SOS 211.001 SOSYOLOJİ TARİHİ I (PSİKOLOJİ)
SOSYOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SOSYOLOJİK TEORİLER
16.yy’dan itibaren pozitif bilimler birer birer kurulmaya başlamıştır. Astroloji yerini Astronomiye, pratik Fizik bilimsel Fiziğe, Simya Kimyaya dönüşmüş ve Biyoloji de pozitif bir bilim olmuştur. Bu gelişme süreci 16.yy’dan 19.yy’a kadar devam etmiştir. Son aşamada ise sosyolojinin pozitif bir bilim haline gelmesi söz konusu olmuştur. 19.yy ortalarında bir taraftan pozitif bilimlerin gelişmesi sonucu sosyolojinin ortaya çıkması için gerekli koşullar hazırlanmış, öte yandan toplumun karşılaştığı güncel sorunlar nedeniyle böyle bir bilime pratik olarak gereksinim duyulmuştur. 19.yy özellikle Batı Avrupa sanayi devrimiyle birlikte gelen yapısal değişmelerin ve dolayısıyla toplum sorunlarının açık seçik ortaya çıktığı bir dönemdir.
Bu noktada sosyolojinin ortaya çıkışı ile ilgili en önemli soru; Sosyoloji niçin ancak 19.yy’da ve Batı Avrupa ülkelerinde gün ışığına çıkmıştır? sorusudur.
Bu sorunun cevabını öncelikle 19.yy’ın ve 19.yy Batı Avrupa ülkelerinin özelliklerinde aramamız gerekir. 19.yy’ın en belirgin özelliği, Batı’nın Dünya egemenliğini ele geçirdiği dönem olmasıdır ve 19.yy’da Batı’nın ele geçirmiş olduğu dünya egemenliği tarihte eşi görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Yine 19.yy, Batı Avrupa ülkelerinin kendi iç sorun ve çelişkilerinin nedeni ile zaman zaman çöküşün sınırına geldikleri izlenimine kapıldıkları dönemdir. Bu iki olay, sosyolojinin kuruluş nedenlerini ve buna bağlı olarak günümüze kadar izlemiş olduğu gelişme yönlerini anlamamızda yol gösterici niteliktedir.
Batı Dünya egemenliği sosyolojinin 19.yy’da ve Batı’da doğuşunu bize açıklayan önemli bir olaydır, ancak tek başına bir sebep değildir. Batı elinde tuttuğu dünya egemenliğine karşılık, kendi içinde bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Bu sorunların başında Batı’nın büyük bir genişlemeye girmiş bulunması gelmektedir. Bu genişleme, yalnızca dünya egemenliğinin getirdiği bir yayılma değildir, Batı kendi bünyesi içinde de bir büyümeye girmiştir. Buna paralel olarak Batı, egemenliğin getirdiği nimetlerin paylaşılması konusunda çekişmelere sahne olmuştur. Milliyetçiliğin ve Sosyalizmin bu dönemde Batı’da ortaya çıkan ideolojiler olması da bu gelişmelerin sonuçlarındandır.
Özetle Batı’nın ele geçirdiği dünya egemenliği ve kendisini temelden sarsan sorunlar, sosyolojinin doğuşunu anlamamızda bize yardımcı iki olaydır. 19.yy’da Batı, önünde çok yeni ve geniş imkanlar bulmuştur. Bu durum Batı’ya toplum olayları önünde büyük bir güven ve üstünlük duygusu sağlamıştır. Çünkü sorunlar Batı sorunlarıdır ve çözümler de yine Batı ile sınırlıdır. Bu düşünce doğrultusunda Batı’nın önünde, sorunları kendi içinde çözebileceği, toplumlara ve tarihe yön verebileceği, gerçeği elinde tuttuğu yolundaki inancı için hiçbir engel kalmamıştır. Sosyoloji de bu yöndeki girişimlerin bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
18. yüzyılın toplum teorisi; politik felsefenin, tarihin, politik ekonominin ve sosyolojinin özgün biçimde iç içe geçtiği bir karışım olarak kalmıştır. Nitekim sosyolojinin tarihi St.Simon, Comte ve pozitivist geleneğin çalışmalarıyla başlamaktadır. Sosyolojinin kurucusu ve aynı zamanda sosyoloji terimini bulan,19. yüzyılın başlarında A.Comte olarak kabul edilir.
Ancak; Aristoteles, Locke, Hume, Mill, Montesquieu, Rousseu, Kant, Schopenhauer, Machiavelli … gibi düşünürlerin görüşleri de sosyolojiktir. Onlar ayrı ayrı iyi toplum, ideal toplum, ideal toplumun vizyonları hakkında görüş ileri sürmüşlerdir. Bu anlamda önemli olan klasik sosyologların ve sosyolojik geleneğin dayanaklarını tanımlamamız, belirlememiz gerektiğidir. Hatta böyle bir tanımlama yaparken Buda, Konfiçyus, İbni Haldun gibi düşünürleri de içine alacak şekilde bir tanımlama yapmamız gerekir.
Batı dünyasındaki kartezyen anlayışın dikotomik mantığı, bilimsel dönüşüm ve gelişmelerden sonra da tamamen ortadan kalmış değildir. Batı düşüncesinde ikilik ortadan kalkmamış, Batıdaki bölünme bilim aracılığı ile de aşılamamıştır. Aksine her ikisi de kendisine “bilimsellik” sıfatını yakıştıran iki akım ortaya çıkmıştır. Bunlar sosyalizm, başka bir deyişle “bilimsel sosyalizm” ve sosyolojidir. Farklılıkları sorunları ele alış biçimlerinde ve buna bağlı olarak getirdikleri açıklamalarda görülecektir. Bilimsel sosyalizm, bütün bilimsellik sıfatına karşılık hiçbir biçimde çatışmanın, tarafların üstüne çıkmayı denememiştir. Çatışan tafraların birinin bilinci olarak kalma yolunu seçmiştir. Sosyoloji, bu nedenle kesin bilimlere, doğa bilimlerine benzemeye özen göstermiştir.
19.yy’da Hegel metafiziğinin yerini alan Marks’ın tarihsel maddeciliği Comte pozitivizminin yanında gelişen diğer bir anlayış şeklindeydi. Pozitivist sosyoloji nasıl Comte’dan hareketle çıkıp gelmişse, Marksist sosyoloji de tarihsel maddecilikten ileri gelmiştir.
19.yüzyıl sosyolojisine ve Marxizme asıl olarak iki tema hakimdi. Pozitivizme yöneltilen eleştirilerle, toplumsal eylem sorunu ve failin yapıyla ilişkisi gündeme getirilmişti; ahlaki ve normatif öğeler gelişmekte olan kapitalist toplumların toplumsal bütünleşmesinde kritik bir rol oynuyordu. İkincisi, sanayileşme ve kentleşmenin hızlı gelişmesiyle birlikte özgül kültürel sorunlar sosyoloji teorisinin ön cephesine çıkmıştı.
19.yüzyıl ile 20.yüzyıl başlarındaki sosyolojiye katkıda bulunan üç genel düşünce akımı saptanabilir. Bunlar:
-yaratıcı ve aktif insan özneyi vurgulayan ve doğa bilimi yöntemlerinin analizde basit biçimde uygulanmasını reddeden, Vico’nun hümanist tarihsiciliği.
-nesnel olgular ve onun yanında doğa biliminin toplum incelemeleriyle ilintisi üzerinde duran Montesquieu, Miller ve daha aza ölçüde Ferguson’un mekanik toplum teorisi.
-eleştirel rasyonalizmleriyle (bireyi batıl inançlardan ve entelektüel yanlışlara düşmekten kurtaracak olan bir rasyonalizm) toplumsal dünyanın biçimsel açıdan kavranmasını hedefleyen filozoflar, Voltaire, Diderot ile Rousseau.
Sosyolojiye teorik yaklaşımlar açısından, aslında ortaya koyulan dört tip yaklaşım belirleyebiliriz. Bunlar;
Constructionism (öznel/bireyci): özneler arası ve bireysel anlamları ve motiveleri anlamayı araştırır, burada insanoğlu, sosyal dünyayı aktif bir şekilde inşa eden ya da oluşturan, duygularını açıkça dile getiren ve yeterli ajanlar/bireyler olarak kabul edilir.
Utilitarianism [faydacılık] (nesnel/bireyci): bireysel ilgileri ve anlamları kesin/açık hesaplama temelinde bireysel davranışları açıklamayı araştırır. Burada insanoğlu, avantajlarını hesaplayan ve maksimize etmeyi araştıran olarak kabul edilir.
Fonksiyonalizm (bütüncü/öznel): aşırı kavisli bir şekilde paylaşılmış/bölünmüş normatif bir sistem tarafından belirlenen zorunlulukların toplamına katkıları bakımından, sosyal düzenlemeleri inceler. Burada insanoğlu, sosyal ve moral destek olmadan yaşayamayan dinsel ve kültürel prensiplere uyan olarak kabul edilir.
Eleştirel yapısalcılık (bütüncü/nesnel): maddi yapının belli bir zaman içinde gelişiminin tasvirini yaparlar ve bunların bireyler, toplumlar ve kültürler üzerine etkilerini inceler. Burada insanoğlu, onların gerçek benliklerini/kendiliklerini bozup, tersine çeviren ve manüpüle eden tarihi ve sosyo-ekonomik koşulların mağduru olarak kabul edilir.
Constructionism (İnşacılık)
Sosyolojik teorideki constructionist kısım, 19.yüzyıl’ın sonları ve 20.yüzyıl’ın başlarında Alman teorisyenler G.Simmel ve M.Weber’den izlenebilir. Onlar, insan davranışının temelde doğal objelerin davranışlarından ayrıldığı konusunda ısrar ettiler. İnsanoğlu daima, sosyal realitenin inşası içinde aktif bir şekildeydi. Bu nedenle sosyolojik gözlemciler, katılımcılar tarafından kurulan anlamlandırmaları ve verilen anlamları yorumlamak/anlamını açıklamak zorundadır.
