Sizce eşcinsellik genetik mi?
Evet Hayır
 
    hikayeler  

BULUŞMA 3 (yazan TROJAN)

Cafenin yağmur damlacıklarıyla kaplanmış ve sıcak insan soluğuyla buğulanmış camlı ahşap kapısının önünde durdu ve bir an yansımasını seyretti. Zavallı, soluk bir siluet duruyordu karşısında... Tanıyamadığı bir yabancı gibi seyretti bir süre kendisini... Sonra derin bir soluk aldı ve kapıyı araladı.

Giderek ağırlaşan ayaklarını adete sürükleyerek yürüdü ve kalınca bir sütunun arkasına gelince durdu... Tam karşısında camın kenarında oturmuştu ve dalgın dalgın sigara içiyordu aradığı ya da saklandığı kişi... Sütuna yaslandı ve topuzundan düşen tutamları toplayarak tokanın arasına sıkıştırdı... Yeterince sakin ve yeterince olgun göründüğünü umarak ve çılgıncasına çarpan kalbinin vuruşlarını duyamamaya çalışarak yürüdü... Masada oturan genç kadının ağır çekilmiş bir film karesindeki yüzü belirsiz oyuncular gibi başını kaldırıp öylece baktığı ana kadar da durmadı yürüdü...

Nasılda sakin nasılda tatlı gülümsüyordu bunca yıldan ve bunca şeyden sonra... Masaya tutunarak ayağa kalktı ve elini uzattı kendisine eski bir dost gibi samimi ve içten... Oysa kendi eli terlemişti iyice... Utanarak uzattı o da...

- Hoş geldin Nilgün!... Geleceğinden emin değildim aslında...
- Ben de değildim Sezin...

Havada olmaması gereken garip bir şeyler vardı... Sanki uzaklardan bir haykırış duyuluyor ya da ateş kütlesi acımadan yakıp kavuruyordu güzelim ormanları... Öylesine sıcak ve yanık bir koku doldu genzine... Sezin’in sararmış parmaklarından tüten ince dumana bakakaldı... "Artık ben de sigara içiyorum" dedi Sezin sanki biraz da alaycı bir sesle... Ne demeliydi ki... Ne söylemesi gerekirdi şimdi... Parmaklarını masanın parlak tahta yüzüne bastırdı. Neyse ki o sırada garson gelmiş sipariş alıyordu bir kahve söyledi. Sezin’de expresso istedi...

- Aman tanrım !... Nilgün aniden sıçradı ve şaşkınlıkla Sezin’in masanın dışına doğru uzattığı takma bacağına baktı...

- Kara mayın... Şaşırdın mı Nilgün?... Ben unutmuşum bile...
- Ama bu nasıl nerede?...
- Sınır tanımayan doktorlar diye bir şey duymadın mı hiç?... Savaş ve karmaşanın olduğu her yere yardım götüren bir topluluk onlarla çalıştım bir süre...
- Çok çok üzüldüm buna...

Sustu aniden... O uzak iklimlere neden gittiğini bilmiyor muydu sanki... Sevgisine hadi itiraf etsindi artık aşkına sahip çıkamadığı gibi gencecik bir insanın dünyanın bir ucuna sürüklenmesine sebep olmuştu... Evlendikten sonra her gün binlerse kez pişman olmuş ve belki binlerce kez yaptığının doğru olduğunu anlatmaya çalışmıştı susmayan haykıran kalbine... Ne kalbi susmuş ne de kulaklarına yerleşen o öldürücü çınlamadan kurtulabilmişti...

Sezin’in artık eskisine hiç benzemeyen o garip ve boğuk sesiyle irkildi...
- Bir bacağı dert edeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun... Hayatın sahip olduğumuzu sandığımız bedenlerimizden çok çok ötelerde bir yerlerde olduğunu öğrendim ben... Beden çoğu zaman ötelere fırlamak isteyen gerçek bizi dizginleyen bir zincir olur... Değil mi Nilgün ?

Şaşkınlıkla Sezin’in gözlerinde eskiden kalma bir ışık aradı ama kaynayan, karışan renklerden ve alev alev yanan ışımalardan başka bir şey göremedi...
- Nepal’de farketmiştim acılarımı bir yük gibi omzumda taşıdığımı ve sevgimi de... Hepsini fırlatıp atıverdim Himalayalardan... İslim boşaltmak için en uygun yer değil mi sence?...

