SOS 313.001 SOSYOLOJİ TARİHİ III (PSİKOLOJİ)
DERS KAPSAMI
SOSYAL BİLİMLERİN GELİŞİMİ VE SOSYOLOJİ
SOSYOLOJİDEKİ TEMEL YAKLAŞIMLAR-TEORİLER
YAPISAL-FONKSİYONALİST YAKLAŞIM
-T.Parsons
SEMBOLİK ETKİLEŞİM YAKLAŞIM
-H.Blumer
ÇATIŞMACI YAKLAŞIM
-Dahrendorf
-Coser
GENEL TARTIŞMA VE DEĞERLENDİRMELER
GELENEKSEL SOSYOLOJİ TEORİLERİ VE ANA PARADİGMALARI
Batılı toplumların toplumsal yapılarında köklü değişikliklere yol açan Fransız Devrimi ve Sanayi Devriminden sonra sosyolojide öne sürülen teoriler makroskopik boyutta idiler. Bu teorilere Geleneksel (Klasik) Sosyoloji Teorileri adı verilmektedir. Adı geçen bu teorileri öne sürenler aynı zamanda sosyolojinin kurucuları olarak ele alınmaktadır. Bu isimler arasında en önemlileri; Comte, Marx, Durkheim, Spencer, Tonnies, Simmel, Weber ve Pareto sayılabilir.
Geleneksel sosyoloji teorileri, kendi dönemlerinin politik, sosyal ve ekonomik problemlerine bir tepki şeklindedir. Geleneksel sosyoloji teorilerinde başlıca üç paradigmadan söz edebiliriz. Bunlar; Organik, Çatışmacı ve Sosyal Davranışçı paradigmalardır.
Organik Paradigma
Organik teoriler, zamanın üst sınıf akademisyenleri tarafından aydınlanma geleneği içinde politik ve ekonomik problemlere bir tepki şeklinde ortaya konmuşlardır. Natüralizm, Rasyonalizm, sosyal reform ve Pozitivist metodun temel sayıtlılarından faydalanan bu düşünürler; fonksiyonel bir sistem olarak ilgili bölümlerinin işbölümü ya da rol yapısı ve doğal yasalar geleneği içinde işleyen sistemik ihtiyaçlardan oluşan bir toplum görüşü geliştirmişlerdir. Bu görüşe göre toplum, fonksiyonel bir organizmadır, toplumun temel ihtiyaçları göz önüne alınarak doğal bir düzen görüşü hakimdir.
Organik teorilerin toplumu ele alışında; ya bu sosyal organizmanın mekanik yapısı üzerine (Comte ve Spencer’da olduğu gibi) ya da işbölümüne bağlı normatif sistem üzerine (Durkheim ve Tönnies’de olduğu gibi) vurgu yapılmıştır. Her iki halde de toplum, işbölümü sistemi içinde işleyen, doğal düzenin bir parçası ve fonksiyonel olarak bütünleşmiş bir organizmadır.
Organik yaklaşım, formal sosyolojik teorilerin ilk tipidir, baskın üst sınıf entelektüel topluluk tarafından geliştirilmiştir. Aydınlanma felsefesi geleneği içinde başta da belirtildiği gibi; zamanının ekonomik, sosyal ve politik sorunlarıyla meşgul olan entelektüel topluluk tarafından bu sorunlara karşı bir girişim niteliğindedir.
Çatışmacı Paradigma
Çatışmacı teoriler organik teorilerin aksine, Amerikan pragmatizmi ve Aydınlanma Felsefesi geleneği içinde alt sınıftan olanların politik baskı, çatışma ve ekonomik gelişmenin getirdiği sorunlara tepki şeklinde ortaya konulmuştur.
Çatışma teorisyenlerine göre toplum, organik yaklaşımın aksine, temel maddi ihtiyaçların kaynaklarını elde etmek için mücadele eden ve bu sebeple birbirleriyle rekabet halinde olan gruplardan oluşan bir sistemdir.