Simmel, 20.yüzyıl’ın başlarındaki amerikan sosyolojik düşüncesinden etkilendi, Mead tarafından chicago üniversitesinde geliştirilen constructionist gelenekten etkilendi. Sembolik etkileşimcilik olarak anılan ve Mead tarafından oryante edilen bu düşünce, linguistik iletişim kalıbı içinde kurulan aktörler arası ilişkilerin tartışıldığı sosyal psikolojik bir düşüncedir.
Weber’in etkisi Ortaçağ Avrupası’nda daha etkin bir şekilde hissedildi, özellikle A.Schütz’un çalışmalarında. Schütz, Weber’i fenomenolojinin avrupa felsefesi geleneğinin bakış açısından okudu. Fenomenolojik sosyoloji, semboller ve akıl resimlemesi içinde sosyal dünyayı yorumlayan aktörler üzerine yoğunlaştı.
Fenomenolojinin 1970’lerde gelişen daha radikal bir Amerikan versiyonu olan etnometodoloji, sosyal dünyanın bilimsel bir yolla/bilimsel bir dille sembolleştirilmesinin mümkün olmadığını ve bu yüzden aktörlerin yaptığı gibi tam olarak aynı yolla sosyologlar tarafından yorumlanması gerektiğini tartıştı.
İkinci bir constructionist arguman, bireysel motivasyonlar ve nedenlerden yola çıkarak geniş yapıları test etmeyi amaçlarlar. İngiliz sosyolog A.Giddens tarafından üretilen yapılama teorisi (structuration) çağdaş yada post modern periyota ana katkı durumundadır. Yapılama teorisi, yorumlamacı eylem ile var olan geniş ölçekli sosyal sistem arasında bir bağlantı olduğunu göstermeye çalıştı.
Fonksiyonalizm
Fonksiyonalizm kökenini 19.yüzyıl İngiliz sosyal teorisyeni olan ve toplumu biyolojik bir organizmaya benzeten ilk fikrin sahibi olan H.Spencer’den almıştır. Bununla birlikte, Spencer’in tartışmalarını tekrar analiz eden, Fransız teorisyen E.Durkheim daha etkili ve eleştirel bir fonksiyonalizm oluşturmuştur. Durkheim’in anahtar tezi, kollektif bilinç’tir. Sosyal eylem, dinsel yada ahlaki karakterdeki paylaşılan bilinçliliğin/şuurun katkısıyla açıklanabilir.
20.yüzyıl’ın ortalarında fonksiyonalizmdeki ana gelişme, yapısal fonksiyonalizm, Parsons’ın Weber, Durkheim, Marshall ve Pareto’nun çalışmalarından okunmasıyla geliştirildi. Parsons’ın temelde tartıştığı nokta – constructionist bir şekilde – sosyal eylem teorisinde birbirine yakınlaşılan nokta ki Parsons bunu “gönüllülük” terimiyle açıklar, burada Durkheim’da olduğu gibi paylaşılan normların bir ortak kurulumu vardır, ancak aktörler bunlar arasından seçim yapabilir Weber’de olduğu gibi. Bununla birlikte, Parsons daha çok Durkheim’ın görüşlerine doğru bir eğilim gösterir ve eğer bir sistem olarak toplumun devamı isteniyorsa, yapının belirli türlerinin fonksiyonel katkılarına ihtiyacı vardır görüşünü araştırır/tartışır. Parsons tartışmasını bu noktadan daha ileriye götürerek, yapı değişiminin yönünün, ortak bir normatif sistem, kültür bütünü (muhtevası) tarafından belirlendiğini söyler.
1979’da Parson’ın ölümünden sonra yapısal-fonksiyonalizm pozitivistik eleştirinin ağır batırıcı eleştirileri altında etkisini yitirdi. Bununla birlikte, bu yaklaşım, neo-fonksiyonalizm olarak bilinen Amerikan teorisyeni j:Alexander’ın yeniden canlandırma çalışmaları ile 1980’lerin sonunda belli bir etkiye sahip oldu.
Faydacılık (Utilitarianism)
Faydacı sosyolojik düşünce 19.yüzyıl’da İngiliz klasik ekonomist A.Marshall tarafından kurulmuştur. Bu görüşün daha sosyolojik kurulumu Pareto tarafından olmuştur, Pareto bireysel memnuniyetliklerin takibinden/izlenmesinden oluşabilen ortak düzenlemelerin problemini belirleyen ilk kişidir.
G.Homans 20.yüzyıl’da alış-veriş teorisi ile bu görüşün spesifik olarak sosyolojik gelişimini sağlamıştır.
Daha sonra gelişmelerde Pareto tarafından problem olarak tanımlanan konular üzerine yoğunlaşılmıştır ki bu rasyonel seçim teorileri olarak bilinir. Burada iki varyant vardır. Oyun teorik Marxizm, J.Elster ve J.Roemer tarafından tartışılmış. Diğeri de kamu seçim teorisi.
Eleştirel Yapısalcılık
19.yüzyıl’ın Alman politik ekonomisti Marx ve Engels’in teorisinde iki birbiriyle ilişkili sosyolojik yön vardır. İlkinde, insan toplumlarının tarihi, belli başlı maddi ilişkilerin tarihidir. İkincisinde, yaratıcı ve anlamlıdır ancak bu doğal gerçek maddi tarih tarafından bastırılmıştır. İlk kolda 20.yüzyıl’ın ortalarında Nicos Poulantas ve Louis Althusser’in fransız yapısalcı Marksizmi oldukça fazla gelişme gösterdi. Yapısalcı Marksizm, tarihsel dönüşümlerin ideoloji, devlet ve ekonomik temeldeki tezatların birleşiminin bir ürünü olduğunu ileri sürdü. Bu konuda bireysel aktör, irade ve otonomisi olmadan tarihin bir ucunda asılı bir kukla gibi görüldü.
İkinci kolun, Marksist konulardaki gibi Weber’in görüşlerinin de dahil olduğu ve eleştirel teori etiketi altında geçirilebilen/alınabilecek uzun bir tarihi var. Burada, italyan ve macar marksistler Antonio Gramsci ve György Lukacs ve frankfurt sosyal araştırmalar okulunun etkilerini ve çalışmalarını görmekteyiz.
Çağdaş periyotta yapısal Marksizm gerçekte gözden kaybolmuştu. Onun yerini, J.Derrida’nın edebi teorisinde daha açıkça belli olan ve M.Foucault’nun çalışması ile sosyolojide birleştirilen, Fransa’da doğan, radikal post-yapısalcılık aldı. Post-yapısalcılık, constructionism’in yeniden üretilmesi şeklindedir, ancak radikal ve eleştirel bir yönden. Bu arada, Alman sosyal filozofu Jürgen Habermas’ın communicationism diye anılan görüşleriyle, eleştirel teori geleneği oldukça yüksek bir gelişim aşaması göstermiştir. Habermas; Marx, Weber, Mead, Schütz ve Parsons’ın, bürokrasi ve ticaret ruhunun faaliyet alanı yoluyla, öznelerarası ve açıklamanın sosyal faaliyet alanının bastırıldığı ve sömürgeleştirildiği yönündeki fikirlerini bağdaştırmaya çalıştı.
Bu bağlamda sosyolojinin geleceği ile ilgili; sosyolojinin kendi içinde ana kamplara bölünmesi ve bunun sonucunda bir teorik ve/veya metodolojik hegemonyanın yeniden oluşması günümüz sosyolojisi bakımından oldukça uzak bir ihtimal olarak gözükmektedir.
ESKİÇAĞ’DAN SOSYOLOJİNİN KURULUŞUNA KADAR (19.YY) SOSYOLOJİK DÜŞÜNCENİN
TEMELLERİ
Sosyoloji öncesi dönem açısından, sosyolojinin temellerinin atıldığı teoriler ve düşünürler bağlamında Klasik Yunan Düşüncesi ve 18.yy felsefesi iki önemli ekseni teşkil etmektedir.
Modern anlamdaki sosyolojinin yani bilimsel bir disiplin olarak sosyolojinin çok kısa bir tarihi olabilir ama çok uzun bir geçmişi vardır. İnsanın dur durak bilmeyen ve araştırıcı düşüncesi, yalnızca gökyüzüne atılmak ve dünyanın derinliklerinin gizini araştırmakla kalmamış, insanın kendisi ve toplumları hakkında da sorular sormuştur.
Sosyolojik düşüncenin kökenlerine Eskiçağ açısından baktığımızda Platon ve Aristoteles iki önemli düşünür olarak karşımıza çıkmaktadır. Platon’da da Aristoteles’de de devlet ile toplum arasında net bir ayrıma gidilmez. Dolayısıyla her iki düşünürün de devlet, toplum ve insan hakkındaki görüşleri, sosyolojik bilginin Eskiçağ’daki kökenlerini teşkil etmektedir. Bunun yanında her iki düşünürün görüşlerinin de kendi içinde bulundukları koşullardan tamamen bağımsız olmaması hususu asla göz ardı edilemeyecek bir noktadır.
Gerek Platon (M.Ö. 427-347) gerekse Aristoteles (M.Ö. 384-322) toplumu bütüncül (holistic) temelde, parçaların bütünle zorunlu olarak bağlı olduğu bir organizma şeklinde tanımlamışlardır.
PLATON (M.Ö. 427-347)
Platon Atina’da demokratik eğilimlerin ağırlık kazandığı, parti ve sınıf kavgalarının geniş boyutlara ulaştığı bir dönemde yaşamıştır. Toplumun bu mücadele ortamından kurtulabilmesi için katı bir sınıf ayrımına dayanan Aristokratik bir düzen tasarlamıştır. Demokratik yönetime karşı olan Platon, akıllı bilge azınlığın yönetiminden yanadır. İnsanların doğuştan eşitsizliğine inanmıştır, amacı yıkılmakta olan aristokratik düzeni kurtarmaktır.
Platon’a göre toplumun doğuş nedeni insanların tek başlarına, kendi kendilerine yetememeleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için başkalarının yardım ve işbirliğine gerek duymalarıdır. Platon, birçok eksikliklerin insanların bir araya gelmelerine neden olduğunu ve insanların yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşadıklarını söyler. Bu tür yaşamın adı toplum düzenidir.