- Sevgiyi de mi ? diye fısıldadı Nilgün...
- Evet onu da... Birbirimize doğrulttuğumuz en güçlü silah değil miydi sevgi?... Senin ailene duyduğun o esir eden sevgi... Benim sana duyduğum yok eden, parçalayan acıtan sevgi... Senin bana duyduğun korkak ve cimri sevgi... Ve kocanın sana duyduğu o zavallı sevgi... Söylesene hangimize yaradı bu duygu... Kime yaramış ki?...
- Neler söylüyorsun ben... Ben... sustu... Elleriyle yüzünü kapatmak isterken kollarını yakaladı Sezin...
- Hala korkaksın hala... Neden buradasın?... Ne değişti senin için... Sımsıkı topladığın bu saçların gibi ruhun da görünmez zincirlerle hapis değil mi söylesene...
- Yeter!... Yeter sus!... Yan masalardaki insanların şaşkınlıkla dönüp bakmaları kendine getirdi Nilgün’ü... Garip ve acınası bir sessizlik çökmüştü cafeye... Titreyen ellerle fincanını kavradı ve iyice ılımış olan kahveden kocaman bir yudum aldı... Sandalyenin kenarına astığı krem rengi deri çantasını zorlukla omzuna astı ve kapıya doğru yürüdü... Beynindeki uğultu onu iyice delirtmeden gitmeli, bütün kapıları sıkıca kilitleyip yatağına gömülmeli ve saklanmalıydı... Cafenin kapısını açan garsona sertçe çarptı ve sonra kekeleyerek özür diledi ve dışarı çıktı...

Ve durdu...
Öylece durdu yağmurun ince ve okşayan damlaları altında... Ne kadar öyle kaldığını bilmiyordu ama sular yüzünden süzülmeye ve özenle yapılmış makyajını akıtmaya başlamıştı... Saçlarını baskılayan tokayı çıkardı önce... Kızıl kumral saçları dizginden kurtulmuş bir şelale gibi dökülüverdi omuzlarına... sonra topuklu ayakkabılarını çıkardı ve sokaktan geçenlerin şaşkın bakışlarına aldırmadan fırlatıverdi onları... İnce çoraplar içindeki ayakları bir sürü minik dereciğin aktığı kaldırımda savunmasızdı şimdi... Islak ve titreyen bedenini kucakladı kollarıyla ve gökyüzüne bakıp gülümsedi... İşte özgürdü... Bu duygu onu deliler gibi korkutsa da... Hatta şu halinden iyice utansa da özgürdü... İyice açığa yürüdü ve suya hasret bir söğüt gibi bıraktı kendini yağmura ve onu gördü...

Sezin tam karşısındaki ağacın kalın gövdesine yaslanmış gülümseyerek onu seyrediyordu... Ona doğru yürüdü Nilgün... Bu kez kendi olarak... Belki hayatında ilk kez gerçekten yürümek istediği yöne yürüdü ve Sezin’in üzerinden çıkarıp yere serdiği montuna basarak ayaklarını çamurlardan kurtardı...

- Hoş geldin Nilgün!... Bu kez gerçekten geldin!...

SON

 

Yazarın notu: Yeyüzünde binlerce farklı kadın ve binlerce farklı duygu var...Ama sadece kadın olmak bile birleştiriyor bizi bir yerlerde...Aslında garip bir şekilde Sezin ve Nilgün birleşmek istediler sanırım...Çünkü bu öyküyü ben farklı tasarlamıştım...Nilgün cafeden çıkıp gidecekti ve hayatın gerçekleri bir kez daha galip gelecekti...Gerçek dünya masalsı mucizelere pek imkan vermiyor değil mi ???...Üstelik ben onları birleştirirsem ucuz pembe diziler gibi bir öykü ortaya çıkacak şeklinde bir entelektüel endişem de vardı...Bu yüzden sorumlu ve ciddi bir yazar adayı olarak daha mantıksal bir son bulmam lazımdı...

Ama bazen öyle anlar vardır ki...Kahramanı öyküye sahip çıkar ve ne olduğunu anlamadan denetimi yitirirsiniz...Biliyorum inanmayacaksınız ama bende bilmiyordum Nilgün’ün cafeden çıktıktan sonra yapacaklarını...Nilgün beni de şaşırttı...Ama mutlu da etti...Eski zamanlardan kalma şovalyevari bir sonla bitse de artık yapacak bir şeyim yok... Hepinize sevgiler