Psikoloji Tarihinde
Köken Mitosu Ve Georg Anschütz’ün
Hikayesi
Sertan Batur
Viyana
Üniversitesi, Avusturya
Abstract
Origin
myths are typical components of the presentist
and “whiggish” interpretations of the history, which
are used to validate and legitimize present ideas by a highly selective
using of historical events. In order to create an impression of continuity
and tradition in the history of discipline it is tried, through the origin
myths, to be shown that the great thinkers or the “great men” in the
history had held the same or similar ideas.
In the
history of psychology in Turkey it is
usual to mention, as the first name, Georg Anschütz, who was sent to Darülfünun
(the former University in Istanbul) in 1915 by the German government in frame of the “educational aid”
of Germany to the Ottoman Empire. He spent three years in Istanbul and
taught experimental psychology at the Darülfunun.
After the I. World War he returned to Germany, where
he could get a leading position at the University of Hamburg as a
party member in the Nazi-period. Because of the war he had only few
students in Istanbul and he published there only one article in three years.
Moreover,
it is known that before the arrival of Anschütz
some psychology texts had already been published in Turkish and some
psychology lectures had been already given at the Darülfunun.
In spite of this, he is mentioned frequently as the “founder” of the
academic psychology in Turkey, but his life and what he had done in
Istanbul isn’t known by the Turkish scholars and there isn’t any study in
Turkey about his personality or his works.
This
paper tries on the one hand, to present the life, especially Istanbul
years, and works of Georg Anschütz,
on the other hand it discusses his role in the history of psychology in
Turkey as an origin myth and traces the roots of the academic psychology in
the Ottoman Empire back to the 19th century.
Türkiye’de
psikolojinin başlangıç dönemlerine ilişkin bugüne kadar fazla çalışma
yapılmadı. Ancak buna karşın bir çok kaynakta, Türkiye’de psikolojinin
“kurucusu” olarak Georg Anschütz’ün
adının anıldığına denk gelmek mümkündür. Bu iddianın ne kadar gerçeği
yansıttığı aslında oldukça tartışmalıdır. Bu çalışmanın ikili bir amacı
var. Bir yandan “kurucu” ilan edildiği halde hakkında Türkçe’de bir tek
satır yazı yayınlanmamış Anschütz’ün Türkiye’ye
geliş hikayesini ve sonrasını Türkiyeli okurun gözleri önüne sermek ve
diğer yandan da Anschütz’ün “kurucu” olduğu
tezini tartışarak, Türkiye’de psikolojinin gerçek kaynaklarını araştırmak.
Araştırmanın temel tezi Anschütz’ün “kurucu”
olarak ilan edilmesinin bir “köken mitosu” olduğudur. Bu tezin daha
anlaşılır kılınabilmesi için işe “köken mitosu” kavramının gelişimine bir
göz atmakla başlamakta yarar var.
Psikoloji Tarihinde
Köken Mitosu Kavramı
Olağan Bilimi Yaygınlaştırma Araçları Olarak Ders Kitapları
Psikoloji
tarihinde “köken mitosu” eleştirel psikoloji tarihi yazımı ile gündeme
gelmiş bir kavramdır. Bu kavram özellikle geleneksel tarih yazımının
bugüncü ve kutsamacı anlayışının eleştirisinde kilit bir noktada
durmaktadır. Kavramın gelişimini anlatmaya girişmeden önce, kavramın
dayandığı teorik arka planı, yani Thomas Kuhn’un
paradigmalar düşüncesini ele almak gerekir.
Thomas
Kuhn’un ünlü eseri Bilimsel Devrimlerin Yapısı (2000), bilim tarihi ve sosyolojisi
alanlarında oldukça üretken tartışmalara kapı açtı. Kuhn’a
göre bilimsel etkinlik birbirini izleyen kriz ve devrim dönemleriyle
karakterizeydi. Aslında bilimsel araştırma bir puzzle’ı çözmeye benziyordu.