Platon parçaları bütüne tâbi olmaları çerçevesinde tanımlayarak, toplumsal organizmanın birliğini özellikle vurgulamıştı. Dolayısıyla Platon’un toplumu, işbölümü ve toplumsal eşitsizlikler etrafında yapılanmış, birleşmiş bir sistem olarak analiz ettiğini söyleyebiliriz.
Platon, “toplum tek bir insandan daha büyük bir şeydir” derken, insan ile toplum ve devlet arasında bir paralellik kurar ki, bu görüş organizmacı bir düşüncedir. Nasıl ki insan vücudundaki uyum her organın kendi görevini yapması ile sağlanırsa devlet içinde de uyum ve adalet her sınıfın kendi yerinde kalması ve kendi görevini yapması ile sağlanır.
Toplumla ilgili olarak temelde bu noktaları vurgulayan Platon, toplumun organik yapısı içinde bazı sınıflardan meydana geldiğini belirtir.
Platon’un belirttiği ilk sınıf; Toplumda insanların ihtiyaç duydukları maddi değerleri üreten “üreticiler”, bu değerlerin toplum içinde el değiştirmesini sağlayan “aracılar” ve beden ile üretime katılan “gündelikçiler” den oluşur.
İkinci sınıf; kişilerin hayatında olduğu gibi toplumların hayatında da başkalarından daha çok mal edinme hırsı sonucunda savaş başlayacaktır. Bu gelişmenin zorunlu sonucu olarak da bir yandan toplumu savunmak, öte yandan da yeni topraklar ele geçirebilmek için silahlı bir güç yani ordu gerekecektir. “Bekçiler”, “korucular”, “savaşçılar” sınıfı oluşacaktır. Böylece toplumun ikinci sınıfı da oluşur.
Toplumun organik yapısını tamamlayan ikinci sınıf içinden “yöneticiler” belirir. Yöneticiler ise savaşçıların en iyileri arasından seçilecektir. Bu doğrultuda aslında toplumda üç değil iki sınıf bulunmaktadır; “üreticiler sınıfı” ve “toplumu koruyan ve yöneten sınıf”.
İnsanların doğal eşitsizliğine inanan Platon, ideal devletinde bu doğal eşitsizliğe dayanan sosyal sınıflar içinde yer alan kişilerin beden, karakter ve ruh özellikleri üzerinde durmuş ve eğitime büyük önem vermiştir.
Platon savaşçılar sınıfı oluşturacak kişilerde özel yetenekler arar. Bu sınıfın görevi toplumu korumak ve aynı zamanda düşmana saldırmak olduğundan bu işleri yapabilecek özel yetenekler gereklidir. Ne var ki, kişilerin doğal yetenekleri yanında eğitimin de önemi çok büyüktür.
Savaşçılar yiğit, akıllı, maddi değerlere düşkün olmayan kişiler olarak yetiştirileceklerdir. Onlar bütün başka işlerden sıyrılarak kendilerini sadece devlet işlerine verecekler, başka hiçbir işle uğraşmayacaklarıdır.
Platon yönetici sınıfın özellikleri ve eğitim sorununa da eğilmiştir. İdeal devleti gerçekleştirmenin tek yolu, devleti yönetecek kişilerin filozof olmaları, yani akıl gücü ile devlet gücünün birleşmesi ve herkesin yapacağı işi bilmesidir.
Filozoflar toplumda çok ufak bir azınlıktır, bunlar devleti ele geçirmedikçe ne devletin ne de yurttaşların dertleri bitmeyecek ve ideal devlet hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir.
Yöneticiler ve savaşçılar mal mülk edinemeyeceklerdir. Bu sınıfların toprakları, evleri, paraları olmayacaktır, çünkü bu maddi değerlere sahip oldukları zaman, devleti değil bu değerleri koruma hırsına kapılabilirler. Aşırı zenginlik de aşırı yoksulluk da kötüdür. Öte yandan Platon, savaşçılar ve yöneticiler sınıfı için aile kurumunu kabul etmez.
Platon insan yapısı ile devlet biçimleri arasında benzerlik kurar, devlet biçimlerinin de o devlette yaşayan insanları huylarından kaynaklandığını söyler. Beş çeşit devlet vardır, beş çeşit de insan olacaktır.
En iyi devletin ki Platon buna Aristokrasi der, karşılığı olan insan iyi ve doğru insandır. Ancak “aristokratik devlet” de ne denli iyi ve mükemmel olursa olsun birgün o da bozulacak ve dağılacaktır.
Yerine “timokrasi” ya da “timarşi” devleti geçecektir. Timokrasi arsitokratik devletten doğar, aristokratik devletteki yöneticiler arasında çıkan anlaşmazlıklar, ayrılıklar bu değişikliğe neden olur. Timokrasinin göze çarpan en önemli özelliği şan ve şeref düşkünlüğüdür.
Dolayısıyla timokrasiden “oligarşi”ye geçmek kolay olacaktır. Yani zenginliğe dayanan devlet düzenine geçmek kolay olacaktır. Oligarşinin önemli kusurları vardır; ilki, çeşitli görevlerde o işlerin üstesinden gelebilecek yeteneklerin değil de zenginlerin eline geçer. İkincisi, toplum zengin ve yoksullar diye iki düşman kampa bölünür, bunun anlamı da toplumun birliğini ve bütünlüğünü kaybetmiş olmasıdır. Oligarşinin insanı da bu bozuk düzenin özelliklerini taşıyacaktır, bu kişi zenginliği tüm değerlerin üzerinde tutan, paranın tutsağı olan kişidir.
“Demokrasi” alabildiğine zengin olmak isteğinin, doymak bilmez bir mal açlığının sonucudur. Demokraside herkes özgürdür, her insan yaşayışına dilediği düzeni verebilir. Demokraside ahlak değerlerine aldırış edilmez, bir devlet adamının nasıl yetişmesi, hangi bilgileri edinmesi gerektiği düşünülmez. İktidara gelmek için kişinin kendini halkın dostu göstermesi yeterli sayılır. Bu düzenin insanında da saygısızlık nezaket olur, kargaşalık hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik sayılır.
Demokrasiyi “zorbalık” izleyecektir. Nasıl ki oligarşi doymak bilmeyen zenginlik tutkusu sonucu yıkıldıysa, demokrasiyi yıkan da özgürlük olacaktır. Herkesin her dilediğini yapabildiği bir yerde kısa bir süre sonra hiçbir düzenin kalmadığı görülür.
Bilgelik, yiğitlik, ölçü ve adalet ilkelerine dayanan en iyi devlet yasalara gerek kalmadan da yönetilebilecektir. İdeal devleti gayesine ulaştırma için vasıta eğitimdir. Eğitilenler devleti iyi ideasına göre yöneteceklerin yanında yer alacaktır. (Bilge olan kişi devleti yönetecektir.) Fakat kendisine sınırsız yetki verilince eğriliğe sapmayan yönetici olamaz bunun için yasa gereklidir. Yasaların şekli devletin şeklini belirler.
ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322)
Aristoteles’in siyasal görüşlerini açıkladığı “Politika” adlı eserini yazdığı dönemde, yunan polis düzeni çöküş dönemine girmiştir. Aristoteles ise polisin çöküşünü önleme çabası içindedir. Polis düzeni onun için sonsuza dek yaşayacak ideal bir düzendir ve bu düzenini kurtarılması gerekli ve zorunludur.
Aristoteles insanı sosyal bir hayvan, sosyal bir yaratık olarak ele alır. İnsan bir polis içinde yaşamak üzere yaratılmıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliği de bir polise bağlı olmasıdır. Polis aile, kabile, köy gibi aşamalardan geçerek insanlığın ulaşacağı son uygarlık basamağıdır. Polis doğal ve zorunlu bir gelişmenin sonucudur, kendi kendine yetme özelliğine sahip mükemmel bir toplumdur ve aile, kabile, köy gibi tüm diğer topluluklar polise bağlıdır. Ne var ki, polis bu toplulukların bir toplamı niteliğinde de değildir. Polis kendini oluşturan bu parçalardan önce vardır ve bu parçalar ancak polis içinde gerçek amaçlarına ulaşabilirler, çünkü Aristoteles’e göre bütün parçalardan önce gelmelidir.
Aristoteles toplumu, ayrı unsurların hem bütüne katkıda bulundukları hem de ondan bağımsız kaldıkları farklılaşmış bir yapı şeklinde kavrıyordu.
Aristoteles’in toplum kavramı da aynı ölçüde anti-atomisitikti; karmaşık, farklılaşmış bir yapı olan toplumsal bütün, bireylerden değil, gruplardan oluşmaktaydı.
Aristoteles’e göre, toplumun kökeni insanın doğasında yatıyordu; insanlık, doğası gereği toplumsal ve politik özellikler taşıyordu, bundan dolayı da topluluklar halinde, başkalarıyla birlikte yaşamaya yazgılıydı.
Aristoteles, devlete kişiye oranla öncelik ve üstünlük tanırken organik görüşü benimsemiş olur.
Platonda olduğu gibi Aristoteles’de de en önemli sorun eğitimdir. İyi bir devlet adamının görevi yurttaşlarını eğitmektir. İnsan toplumsal bir varlıktır, bir toplum içinde anlam kazanır. Her iki filozofta da devlet şehir devleti anlamındadır. Aristoteles’in devlet anlayışı doğal olarak yaşadığı koşullardan etkilenmiş ve bu gözlemlere bağlı olarak vatandaşları yurttaşlığa hakkı olanlar ve olmayan diye ikiye ayırmıştır. Ayrıca köleliği de doğal saymıştır. Özgür yurttaşlar kendi aralarında
*Fakirler
*Orta halliler
*Zenginler
olarak üçe ayrılır.
Aristoteles, hocasının (Platon) aksine her devir ve tüm toplumlar için geçerli olacak en iyi tek bir yönetim biçimi kabul etmez. Değişik ve çeşitli yönetim biçimleri öngörür ve bunları inceler.
