Bir zamanlar (bu tanımlamayı asla kullanmam
sanırdım ne tuhaf) kuzguni dalgalarla asi bir
yele gibi omuzlarıma dökülen saçlarım şimdilerde
belirmeye başlayan beyaz teller gizlensin diye
tatlı bir kızıla boyanmıştı ve gevşek bir topuz
halinde gizlenmişti. Aynada bana bakan yüz o
kadar yabancıydı ki, sanki eski ve solmuş bir
resme bakar gibiydim. Parmaklarımı önce yüzümde
sonra cilalı parlaklığıyla acınası bir yalnızlığı
olan tuvalet masasında dolaştırdım. Oysa ben
nasıl da karşıydım böyle kocaman parlak yüzeyli
makyaj masalarına...Gelinlerin çeyizlerine mutlaka
sokulan bu masalarla alay etmez miydik?...
Biz kelimesini kullanıyor olmak artık suçluluk
duygusu uyandırmıyordu bende ne tuhaf... Biz
diyebiliyordum... Biz... yani sen ve ben...
ikimiz... O çekmeceyi açmam ve o defteri çıkarıp
içine gizlenen kadife çiçekleri ile fotoğrafı
bulup bakmam gerekiyordu belki de... Cevaplar
orada olabilir miydi acaba?... Çekmeceye ulaşamadan
takılıverdi parmaklarım yarısı boşalmış bir
şişeye... Bu bir parfüm şişesiydi. Baharatlı,
gizemli ve çekici Opium... Bana onu getirdiğin
günü nasıl unutabilirim. Yüzünde tatlı ve muzip
bir gülümsemeyle yağmurdan ıslanmış ve iyice
aşağı düşmüş saçlarınla kapıda duruyordun. Seni
bir güzel azarlamıştım yine şemsiyeni unuttun
diye... Sen her zamanki gibi boynuma sarılıp
öpmüştün beni ve sularını saça saça salona dalmış
ve annemin en sevdiği çiçekli kanepeye atmıştın
kendini... Yağmur suları ve yürüdüğün onca yolun
çamuruyla. Kocaman sırt çantanı karıştırıp ışıltılı
bir paket çıkarmış ve uzatmıştın "Güneş kraliçesine
sevgilerimle" diyerek...Doğum günü hediyemdi
bu... daha önce hiç kullanmadığım bir parfüm
Opium.
Şişeyi yarıladığımda sen artık yoktun... Asla
ulaşamayacağım uzak bir iklimde soluk almaktaydın
ve ben o karanlık kuyuya kapatmıştım kendimi.
Şişeyi bıraktım. Olanca cesaretimi toplayıp
çekmeceyi açtım ve bordo kapaklı defterin içinde
iyice ezilip kurumasına rağmen renginden ve
etkisinden hiçbir şey kaybetmeyen kadife çiçeklerine
dokundum yavaşça. Mavi taşlı yüzüğünün gizemli
bir tılsım gibi parladığı ellerimde utangaç
çocuklar gibi gülümserdi kadife çiçekleri...Kimini
saçlarıma takardın kimini giysilerimin orasına
burasına sokuştururdun. Hiç birini atmadım biliyor
musun ? Oysa sen sorduğunda kuruyunca atıyorum
demiştim ve sarı gözlerinde beliren hüzünle
içim acımıştı. Yinede söyleyememiştim... İçimde
sıkışıp kalan bir sürü duygu gibi bu da saklandı
gitti bir yerlere... Oysa... Oysa... Defterin
sayfalarında gizlenen bir resim vardı. güneşli
bir yaz günü begonvillerin sarktığı bir verandada
çekilmişti. İki genç kadın mavi çiçekli bir
sedirde oturuyorlardı. Biri başına bir bandana
dolamış ve sıkıca sardığı kollarıyla saçları
iyice dağılmış olan diğerini kucağında tutuyordu...
Değerli bir hazine gibi... Sen ve ben... Yani
biz... İkimiz... Gözlerimi sıkıca kapatsam duyabilir
miydim o yaz gününü müziğini yeniden...Denizin
çılgın dalgalarını... Kumlarda aceleyle yürüyen
plaj terliklerinin hışırtısını...Yaramaz çocukların
çığlıklarını... Satıcıların gevrek ve kalın
seslerini... Derinden gelen bir yansımayla karşılıklı
okuduğumuz şiirleri... Dolunay gecelerinin suskunluğundan
faydalanıp yanına gelirdim geceleri suçlu bir
çocuk gibi gizlice... Sarılırdın sımsıkı...
Öylece uyumak tutkum olmuştu o yaz...
Sonra bir gün bunu nasıl da yapabildim hala
bilemiyorum sapsarı gözlerine zorlukla bakarak
söylemiştim o tek kelimeyi "Evleniyorum". Öylece
yüzüme dikildi gözlerin ve saçların asi bir
dökülüşle yüzünü kapattı... Sanki bütün bedenini
kapatmıştın bana... Bir tek adım attım sana
doğru elinle durdurdun... Her şey ağır çekim
bir film gibiydi hiçbir şey sormadın ya da söylemedin...
Çiçekli koltukta kara bir leke gibi duran çantanı
sıkıca kavrayıp kapıya doğru yürüdün ve aniden
durup bana doğru döndün ve "Kimse seni benim
kadar sevemez... Hiç kimse" diye fısıldadın
ve gittin. Seni son görüşümdü o... Düğünden
çok önce gitmiştin İtalya'ya... İtalyan babanın
yanına. Senden aldığım haberlere göre Avrupa'nın
her yerinde geziyordun bir ara Hindistan'a bile
gitmiştin... Garip, çelişik, karmakarışık bilgiler
geliyordu senin hakkında... Uluslararası yardım
kuruluşlarıyla çalıştığın ya da marjinal topluluklarla
oradan oraya dolaştığın söyleniyordu...Hatta
tanınmış bir gazetenin savaş muhabirliğini yapmakta
olduğun... Bir süre sonra ise hiçbir haber almaz
oldum senden.
Evliliğimin ilk yılında anlamıştım aslında
sevmediğim bir insanla sadece ailem mutlu olsun
diye yaşamayı seçtiğimi... O Fransız cafesinde
beni beklediğini bildiğim halde ağırdan alıyordum
hazırlanmayı... Boşanmamın bu 2. yılında seni
görmeye ne kadar hazırdım?... Öylesine inkar
etmiştim ki seni sevdiğimi kendi kendime...
Şimdi bu gerçekle nasıl yüzleşecektim?... Değişmiş
miydin?... Yüzünde çizgiler oluşmuş muydu?...
Yoksa aynı tazelik ve canlılıkla kucaklayacak
mıydın beni?... Yine yarısı yanmış sigarayı
parmaklarımdan koparırcasına çekip; "Yazık değil
mi ciğerlerine" mi diyecektin?... Tıp Fakültesinde
okumaya başladığında yanında sigara içemez olmuştum...
Her yakışımda elimden kapar ve gösterişli bir
havayla izmariti küllüğe bastırır ve üzerine
su dökerdin iyice...
Evden çıkmam gerekiyordu daha fazla bekletemezdim
seni... Evden çıkmalıydım... Çantamı gevşekçe
kavrayıp yürüdüm kapıya...
|