Normal bilim dönemlerinde eldeki parçaların nasıl yerleştirileceğini
belirleyen bir paradigma egemen oluyordu. Ancak öyle bir an geliyordu ki,
hakim paradigma artık puzzle’ın çözümüne uymamaya başlıyor ve özellikle genç
araştırmacılar tarafından ortaya atılan ve çözüme daha uygun olan yeni bir
paradigma eskisinin yerine geçiyordu. Ta ki bu
paradigma da çözüm için yetersiz kalmaya başlayarak krize girinceye kadar.
Bilim tarihine yönelik çok kaba bir şekilde özetlediğimiz bu tarz bir
yaklaşım aynı zamanda bilimin, alanla uğraşanların bir kurgusundan ibaret
olduğu ve yeni bir kurgulamaya girişmenin de pekala mümkün olduğu yolundaki
tezleri de desteklemekteydi.
Kuhn’un çalışmasında bilim
tarihinde devrim – kriz – olağan bilim dönemlerinin belirleyici olduğu
saptaması kadar önemli bir diğer nokta da, devrim ve yeni bir kriz dönemi
arasındaki süreci ifade eden olağan bilim sürecinde hakim paradigmanın
nasıl kendi ideolojisini yarattığı sorusudur.
Kuhn, olağan bilim döneminde
bilimsel devrimlerin neden neredeyse görünmez hale geldiklerini ele
alırken, ders kitaplarını “olağan bilimin yaygınlaştırılması amacını güden
eğitim araçları” (s. 201) olarak görür. Kuhn’a
göre insanların bilimsel etkinliğe ilişkin zihinlerindeki “imgeyi” yaratan
“yetkili” kaynaklar, bilimsel devrimlerin varlığının üstünü örtmeye çalışır
(s. 200). Burada Kuhn’un ifadesi bilim içinde
üretilen bir tür “ideolojiyi” tanımlar. Ders kitapları bu ideolojinin
yaratıcısı ve genç kuşağa taşıyıcısı konumundadırlar. Böylece ders
kitapları bilim dalıyla uğraşanların tarih bilincini budarlar ve saf dışı
ettiklerinin yerini başka şeylerle doldururlar.
Bu
tarz kitaplarda tarih, ancak belirli koşullar içinde yer alır ve belirli de
bir işleve sahiptir. Bu işlev aslında bilimsel kesintililiğin üstünü örtmekten
başka bir şey değildir. Bilim alanında çalışan kişiler ve öğrenciler,
“büyük kahramanlara” yapılan bir takım göndermeler sayesinde “uzun bir
tarihsel geleneğe ait oldukları duygusuna kapılırlar. Halbuki onlara bu
süreklilik hissini veren ve ders kitabından türetilmiş olan gelenek,
gerçekte hiçbir zaman var olmamıştır. Son derece işlevsel … nedenlerden
dolayı bilimsel ders kitapları … geçmişteki bilim adamlarının çalışmaları
arasından, yalnız kendi metinlerindeki paradigma sorunlarının anlatımına ve
çözümüne katkı sağlayabilecek kısımları aktarırlar. Önceki çağların bilim
adamlarını da, kısmen seçmecilik, kısmen de çarpıtma yoluyla, hep aynı
kalan, değişmemiş bir sorunlar dizisi üzerinde çalışmış ve yalnızca
bilimsel kuramla yöntemde meydana gelen son devrimin bilimden saydığı
kurallar dizisini benimsemiş olan kişiler gibi gösterirler” (s. 202).
Psikoloji
tarihi çalışmalarına baktığımızda, yeni, yani eleştirel tarih yazımı
giderek etkisini arttırsa da eski tarih yazımı anlayışının da varlığını
özellikle ders kitaplarında ve “olağan bilimin” resmi temsilcilerinin
yazılarında koruduğu görülür. Kuhn’un tezleri bu
zıtlığın açıklanabilmesi yolunda bir hayli ipucu vermektedir. Peki ama bu
“gelenek yaratma” süreci ya da başka bir ifadeyle
“köken mitosu” psikolojinin olağan bilim temsilcileri tarafından nasıl
başarılmıştır?