Yönetimler ayrımını sağlayan kriterlerden bir “nicelik kriteridir”. Devleti bir kişi, bir azınlık ya da bir çoğunluk yönetebilir. Burada nicelik kriterinin yanında ikinci bir kriter olan “yönetimin niteliği” göz önünde tutulmalıdır. Herkesin iyiliğini sağlamayı amaçlayan yönetimler iyi ya da adil yönetimlerdir.
Ortak iyilik amacına yönelik tek kişinin yönetimi “Monarşi”, ahlak sahibi erdemli kişilerin oluşturduğu bir azınlığın yönetimi “Aristokrasi”, tüm topluluğun iyiliği için çoğunluğun yönetimi is” Politeia”dır.
iyi yönetimlerden sapmalar da “Tiranlık” tek kişinin kendi çıkarları için yönetmesi, “Oligarşi” varlıklı bir azınlığın kendi çıkarları için toplumu yönetmesi, “Demagoji” yoksulların çıkarı için yönetimdir.
Değişik ve çeşitli yönetim biçimlerinin varlık nedenini Aristoteles her devletin her devletin değişik ve çeşitli unsurlardan oluşmasında bulur. İşte toplumdaki bu çeşitli gruplardan bazen hepsi iktidara katılırlar, bazen de iktidar bu gruplardan birinin ayrıcalığı olur, bu durum değişik yönetim biçimlerini ortaya çıkarır.
Aristoteles yönetimlerin değişmesinin, hepsinde ortak bir genel neden yanında ikinci derecede önemli özel nedenlerin varlığını ortaya koyar.
Yönetim değişikliklerinin temel nedeni, her yönetimde hakim olan “eşitlik ya da eşitsizlik ilkesinde aşırılığa” gidilmesidir.
Yönetim değişikliğini oluşturan ikinci derecedeki nedenler ise; biri, toplumun bir bölümünün oransız büyümesi ve gelişmesidir. Bundan başka, kazanç ve saygınlık hırsı, korku ve iktidarın kötüye kullanılması gibi kişisel, özel nedenlerdir.
1500’lerden önce Avrupa’daki egemen dünya görüşü, çoğu başka uygarlıklarda olduğu gibi organikti. Bu organik dünya görüşünün bilimsel çatısı iki otoriteye dayalıydı. Aristotales ve Kilise. Gerek Platon (M.Ö. 427-347) gerekse Aristoteles (M.Ö. 384-322), toplumu, bütüncül temelde, parçaların bütünle zorunlu olarak bağlı olduğu bir organizma şeklinde tanımlamışlardı. Platon; parçaları bütüne tabi olmaları çerçevesinde tanımlayarak, toplumsal organizmanın birliğini özellikle vurgulamıştı. Buna karşılık Aristoteles; toplumu aynı unsurların hem bütüne katkıda bulundukları hem de ondan bağımsız kaldıkları, farklılaşmış bir yapı şeklinde tanımlıyordu.
Kaynağını çok büyük ölçüde Grek Felsefe ve biliminde bulan Batı felsefesi ve Batı bilimi, kendilerini tümelin bilgisini ortaya koymakla görevli kılmışlar ve önce felsefeyi daha sonra Yeniçağla birlikte bilimi de zaten tümelin bilgisinin elde edileceği bilgi faaliyetleri olarak lanse etmişlerdir. Kendilerini tümelin bilgisini elde etmeye hasretmiş olan batı felsefesi ve biliminde tekilin tekil olarak bilinmesine yönelik bilgi faaliyetleri küçümsenmiş, ikincil kılınmış, hatta reddedilmiştir. Bu genel görünüş çerçevesinde Aristoteles’in statik ve tümelci dünya görüşünün 16. yüzyıla kadar tek ve rakipsiz hükmünü sürdürdüğü görülmektedir.
İBNİ HALDUN (1332-1406)
14. yüzyılın Arap tarihçisi İbni Haldun Doğu'da ve Batı'da ilk tarih filozofu, hatta bazı kaynaklarda da sosyolojinin habercisi olarak belirtilmektedir. Arapça'dan Latince'ye eserlerin çevrilmesinin gecikmiş olması nedeniyle ibni Haldun'un düşünceleri Avrupa'ya oldukça geç, 19. yüzyıl ortalarında girmiştir. En önemli eseri “Mukaddime”de, onu modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran görüşlerini ileri sürmektedir. Bu eserin ilk tam çevirisini Baron de Slane tarafından yapılmıştır (1862-1886). O zamana kadar Batı memleketlerinde İbn Haldun'dan çok bahsedilmemiştir.
Bu anlamda İbn Haldun'un en önemli katkısının tarih ve sosyolojinin felsefesinde yatmakta olduğunu söyleyebiliriz. Tarihi olayların bir analizini hedefleyen ve bir dünya tarihi yazmaya çalışan İbn Haldun, “Mukaddime” ya da “Prolegomena” olarak bilinen eserinde; insan medeniyetinin ilerlemesine ve tarihin akışına katkıda bulunan psikolojik, ekonomik, çevresel ve sosyal olguları tanımlamak amaçlanmıştır. Bu bağlamda, grup ilişkilerinin hareketlerini incelemiş ve grup duygularının yeni bir medeniyetin ve siyasi iktidarın yükselişine neden olduğunu ve daha sonra bunun daha genel bir medeniyete etki etmesi göstermiştir. İnsan medeniyetindeki iniş ve çıkışın neredeyse ritmik tekrarını tanımlamış ve buna katkıda bulunan faktörleri incelemiştir. Tarihe katkısı, bir çok yazarın tarihi büyük ölçüde siyasi bir bağlamda yorumlamalarının aksine, onun görünürdeki olaylara hükmeden çevresel, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik faktörleri vurgulaması gerçeğiyle göze çarpmaktadır.
İbn Haldun’u sosyolojinin kurucu saymak belli bir görüş açısından mümkündür. Batı dünyasında sosyolojinin kurucusu sayılan A.Comte’dan çok daha önce “İlm-i Tabiat-ı Umran” adlı eserinde toplumların işleyiş ve değişmeleri hakkında evrensel kurallar ortaya koymaya çalışmıştır.
Toplum hayatını bir zorunluluk olarak gören İbni Haldun’a göre, insanları toplum halinde bir araya getiren iki önemli faktör vardır. Birincisi ekonomik faktörüdür, yani insanlar muhtaç oldukları gıda ihtiyaçlarını temin edebilmek için etraftakilerle dayanışma içine girmek zorundadır. İkincisi güvenlik faktörüdür, yani dış düşmanlara ve içteki saldırılara karşı insanlar birbirlerinin yardımlarına ve bu anlamdaki bir dayanışmaya muhtaçtırlar.
Bu anlamda İbn Haldun’a göre toplum, öyle bir yapıda olmalıdır ki bir yandan içinde yaşayan insanların birbirlerine karşı işbirliğini ve dayanışma duygularını geliştirirken diğer yandan da dış düşmanlara karşı onların mücadeleci yönlerini canlı tutmalıdır. Nitekim İbn Haldun’a göre devlet, toplum dışında anlaşılamaz ve devletsiz toplum çok nadir görülür.
Bu görüşleri doğrultusunda İbn Haldun’a göre toplumlar başlıca iki model etrafında organize olurlar;
-Göçebe hayat
-Yerleşik hayat
Göçebe hayat, Bedevilerin hayatını yansıtır ve burada aile, akrabalık ve aşiret bağları, bireysel ilişkiler çok kuvvetlidir. Bu toplumlarda manevi bağlar ve dayanışma (Asabbiye) son derece canlıdır. Bu grup bilinci ve dayanışma sayesinde çok güçlü bir toplum olan bu ilkel birlikler, uygarlık yolunda mesafe alabilmek için yerleşik düzene geçmek zorundadırlar. Bedevi toplumlarda grup dayanışması güçlü bir din bağı ile kendini gösterir.
Yerleşik hayat, Bedevi toplumlar askeri güçleri ve organizasyon üstünlükleriyle daha yüksek uygarlık merkezleri olan şehirleri ele geçirerek, onların birikimlerinden yararlanırlar. Büyüme ve güçlü bir devlet haline gelme şehirleşme ile mümkündür.
İbn Haldun göre devlet ile toplum birbirinden ayrılmaz ve devletin çözülmesi toplumun çözülmesini beraberinde getirir. Ona göre, devlet hayatı insanların hayatlarına benzer, yani devletler de doğar, büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve ölürler.
İbn Haldun, “Mukaddime” adını koyduğu kitabında, konuya yaklaşım tarzı açısından organizmacı bir anlayışla devletlerin ölümünü kaçınılmaz olarak görür. İbn Haldun, devletlerin yaşamlarıyla ilgili incelemelerini yaparken değişme ve bozulma kavramlarını ortaya atar.
Ona göre devletler, kendisini kuran soyların “asabiyye” si (birlik ruhuna dayalı olan kuvvet) ile orantılı olarak kurulur ve çökerler. Bir devlet İbn Haldun’a göre beş aşamadan geçer;
Birinci aşama; zafer ve amaçlara erişme aşamasıdır. Bu aşamada devlet toprak alır, vergiler koyar.
İkinci aşama; egemenliğin kişileşmesi aşamasıdır. Bu aşamada tek bir kişinin asabiyyesi, diğerleri üzerinde egemen kılınır.
Üçüncü aşama; özveri ve rahatlık çağı. Bu aşamada devlet artık servet biriktirir, bayındırlığı geliştirir.
Dördüncü aşama; kanaat ve barışla yaşama çağı. Devlet durumunu aynıyla sürdürür, bir anlamda duraklama çağıdır.
Beşinci aşama; israf çağıdır. Bu aşamaya kadarki biriktirilenler yenir. Bu aşamada devlet iyice yaşlanmıştır.
İbn Haldun’a göre bir devlet yaşlanma çağına geldiğinde devlete mensup boylardan biri devleti yenerek toprakları ve idareyi ele geçirir. Bu süreç kendini yenileyerek sürer gider.