Çatışma teorisyenleri, geçmişleri ve sosyal edinimleri açısından organik teorisyenlerden göze çarpan bir şekilde farklılık göstermektedirler. Bu düşünürler sistemik problemler ve sosyal düzenden ziyade, insan ihtiyaçları ve sosyal değişim ile ilgilenirler. Bu düşünürler homojenlikten uzak ve uzun bir zaman dilimi (1814-1944) arasında yer alırlar.
Bununla beraber bu teorisyenlerin belli ortak özelliklerini belirlemek mümkündür. Bu düşünürler üst ve orta sınıftan ziyade alt sınıftandırlar, ayrıca bu düşünürler felsefe, hukuk, tarih ve ekonomi konularıyla ilgili aydınlanma tipi bir eğitim almışlardır. Politika ile ilgilenen çatışma teorisyenleri, kendi toplumlarındaki çatışma, kutuplaşma ve politik baskıları tecrübe etmişler ve toplum kavramlaştırmalarında çatışma ve değişmeye vurgu yapmışlardır.
Sosyal Davranışçı Paradigma
Sosyal davranışçı teoriler; Darwin, Alman İdealizmi ve Amerikan Pragmatizminden etkilenen orta sınıf entelektüellerin, endüstrileşme ve şehirleşme ile birlikte ortaya çıkan sorunlara bir tepki şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bu teoriler, değişen koşullarla birlikte sosyolojik düşüncenin de tarzının değişmesi sonucu mikroskopik ve bireyci boyuttadır. Bu düşünürler topluma birey ve bireyler arası etkileşim perspektifinde yaklaşmaktadırlar.
Sosyal davranışçı teorisyenler; endüstrileşme, şehirleşme ve politik baskılara idealizm, sosyal evrim ve pragmatizmden etkilenerek Protestan ahlakı ve aydınlanma geleneği içinde görüşlerini ileri sürmüşlerdir.
Sosyal davranışçılar toplumu normatif fenomenlerin bir sistemi olarak görür ve sosyal davranış değerlerin ya da ilgilerin bir fonksiyonu şeklinde ele alınmaktadır.
ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİ TEORİLERİ VE ANA PARADİGMALRI
Çağdaş sosyoloji teorileri özellikle kuruluş ve gelişme aşaması dönemlerinde Amerikan sosyolojisi ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bunun en belirgin göstergesi ise; Amerikan sosyolojisi ve sosyologlarının klasik sosyolojiyi (Avrupa sosyolojisi) uygulamış ve pratiğe dökmüş olmalarıdır, yani Amerikan sosyolojisi klasik sosyoloji üzerine kurulmuştur.
Avrupa sosyolojisindeki paradigmaları, Amerikan sosyolojisi kültürel fayda amaçlı kullanmıştır, Avrupa sosyolojisinin paradigmalarını daha derine inerek Amerikan toplumuna uygulamışlardır, bu yönüyle Amerikan sosyolojisi deneysel ağırlıklıdır.
Amerikan toplumundaki problemlerden etkilenen Amerikan sosyolojisi, özellikle iç savaş ve savaş sonrası kentsel vs. problemlere çare arayışı içinde olmuştur.
Amerikan sosyolojisinin içeriği ve bağlamı Avrupalı sosyologların görüşlerine benzerlik gösterir. Belirgin farklılık; Amerika’daki materyalist kültürün ağır basmasının sosyolojik teoriler üzerindeki etkisidir.
Çağdaş Kuramın Gelişmesindeki Evreler
1905-1918 Kuruluş Dönemi:
19.yy Avrupa düşünürleri etkili, çağdaş kuramın temellerinin atıldığı dönem.
1918-1935 Bilimsel Evre:
Amerikan sosyolojisi bilimsel, deneysel, profesyonel ve akademik olarak örgütlenme çabalarındadır, alt uzmanlık dalları belirmeye başlamıştır.
