ve eşgüdümü için birer ajan olarak hizmet ederler.

            *Kurumlar toplumun sistemli beklentilerini içerir.

Olumsuz İşlevler:

            *Kurumlar zaman zaman sosyal ilerlemeyi engelleme eğiliminde olabilirler. Kurumların sosyal davranışı koruma ve sürdürme işlevi olduğu için, katı ve değişmeyi önleyici olma durumları vardır.

            *Kurumlar bazı durumlarda bireylerin sosyal kişiliklerinin engellenmesine de yol açabilirler. Kurumsal davranışların dışında davranan yada belirlenmiş bu davranış tarzlarına karşı çıkan birey olumsuz, uyumsuz, anormal olarak nitelenebilir.

            *Kurumlar, bekledikleri kurumsal davranışın eskimesi, ihtiyaca cevap vermemesi yada modası geçmesi durumlarında bireyleri sıkarlar. Bu durumlarda reform gerekli olur.

            Bu noktada açık ve gizil işlev ayrımının da belirtilmesi, kurumların işlevleri açısından önemlidir. Açık işlev; kurumların yerine getirmeleri beklenen, öngörülen, genel olarak kabul edilen işlevlerdir. Gizil işlev ise; kurumların temel amaçlarının kapsamadığı, herkes tarafından kolaylıkla görülmeyen ve fakat kurumsal organlarda sürüp giden davranış kalıplarının bir kısmından sorumlu olan işlevlerdir. Örnek; ekonomi kurumunun açık işlevi, belli ihtiyaçları karşılayacak mal ve hizmetleri üretmektir. Gizil işlevi ise, herhangi bir ekonomik malı (otomobil gibi) almak sadece ihtiyacı karşılamak için değil toplumsal saygınlık ve statü artırmak gibi amaçlara da hizmet eder.

 

Kurum Sınıflamaları:

            Kurumların sınıflanmasında, temel kurumlar (Ana Kurumlar veya Birincil Kurumlar) ve yardımcı kurumlar ( İkincil Kurumlar) olarak ikiye ayırmak genel bir eğilimdir. Bu ayrım şu üç özellik dikkate alınarak yapılmaktadır:

*Evrensellik

*Zorunluluk

*Önemlilik

            Yani; katılmanın en yüksek sayıda olması, toplam için özsel olma, birey ve ortak refah için en önemli olma özellikleri bir kurumun temel kurum olarak nitelendirilmesi için gerekli kriterlerdir. Yardımcı kurumlar bu niteliklere sahip değildir. Yardımcı kurumlar, temel kurumlarca içerilen küçük ölçekli ve çeşitli kurumlardır.

            Kurumların sınıflandırılması noktasında bir diğer önemli kavram, anahtar kurum kavramıdır. Anahtar kurum; bir dönem ve bir mekan için kurumlardan bir tanesi diğerlerine baskın çıkabilir, diğerlerinden daha özgün olabilir. Yani kurumlardan bir tanesi diğer kurumlara rengini verir, bu kurum o anda anahtar kurum durumundadır.

            İçlerinde yardımcı kurumları da barındıran temel kurumlar şunlardır:

 

Aile kurumu; cinsel ilişkileri, çocukların doğumu ve yetiştirilmesini kapsayan standartlaşmış davranış sistemidir. Nişan, evlilik, çocuk bakımı gibi alt kurumları kapsar.

Eğitim kurumu; resmi olmadan evde ve kültürel çevrede, resmi olarak da toplumun eğitimsel düzlemlerinde gerçekleştirilen sistemli bir sosyalizasyon sürecidir. Okul, sınav, not sistemleri gibi alt kurumları kapsar.

Ekonomi kurumu; topluma maddi ürün ve hizmetlerin sağlandığı örüntüleşmiş davranış biçimlerini içerir. Banka, reklam, pazarlama gibi alt kurumları bünyesinde barındırır.

Siyaset kurumu; kamu düzeni yönetimin sağlanması gereksinimine yönelik işlevleri yerine getirir. Ordu, siyasi partiler, diplomasi gibi alt kurumları vardır.

Din kurumu; bireyin yaratıcı ile ilişki kurma ve ibadet gereksinimini karşılar. Dini törenler, ibadet sistemleri gibi alt kurumları vardır.