Genel olarak baktığımızda sosyolojinin öncüleri arasında sayılan İbn Haldun, toplum düzeninin sağlanması ve bu düzenin korunması konuları üzerinde durmuştur. Burada önemli nokta İbn Haldun’un organizmacı bir anlayışla belirtmiş olduğu aşamaların sonunda çöküş aşamasına gelen devletin yıkılması onun ortadan kalktığı anlamına gelmemesidir, zira asabiyesi kuvvetli olan bir topluluk devleti ele geçirerek süreci devam ettirir.
FRANCIS BACON (1561-1626)
Bir İngiliz filozof ve devlet adamı olan Bacon, özlü sözler biçiminde kaleme aldığı önemli yapıtlarıyla felsefenin içinde ve bilimin bugünkü gelişiminde önemli vurgulamaları olan bir düşünürdür.
Bacon’a dek egemen olan Aristoteles mantığı ortaçağ felsefesine, bilimine ve dönemine damgasını vurmuşken pek bir ilerleme olmamıştır denilebilir. Bu durumdan sıyrılmak için bilime ve “bilmeye” önem verilmesinin altını çizen ve bir alternatif yöntem öneren ve bugünkü bilimsel gelişmenin bir yöntemini öneren ve vurgulayan Bacon için egemen olmak için “bilmek” gerekmektedir. Ona göre bilmek için de gözlemi ve deneyi kullanmak, kalıplardan, kabullerden kaçınmak, kuşku duymak, gözlemlemek, sınamak, denemek, deneylemek, genellemelerden kaçınmak zorundayız.
Bacon’ın asıl ilgisi bilimi anlamak, bilgi edinmenin doğru ve etkili yolunu kesin bir biçimde bulup ortaya çıkarmaktır. Çünkü ona göre, doğanın gizemlerini çözmek ve kanunlarını keşfetmek insanlığın refahı ve ilerlemesi için gereklidir. Bacon'a göre, bugüne kadar insanın doğa karşısında çaresiz ve zavallı bir duruma düşmesinin nedeni, ne insan aklının yetersizliği ne de doğanın anlaşılamayacak kadar karmaşık olmasıdır. Neden, yalnızca yanlış bir yöntemin kullanılmasıdır.
Gerçekten de, o dönemde Aristoteles'in mutlak otoritesi egemendi ve özellikle fizik ve mantık öğretileri hiçbir eleştiriye yer verilmeksizin olduğu gibi kabul ediliyordu. Bilim adamları ilgilendikleri problemleri, gözlem ve deneye giderek değil, Aristoteles'e başvurarak çözmeye çalışıyorlardı. İşte Bacon bu koşullar altında doğaya ilişkin doğru ve güvenilir bilgi edinmenin olanaksız olduğunu belirtmiştir. Ona göre, bu zamana kadar uygulanmakta olan Aristoteles mantığının bilinenleri tartışmakta fevkalade yararı olmasına karşın, doğaya ilişkin yeni bilgi elde etmekte hiçbir yararı yoktur. Bu nedenledir ki Bacon, Aristoteles'in mantık kitabı olan Organon (Araç)'a karşılık, yeni bir mantık olan tümevarımsal mantığı konu alan Yeni Organon'u (Yeni Araç) yazmıştır.
Böylece yöntemin gerekliliğini ve önemini belirledikten sonra Bacon, bunun nasıl oluşturulabileceği üzerinde düşünmeye ve bunun için de öncelikle insanların yanlışa neden ve nasıl düştüklerinin gerekçelerini belirlemeye yönelir.
Bacon'a göre, insanların yanlışa düşmelerinin nedenleri şunlardır:
1. Üniversitelerde öğretimin bozulmuş olması: Ona göre, bunun temelinde yatan neden skolastik düşüncenin egemen olmasıdır. Çünkü bu düşünce insanların ilgilerini doğaya değil, birkaç otoritenin kitabına yöneltmelerini istemekte, başka bir deyişle doğanın bilgisini elde etmek yerine, bu eski kitaplardaki bilgilere güvenmelerini öngörmektedir. Kullanılan yöntem ise Aristoteles mantığıdır.
2. İnsan Aklı: Bacon'a göre, insanların yanılmalarının nedenlerinden birisi de kendi aklıdır. Çünkü insan aklı çabuk karar vermeye ve genellemeye düşkündür. Bir konu üzerinde biraz durunca yorulur, gereken sabrı gösteremez ve yanlışa düşebilir. Öyleyse doğru bilgi nasıl elde edilecektir? Bunun için iki şey gereklidir.
1. Önyargılardan sıyrılmak.
2. Sağlam bir yöntem uygulamak.
Bacon'a göre, doğaya ilişkin doğru bilgi elde etmek için algılarımızı kullanırız. Ancak algılarımız, tıpkı hayalleri bozan aynalar gibi, doğayı olduğu biçimiyle yansıtmaz. Çünkü insanlarda idoller, yani önyargılar vardır. Eğer doğaya ilişkin doğru ve güvenilir bilgi edinmek isteniyorsa, insanın bu idollerden kurtulması gerekir. Ancak bu, tek başına yeterli değildir. Nasıl ki el, bir alet olmaksızın çok az şey yapma gücüne sahipse, tıpkı bunun gibi akıl da araçsız, yani yöntemsiz kullanıldığında güçsüz kalır. Oysa yöntem onu güçlü kılar. Bu yöntem ise, algılardan genel kavramlara, kanunlara ulaşma yoludur.
Ona göre, doğanın sırlarını çözmek ve yasalarını keşfetmek için, gözlem ve deneyler yapılmalı, bunların sonuçları toplanmalı, sonra toplanan veriler sınıflandırılmalıydı. Bacon'un bilimsel yöntemi gözlem ve deneyler yoluyla veri toplama ve toplanan verileri sınıflandırma, buradan genellemelere varma olarak özetlenebilir.
Gözlemlemek, olabildiğince çok sayıda gözlemleme, deney yapma ve hiçbir tesadüfe yer bırakmama, derecelendirme ve yanılabilirliği göz ardı etmeme olarak en basitinden söyleyebileceğimiz bu yöntemle, doğanın kanunlarını anlama ve bilme şansını yakalayacak olan insanlık, doğa karşısında, doğanın kanunlarını öğrendikçe ilerleyecek, gelişecektir ve doğaya egemen olma şansını da elde edecektir. Doğanın kanunlarını bulan, çözen, öğrenen yani bilen insan, bunu aynı zamanda pratik yaşamında da uygulamalara koyarak, yaşam kolaylığı da sağlayabilecektir.
Bacon’un en başta karşı çıktığı şey bilgisizliktir. O, kendi gününe dek sürüp gelen bilgisizliği ve doğa karşısındaki yılgınlığı ve zavallılığı insanoğlunun bir alınyazısı olarak kabul etmez. Bu sonuç ona göre ne insan aklının yetersizliğinden ne de doğanın anlaşılamayacak denli karmaşıklığından ileri gelmektedir; sadece yanlış bir yönteme bağlılıktan doğmaktadır. O, doğru yöntemi bildiği iddiasındadır ve bu endüksiyondan, yani tüm yargı ve genellemelerimizi gözlem veya deneyle elde edilen olgusal bilgilere dayanmadan başka bir şey değildir.
Onu teorik sonuçlardan çok pratik sonuçlar ilgilendirmektedir.Yaşam içinde insana gereken , insanı insan kılan, yaşamını kolaylaştıran ve düzenleyen bilgilere duyulan gereksinim, aynı zamanda doğanın içinde barındırdığı kanunlarla koşutluk içindedir. İnsan doğadan ayrı değildir, doğanın kanunları insan için de geçerlidir ve insan doğanın içinde, doğayla iç içe ve onun güçlükleri ile baş edebilmek ve içinde yer aldığı doğanın gücünden onun gizlerini onun sunduklarıyla, akıl yoluyla değerlendirerek yani bilim ve felsefenin işbirliği ile çözebilecek ve gücüne güç katarak doğa karşısında daha güçlü olacak ve ona boyun eğmeyecek ve yaşamını da ona göre düzenleyebilecektir. Bunun için de dikkatli bir gözlemci olmak, olguları toplamak ve değerlendirmek, bir bilim ve felsefe insanı için kaçınılmaz olan yöntemdir. Hipotezlerle, kuramlarla yola çıkmak doğanın gizini çözmede başarısızlık getirmiştir o güne değin. Bu yeni yöntemle insanlığın önünde yeni açılımlar olacaktır, doğanın kanunlarını öğrenen insan doğanın efendisi olacaktır diyen Bacon ,bu anlamda pozitif bilimin önemini vurgulamakta ve yeniçağ pozitivizminin de bir müjdecisi olarak felsefe tarihinde yerini almaktadır. Soyuttan ziyade somutun önemini vurgulayan, mantığı, bilme ediminde bir alet olarak kullanmanın gerekliliğini belirten ve bilmenin de yaşam pratiğinde yerinin olması gerektiğini savunan düşünceleri ile bir çok filozof için de esin kaynağı olmuştur.
Unutmamak gerekir ki Bacon, bir bilim adamı olmaktan çok bir düşünür, bir filozoftu. Onun bilime hizmetini skolastik geleneği eleştirmesinde, daha geçerli ve doğru saydığı deneysel yöntemi önermesinde aramak gerekir.
DESCARTES (1596 - 1650)
Modern felsefenin ve analitik geometrinin kurucusu olan Descartes için de, Bacon'da olduğu gibi, amaç doğayı egemenlik altına almaktır. Çünkü insan ancak o zaman mutlu olabilir. Yeni bir doğa ve insan anlayışının ortaya çıktığı, araştırma yöntemlerinin yeni baştan oluşturulduğu bir çağda, bilimlere bir temel kazandırmayı ve ruhla bedeni, tinsel olanla fiziki olanı, geleneksel dini öğretilerle de yeni bilim görüşünü uzlaştırmaya çalışmış ve çağının bilimlerini yeni baştan inşa etmeyi kendisine bir amaç olarak belirlemiş olan Descartes, yetkin bilgi modeli olarak gördüğü matematiği örnek almış ve amacı için mutlak olarak kesin olup, kendisinden hiçbir şekilde kuşku duyulamayan bir başlangıç noktası bulmaya çalışmıştır.
