DOĞADA MALZEMESİZ GEÇEN
YILLAR...
Dağcılık ya da geniş
anlamıyla söylersek doğada yaşam ve onu bir yaşam biçimi
olarak algılamak kendine özgü koşulları olan öznel
bir durum. Doğaya çıkan bir kişinin çok değişkenli
koşulları olduğu gibi, doğanın da kendine özgü ve
bizce acımasız olan bir "nefes alışı" var.
İnsanın içine bir kez düştü
mü doğa aşkı, ondan kaçıp kurtulması mümkün
olmuyor nedense. Her fırsat ve koşulda ona ulaşmak;
onun nefesini duymak için türlü çeşit özverilerde
bulunuyor insanoğlu...
İşte aşağıda kişisel
doğa tarihimizin sayfaları arasından bulup çıkardığımız
ve "malzemesizlik ama yine de doğa" temelinde
değerlendirilebilecek ilginç anılar topluluğu var. Doğa
onun nefes alışını duyumsayabilmek için bizleri
"doğa malzemesi" dediğimiz nesnelerin alımına
zorluyor. Bunları çeşitli mağazalarda bulmak şimdilik
kolay; eğer yeterli alım gücünüz varsa raflarda sıra
sıra sizleri bekliyor ama yakın geçmişte ne bu
malzemeler vardı sıra sıra ne de onları alacak
ekonomik güç...
CAM ŞİŞELER ve ADİDAS ÇANTA
Trekking amaçlı ilk yürüyüşümüz
fakülte yıllarında (1982) ev sahibimizin oğlu
sayesinde başlamıştı. "Neler yapıyorsunuz"
gibi sohbet ısıtma sorusuna "biz hafta sonları yürüyüş
yaparız, katılmak ister misiniz?" gibi bir yanıt
alınca yüreğimizin derinliklerinde yatan aslanın
uyanması hiç de zor olmadı... sadece çıkış saatini
sorduğumuzu anımsıyorum, saat 08.00'de Karşıyaka (İzmir)
durağında buluşuruz. Yanımıza ne alacaktık, yürüyüş
kaç saat sürecekti, ne giymeliydik... bunların hiçbiri
yoktu, sadece gidecektik ve bu da bize yetiyordu...
Ne sırt çantamız vardı
ne de doğaya çıkarken bize gerekecek herhangi bir
malzeme. Yanımıza su alalım susarız dendiğinde ilk
akla gelen evdeki kola şişeleri oldu... pet değil, cam
şişeler, içinde taşıdığı su kadar da şişenin ağırlığı
geliyordu çünkü o zamanlar pet şişeler henüz ülkemize
gelmemişti (gelmesi de pek hayırlı olmadı ya neyse)
birbuçuk litrelik cam kola şişelerinden kişi başı
bir tane almıştık ve dört kişiydik, iyi güzel de
bunları koyacak ne torba ne de sırt çantası vardı,
hemen benim eşyalarımı taşıdığım Adidas marka el
çantasını boşaltıp içine bu su şişlerini
doldurduk, çantayı yan çevirip kollarından kollarımızı
geçirdik ve işte al sana sırt çantası diyerek çanta
işini hallettik. Koca bir gün dördümüzün de omuzları
yerinden çıktı ama yapacak başka birşey de yoktu.
Daha sonra İzmir'deki alışveriş
yerlerini gezerek sırt çantası aradım kendime ama
koca İzmir'de o yıllarda bir sırt çantası bulamadım.
Sadece bir yerde şimdiki ilkokul çocuklarının sırtına
taktığı küçük bir çanta vardı ve fiyatı da alınamayacak
ölçüde pahalıydı.
SU GEÇİRMEYEN ÇADIR
Günübirlik geziler doğaya
olan tutkumuzu kesmek yerine daha da alevlendirdiğinden
artık gece kamplarına da kalmamız gerektiğine inanıyorduk,
havalar sıcak olduğunda battaniyelere fermuar
diktirerek yaptığımız basit tulumlar bizi idare etse
de yağmurlu havalarda gezileri iptal etmek zorunda kalıyorduk.
Bizi yağmurdan koruyacak bir çadır edinmenin zamanı
gelmişti ama memlekette öyle yanında taşınabilir
portatif çadırlar yoktu. Biz yapalım dedik; yapar mıyız
yaparız, çadır dediğin nedir ki, su geçirmeyen bir
brandayı çattık mı tamamdır. Demirlerini de söküp
takmalı yaparız böylece rahatlıkla yanımızda taşırız.