Bu dönemin iki önemli olayı; I. Dünya Savaşı ve 30’ların kriz dönemidir. Bunların yol açtığı toplumsal problemler Amerikan sosyolojisinin deneyselciliğe eğilmesine neden olmuştur. Bu deneyselcilikle, problemlere hemen çözüm bulma amacı güdülmüştür.
Bu dönemde Amerikan sosyolojisinin materyalistik bağlam içinde Amprizme yönelmesi en belirgin özelliktir.
1935-1954 Kuram, Araştırma ve Uygulama Evresi:
Faydacılık ve profesyonellik konusundaki vurgu artmaktadır. Alt dallarda çoğalma ve örgütlenme görülmektedir. Belirli Avrupalı düşünürlerden Weber, Durkheim ve Freud’un etkisi artmıştır. Bu artan etki sosyal davranışçılığın gelişmesini ve neopozitivizme katkıda bulunmasını sağlamıştır. Bu dönemde Amerikan sosyolojisinin artan bir şekilde deneysel, örgütlenmiş ve sosyal problemlere uygulanan bir sosyoloji olduğunu görmekteyiz.
1960’lar Çağdaş Çatışmacı Kuramın Ortaya Çıkması:
Bu dönemde çatışmacı kuram Amerikan sosyolojisinde yeniden canlanmaktadır çünkü; bu dönem toplumda ırkçı çatışmaların, endüstrileşme ve bürokratikleşmenin ortaya çıkardığı sorunların arttığı bir dönemdir. Bu sorunlarla başa çıkmak için sosyoloji, çatışma eğilimini popüler kılan bir anlayışa eğilim gösteriyor.
1970-1990 Teknoloji ve Modern Sistemler:
Ekonomik ve teknolojik ihtiyaçların baskın bir önem arz ettiği bu dönemde, sistemi planlama ve denetleme önem kazanıyor, bunun sonucunda da yapısal-fonksiyonalizmi güncelleme ihtiyacı ortaya çıkıyor.
1990 ve sonrası Global Sosyoloji Çağrısı:
Küreselleşme süreci ile birlikte, çok kültürlülük ve kimlik konuları ön plana çıkıyor. Doğu-Batı ya da Medeniyetler çatışması tezi yeniden gündeme geliyor. Metodolojik anlamda global sosyoloji çağrısı ile birlikte nitel ve nicel araştırma stratejilerin birlikteliğini savunan anlayış daha belirgin hale geliyor.
Yapısal-Fonksiyonalist Paradigma
Sistemik ihtiyaçları ve denge arayışını karşılama yönünde bir yaklaşım. Bu yaklaşım, entelektüel elit tabakanın toplum sorunlarına sistemik yaklaşımlarını ortaya koymaktadır. ABD’nin o dönemde yaşadığı sorunlara çözüm bulma arayışı içinde İdealizm düşüşe geçmiş ve Ampirizm önem kazanmıştır.
Bu yaklaşıma göre toplum; sistemik, birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı bir bütündür ve sistem ihtiyaçları, fonksiyonları üzerine vurgu yapılmaktadır.
Yine bu yaklaşıma göre sosyolojinin odak noktası, sosyal sistemin başlıca karakteristik özelliklerini keşfetmek ve test etmektir. Yapısal-fonksiyonalist teoriler, klasik sosyolojideki organik teorilerin devam ettirilmesi şeklinde anlaşılabilir.
Yapısal-fonksiyonalizm, Amerikan sosyoloji teorilerindeki en önceki yaklaşımdır ve Amerikan toplumundaki politik, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlar üzerine öne sürülen görüşlerden oluşur.
Yapısal-fonksiyonalist teorilerin genel olarak metodolojileri, sosyolojik olmayan paradigmaların (biyolojik analoji, sibernetik, fenomenoloji gibi…) toplumsal evrim sürecine uygulanmasıdır.