Gordon Allport ve Comte’un
Sosyal Psikolojiyi “Keşfi”
Psikoloji
tarihiyle ilişkili olarak köken mitosu kavramını ilk defa 1974 yılında bir
sosyal psikolog olan Franz Samelson (1974) ortaya
attı. Samelson’un ele aldığı çalışma bir sosyal
psikoloji el kitabında yer alan Gordon Allport’un (1968) kısa sosyal psikoloji tarihçesiydi. Allport bu yazısında Auguste Comte’u sosyal psikolojinin kurucusu olarak
gösteriyordu ve bu iddiasını Comte’un bilimler
hiyerarşisinde en üstte bulunan la
morale (ahlak) ile modern sosyal psikoloji arasında bulunduğunu ileri
sürdüğü bir paralelliğe dayandırıyordu. Hatta Allport,
Comte’un eğer günümüzde yaşasaydı “ahlak” yerine
“davranış bilimi” ifadesini kullanacağını ileri sürüyordu. Allport’a göre Comte kişilere
idiografik bir yaklaşıma izin verecek ama bütün
insanlarda neyin ortak olduğuyla ilgili genellemeleri de engellemeyecek bir
birey biliminin arayışı içindeydi.
Buradan hareketle de Allport, şu sorunun, Comte’un ana sorusu olduğunu ileri sürüyordu: “Birey
nasıl aynı anda toplumun hem nedeni hem de sonucu olabiliyor?” Comte felsefesinin bu sözde “ana sorusu” Allport’a göre modern psikolojinin de meşgul olduğu bir
soruydu.
Oysa
Samelson’un saptadığı gibi bu soru Comte’tan alıntılanmamıştı ve Comte
hiçbir yerde böyle bir soruyu direkt olarak ifade etmemişti. Bu soru daha
çok Amerikalı bir Comte yorumcusu olan sosyolog
De Grange’ın çalışmalarına (1923, 1930, 1931)
dayanıyordu ki, Allport De Grange’ı
da alıntı sırasında bir miktar çarpıtmıştı. Samelson,
Comte’tan yaptığı alıntılara dayanarak Comte’un gerçek temel sorusunun “sempatik
içgüdülerimizin sürekli gelişimi, egoizmin alturizme
bağlanması” olduğunu saptıyordu (s. 221).
Samelson’un işaret
ettiği en önemli nokta Allport’un Comte’u bir bütünlük içinde ele almıyor oluşuydu. Gerek
Allport gerekse de De Grange, Comte’un son dönem
eseri olan Système de Politique Positive’i
kullanıyorlardı, ancak Comte’un son dönemdeki en
önemli görüşü olan “insanlık dini” kavramına atıf yapmıyorlardı. Oysa Comte “dinsel düşüncesini, birliğin teorisi yolunda,
temel çalışması olan felsefi yaratımının üstüne koyduğunu” söylüyordu.
Bu
noktada Samelson şöyle diyordu: “Sorunumuz
alıntıların titizliğiyle ilgili küçük bir sorudan tarih yazımının daha
temel bir konusuna dönüşmüş bulunuyor. Bu tür bir seçme yanlış yoruma
götürür mü? Ya da Allport
açıkça modası geçmiş, bilim dışı ve önemsiz olan materyali beceriyle
ayıklayarak, akıllıca, bugün önemli olan tarih parçalarını mı seçmiştir?”
(s. 221).
Samelson’un direkt
olarak Comte’tan yaptığı alıntılardan da
anlaşılacağı gibi, aslında Comte’un “ahlakıyla” (la morale) davranışçı sosyal
psikoloji arasında herhangi bir ilişki yoktu. Böylesi bir ilişki ancak Allport’un seçmeci yöntemiyle kurulabiliyordu.