Descartes’in yaşadığı bu dönem karışıklık yılları olmakla birlikte eski değerlerin silinmekte olduğu, yeni değerlerin oluşmaya başladığı yıllardır. Bu yeniden kurulma döneminin başlangıcında düşünmeye başlayan Descartes bütünleyici, temellendirici ve ayıklayıcı bir anlayışa yönelmiştir.
Yöntem tutkusu Descartes’çı düşüncenin başlıca özelliklerindendir. Descartes’da yöntem her bilimsel ya da felsefi çalışmada her kapıyı açabilecek bir anahtar olmaktan çok bir gerekliliktir.
Bilgi görüşünde akılcı olan Descartes, insan aklının iki temel yetisi ya da gücü bulunduğunu söyler. Bunlardan birincisi “sezgi” diğeri “tümdengelim”dir. Sezgi insan zihninde hiçbir kuşkuya yer bırakmayan ve son derece açık olan bir kavrayış faaliyetidir. Sezgi, Descartes'a göre, özel bir duygudur ve akıl yürütmelerimizde bize yol gösterir, yanıldığımızı ya da doğru bir sonuca ulaştığımızı bildirir. Aklın ikinci gücü olan tümdengelim ise, tam bir kesinlikle bilinen doğrulardan yapılan zorunlu çıkarımdır.
Matematik, Descartes'a göstermiştir ki, insan zihni birtakım doğruları açık ve seçik olarak kavrayabilmektedir (sezgi). Ve yine, insan zihni bildiği bazı doğrulardan hareket edip düzenli bir şekilde ilerleyerek, bu doğrulardan henüz bilmediği başka doğruları türetebilmektedir (tümdengelim). Buna göre, biz sezgiyle bazı doğruları açık ve seçik olarak ve doğrudan kavrarız. Tümdengelimde ise, Descartes'a göre, bu doğrulardan kalkarak başka doğrulara bir süreçle, zihnin sürekli ve kesintiye uğramayan bir hareketiyle ulaşırız.
Doğa, skolastiğin sağladığı bilgilerle egemenlik altına alınamaz. Böylece Descartes'ın da skolastiğin insanı yanlışa götürdüğünü düşündüğü anlaşılmaktadır. Ona göre, bunun iki nedeni vardır.
1-Skolastiğin kavramları açık ve seçik değildir.
2-Bu yöntem doğru bilgi elde etmeye uygun değildir.
Böylece Descartes yeni bir yönteme gereksinim olduğunu belirtir. Çünkü ona göre doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü, yani akıl (sağduyu) eşit olarak dağıtılmıştır. O halde bu kadar yanlış bilginin kaynağı akıl olamaz. Böylece Descartes, insanların yanlışa düşmelerinin tek nedeninin doğru bir yönteme sahip olmamaları olduğu sonucunu çıkarır.
Bundan sonra yöntemini kurmaya çalışan Descartes, öncelikle bu konuda kendine nelerin yardımcı olacağını araştırır ve iki şeyin bulunduğuna karar verir:
1-Klasik mantık
2-Eskilerin kullandığı Analiz
Descartes, eskiden beri kullanmakta olan bu iki yöntemden klasik mantığın, bilinenleri başkalarına öğretmekte, genç zekaları çalıştırmakta ve onlara bir disiplin kazandırmakta yararlı olduğunu, ancak yeni bir bilgi elde etmekte işe yaramadığını belirtir. Çünkü ona göre, bu mantıkta biçim ve içerik ayrılmıştır. Oysa ki bilgide biçim ve içerik iç içedir.
Eskilerin kullandığı analize gelince, Descartes, Platon'dan beri eskilerin matematiğin en yalın bilim olduğunu ve diğer bilimlerin temelinde yer aldığını, fakat kendi dönemindeki matematiğin bu özellikten yoksun bulunduğunu belirtir. Bunun üzerine eskilerin matematik çalışmalarını incelemeye koyulur ve analiz ve sentez yollarından söz eder.
Descartes bu iki yoldan analizin daha doğru olduğuna karar verir. Matematikle ilgili çalışmaları sonucunda da analitik geometriyi bulur. Burada esas olan bir cebir denkleminin bir geometrik şekille anlatılmasıdır. Descartes'ın bu önemli buluşundan sonra diğer önemli bir katkısı da geometri ile cebir arasında kurduğu paralelliğin aynı şekilde matematik ve diğer bilimler arasında da kurulabileceğini belirtmesidir. Çünkü ona göre her hangi bir bilimde bir şeyi bilmek demek aslında sayı ve ölçüden başka bir şey değildir. Bundan dolayı da bütün bilimlerde tek bir yöntem uygulamak olanaklıdır. Bu da matematiksel yöntemdir. Böylece ilk defa bütün bilimlerin yönteminin tek bir yöntem olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle Descartes'ın yöntemine evrensel matematik yöntem denmiştir.
Descartes bu yöntemini dört kuralla temellendirmiştir.
1-Apaçıklık Kuralı: Doğruluğu apaçık bilinmeyen hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek, yani acele yargılara varmaktan ve ön yargılara saplanmaktan çekinmek, yargılarda ancak kendilerinden kuşkulanılmayacak derecede açık ve seçik olarak kavranılan şeyleri bulundurmak.
Bu kuralda dikkat çeken en önemli yön insanın bir konuyu araştırmaya başlarken, ön yargısız davranmasının gerekliliğidir. Bu ise oldukça zordur. Çünkü insan hem doğuştan getirdiği, hem de yaşamı boyunca edindiği pek çok ön yargıya sahiptir. Bunu aşmak ise çok zordur. Ancak Descartes bunun için yöntemsel kuşkuculuk'u önerir. Bu yöntemin esası, sağlam bir nokta buluncaya kadar sezişle apaçık olarak kavranılamayan her şeyden kuşku duymaktır. Böylece elde edilen bilgi artık kendisinden kuşku duyulmayan, apaçık olarak kavranılan, doğruluğuna güvenilen bilgi olacaktır.
2-Analiz Kuralı: Bu kural incelenecek problemlerden her birini, olanaklar ölçüsünde ve daha iyi çözümlemek için gerektiği kadar parçalara ayırmayı belirtir, yani karmaşık ve karanlık olan önermelerden, basamak basamak daha yalın önermelere inmek ve daha sonra bu yalın önermelerden başlayarak daha karmaşıkların bilgisini elde etmektir.
3-Sıra Kuralı: En yalın ve bilinmesi en kolay şeylerden başlayarak, tıpkı basamak basamak bir merdivenden çıkar gibi, derece derece daha karmaşık olanların bilgisine yükselirken, doğaları gereği ard arda sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra olduğunu öngörerek düşünmeyi yürütmektir.
4-Sayış kuralı: Bu kural hiçbir şeyin unutulup atlanmadığından emin olmak için, her yönden tam sayış ve genel tekrar yapmayı belirtir. Burada dikkat edilmesi gereken dört nokta vardır. Sayışın sürekli, kesiksiz, yeter ve sıralı olması.
Descartes'ın bu analiz ağırlıklı, yöntemsel kuşkuculuğa dayanan yöntemi, felsefe için gerçekten çok yenidir. Bu anlamda o, modern felsefenin kurucusu kabul edilmiştir.
Bacon, Locke ve Descartes’in çalışmalarına dayanan 18.yüzyıl’ın ampirist felsefesi insan bilgisinin temelini deneyime bağlayan, bilimin temelini ise deney, çıkarım ve gözleme dayandıran bir epistemoloji geliştirmişti. Ampirizm, duyular arcılığıyla öğrenilmiş bir dışsal dünyanın varlığını öngörüyordu, yalnızca deneyimle test edilebilecek olan bilgi, bilimsel bilgi olarak kabul edilmiştir.
THOMAS MOORE (1478-1535)
Thomas Moore, yaşadığı dönemin İngiltere’sinde parlamento üyeliği, yargıç, diplomat, lorlar kamarası başkanlığı, adalet bakanlığı gibi önemli görevler üstlenmiş, görüşleri yüzünden hapiste yatmış ve en sonunda idam edilmiştir.
Thomas Moore’un en önemli eseri “Ütopya”dır. Aynı zamanda “Ütopya” kavramı Thomas Moore’un tüm dünya dillerine bir armağanı şeklindedir.
Thomas Moore “Ütopya”sını olağanüstü demokratik yönetimi olan bir ülke olarak tanımlamaktadır. Kendi döneminin İngiliz toplumunun eleştirisine dayanan bu eserde ideal bir sistemin nasıl olacağını tasavvur etmiştir.
Thomas Moore’un “Ütopya”sında çalışma ve okuma mecburidir, ancak hasta ve yaşlı olanlar bundan muaf tutulabilirler. Zor işler ise serfler, mahkumlar ve köleler (esirler) tarafından yapılır.
Thomas Moore’un “Ütopya” adasında 54 büyük ve güzel şehir vardır, hepsinde aynı dil konuşulur, aynı töreler, aynı kurumlar, aynı yasalar yürürlüktedir. “Ütopya”da özel mülkiyet yoktur, para yoktur, insanlar arasında iş sözleşmeleri yapılmaz.
Herkes sırayla tarımda ve diğer mesleklerde çalışır ve herkesin çalışma süresi 6 saattir.
Thomas Moore’un “Ütopya”sında toplum hayatının temeli ailedir, her şehirde 6.000 aile olacak ve her aileyi en yaşlı erkek yönetecektir. Herkes tek tir elbise giyecek, kadınların evlenme yaşı 18, erkelerin evlenme yaşı da 22 olacaktır.
Thomas Moore’un “Ütopya”sında din adamları ve rahipler seçimle iş başına gelirler. Ütopyada yasa sayısı çok azdır.
Ütopyada yaşayanlar adadakilerin diğerleri üzerinde bir hakimiyet kurmasını istemezler, bunun için de güçsüz devletleri koruma güçlü olanları ise içten bölme isteği taşırlar.
Sonuç olarak; Thomas Moore’un “Ütopya”sı tanımladığı özellikleri bağlamında sosyalist sistemi savunan ve benimseyenler açısından bir ilham kaynağı olmuştur.