T.Parsons
Parsons’ın kuramsal çalışması üç evreden oluşmaktadır:
I.Evre: Toplumsal Eylem Okulu
Parsons’ın çalışması, toplumsal kuramlar bağlamında sentez niteliğinde bir kuram ortaya koyma çabasındadır. Amacı; Marshall, Durkheim, Pareto ve Weber’in yazılarının eleştirel bir çözümlemesiyle sistematik tek bir sorgulama aracı geliştirmektir.
Bu yazarlardan etkilenen Parsons’ın eylem kuramı, bireysel eyleme katkıda bulunan durumsal etkileri vurgular. Burada önemli nokta; bir makro kuramcı olan Parsons’ın temel ilgi alanının bireysel faaliyetler olmadığı daha çok insan ilişkilerini düzenleyen ve onlara rehberlik eden toplumsal normlar ve değerler olduğudur. Parsons’a göre toplumsal eylem kadar yapı da sosyologların ilgi alanı olmalıdır.
II.Evre: Makro İşlevselcilik
Parsons toplumsal eylem kavramını temel yapı taşlarından biri olarak tutmasına rağmen entelektüel ilgi alanı yavaş yavaş toplumsal eylemden toplumların yapısı ve işlevlerine doğru kaymıştır. Yapı, birbirinin içine girmiş ve birbirinden bağımsız parçaların oluşturduğu bir sistem olarak kavramsallaştırılmıştır.
Parsons temel olarak sistemle ilgilenmiştir. Toplumsal sistem bir bütün olarak ele alındığında toplum anlamına gelmektedir. Kısmi bir sistem ise daha küçük sistemler tarafından temsil edilir, aile, eğitim gibi… Toplumsal sistem bir dengeye veya istikrara ulaşma eğilimindedir, diğer bir deyişle düzen sistemin normudur.
III.Evre: Genel Sistem Kuramı
Parsons’ın kuramı geleneksel işlevselcilikten genel bir sistem modeline geçiş olarak değerlendirilebilir.
Parsons’a göre sistemin özellikleri;
Toplum bir sistemdir, ayrıca kendi kendine yeterli olan tek ve asıl sistemdir. Parsons’a göre toplum, uzmanlaşmış sistemlerden ve bunların alt sistemlerinden oluşur;
Parsons’ın genel kuramı hakkında şu saptamalar yapılabilir;
Sosyal-Psikolojik Paradigma
Sosyal-psikolojik teoriler, entelektüellerin modern toplumun analizi için, bireysel kavramlaştırmanın topluma uygulanması, bireyselleşmenin detaylandırılması ve çağdaş toplumun mikro ve bireysel boyutta analizini yansıtan bir yaklaşımdır.
Bu düşünürler esas itibariyle, sosyal etkileşimin sosyolojik boyutu ve sosyal fenomenlerin anlaşılması üzerine vurgu yaparlar. Endüstrileşme, şehirleşme ve bürokratikleşmenin ortaya çıkardığı sosyal sorunlardan etkilenen sosyal-psikolojik teoriler, bireysel kavramsallaştırmaya ağırlık verirken, Protestan ahlakı içinde Durkheim, Weber ve Darwinizmin etkisi ile özellikle de Mead’in sosyal-psikolojisi ve Chicago okulunun geleneğinin etkisiyle görüşlerini öne sürmüşlerdir.
H.Blumer
Blumer’in amacı, insan toplumlarının doğasını Mead’in bakış açısından göründüğü şekliyle tanımlamaktır.
Blumer’e göre sembolik etkileşimcilik üç önermeye dayanır;
Blumer’e göre, aktör içinde bulunduğu durumun ve eylemin ışığında anlamları
seçer, kontrol eder, askıya alır, yeniden gruplandırır ve dönüştürür. Dolayısıyla yorum, sadece yerleşik anlamların otomatik bir uygulaması değil, içinde anlamların ve gözden geçirmenin, eylemin yönlendirilmesi ve şekillendirilmesine yarayan araçlar olarak kullanıldığı bir biçimlendirme süreci olarak görülmelidir.