Plan tamamdı... su geçirmeyen bir kumaş aramaya çıkmıştık,
en sonunda bir toptancıda yeni ithal edilmiş naylon ve
brandaya göre nispeten ince örtü bulduk, satıcı
bunlar kesinlikle su geçirmez diyerek örtüyü musluğun
altına tuttu, gerçekten de geçirmiyordu, sevinçten
havalara uçuyorduk. Koca bir günümüz ise tornacıda
demirleirn ucuna vida ve karşılığını kaynatmakla geçti...
sonunda yarım silindir şeklinde su geçirmeyen bir çadırımız
olmuştu ve maliyeti paylaştırdığımız için pahalı
da gelmemişti bize... ertesi gün sırt çantalarımız
sırtımızda (askeri sırt çantaları bulmuş ve onları
siyah kumaş boyası ile boyamıştık, bize bunları
orijinal renklerinde kullanmak yasak, görürlerse alırlar
demişlerdi) su geçirmeyen çadırımızı denemek için
yola düştük. Hava kapalıydı, yağmur yağıp yağmama
konusunda kararsızdı, gece ateş başı sohbetinden
sonra çadırımızı özenle kurduk ve sabaha dek
deliksiz uyuduk...
Sabah uyandığımızda
hepimizin suratı bir karış asıktı, olmamıştı,
yine yağmura yenik düşmüştük, her yer ıslaktı ve
sanki üzerimize kovayla su dökmüşlerdi... ne yağmur
yağmış akşam, hiç de duymadık halbuki dedik ve dışarı
çıktık, o da ne!!! yerde yağmurdan iz bile yok ve pırıl
pırıl bir hava... kısa sürede anladık olayı,
havalandırması olmayan ve "su geçmesin de ne
olursa olsun" denen çadır kendi buharımızla bizi
ıslatmıştı. Şimdilerde çadır deyip de geçme,
bunun 3 mevsimi, 4 mevsimi ve 5 mevsimi var diyor ve
North Pole çadırların fiyatlarını araştırıyoruz.
ÇİÇEKLİ TULUMLAR
Bir sabah evden çıkmış
arkadaşa uğramak için cadde boyunca ilerliyordum. Az
ileride yol kenarında parketmiş eski bir arabanın başında
küçük bir kalabalık vardı. Yanlarından geçerken göz
ucuyla ne için toplandıklarına baktım. Birşeyler satılıyordu,
bir kaç adım attım ve aniden geri döndüm!!! o da
neydi öyle... arabanın bagajında satılık uyku
tulumları vardı, dünyalar benim olmuştu, tulumlar
pamuklu bir yorgan niteliğinde olsa bile orijinal
fermuarlıydı ve tulum adı altında satılıyordu,
desenleri de bol çiçekliydi, o anki sevinci bu satırlara
taşımak hiç de öyle kolay bir iş değil. Bu tulumlar
uzun süre doğayı bizle paylaştılar.
ROMEN PAZARI
Haftanın belirli günlerinde
kentte kurulan Romen Pazarını dolaşmak bizler için kaçınılmaz
bir olay halini almıştı, kamp malzemelerini ucuz
fiyata bulabilmek mümkündü buralarda; neler almadık
ki bu pazarlardan: kafa lambaları, gaz ocakları, seyyar
çantalı balta, testere, kazma türü aletler, alimünyum
profilli ağır sırt çantaları, her işe yarar çakılar,
termoslar vb. yoklukta iyi gidiyordu bu malzemeler...
Romen Pazarı ve askeri kaynaklardan temin edilen eski
malzemeler ile doğanın daha sert koşullarında ona eşlik
edebiliyorduk artık...iki pançodan bir çadır yapılıyor,
ağır kampetlerde yatıyorduk, süngerlerin yerini ise
askeri matlar almaya başlamıştı ama herşey ağırdı,
herşey çok ağır...
...SONUÇ...
Önceleri malzemeleri nasıl
yaparız ya da nerede bulabiliriz diye düşünüyorduk,
şimdi ise kataloglardan bakıp bunları nasıl "satın
alabiliriz" diye düşünüyoruz... malzemeler geliştikçe
sizin yapacağınız faaliyetin de boyutları değişiyor
ve doğanın daha farklı koşullarını yaşama şansına
sahip oluyorsunuz...
Ve kulağınızda Carlos
Castenada'nın "Don Juan'ın Öğretileri"nde
yazmış olduğu bir sözcük yankılanıyor:
Yalnızca yüreği olan
yollarda yürürüm ben, yürek taşıyan herhangi bir
yolda. O yolda ilerlerim; ve inanırım ki uğruna baş
komaya değer tek uğraş bi yolu bütünüyle aşmaktır.
Ve, sonra soluğum tutulmuş, bakarak, bakarak ilerlerim
o yolda.

|