Boş zamanların değerlendirilmesi, kişinin fiziksel ve zihni gereksinimlerini karşılar. Bu anlamda kurumsallaşmış davranış örüntülerini içerir. Resim, tiyatro, spor gibi alt kurumları vardır.

            Bu doğrultuda dikkat edilecek nokta; kurumların toplum yada kültür içinde yan yana bulunmaları, etkileşim örüntüsü içinde olmaları her zaman bir uyum içinde oldukları anlamına gelmez. Yine önemle belirtilmesi gereken husus, kurumlar denildiği zaman bir uyma davranışı söz konusudur. Ancak bu noktada mutlak anlamda uyuma değil, merkezi eğilimlere atıfta bulunulur.

Kurumsal sistemler/kurumsal süreçler insan için ve insan yoluyla oluşturulurlar. Bu anlamda statikmiş gibi algılanmaları doğru değildir.

Kurumlaşma

Gevşek örüntülü bir aksiyonun zamanla göreli olarak sabit, düzenli ve bütünleşmiş bir yapıya kavuşması sürecidir. Bu sürece kurumlaşma süreci denir.

Kurumlaşma sürecini ifade edebilmek için;

1.      İhtiyaç: Bir ihtiyacın belirlenmesi

2.      Alternatif davranışlarda bulunma: Elimizdeki potansiyel ile ihtiyaç karşılamaya yönelik davranışlarda bulunma.

3.      Tekrarlama: Belirlenen alternatif davranışlardan birinin uygun görülüp seçilmesi, seçilen bu alternatif davranışın yinelenmesi.

4.      Ayırt edici bir sosyal grup tarafından desteklenme ve bu davranışa özel bir anlam ve değer atfedilmesi.

5.      Resmileşme: Kurumlaşmanın olduğuna dair en önemli gösterge sosyal kontrolün direk olarak devreye girmesidir, bu resmileşme aşamasında olur.

6.      Global sosyal sistemle bütünleşme.

aşamalarından söz edilebilir.

Kurumlaşma süreci gerilimleri, sapmaları içinde barındıran dinamik bir süreçtir. Kurumlaşma sürecini analiz ederken hem kişiyi saran sosyal çevreyi hem de tamamen karizmatik olabilecek daha önceden tahmin edemeyeceğimiz durumları da hesaba katmalıyız. Birey-birey ilişkisinde etkileşim monoton değildir, seçici yönelimler ve alternatif tercihler söz konusudur. Böyle bir dinamik yapı üstünde sürekli olarak yeniden ve yeniden yapılanmalar söz konusudur. Davranışların bir kısmı çok hızlı olarak örüntüleşip kristalleşebilirler, bazıları da yavaş olabilir. Bazıları kendiliğinden oluşurken bazıları kasti olarak oluşturulabilir, yine bazıları mevcut kurumsal yapı içinde oluşurken bazıları mevcut kurumsal yapı dışında gelişir.

 

SOSYAL YAPI, TOPLUMSAL YAPI ve SOSYO-KÜLTÜREL YAPI

 

Sosyolojide teori gerçekliğin bir tanımlamasını yada açıklamasını sunar. Sosyolojideki temel formlar; toplumu fonksiyonu olan, bütünleşmiş bir sistem olarak kavramsallaştıran genel teoriler (organik, yapısal-fonksiyonalist yaklaşım); topluma dinamik, değişken ve çatışmanın sürdüğü şeklinde odaklanan teoriler (çatışmacı-radikal yaklaşım); rol davranışları ve sosyalizasyon gibi süreçler üzerine odaklanan kişiler arası yada mikro seviyede sosyal fenomenlerle uğraşan teoriler (sembolik etkileşim ve etnometodolojik yaklaşım) şeklinde belirlenebilir.

Buna bağlı olarak sosyolojideki temel formlar, sözü edilen bu kavramlar üzerine yapılan açıklamaları yada tanımlamaları da belirlemektedir.

 

Yapı Kavramı:

Yapının, toplumun işleyişinin incelenmesi yaklaşımı köklerini A.Comte’un sosyal statik ve sosyal dinamik çalışmalarından alır. Aynı şekilde H.Spencer ve E.Durkheim’ın çalışmaları da bu inceleme yaklaşımına önemli katkılar yapmıştır.

A.Comte’a göre sosyoloji toplumsal statiği (yapı-structure) olduğu kadar toplumsal dinamiği (süreç-process) de çalışmaktadır.