İnsanların eylemleri yorum ve anlamlarla sarıp sarmalanmıştır. Bu eylemlerin diğerlerinin eylemleriyle bir araya gelmesi işlevselcilerin toplumsal yapı dedikleri şeyi oluşturur. Blumer’e göre, birlikte eyleme katılan insanlar toplumsal yapıyı oluşturur.
Blumer, grup yaşamını yaratıp ayakta tutan kurallar değildir, grup yaşamındaki toplumsal süreç kuralları yaratır ve ayakta tutar ifadesi ile etkileşimin yapıya önceliğini öne sürer.
Blumer’in önerdiği sembolik etkileşimcilik bir takım kök imajları ya da temel düşünceleri içermektedir. Bunlar;
Blumer, çağdaş sosyolojideki metodolojiyi gelişmiş istatistiksel tekniklerle özdeşleştirme eğilimini eleştirerek, bu çözümlemenin metodolojinin yalnızca bir yönü olduğu gözleminde bulunur. Bunun yerine Blumer doğrudan empirik dünyaya dönmeyi önerir, Ona göre bu empirik dünya insanlardan ve insanların yaşamları boyunca bulundukları günlük etkinliklerden oluşmaktadır. Blumer, sembolik etkileşimin metodolojisinin toplumsal fenomenin doğrudan incelenmesi olması gerektiğini önerir. Bunun için iki araştırma biçimi önerir;
Açımlama; Araştırmacıya poblemin nasıl ortaya konacağını anlama, uygun verilerin neler olduğunu öğrenme, anlamlı ilişki doğrultularının neler olduğuna ilişkin düşünceler geliştirme ve birinin yaşam alanına ilişkin öğrendikleri ışığında kavramsal araçlar geliştirme olanakları sağlayan esnek bir yöntemdir. Bu yöntemin asıl amacı, gözlemleri sınama ve gözden geçirme gereğinin farkında olmak kaydıyla araştırma konusunu oluşturan alanda olup bitenin net bir görüntüsünü elde etmektir.
Sorgulama; bu yolla araştırmacı empirik göstergeler ışığında kavramları yaratıcı bir gözle inceleyebilir. Blumer sorgulamayı garip bir fiziksel nesnenin incelenmesiyle karşılaştırır. Onu alıp yakından bakabilir, başka bir yönünü çevirip çeşitli açılardan bakabilir, ne olabileceğine ilişkin çeşitli sorular sorabilir, başa dönüp soruların ışığında tekrar inceleyebilir, şu ya da bu yoldan teste tabi tutabiliriz.
Homans
Homans’a göre işlevselci kuram toplumsal gerçekliğin betimlemesini sağlamakla beraber yapısal gelişmelerin uygun açıklamalarının geliştirilmesinde başarısızdır.
İşlevselciliğe yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de, toplum içinde bireyi incelemeyi ihmal etmesidir. İşlevselcilik büyük-küçük sistemler ile bunların örgütlenmeleri, yapısı, amaçları, işlevleri üzerine yoğunlaşır, birey ile sadece bir statü doldurucusu, bu statünün dikte ettiği rolün gerçekleştiricisi olarak ilgilenir.
Homans ve onun alış-veriş kuramı, toplumsal yapı içinde bireyin rolünün yeniden değerlendirilmesine giden bir çaba niteliğindedir.
Homans tüm toplumsal davranışları bir alış-verişin (sadece ekonomik değil) sonucu olarak görür. Homas’a göre ekonomi alış-veriş ilişkilerini betimleyebilir, sosyoloji bu alış-verişin içinde gerçekleştirildiği toplumsal yapıları betimleyebilir fakat açıklamanın anahtarını elinde tutan psikolojidir.
