Giderek ağırlaşan ayaklarını adete sürükleyerek
yürüdü ve kalınca bir sütunun arkasına gelince
durdu... Tam karşısında camın kenarında oturmuştu ve
dalgın dalgın sigara içiyordu aradığı ya da saklandığı
kişi... Sütuna yaslandı ve topuzundan düşen tutamları
toplayarak tokanın arasına sıkıştırdı... Yeterince
sakin ve yeterince olgun göründüğünü umarak ve
çılgıncasına çarpan kalbinin vuruşlarını duyamamaya
çalışarak yürüdü... Masada oturan genç kadının ağır
çekilmiş bir film karesindeki yüzü belirsiz oyuncular
gibi başını kaldırıp öylece baktığı ana kadar da
durmadı yürüdü...
Nasılda sakin nasılda tatlı gülümsüyordu bunca yıldan
ve bunca şeyden sonra... Masaya tutunarak ayağa kalktı
ve elini uzattı kendisine eski bir dost gibi samimi ve
içten... Oysa kendi eli terlemişti iyice... Utanarak
uzattı o da...
- Hoş geldin Nilgün!... Geleceğinden emin
değildim aslında...
- Ben de değildim Sezin...
Havada olmaması gereken garip bir şeyler vardı...
Sanki uzaklardan bir haykırış duyuluyor ya da
ateş kütlesi acımadan yakıp kavuruyordu güzelim
ormanları... Öylesine sıcak ve yanık bir koku
doldu genzine... Sezin’in sararmış parmaklarından
tüten ince dumana bakakaldı... "Artık ben
de sigara içiyorum" dedi Sezin sanki biraz
da alaycı bir sesle... Ne demeliydi ki... Ne
söylemesi gerekirdi şimdi... Parmaklarını masanın
parlak tahta yüzüne bastırdı. Neyse ki o sırada
garson gelmiş sipariş alıyordu bir kahve söyledi.
Sezin’de expresso istedi...
- Aman tanrım !... Nilgün aniden sıçradı ve
şaşkınlıkla Sezin’in masanın dışına doğru uzattığı
takma bacağına baktı...
- Kara mayın... Şaşırdın mı Nilgün?... Ben
unutmuşum bile...
- Ama bu nasıl nerede?...
- Sınır tanımayan doktorlar diye bir şey duymadın
mı hiç?... Savaş ve karmaşanın olduğu her yere
yardım götüren bir topluluk onlarla çalıştım
bir süre...
- Çok çok üzüldüm buna...
Sustu aniden... O uzak iklimlere neden gittiğini
bilmiyor muydu sanki... Sevgisine hadi itiraf etsindi
artık aşkına sahip çıkamadığı gibi gencecik bir
insanın dünyanın bir ucuna sürüklenmesine sebep
olmuştu... Evlendikten sonra her gün binlerse kez
pişman olmuş ve belki binlerce kez yaptığının doğru
olduğunu anlatmaya çalışmıştı susmayan haykıran
kalbine... Ne kalbi susmuş ne de kulaklarına yerleşen
o öldürücü çınlamadan kurtulabilmişti...
Sezin’in artık eskisine hiç benzemeyen o garip
ve boğuk sesiyle irkildi...
- Bir bacağı dert edeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun...
Hayatın sahip olduğumuzu sandığımız bedenlerimizden
çok çok ötelerde bir yerlerde olduğunu öğrendim
ben... Beden çoğu zaman ötelere fırlamak isteyen
gerçek bizi dizginleyen bir zincir olur... Değil
mi Nilgün ?
Şaşkınlıkla Sezin’in gözlerinde eskiden kalma
bir ışık aradı ama kaynayan, karışan renklerden
ve alev alev yanan ışımalardan başka bir şey
göremedi...
- Nepal’de farketmiştim acılarımı bir yük gibi
omzumda taşıdığımı ve sevgimi de... Hepsini
fırlatıp atıverdim Himalayalardan... İslim boşaltmak
için en uygun yer değil mi sence?...
- Sevgiyi de mi ? diye fısıldadı Nilgün...
- Evet onu da... Birbirimize doğrulttuğumuz
en güçlü silah değil miydi sevgi?... Senin ailene
duyduğun o esir eden sevgi... Benim sana duyduğum
yok eden, parçalayan acıtan sevgi... Senin bana
duyduğun korkak ve cimri sevgi... Ve kocanın
sana duyduğu o zavallı sevgi... Söylesene hangimize
yaradı bu duygu... Kime yaramış ki?...
- Neler söylüyorsun ben... Ben... sustu... Elleriyle
yüzünü kapatmak isterken kollarını yakaladı
Sezin...
- Hala korkaksın hala... Neden buradasın?...
Ne değişti senin için... Sımsıkı topladığın
bu saçların gibi ruhun da görünmez zincirlerle
hapis değil mi söylesene...
- Yeter!... Yeter sus!... Yan masalardaki insanların
şaşkınlıkla dönüp bakmaları kendine getirdi
Nilgün’ü... Garip ve acınası bir sessizlik çökmüştü
cafeye... Titreyen ellerle fincanını kavradı
ve iyice ılımış olan kahveden kocaman bir yudum
aldı... Sandalyenin kenarına astığı krem rengi
deri çantasını zorlukla omzuna astı ve kapıya
doğru yürüdü... Beynindeki uğultu onu iyice
delirtmeden gitmeli, bütün kapıları sıkıca kilitleyip
yatağına gömülmeli ve saklanmalıydı... Cafenin
kapısını açan garsona sertçe çarptı ve sonra
kekeleyerek özür diledi ve dışarı çıktı...
Ve durdu...
Öylece durdu yağmurun ince ve okşayan damlaları
altında... Ne kadar öyle kaldığını bilmiyordu
ama sular yüzünden süzülmeye ve özenle yapılmış
makyajını akıtmaya başlamıştı... Saçlarını baskılayan
tokayı çıkardı önce... Kızıl kumral saçları
dizginden kurtulmuş bir şelale gibi dökülüverdi
omuzlarına... sonra topuklu ayakkabılarını çıkardı
ve sokaktan geçenlerin şaşkın bakışlarına aldırmadan
fırlatıverdi onları... İnce çoraplar içindeki
ayakları bir sürü minik dereciğin aktığı kaldırımda
savunmasızdı şimdi... Islak ve titreyen bedenini
kucakladı kollarıyla ve gökyüzüne bakıp gülümsedi...
İşte özgürdü... Bu duygu onu deliler gibi korkutsa
da... Hatta şu halinden iyice utansa da özgürdü...
İyice açığa yürüdü ve suya hasret bir söğüt
gibi bıraktı kendini yağmura ve onu gördü...
Sezin tam karşısındaki ağacın kalın gövdesine
yaslanmış gülümseyerek onu seyrediyordu... Ona
doğru yürüdü Nilgün... Bu kez kendi olarak...
Belki hayatında ilk kez gerçekten yürümek istediği
yöne yürüdü ve Sezin’in üzerinden çıkarıp yere
serdiği montuna basarak ayaklarını çamurlardan
kurtardı...
- Hoş geldin Nilgün!... Bu kez gerçekten geldin!...
SON
|