H.Spencer’a göre toplumsal bünyeler (social bodies) ve canlı bünyeler her ikisi de hacimce büyürken yapıca da büyürler.

Hem Comte hem de Spencer’da temel varsayım, birbirlerine bağımlı parçalardan oluşmuş bir sistem olarak toplumun görüntülenebileceği şeklindedir.

Sosyolojideki bu temel formlar içinde  geleneksel/klasik sosyolojide yapı, değişmez yada mekanik bir niteliktedir.

Tarihsel süreç içinde yapı kavramının yaygın bir şekilde kullanımı 1950 ve 1960’lı yıllardaki fonksiyonalist yaklaşım ile olmuştur. Yapı kavramı verili kabul edilerek fonksiyon/işlev kavramı üzerinde daha çok vurguda bulunulmuştur. Bu nedenle yapı ve fonksiyon kavramları bir arada düşünülerek birbirlerini tamamlar niteliğe kavuşmuştur.

Bu gelişmelere bağlı olarak yapısal- fonksiyonalist yaklaşım, bu birbirini tamamlayan kavramları analizlerinde kullanır hale gelmiştir.

Yapısal-fonksiyonalist yaklaşımda her yapı, bir fonksiyona sahip olduğu için gelişir. Yoksa yapılar var olduğu için belli fonksiyonlar ortaya çıkmaz. Yani fonksiyonlar yapıdan önce ortaya çıkar ve kendilerini yerine getirecek yapıların ortaya çıkmasına neden olurlar. Bu bağlamda yapılar fonksiyonları değil, fonksiyonlar yapıları yaratırlar.

1960’lı yıllardan sonra özellikle Amerikan sosyolojisinin çehresinin değişmesiyle birlikte, özellikle sembolik etkileşimci-etnometodolojik yaklaşımınla birlikte, sosyolojideki hakim görüşlere bir karşı duruş sergilenmiş olsa bile etkileri değiştirilememiştir. Buna rağmen bu yaklaşımın günümüzdeki yapı kavramına yaklaşımın temellerini attığı söylenebilir. Çünkü bu yaklaşımda; yapısal bütünü oluşturan parçalara dair vurgu az, insan ilişkilerinin bütünle olan ilişkilerine vurgu daha fazladır.

Genel anlamda bahsedilen yaklaşım formları göz önüne alındığında yapı; bağımsız olarak oluşmuş bireylerin özgür iradeleri üzerine konmuş bir kısıtlama ve/veya belirleme kaynağı olarak insan eylemlerine dışsal görünümdedir.

Günümüz sosyolojisi formunda ise yapıya yaklaşım sözü edilen diğer formlarda oldukça farklılık göstermektedir. Yapı; değişmeyen, durağan olarak nitelenmemekte, parça-bütün bağlamında ele alınmaktadır. Yani yapıya bir kurallar ve düzenlenmiş ilişki kümeleri olarak yaklaşılırken aynı zamanda toplumsal pratikler olarak düzenlenip yeniden üretilen ilişkiler yoluyla sürekli ve yeniden yapılandığı kabul edilmektedir. 

Bu anlamda yapıyı anlamaya yönelik dört temel özellik sıralayabiliriz:

*Aralarında herhangi bir ilişki bulunmayan parçalar veya unsurlar bir yapı oluşturamazlar.

*Bir yapı parçalarına göre bütün, parçalar da kendi unsurlarına göre bir bütündür.

*Yapı bir etkileşim örüntüsü olduğuna göre, parçalarda birer etkileşim örüntüleridir.

*Yapı, parça-bütün arasındaki görece istikrarlı ilişkilerden oluşur.

            Bu bağlamda yapı; bir bütünü oluşturan parçaların veya unsurların birbirleriyle ve bütünle olan etki-tepki ilişkileri, karşılıklı bağlantıları yani etkileşimleridir. Kısa ve net bir ifadeyle yapı, bir etkileşim örüntüsüdür.

 

Sosyal Yapı, Toplumsal Yapı ve Sosyo-Kültürel Yapı Kavramları:

            Sosyal yapı ve toplumsal yapı kavramlarını netleştirebilmek için bu kavramların neye karşılık geldiğini bilmek önemlidir.