Homans, bu alış-veriş sürecinin Skinnerci psikolojiden alınan bağlantılı beş önerme cümlesi ile açıklanabileceğine inanır. Bunlar; Başarı, Uyaran, Değer, Yoksunluk-Doyumluluk, Saldırganlık-Onaylama’dır, bunlar yoluyla pek çok çok toplumsal davranış açıklanabilir.
Başarı önermesi; insanlar tarafından yerine getirilen tüm eylemler için bir insanın en sık ödüllendirilen belirgin bir eylemi bu insanın yerine getirmekte en çok hoşlanacağı eylemdir.
Uyaran önermesi; eğer geçmişte belli bir uyaran ya da uyaranlar dizisi bir bireyin eyleminin ödüllendirilmesinde ortaya çıkmış ise, kişinin bu eylemi ya da çok benzer bir eylemi gerçekleştirmekten en çok hoşlanacağı durum geçmiş uyarana en fazla benzeyen uyaranın ortaya çıktığı durumdur.
Değer önermesi; kişi için eylemin sonucu değerli oldukça kişinin o eylemi gerçekleştirme eğilimi fazla olacaktır.
Yoksunluk-Doyumluluk önermesi; bir kişi yakın geçmişte özel bir ödülü çok sıklıkla elde ederse, onun için bu ödülün tekrar elde edilmesi çok fazla değere sahip olmayacaktır.
Saldırganlık-Onaylama önermesi; bir kişi, eylemi beklediği ödülü ya da beklemediği ödülü getirmediğinden ya da beklemediği bir cezayı getirdiğinde kızacaktır, bu durumda saldırgan davranışa eğilimli olur. Aksi durumda ise onaylama davranışı sergiler.
Homans’a göre; bu önermeler karşılıklı bağlantılı olarak düşünülmelidir. Davranışı açıklamak için bu beş önermenin hepsinin göz önünde bulundurulması gerekir.
Homans, toplumsal kuramlarımızın ve bizzat toplumun kendisinin son çözümlemede bu beş önerme ile çözümlenebilir olan toplumsal alış-verişten dolayı var olduğunu belirtir. Homans için tamamen kurumsal olan ve olmayan davranışların çoğu bu beş psikolojik önermenin irdelenmesi ve uygulanması yoluyla açıklanabilir.
Çağdaş Çatışmacı Paradigma
Çağdaş çatışmacı teori, baskı ve çatışmanın çağdaş şekillerine sistemik, radikal ve evrimsel bir tepkidir. ABD’de yaşanan ırkçı ve sosyal çatışmaların, endüstrileşme ve bürokratikleşmenin arttığı bir dönemde çatışmayı popüler kılan bir anlayış sergilenmiştir.
Klasik sosyoloji teorilerindeki çatışmacı paradigmanın çağdaş karşılığı olan bu teoriler, belli bir grup entelektüelin Amerikan toplumundaki sorunlara karşı bir tepkileri niteliğindedir. Bu yaklaşıma göre toplum, baskın bir kesim tarafından kontrol edilen ve toplumdaki kaynaklar için rekabet halinde olan grupların bir sistemidir.
Çağdaş çatışmacı düşünürlerin amacı, çağdaş endüstri toplumlarında baskı ve çatışmanın sosyolojik analizini yapmaktır. Ancak bu düşünürlerin çatışmayı popüler kılan düşüncelerinden toplumun sürekli bir kaos ortamında olduğu sonucu çıkarılamaz zira sözü edilen çatışmadan doğan bir uyumdur. Sosyal çatışma, sosyal evrim ve uyumun tamamlayıcısı niteliğindedir.
Dahrendorf
Dahrendorf kuramını, Marx'ın kuramının kısmen reddi, kısmen kabulü ve yeniden formülasyonuna dayandırmaktadır. Bu doğrultuda kuramını geliştiren Dahrendorf, 19.yy'dan sonra sanayi toplumlarında ortaya çıkan değişmelerin bazılarını temel almıştır. Bunlar:
-sermayenin ayrışması
-emeğin parçalanması
ve
-yeni orta sınıfın ortaya çıkmasıdır.