Samelson’un ifadesiyle
Allport’un bugüncü ve kutsayıcı yöntemi
daireseldir. Zaten bildiğimiz bir şeyin tarihte yeniden keşfedilmesiyle,
doğru olduğunu öğretir. Böylesi bir tarih anlayışıysa, geçmişin eleştirel
bir sınanmasına değil bir köken mitosunun yaratılmasına yol açar. Bugünkü
bakışı, büyük bir düşünürün bizim doğrularımızı yüzyıl önce “keşfettiğini”,
sorularımızın “yıllar öncesine” dayandığını göstererek geçerli ve meşru
kılar. Kendi disiplinimize devamlılık etkisi ve bir gelenek sunar. Üstelik Allport’un yaptığı gibi ona bir üst bilim yeri bile
verebilir.
Samelson psikolojinin köken
mitoslarıyla ilgili şu saptamayı yapıyordu: “Psikolojinin köken mitosları
metafizik ejderhasını öldürüp ampirik bilim bakiresini kurtaran
kahramanları, ideolojinin sonunu ilan eden kanun koyucuları kutsar. Ama
yavaş yavaş öğrendiğimiz gibi, metafiziği
reddetmek, birinin duruşunun metafizik olmayan doğasını garanti etmez.
İdeolojinin sonunu ilan etmenin kendisi ideolojik bir davranış
olabilir” (s. 228).
Küçük Albert ve Davranışçılık
Köken
mitosuna ilişkin bir diğer önemli çalışma, Samelson’un
çalışmasının beş yıl sonrasında yayınlanmış olan, Ben Harris’in
“Küçük Albert’e
Ne Oldu?” (1979) başlıklı çalışmasıydı. Harris
bu çalışmasında davranışçı okulun kurucusu John B. Watson ve Rosalie Rayner’in (1920) ünlü
“Küçük Albert” deneyinin modern ders kitaplarında
nasıl ele alındığını inceledi. Deney insanlarda duygulanımların şartlamalar
sayesinde nasıl değiştirilebildiğine klasik bir örnek olarak
gösteriliyordu. Ancak Harris ders kitaplarında
orijinal deneyin çarpıtıldığını, deneye bir takım ekleme ve çıkarmalar
yapıldığını saptamıştı. Çarpıtmalar genellikle deneyin yöntemsel
kusurlarını gizlemeye ya da gidermeye yönelikti.
Burada
da Samelson’un verdiği örnekte olduğu gibi bir
köken mitosu yaratılmıştı. Albert deneyi seçmeci
bir şekilde ya da çarpıtılarak ele alınarak,
davranışçı psikopatolojinin kökleri Watson’a dayandırılıyordu. Harris’e göre modern çalışmalarda klasik çalışmalardan
yapılan alıntıları, sık sık günümüz teorisyenlerinin psikoloji tarihinde bir süreklilik
yanılsaması oluşturma girişimleri olarak değerlendirmek mümkündü.
Ancak
Harris’e göre köken mitosları insanları aldatmak
için birilerinin bilinçli girişimleri değildi. Samelson’un
(1974: 223), Kuhn’dan alıntıladığı gibi
pedagojinin bir yan ürünü olarak
ortaya çıkıyorlardı ve bir anlamda bilimsel bir özelliğin kavramlarını
açıklamak, geleneğini kurmak ve öğrencilerini cezbetmek amaçlarını taşıyorlardı.