            Sosyoloji teriminin Latince kökü “socius”u Türkçe bir araya geliş, insanların bir araya gelişi, toplanışı olarak çevirmek mümkündür. Bu bir araya geliş her zaman toplum (society) formunda olmayabilir. İnsanların bir araya gelişleri ile gruplar, yığınlar, birlikler, topluluklar, toplumlar v.b. çeşitli bir araya gelme formları ortaya çıkabilir. Sosyolojinin toplum bilimi olarak çevrilmesi sosyolojinin konusunun bu bir araya gelişlerin sadece tek bir biçimi olan toplum ile sınırlandırılmasına yol açmıştır. Sosyal teriminin Türkçeleştirme esnasında toplumsal olması, analizi sağlayan nüansların göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Sosyal (social) mikro bir araya geliş biçimlerine ait olanı niteler, toplumsal (societal) ise bütün mikro etkileşim ağlarından oluşan makro boyuttaki topluma ait olanı ifade eder.

            Bu bağlamda düşünülecek olursa, insanların bir araya geliş biçimleri zaman ve mekan koşullarında birbirinin aynı olamayacağından sosyal yapılar arasında benzerlikler ve/veya değişmez kurallar bulmak çok zordur, sosyal yapılar son derece heterojendir.

            Aslında birbirinden ayrılması olanaklı gözükmeyen sosyal yapı ve kültürel yapı kavramları da, yani insan ilişkileri ile insanların kullandıkları araçlar, değerleri, kuralları ve anlamları bir arada sosyo-kültürel yapıyı meydana getirmektedir.

            Sosyo-kültürel yapı da makro ve mikro bütün etkileşim düzlemlerindeki davranışsal ve bilişsel boyutların birbirinden ayrılmazlığı, içiçeliği düşüncesini ifade eder.

            Sosyal ve kültürel olan birbirinden ayrı değildir. Her ikisi de aslında aynı olgunun farklı bakış açılarından farklı görünümleridir. Sosyal olan davranışsalı, kültürel olan ise bilişsel boyutu ifade eder. Bu yüzden sosyal yapı-kültürel yapı ayrımları yerine sosyo-kültürel yapının davranışsal (normatif) ve bilişsel (kognitif) boyutlarından söz etmek daha uygundur. Böylece olgunun boyutları hem aynılaştırılmamış hemde aralarındaki bağıntı/etkileşim gözardı edilmemiş olacaktır.

            Netice itibarıyla sosyal yapı, toplumsal yapı ve sosyo-kültürel yapı kavramlarını, aralarındaki ilişkiyi koparmadan yani kesin sınırlarla ayrılmayacağını unutmadan, kendi bağlamlarına göre kullanmak gerekmektedir.

 

SOSYAL DEĞİŞME

 

Değişme, önceki durum yada davranıştan farklılaşma biçiminde açıklanabilir. Buna göre değişme, aslında hiçbir doğrultuyu ifade etmeyen nötr bir kavramdır. İleriye doğru olabileceği gibi geriye doğru da olabilir.

Günümüz dünyası hızla değişen bir dünyadır. Böyle bir dünyada sosyoloji dilinin tartışmasız en temel kavramlarından biri olan “değişme”, günlük konuşma dilinde sık kullanılan terimlerden biri haline gelmiş, çeşitli anlamlar içeren, sınırları belirsiz bir kavrama dönüşmüştür. Sosyoloji dilindeki “değişme” kavramı, günlük hayatta kullanılan “değişme” yada “değişiklik” gibi kelimelerle karışma riski taşımaktadır. Sosyolojide “değişme” şu üç özelliğin birlikte var olması durumunu ifade eden bir kavramdır:

Zaman dilimi; sosyal değişme belli bir zaman dilimine endeksli bir olgudur. Yani değişme bir referans noktasıyla belirlenebilir.

Kesintisizlik; sosyal değişme kesintisiz olmalıdır. Sosyal yapılar görece statiktir, değişmeden söz edebilmek için bu görece statikliğin bozulması gerekir. Gözlemlenen değişme konjonktürel  bir durumu yansıtıyorsa (gelişme bir süreklilik arz etmiyorsa) sosyal değişmeden söz edilemez.

Kollektif olma; sosyal değişme kollektif bir olgudur. Yani aile, cemaat, eğitim, iktisat gibi kalıcı birliktelikleri ifade eden grup ve kurumlar bazında ortaya çıkar.