Dahrendorf'a göre Marx, 20.yy'da üretim araçlarının mülkiyetinin ve kontrolünün birbirinden ayrılacağını öngörememiştir. Bir çok hissedarından hiçbirinin tek başına kontrol edemediği büyük şirketlerin ortaya çıkışı, sermayenin ayrışması konusuna iyi bir örnek oluşturmaktadır.
Dahrendorf'a göre yalnızca sermeyenin değil emeğin de parçalanması söz konusudur. 19.yy'ın sonlarından itibaren işçi sınıfı katmanlaşmaya uğramış, kalifiye işçilerin tepede, kalifiye olmayanların da altta yer aldığı bir hiyerarşi oluşmuştur.
Gerek sermayenin gerekse emeğin ayrışması dolayısıyla orta sınıfın genişlemesini de Dahrendorf'a göre Marx öngörememiştir.
Bu belirlemelerinin ardından Dahrendorf, Marxist bir devrimin olmamasının en önemli kuramsal nedeni olarak; çatışmaların kurumlaşma aracılığıyla düzenlenmesi olduğunu belirtmektedir.
Dahrendorf sınıf çatışmasının bir toplumsal çatışma biçimi olduğunu ve bunun toplumsal değişmede rol oynadığını kabul eder ve Marx'ın sınıf çatışması kuramını yeniden gözden geçirir. Dahrendorf, Marx'ın sınıf ayrımının temeli olarak gördüğü üretim araçlarının mülkiyeti kavramı yerine sınıf çatışmaları için temel oluşturan yeni bir kavram önerir. Dahrendorf, hükmetme ve hükmedilmenin ortaya çıkarttığı otorite ilişkilerinin sınıfların ortaya çıkmasında temel teşkil ettiği görüşünü öne sürer. Ona göre hükmedenle hükmedilen arasında bir karşıtlık vardır, yani kimileri kimileri grubun otorite yapısında yer alırken kimileri yer almaz. Görüldüğü üzere Dahrendorf'un tartıştığı sınıf yapısı üretim araçlarının mülkiyetinden çok otoriteye dayanmaktadır.
Dahrendorf'a göre çatışma ile karakterize edilen her yapıda otoriteyi paylaşanlarla bunlara tâbi olanlar arasında bir gerilim mevcuttur. Ona göre her toplulukta yönetici gurubun çıkarları ile yönetime tâbi olanların çıkarları arasında toplumsal ilişkiler açısından bir karşıtlık mevcuttur. Dahrendorf'un sözünü ettiği bu çıkarlar açık ya da gizil olabilirler. Gizil çıkarlar kişinin edindiği belirli roller dolayısıyla ortaya çıkan ancak bilinçaltında kalan, davranışların belirleyicileridir.
Dahrendorf çatışmayı görmezlikten gelmenin ya da bastırmaya çalışmanın kısır bir çaba olacağını ve çağdaş toplumlarda çatışmanın tanınması ve çatışan çıkarların kurumlaşmasıyla bir düzene kavuşturulması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre; çatışma toplumdan silinemez ve toplumsal yapının değişiminde ve gelişiminde işlevseldir. Önemli olan çatışmanın bastırılmak yerine etkin bir kurumsallaştırma ile düzenlenmesidir.
Coser
Coser, yapısal-işlevselci kuram ile çatışma kuramını birbirinden çok farklı perspektifler olarak gören sosyologlardan farklı olarak bu kuramların birleştirilebileceği görüşünü belirtir. Bu anlamda Coser, çatışmanın yapının kurulması ve korunmasına yapacağı potansiyel olumlu katkıları kuramında göstermeye çalışır.