Türkiye’de Psikoloji
Tarihinin Köken Mitosu: Georg Anschütz
Kavramın
gelişiminin bu özetinden sonra Türkiye’de psikolojinin tarihi ele alınırken
en sık tekrarlanan bir cümleyi ele almakta fayda var: Türkiye’de psikoloji
1915 yılında Alman profesör Anschütz’ün İstanbul
Darülfünunu’nda görevlendirilmesiyle başladı.1
Anschütz adının Türkiye’de psikoloji
tarihinin başına yerleştirilmiş olmasına karşın, Türkçe’de Anschütz’le ilgili bir tek çalışmanın bile yapılmamış
olması ilginçtir. Hepsinden öte Anschütz’ün ön
adı bile hiçbir yerde zikredilmemektedir. Üstelik Anschütz’ün
ne Türkiye’ye gelmeden önceki, ne de Türkiye’den sonraki çalışmaları
hakkında hiçbir bilgi yoktur. Hakkında bilinen tek şey 1915 yılında
İstanbul’a gelmiş ve beraberinde bir takım deney araçları getirmiş
olduğudur. Peki bu kadarı Türkiye’de psikolojinin kurucusu olmak için
yeterli mi? Yoksa yeni bir “köken mitosuyla” mı karşı karşıyayız?
Bu
sorulara yanıt verebilmek için öncelikle ele almamız gereken şey Anschütz’ün Türkiye’ye hangi koşullar altında geldiği,
geldiği dönemde Türkiye’de psikolojinin hangi durumda bulunduğu ve Anschütz’ün psikolojiyi “kuran” kişi olarak geride ne
bırakmış olduğudur. Çünkü eğer Anschütz gerçekten
bir “kurucu” vasfını taşıyorsa, kendisinden önce Türkiye’de psikolojinin
bir yol kat etmemiş olması, üstelik Anschütz’ün
arkasında bir gelenek bırakmış olması gerekir.
Üstelik
önümüzde “kurucu” olduğu ileri sürülen Anschütz’e
karşı, araştırmacıların tam bir ilgisizliği sorunu durmaktadır. Bir ülkede
bir bilimin “kurucusu” hakkında neredeyse hiç bir şey bilinmemesi oldukça
garipsenecek bir durumdur. Bu noktada Anschütz’ün
hem Türkiye’de hem de dünyada psikoloji tarihi içindeki yerini de tespit
etmek zorundayız. Ancak bunların
açıklanmasından sonra Anschütz’e yönelik
ilgisizliğin kendiliğinden bir anlam kazandığı şaşırtıcı bir şekilde ortaya
çıkacaktır.
Konuyu
ele almaya girişmeden önce birkaç noktayı daha vurgulamakta fayda var.
Türkiye ve benzeri ülkelerde psikolojinin gelişim biçimi, tarih yazımı
sırasında gözden kaçırılmaması gereken bir takım özellikler taşımaktadır.
Bu özelliklerden biri psikoloji enstitülerinin kurulmasının bu ülkelerde
genellikle geniş çaplı bir toplumsal reformun bir aşaması olarak, bir
eğitim reformu hedefleyen politik bir kadronun iktidara gelmesini takip
etmesidir. Genellikle psikoloji eğitimi verebilecek düzeyde kimseye sahip
olunmadığından iki yola başvurulur: Batı ülkelerine öğrenci gönderilir ve
bu ülkelerden öğretim üyesi davet edilir. Böylece ilişki kurulan ülkedeki ana
akım da neredeyse değişmeden benimsenmiş olur.
Ancak
politik gereklilikler sonucu kurulmuş olan enstitüler, kendilerini var eden
politik ve toplumsal sınırlarla da kuşatılmıştır. Üstüne üstlük “eğitim
yardımı” batılı ülkeler tarafından da sıklıkla devlet politikasının bir
uzantısı olarak uygulanmaktadır. Bu ilişkilerden dolayı bu ülkelerde
psikolojinin içsel bir tarihini yazmak mümkün değilmiş gibi gözükür. Tarih
yazımı yalnız dönemin politik iktidarının alanla olan ilişkisini değil,
aynı zamanda dönemin uluslar arası ilişkilerini de hesaba katmak
zorundadır.
Bu
nedenle Almanya’nın “eğitim yardımı” çerçevesinde İstanbul’a gelmiş olan Anschütz’ün Türkiye döneminin tarihçesini de bu “eğitim
yardımının” içeriğinin anlaşılmasını kolaylaştırması açısından Alman –Türk
ilişkileri ile başlatmak yerinde olacaktır. Bu sürecin bilinmesi Anschütz’ün İstanbul’a geliş hikayesini yerli yerine
oturtmak için gereklidir. Üstelik okura Anschütz’ün
İstanbul’da neler yapabilmiş olduğuna ilişkin de ipuçları sunacaktır.