Görüldüğü üzere bu üç özellik, sosyal değişmeyi tanımlamakta ve sınırlarını belirlemektedir. Sosyolojik anlamda değişme yada sosyolojinin konu aldığı değişme “yapı içindeki değişme” değil, “yapının değişmesi”dir.

Değişmeyle İlgili Kavramlar 

Sosyolojide çeşitli şekillerde değişmeyi içeren kavramlar kullanılmaktadır. Evrim (evolution), devrim (revolution), büyüme (growth), ilerleme (progress), gelişme/kalkınma (development), kültürel değişme (cultural change) bunlara örnek olarak verilebilir. Bu kavramlardan bazıları değer yargısı içeren, bazıları da değişmenin ritmine, hızına veya yönüne işaret eden kavramlardır.

            Evrim; kolayca fark edilmeyen bir hızla ve gelişme yönünde olan çok uzun vadeli değişmeleri ifade eden bir kavramdır.

            Devrim; sosyal yapıda hızla ortaya çıkan köklü değişimleri ifade eden bir terimdir. Devrim, ihtilal ve inkılap anlamlarını da içerir.

            Büyüme; daha çok ekonomik anlamda kullanılan bir terimdir. Ekonomide büyüme gelir artışını ifade etmek için kullanılır. Ekonomik ölçütlere göre değişmenin yön ve hızı belirlenir.

            İlerleme; arzu edilen yöndeki değişmeleri ifade eden, tamamen değer yüklü bir terimdir.

            Gelişme; bu kavramda değer yüklüdür. Ancak özü itibarıyla, az iyi olduğu düşünülen bir durumdan daha iyi olduğu düşünülen bir duruma doğru değişme anlamına gelir.

            Kültürel Değişme; sosyal değişme kavramıyla iç içe değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Sosyal değişme; sosyal ilişkiler sistemimdeki değişmeye, kültürel değişme ise; başta değerler ve normlar olmak üzere kültür unsurlarında meydana gelen değişmeleri belirtir. Ancak böyle bir ayrımın kesin çizgileriyle yapılması güçtür, bundan dolayı “sosyo-kültürel değişme” şeklinde kullanılması kavramın belirleyicileri açısından önemlidir.

Sosyal Değişmeyi Sağlayan Faktörler

Sosyal değişmenin faktörleri, değişmeyi harekete geçiren faktörlerdir. Bu faktörler birbirlerinden soyutlanamazlar, her birinin zaman ve mekan koşullarına göre etki dereceleri farklıdır. Genel anlamda bu faktörler;

Coğrafya

Doğal çevre faktörü sosyal değişme açısından oldukça önemlidir. İklim değişiklikleri, deprem, sel, yangın, orman tahribi, su kaynaklarının azalması, çölleşme gibi çevresel belirleyiciler; insanların doğal çevreyi denetim ve kullanım altına almaları; doğal kaynakların azalması yada kıt oluşu özellikle toplumları değişme yönünden oldukça etkilemektedir.

Nüfus

Nüfusun yapısı, yani nüfus artışı yada azalışı, doğum ve ölüm oranları gibi demografik faktörler sosyal değişmeye neden olabilirler.

Din

Tarihsel olarak bakıldığında din, çoğu toplumsal değişmenin temel etmenlerinden birisidir. Din faktörü özellikle aile, ekonomi ve siyaset kurumlarını doğrudan etkileyerek sosyal değişmeye kaynaklık eder.

Düşünceler

Büyük düşünürler, doktrinler sosyal değişmenin yönünün tayin edilmesi bakımından önemli bir etkiye sahip olabilirler. Özellikle bu düşünceler ideoloji durumuna dönüştüklerinde sosyal yada toplumsal yapıyı etkilemede bir araç halini alırlar.

Önderler

Önderler, toplumlarda bilinçli toplumsal değişmeler, kalkınma ve modernleşme gibi çabalarda kitleleri peşlerinden sürükleyerek değişme açısından önemli rol oynarlar.

Teknoloji

Teknoloji ve onun gelişmesi sosyal değişmeye yol açan önemli bir faktördür. Kültürün maddi ve manevi unsurlarındaki buluş keşifler sosyal değişmeye yol açabilir.

Çatışmalar

Günümüzde toplumlar arası çatışmalar çeşitli boyutlarda ortaya çıkmaktadır; sıcak savaş, soğuk savaş, teknolojik savaş, psikolojik savaş… gibi. Bu tip toplumlar arası çatışmalar çok köklü sosyal değişmelere yol açabilirler.