Coser'a göre çatışma; toplumsal yapının oluşumu, birleşimi ve korunması açısından araçsal olabilecek bir süreçtir. grup içi ve gruplar arası sınırların belirlenmesi ve korunmasını olanaklı kılar. diğer gruplarla çatışma, grubu çevreleyen toplumsal dünya ile bütünleşmesini önleyerek, grubun kimliğinin yeniden benimsenmesine katkıda bulunabilir. Coser'a göre çatışmanın tüm bu olumlu işlevleri yani yapıyı güçlendiren çatışma durumunun getirileri, bir grubun bir dış grupla çatışma halinde olduğu örneklerde görülebilir.
Coser'a göre; çatışma yolula grubun korunmasını mekanizmalardan bir emniyet-sübabı kurumu olabilir. emniyet-sübabı aracılığıyla, düşmanlık akımları yapıyı patlatmadan dışarı atılır ve böylece çatışma çalkantılı bir gruptaki havanın temizlenmesini mümkün kılar. Emniyet-sübabı kurumları veya uygulamaları bu yüzden yapıdan hoşnutsuzluğun dile getirilmesine izin verir. Emniyet-sübabı kurumları, çatışmayı düzenleme pozitif işlevini görürken bedelini de beraberinde getirir. Çünkü, emniyet-sübabları temel yapısal değişimleri sağlamak amacıyla tasarlanmamış veya amaçlamamış olduğundan asıl sorun çözülmemiş olarak kalır. Aynı zamanda bu kurumlar, potansiyel çatışmayı düzenleyecek ve çatışma yoluyla değişmeye neden olabilecek çatışma gruplarının gelişmesini dolaylı olarak önleyecek mekanizmalar olarak hizmet görürler.
Coser çatışma konusunu ele alırken gerçekçi ve gerçekçi olayan çatışmayı birbirinden ayırmaktadır. Gerçekçi çatışmalar, ilişki içinde belirli taleplerin ve katılanların kazanmayı umdukları kazanımların engellenmesinden doğan ve varsayılan engelleyici nesneye yöneltilmiş olan çatışmalardır. Çalıştıkları işletmeye karşı yapılan işçi grevleri buna örnek teşkil etmektedir. Öte yandan gerçekçi olmayan çatışma, uzlaşmaz tarafların rakip amaçlarından değil, en azından bir tarafın geriliminden kurtulma gereksiniminden doğar. Büyü yoluyla intikam alma ya da suçu başka bir neden yansıtma gerçekçi olmayan çatışmaya örnek teşkil etmektedir. Gerçekçi olmayan çatışmalar, engellenme ve yoksun bırakılmanın veya dile getirilmesine izin verilmeyen gerçekçi bir çatışmanın başka bir nesneye kaydırılmasının sonuçlarıdır.
Coser'a göre, çatışma grubu güçlendirdiği oranda pozitif işlevsel ve yapıya karşı işlediği oranda negatif işlevsel olabilir. Aynı zamanda Coser, çatışmanın işlevsel olup olmadığının kararlaştırılmasında çatışmaya neden olan sorun tipinin önemli olduğunu ileri sürer. Çatışama eğer ilişkinin temelini sorgulamıyorsa olumlu, temel değerlere saldırıyorsa olumsuz işlev görüyordur.
Coser'a göre, aslında çatışmaya izin veren toplumlar ve gruplar, toplumsal yapıyı parçalayacak patlamalara en az olasılıkla maruz kalanlardır. Bu gibi durumlarda, çatışma normalde temel değerler üzerinde gelişmez ve yapıyı güçlendirir. Bu anlamda Coser, çatışmanın yokluğunun iliskinin gücünü ve istikrarını gösterdiği yönündeki görüşe karşı çıkar.
Netice itibariyle Coser, toplumsal çatışmayla toplumsal yapı arasındaki ilişkiye dikkat çekmiş ve yapısal-işlevselci geleneğe sıkıca bağlı kalarak çatışmanın iktidarla çatışma grupları arasında denge sağlayarak toplumun korunmasının bir aracı olabileceğini kuramında göstermeye çalışmıştır.