Sizce eşcinsellik genetik mi?
Evet Hayır
 
    hikayeler  

BULUŞMA (yazan TROJAN)

Aynada silik bir leke gibi yansıyan yüzümü seyrettim bir kez daha...gözlerimin altında belirmeye başlayan minik çizgilere baktım iyice. Nasıl da değişmişti yüzüm, nasıl incelip naifleşmişti. İlk gençliğin o ışıltılı gerginliği yerini hüzünlü bir yumuşaklığa bırakmaya başlamıştı. 30'lu yaşlarda olmak böyle bir şeydi demek.

Bir zamanlar (bu tanımlamayı asla kullanmam sanırdım ne tuhaf) kuzguni dalgalarla asi bir yele gibi omuzlarıma dökülen saçlarım şimdilerde belirmeye başlayan beyaz teller gizlensin diye tatlı bir kızıla boyanmıştı ve gevşek bir topuz halinde gizlenmişti. Aynada bana bakan yüz o kadar yabancıydı ki, sanki eski ve solmuş bir resme bakar gibiydim. Parmaklarımı önce yüzümde sonra cilalı parlaklığıyla acınası bir yalnızlığı olan tuvalet masasında dolaştırdım. Oysa ben nasıl da karşıydım böyle kocaman parlak yüzeyli makyaj masalarına...Gelinlerin çeyizlerine mutlaka sokulan bu masalarla alay etmez miydik?...

Biz kelimesini kullanıyor olmak artık suçluluk duygusu uyandırmıyordu bende ne tuhaf... Biz diyebiliyordum... Biz... yani sen ve ben... ikimiz... O çekmeceyi açmam ve o defteri çıkarıp içine gizlenen kadife çiçekleri ile fotoğrafı bulup bakmam gerekiyordu belki de... Cevaplar orada olabilir miydi acaba?... Çekmeceye ulaşamadan takılıverdi parmaklarım yarısı boşalmış bir şişeye... Bu bir parfüm şişesiydi. Baharatlı, gizemli ve çekici Opium... Bana onu getirdiğin günü nasıl unutabilirim. Yüzünde tatlı ve muzip bir gülümsemeyle yağmurdan ıslanmış ve iyice aşağı düşmüş saçlarınla kapıda duruyordun. Seni bir güzel azarlamıştım yine şemsiyeni unuttun diye... Sen her zamanki gibi boynuma sarılıp öpmüştün beni ve sularını saça saça salona dalmış ve annemin en sevdiği çiçekli kanepeye atmıştın kendini... Yağmur suları ve yürüdüğün onca yolun çamuruyla. Kocaman sırt çantanı karıştırıp ışıltılı bir paket çıkarmış ve uzatmıştın "Güneş kraliçesine sevgilerimle" diyerek...Doğum günü hediyemdi bu... daha önce hiç kullanmadığım bir parfüm Opium.

Şişeyi yarıladığımda sen artık yoktun... Asla ulaşamayacağım uzak bir iklimde soluk almaktaydın ve ben o karanlık kuyuya kapatmıştım kendimi. Şişeyi bıraktım. Olanca cesaretimi toplayıp çekmeceyi açtım ve bordo kapaklı defterin içinde iyice ezilip kurumasına rağmen renginden ve etkisinden hiçbir şey kaybetmeyen kadife çiçeklerine dokundum yavaşça. Mavi taşlı yüzüğünün gizemli bir tılsım gibi parladığı ellerimde utangaç çocuklar gibi gülümserdi kadife çiçekleri...Kimini saçlarıma takardın kimini giysilerimin orasına burasına sokuştururdun. Hiç birini atmadım biliyor musun ? Oysa sen sorduğunda kuruyunca atıyorum demiştim ve sarı gözlerinde beliren hüzünle içim acımıştı. Yinede söyleyememiştim... İçimde sıkışıp kalan bir sürü duygu gibi bu da saklandı gitti bir yerlere... Oysa... Oysa... Defterin sayfalarında gizlenen bir resim vardı. güneşli bir yaz günü begonvillerin sarktığı bir verandada çekilmişti. İki genç kadın mavi çiçekli bir sedirde oturuyorlardı. Biri başına bir bandana dolamış ve sıkıca sardığı kollarıyla saçları iyice dağılmış olan diğerini kucağında tutuyordu... Değerli bir hazine gibi... Sen ve ben... Yani biz... İkimiz... Gözlerimi sıkıca kapatsam duyabilir miydim o yaz gününü müziğini yeniden...Denizin çılgın dalgalarını... Kumlarda aceleyle yürüyen plaj terliklerinin hışırtısını...Yaramaz çocukların çığlıklarını... Satıcıların gevrek ve kalın seslerini... Derinden gelen bir yansımayla karşılıklı okuduğumuz şiirleri... Dolunay gecelerinin suskunluğundan faydalanıp yanına gelirdim geceleri suçlu bir çocuk gibi gizlice... Sarılırdın sımsıkı... Öylece uyumak tutkum olmuştu o yaz...

Sonra bir gün bunu nasıl da yapabildim hala bilemiyorum sapsarı gözlerine zorlukla bakarak söylemiştim o tek kelimeyi "Evleniyorum". Öylece yüzüme dikildi gözlerin ve saçların asi bir dökülüşle yüzünü kapattı... Sanki bütün bedenini kapatmıştın bana... Bir tek adım attım sana doğru elinle durdurdun... Her şey ağır çekim bir film gibiydi hiçbir şey sormadın ya da söylemedin... Çiçekli koltukta kara bir leke gibi duran çantanı sıkıca kavrayıp kapıya doğru yürüdün ve aniden durup bana doğru döndün ve "Kimse seni benim kadar sevemez... Hiç kimse" diye fısıldadın ve gittin. Seni son görüşümdü o... Düğünden çok önce gitmiştin İtalya'ya... İtalyan babanın yanına. Senden aldığım haberlere göre Avrupa'nın her yerinde geziyordun bir ara Hindistan'a bile gitmiştin... Garip, çelişik, karmakarışık bilgiler geliyordu senin hakkında... Uluslararası yardım kuruluşlarıyla çalıştığın ya da marjinal topluluklarla oradan oraya dolaştığın söyleniyordu...Hatta tanınmış bir gazetenin savaş muhabirliğini yapmakta olduğun... Bir süre sonra ise hiçbir haber almaz oldum senden.

Evliliğimin ilk yılında anlamıştım aslında sevmediğim bir insanla sadece ailem mutlu olsun diye yaşamayı seçtiğimi... O Fransız cafesinde beni beklediğini bildiğim halde ağırdan alıyordum hazırlanmayı... Boşanmamın bu 2. yılında seni görmeye ne kadar hazırdım?... Öylesine inkar etmiştim ki seni sevdiğimi kendi kendime... Şimdi bu gerçekle nasıl yüzleşecektim?... Değişmiş miydin?... Yüzünde çizgiler oluşmuş muydu?... Yoksa aynı tazelik ve canlılıkla kucaklayacak mıydın beni?... Yine yarısı yanmış sigarayı parmaklarımdan koparırcasına çekip; "Yazık değil mi ciğerlerine" mi diyecektin?... Tıp Fakültesinde okumaya başladığında yanında sigara içemez olmuştum... Her yakışımda elimden kapar ve gösterişli bir havayla izmariti küllüğe bastırır ve üzerine su dökerdin iyice...

Evden çıkmam gerekiyordu daha fazla bekletemezdim seni... Evden çıkmalıydım... Çantamı gevşekçe kavrayıp yürüdüm kapıya...