Sosyal Hareketler

Sosyal hareketler sosyal yaşamın bazı yada bütün yönlerini değiştirme, ortadan kaldırma, yenileme yada yıkma isteği gibi itici faktörler ile sosyal değişmeye neden olabilirler.

 

 

 

SOSYAL DEĞİŞME KURAMLARI

Tarihsel olarak bakıldığında değişime konusundaki teorilerin önceleri sosyolojiden çok tarih felsefesiyle ilgili olduğu görülmektedir. Sosyal değişmeye ilişkin teorileri organizmacı teriler, evrimci teoriler, diyalektik teoriler, yapısal-fonksiyonalist teoriler ve çatışma teorileri başlıkları altında incelemek, konuyu sosyoloji disiplini içinde ele almak açısından kolaylık sağlamaktadır.

Organizmacı Teoriler

Bu kuramlar, uygarlık yada kültürleri canlı organizmalar gibi doğan, büyüyen ve ölen varlıklar şeklinde ele alırlar. Yine bu kuramlar toplumların doğma, büyüme ve çökme safhalarını zorunlu olarak yaşayacakları iddiasına dayanırlar.

Evrimci Teoriler

Evrimci teoriler, insanlığın doğrusal bir çizgi üzerinde geliştiği ana fikri etrafında şekillenmişlerdir. Bu teoriler, insanlığın gelişmesi çizgisini izlemekle onun gelecekte alacağı şekli de ortaya koymaya çalışırlar.

Evrimci teorilerin önemi iki noktada odaklaşır. Bunlardan biri; insanlık tarihinin evrim çizgisini araştırırken insan-doğa ilişkisine ışık tutmaları, diğeri de; günümüzdeki toplumsal bilimleri büyük ölçüde etkilemiş olmalarıdır.

Diyalektik Teoriler

Diyalektik teoriler, evrimci teorilerin özel bir şeklidir. Evrim sırasında ortaya çıkan her aşamanın kendisini ortadan kaldıracak ve zıddını yaratacak öğeleri de beraberinde getirdiği fikrine dayanır.

Aslında diyalektik ve evrim kavramlarının her ikisinin de temelinde; 1) her şeyin her zaman değiştiği, 2) nicelik değişmelerinin nitelik değişmelerine yol açtığı, 3) her şeyin birbirini etkilediği yönünde ortak bir görüş vardır. Ancak evrim tekdüze ve doğrusal bir gelişme ifade ederken, diyalektik bu gelişmenin tez-antitez-sentez ilkesine göre aşamalı olduğunu ileri sürer.

Yapısal-Fonksiyonalist Teoriler

Bu yaklaşımdaki teoriler daha çok demografik ve ekonomik değişmeler, iç göçler, kentleşme, alt-kültürler, sapma davranışları, toplumsal tabakalaşma, toplumsal hareketlilik gibi konularda odaklanmışlardır.

Çatışma Teorileri    

Çatışma teorilerine göre toplum, birbiriyle çatışan birimlerden ve öğelerden kuruludur. Toplumun değişmesi bu öğelerin itici gücü ile meydana gelir. Toplumsal bütünlük ise, toplumsal öğeler ve birimler arasındaki ahenk ve çatışmanın sonucu değil, toplumsal öğe ve birimler arasındaki çatışmanın ortaya koyduğu zıt kuvvetlerin dengelenmesi sonucu ortaya çıkar.

Çağdaş Değişme Teorileri

Günümüz sosyolojisinde evrensel, her zaman ve her mekanda geçerli olacak bir değişme teorisi geliştirilmesi söz konusu değildir.  Bu anlamda günümüz sosyolojisinde değişme ile ilgili iki temel düşüncenin ön planda olduğu söylenebilir.

Bunlardan ilki; değişmenin “tek doğrultulu” bir çizgide olmamasıdır. Günümüz sosyolojisinde değişme “çok doğrultulu” olarak kabul edilmektedir. Buna göre her toplumun gelişme çizgileri değişiklik arz edebilir. Toplumlar karmaşıklık ve farklılaşma düzeyleri açısından farklı kategorilerde yer alabilirler ama hepsi zorunlu olarak aynı değişim yolunu izlemezler.

İkincisi ise; değişme olgusunun “çok faktörlü” açıklamalar gerektiren karmaşık bir süreç olmasıdır.