MACHİAVELLİ (1469-1527)
1469-1527 tarihlerinde yaşamış Rönesans ve hümanizm döneminin önemli düşünürlerinden biridir. Machiavelli 1469'da büyük bir siyasi karmaşanın yaşanmakta olduğu İtalya'da, Floransa kentinde doğmuştur. Machiavelli’nin yaşadığı dönemde İtalya, siyasi birliğini oluşturmaktan henüz uzak durumdaydı, ayrıca dış tehditler İtalya için sürekli gündemdeydi.
Böyle bir sosyo-kültürel ortamda yaşayan Machiavelli, ahlaktan ayrı bir siyasi düşünce geliştirerek devleti maddileştirme ve aynı zamanda siyaseti ahlak ve hukuk kurallarının dışında tutma anlayışı sergilemiştir.
Machiavelli devlet işleri konusundaki fikirlerinde duyguya yer vermez, bu düşüncelerinin arka planında güçlü ve birleşik bir İtalya’yı arzulayan vatansever görüşleri yatmaktadır.
Machiavelli’nin en önemli eserleri arasında Hükümdar, Nutuklar, Harp Sanatı ve Floransa tarihi sayılabilir.
Machiavelli’nin eserleri içinde en çok ön planda olan Hükümdar, esasen Floransa hükümdarı Lorenzo de Medici’ye ithaf edilmiş bir eserdir.
“Hükümdar”daki temel fikir şudur; devletin menfaatleri uğruna her şey mubah sayılmalıdır, bu anlamda Machiavelli’ye göre devlet hayatı ile özel hayatın ahlak ölçüleri birbirinden farklıdır. “Hükümdar” aynı zamanda hükümdarlara iktidarları nasıl kazanacaklarını ve kazandıkları bu iktidarı nasıl ellerinde tutacaklarının yolunu gösteren rehber niteliğinde bir eserdir. “Hükümdar”ın el yazması nüshaları elden ele dolaşmış ve 19.yy’a kadar da zaman zaman yayınlanmıştır ancak eser uzun zaman yasaklı kalmıştır. Tarihi süreç içinde diktatörler ve despotlar “Hükümdar”da kendileri için çok şey bulmuşlardır.
Machiavelli , ülkelerin kurtuluşunun kuvvete dayanan ulusal devlette olduğuna inanan, ulusal devlet ya da ulus-devlet düşüncesinin ilk temsilcisidir. Araştırıcı bir gözle tarihi, çağını ve insanı incelemiş somut gerçekleri sistemleştirerek, yeni bir devlet felsefesi geliştirmiştir.
Machiavelli’nin temel düşüncelerini;
1.- En önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak arttırmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için kullanılacak her araç yasaldır.
2.- Din, ahlak ve hukuk devlete bağlıdır. Amacı gerçekleştirmek için gerektiğinde devlet bunları alet olarak kullanmalıdır.
3.- Devletten bağımsız ahlak ve hukuk düşünülemez. Devletin bittiği yerde, hukuk da ahlak da biter. Hukuk ve ahlak devlet için vardır.
4.- Devlet bir ulusa dayanıyorsa, yeterli gücü bu kökten alabilir. Kilise devletin karsısında ya da üstünde olmamalıdır
şeklinde sıralamak mümkündür.
THOMAS HOBBES (1588-1679)
Thomas Hobbes, antik çağdaki ve kendi yaşadığı dönemdeki savaşların ortak özellikler taşıdığını görmüş ve bu savaşları insan doğasının ve yönetiminin hırs ve arzuları olduğu sonucunu çıkarmıştır.
Bu görüşleri doğrultusunda; De Cive (Yurttaş Hakkında), Leviethan (Devlet), De Corpore (Gövde Hakkında) ve bu eserinin ikinci kısmı olarak da (İnsan Hakkına) adlı eserlerini kaleme almıştır.
Thomas Hobbes’un görüşlerinin temelinde onun psikoloji ile ilgili kabulleri yatmaktadır. Thomas Hobbes’a göre insan doğal olarak bencildir, eylemleri kendini korumaya ve savunmaya yöneliktir. Thomas Hobbes’a göre doğal durumda olan bu birey devletin temelini oluşturmaktadır, doğal durumunda olan bu insanların bir arada olması refah ve uyumu çağrıştıran bir altın çağı değil, aksine herkesin herkesle savaştığı, herkesin herkese düşman olduğu bir durumu çağrıştırmaktadır.
İnsanı devlet kurmaya götüren şey doğal güdülerdir, bu güdüleri hayvani olarak niteleyen Hobbes bu anlamda bir kötümserliğe düşmektedir. Bunun neticesinde Hobbes, hükümetin görevinin bu güdüleri insanları birbirine zarar vermeyecek şekilde tatmin etmek olduğunu ve bunun güvence altına almak olduğunu belirtmektedir.
Thomas Hobbes’a göre “toplum” kavramı bir kurgu niteliğindedir, yalnızca birey-insanlar vardır. İnsanlar doğal olarak anti-sosyal ve bencil oldukları için yalnızca güç kullanılarak ve ceza korkusu ile bir araya getirilebilirler, bu anlamda Hobbes hükümetin otoritesinin mutlak olması gerektiğini savunmaktadır.
Thomas Hobbes’a göre toplumda düzenin sağlanabilmesi için bireylerin anlaşması tek başına yeterli değildir, aynı zamanda güce de ihtiyaç vardır. Bu anlamda Thomas Hobbes’a göre devlet yurttaşın yaşamını ve güvenliğini sağlamaktan birinci derecede sorumludur. Thomas Hobbes’un görüşleri beraberinde güvenliği ve aynı zamanda ekonomik alandaki eylem özgürlüğünü sağlayabilen güçlü bir yönetim anlayışını getirmektedir. Hobbes’a göre bu görevlerini yerine getirebilecek güce sahip olmayan yönetim meşruluğu hatta var olma nedenini kaybeder.
Thomas Hobbes tabii hukuk (natıral law) ile tabii haklar arasında bir ayrım yapmaktadır. Hobbes hukuku, yaşam ve özgürlüğün korunması için doğal özgürlüğe getirilen zorunlu bir sınırlama olarak görmektedir. Bu anlamda Hobbes’ta adalet kavramı da yönetimin, hukukun ve zorlayıcı organların geliştiği yani devletin oluşması süreci ile aynı anlama geldiğini belirtmektedir.
Thomas Hobbes antik çağın putperest inanışı ile zamanındaki Hıristiyanlık ve Yahudilik anlayışını birlikte değerlendirerek, bir çok dini buyruğu yöneticilerin veya ruhban sınıfının istedikleri düzenin sürdürülmesine olan katkıları açısından ele almıştır. Bu değerlendirmesi sonucunda da; toplumsal düzende dinin, tıpkı monarşide olduğu gibi, düzenin en yetkin desteklerinden biri olduğu ve din olmadan kitleleri denetim altında tutmanın imkansız olduğu sonucuna varmıştır.
Thomas Hobbes’un temel düşüncesi; halkın kendini yönetme yeteneğinden mahrum olduğu şeklinde özetlenebilir. Bunun nedeni olarak Hobbes, ya halk kendini yönetmek için çok bilgisizdir ya da bireyler çok bencildir saptamasını yapmaktadır.
Thomas Hobbes’un genel olarak ifade edilen bu düşünceleri Rousseau, Hume, Burke ve Hegel de dahil olmak üzere bir çok düşünürce tartışılmıştır. Hobbes’un biyoloji, psikoloji ve siyaset bilimini bir araya getirme girişimi zaman içinde tekrar ortaya atılmış ve tartışılmıştır.
AYDINLANMA
Ortaçağ skolastik düşüncesinin Hıristiyanlığın dinî uygulamaları ile birbirine karıştırılmasından sonra Avrupa'da yeni bir yaşam tarzının oluştuğu kabul edilmektedir. Bu aşamadan sonra Ortaçağ Avrupa’sının yaşam tarzı ve düşünsel yaklaşımı daha çok Hıristiyanlığın yaşam biçimi şeklinde belirmiştir. Dünyanın yaratıcısı Tanrı'nın Hz.İsa'yı bir kurtarıcı olarak dünyaya gönderdiği imajı etrafında şekillenen kilise öğretisi zamanla "Tanrı-Şeytan" ya da "Ahiret-Dünya" ikilemi şeklinde ileri sürülen ve tabusal bir iradeyi savunan bir inanç biçimine dönüştürülmüştür. Birey, hem Tanrı'nın hem de dünyadaki yaşamı boyunca kendini sapkın inanışlara yönelten Şeytan'ın arasında yaşadığı ikilem karşısında çaresiz ve yalnızlığa düşürüldü.
Aydınlanma felsefesi Avrupa'da 17. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar süren Rönesans, Reform ve Hümanizm akımlarıyla bağlantılı bir fikir hareketidir. Ticari kapitalizm ile şehirlerin ve burjuva sınıfının öne çıkması ve burjuva sınıfının desteği altında yapılan doğa ve insan üzerine bilimsel çalışmalar, doğanın ve insanın Ortaçağ Skolastik düşüncesinden farklı olarak akıl ile algılanabileceğini ortaya çıkarmıştır. Şehirleşme ve matbaanın icadı ile okuma yazma bilenlerin artması, insanların kendileri ile benzer özelliklere sahip başka insanların olduğu bilincini uyandırmıştır.
18. yüzyıl Avrupa'sına damgasını vuran toplumsal, bilimsel, felsefi vb. alanlardaki köklü değişimleri ve gelişmeleri sağlayan bu çağa "Akıl Çağı" da denilmektedir. Çünkü Aydınlanma çağı, feodal bağların ve kurumların sarsıldığı, feodalizmin içinde ortaya çıkan ve olgunlaşan burjuvazinin amaçlarının gözetildiği, büyük değişimlerin görüldüğü bir çağdır. Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.
Aydınlanma ile insan aklı üzerindeki dinsel, siyasal, geleneksel kurumların ve otoritelerin ipoteği kaldırılmaya çalışılmış, insan aklının başka insanlar, güçler ya da kurumlar tarafından yönlendirilmesi ve idare edilmesi eleştirilmiş, aklın özgürleşmesi için metafizikle, skolastik felsefe ile monarşik yönetim biçimi ve üzerinde yükseldiği feodal üretim ilişkileriyle mücadele edilmiştir. İnsan aklının bilgi ölçüsü olarak alındığı, insan ve kültür sorunlarının gündeme getirildiği, bilginin topluma yayılmasının amaçlandığı, geleneklerin ve inançların bir "akla uygunluk" ilkesi ile değerlendirildiği bir dönem olarak aydınlanma çağı karşımıza çıkmaktadır. Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
Aydınlanma, insanın kendi aklı ve deneyimleri ile geleneksel görüşler ve ön yargılardan kurtulmak ve akla dayanarak, dünyayı kavramak düzenlemeye çalışmaktır. Bu anlamda Aydınlanma Çağı insan aklının bağımsız olması gerektiği düşüncesine dayanır. Öyleyse benimsenmesi gereken tavır inanmak değil, bilmek olmalıdır.
Bu genel belirlemeden anlaşıldığı üzere, burada sorgulanmak istenen insan varlığının anlamı ve bu Dünya'daki yeridir. Nitekim Aydınlanma'nın gelenekselleşmiş bir tanımını veren Kant'a göre Aydınlanma, insanın kendi kusurları sonucu düşmüş olduğu olumsuz durumdan, yine kendi aklını kullanmak suretiyle çıkma çabasıdır. Gerçekte insan içinde bulunduğu olumsuz duruma aklın kendisi yüzünden değil, ama onu gerektiği gibi kullanmayı bilmemesi yüzünden düşmüştür. Bu yönüyle Aydınlanma'nın, Ortaçağ düşüncesine ve yaşam anlayışına karşıt bir dünya görüşü olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Aydınlanma'nın temel özelliklerinden birisi de, doğa ile akıl arasında bir uygunluk olduğunu ve akılsal yapıda olan bu doğayı aklın rahatlıkla kavrayabileceğidir. Aydınlanma felsefi düşüncede dikkate değer bir zihni gelişme ve değişiklik yaratmıştır. Aydınlanma dönemi düşünürlerini etkileyen iki akımdan bahsedebiliriz; 17. Yüzyıl felsefi anlayışı ve bilimsel gelişmeler.
17. yüzyıl felsefesi; Rene Descartes, Thomas Hobbes ve John Locke’un yazılarında belirginleşmiştir. Daha önceki dönemlerde olmadığı kadar Aydınlanma düşünürleri insanın aklı ile evreni anlayabileceğine dair bir anlayış geliştirmişlerdir. Bunun da sebebi olarak o dönemde fizik biliminde ortaya çıkan başarıların onları doğa kanunlarının evrensel olarak uygulanabilirliği temelinde yeni bir evren anlayışına götürmesidir. Bu dönemde gerçek merkezi entelektüel hedef olmuştur, ancak gerçeğin bilgisine gelenek ve otorite temelli bir bakış yerine rasyonalizm ve empirisizmden hareketle ulaşılmaktadır.
Eğer bilim, fiziki dünyadaki doğa kanunlarının işleyişini ortaya çıkarmışsa, belki de benzer yöntemler sosyal ve kültürel dünyanın kanunlarını da ortaya çıkarabilecektir. Böylelikle o dönemin düşünürleri, toplumsal hayatın tüm yönlerini araştırmışlar; politik, dini, sosyal ve ahlaki kurumları analiz etmişler ve incelemişlerdir. Bunları akılcı bir tutumla ele alarak eleştirmiş ve irrasyonel (akılcı olmayan) olanların değişmesini talep etmişlerdir. Bu anlamda geleneksel değerler ve tutumları eleştirerek irrasyonel olarak değerlendirmişlerdir. Onlara göre bu kurumlar, insan tabiatına zıt olan, insanın gelişme ve ilerlemesine engel olan, insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmesinde önleyici olarak değerlendirilmektedir. Eleştiri bu dönem düşünürlerin temel silahı olmuştur. Batıl inançlarla, dar görüşlülükle, hoşgörüsüzlükle savaşmışlardır. Yine o dönemde var olan feodal sınıfın ayrıcalıklarına, onların endüstri ve ticari faaliyetler üzerindeki engellerine eleştiriler getirmişlerdir.
Aydınlanma düşünürlerinin 17. yüzyıl filozoflarından farklı olarak; sistematik çıkarım yöntemi yerine doğa bilimlerinin yöntem anlayışı üzerinde kendi açıklamalarını oluşturmuşlardır. Buradan hareketle aydınlanma düşüncesinde yeni ve orijinal olan; Newton fiziğinin metodolojik kalıplarının uygulanması olmaktadır. Newton deneylerden elde edilen olgularla ilgilenmiştir, ilkeleri ise gözlem ve deneye dayanmaktadır yani kısaca söylemek gerekirse deneysel temellidir.
Bu dönemde ortaya çıkan diğer bir gelişme ise, Diderot ve D’Alembert tarafından hazırlanmış olan Ansiklopedi çalışmalarıdır. Ansiklopedi herhangi bir bilgi kitabından daha fazla bir şeydir çünkü; kitap içinde yer alan konularla ilgili tanımlar doğaüstü önyargılardan sıyrılarak ussal (akılcı) düşünce ve bilimsel kavrayış temelinde ele alınmaktadır. Ansiklopedistlerin en önemli özellikleri ise, en karmaşık konuları herkesin anlayabileceği bir açıklıkla anlatmalarıdır. Bu çalışmada Diderot’nun etkilendiği kişiler Locke ve Condillac olmuştur. Locke’un deneyciliği Condillac’ın ise fikirlerin deneyle ilişki içinde, dünyayla ilişki içinde tekrar ele alınması gerektiği anlayışı olmuştur. Newton’un yöntem anlayışına bağlı olan Condillac’ın bilgi kuramı tüm Aydınlanmacıların bilgi anlayışına uymaktadır.
JOHN LOCKE (1632-1704)
Bir İngiliz filozofudur ve Aydınlanma çağı düşünürleri arasındadır. Locke'un genel felsefesi epistemoloji (bilgi kuramı) alanında (ön kabullenmeleri doğuran) bilgilerimizin deney öncesi (apriori) olduğunu kabul eden feodal, aristokratik söylemin dogmatik tutumunun yadsınmasına dayanır. Skolastik felsefenin bilgilerin kaynağını Kitab-ı Mukaddesteki dogmalar olarak kabul edişine karşı Locke, bilgilerimizi gözlemlerimize, duyularımıza yani deneye dayandırır. Ayrıca zihnimizde doğuştan getirdiğimiz bilgilerinde varolduğunu söyleyenleri eleştirir ve insan zihninin başlangıçta boş bir levha (tabula rasa) gibi olduğunu ve deneyimle dolduğunu söyler.
John Locke insan zihninde doğuştan gelen bilgilerin olmadığını söylemekle birlikte mutluluğa, iyiye yönelip acıdan kaçma duygularının doğuştan geldiğini söyler ve ahlak felsefesini, herkesin kendi zevkleri ve mutluluğu peşinde koşması gerektiği ilkesine dayandırır ki bu görüşle de "laissez faire" (bırakın yapsınlar) felsefesinin tohumlarını attığı söylenebilir.
Bilgilerimizin deney ile elde edildiğini öne süren John Locke, uygar toplum öncesinde doğa durumunda yaşadıklarını kabul ettiği insanların, eşitliliğin, özgürlüğün ve mutlu bir hayatın egemen olduğu bu doğa durumunu akıllara Tanrı tarafından yerleştirilmiş bir doğa yasası ile sürdürdüklerini söyler. Bu doğa durumundaki insanlar arasında kolayca savaş durumuna yol açabilecek olan "saldırganı yargılama ve cezalandırma hakkı"na herkesin sahip oluşu ilkesinin doğurduğu kargaşalardan kurtulma çabasıyla düzenlenen bir sosyal sözleşmenin varlığı iddiasını taşımaktadır.
Locke yönetimin kaynağının tanrısal hak değil halk olduğunu, insanların doğa durumundan uygar topluma geçişlerini sağlayan bir toplum sözleşmesi yapmış olduklarını kabul ederek kanıtlayamaya çalışır. Bu anlamda Locke'un sözleşme kuramı, İngiltere'deki anayasal (parlamenter) monarşinin yasallığını savunan ve kendinin siyasal görüşlerini ortaya koymak için yararlandığı hukuksal uyarlamadır.
MONTESQUIEU (1689-1755)
Fransız düşünürü Aydınlanma çağı düşünürlerinden Charles de Secondant de Montesquieu, mutlak monarşi karşısında aristokrasininin geleneksel haklarının ve çıkarlarının savunuculuğunu yapmıştır.
Montesquieu'nun siyaset kuramının aristokrasinin çıkarları üzerine ustalıkla kurulduğunu, bir başka deyişle aristokrasinin kazanımlarını korunması gerekliliği doğal ve zorunlu sonucuna ulaşmayı kaçınılmaz kıldığını söyleyebiliriz.
Montesquieu, siyaset kuramında Locke ve Rousseau gibi spekülatif bir "doğa durumu", "doğa yasası" ve uygar topluma geçişi sağlayan bir "toplum sözleşmesi" iddiasından uzaktır ve siyasal düzenlerin ortaya çıkışını, siyasal kurumların biçimlenmesini iklimsel, çevresel, geleneksel, maddi ve tinsel birçok nedene bağlamaktadır. Siyasal sistemlerin oluşumu, siyasi, sosyal ve ekonomik kurumların oluşması konusunda, siyasal düşüncelerinde iklim ve çevresel koşullara yaptığı vurgu, siyaset kurumunun en önemli noktalarından olup, bu koşulların belirleyiciliği iddiası üzeriden, evrensel, her ülkeye uygunluk durumu içinde bulunabilecek bir sosyo-ekonomik sistemin geçerli olamayacağını, her ülkenin kendi koşullarını değerlendirerek, kendine uygun ve özgün bir sistem bulması gerektiğini söylemektedir.
Montesquieu'nun "kuvvetler ayrılığı" ilkesi, 19. ve 20. yüzyıl liberal devlet kuramının klasik bir örneğini oluşturmuştur.