Berlin Kongresinden sonra Alman – Türk İlişkileri2
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ve
sonrasında gelişen olaylar, Osmanlı İmparatorluğunu çöküşe götüren sürecin
başlangıcı oldu. Ağır savaş masraflarını ödeyemeyen Osmanlı Devleti mali
iflasını ilan etti ve 1881 yılında kurulan Düyun-i Umumiye idaresi ile
devlet gelirlerinin idaresi batılı ülkelerin eline geçti. Böylece Osmanlı
Devleti bir yarı sömürge haline gelmiş bulunuyordu.
1878 yılında savaşı bitiren
anlaşma olan Berlin Kongresi, aslında Osmanlı’nın dış politikada Almanya
ile sıkı işbirliğinin başlıca nedeni oldu. Bu kongrenin hemen öncesinde ve
kongre sırasında İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı karşıtı tutumu, ve bunun
sonucunda da Kıbrıs’ın İngiltere ve Tunus’un da Fransa tarafından ele
geçirilmesi Osmanlı yöneticileri ve aydınları arasında bu iki ülkeye karşı
kuvvetli bir tepkinin doğmasına yol açmıştı. Diğer yandan cumhuriyetle
yönetilen Fransa ve meşrutiyeti destekleyen İngiltere, savaş sırasında
parlamentoyu feshederek kendi mutlak egemenliğini ilan etmiş olan padişah II. Abdülhamit tarafından tehlikeli bulunuyordu.
Diğer yandan Fransa, İngiltere ve
Rusya Balkanlardaki milliyetçi akımları destekliyordu. Özellikle
İngiltere’de Osmanlıya karşı ılımlı bir politika güden Disraeli’nin
düşüp, yerine açıkça Osmanlı karşıtı politikaları savunan William Ewart Gladstone’un 1880’de
iktidara geçişi, Osmanlı kamuoyunda İngiltere’nin
Osmanlıyı tehdit eden en büyük düşmanlardan biri olarak algılanmasına yol
açtı.
Buna karşın Almanya, Osmanlı
İmparatorluğuna karşı daha ılımlı bir tavır sergiliyordu. 19. yüzyılın
sonlarına gelinirken, artık Almanya’nın deniz aşırı sömürge yarışında
İngiltere ve Fransa ile rekabet edemeyeceği ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine
Alman devletinin ilgisi henüz endüstrileşememiş, ama zengin kaynaklara
sahip geleneksel imparatorluklara yöneldi, yani Rusya, Çin, İran ve Osmanlı
İmparatorluğu’na (Ortaylı, 1981: 4).
Bu devletler arasında Alman
politikasının sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda başarıya ulaştığını ileri
sürmek mümkündür. Bir yandan Gladstone’nun
Osmanlı düşmanı politikaları, diğer yandan da İngiltere’nin sömürgelere
göre şekillenmiş ticari sistemi ve örgütlenmesinin Almanya ile rekabet
edemeyişi, Osmanlı pazarında Almanya’ya büyük bir avantaj sağlamış oldu.
Diğer yandan Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının büyük kısmını
yitirdikten sonra sarıldığı panislamist ideoloji
ile Wilhelm II’nin Weltpolitik çerçevesinde doğuda Müslümanlara karşı
ılımlı yaklaşımı da örtüşüyordu. Üstelik Almanya, Osmanlı’nın azınlıklara,
özellikle de Ermenilere karşı politikalarına karışmıyordu. Abdülhamit’in
baskıcı yönetimi de Alman İmparatorluğu’na yabancı değildi. Kısa süre
içinde Almanya Osmanlı içinde hem iktidar, hem muhalefet arasında en yakın
dost olarak görülmeye başlandı. Bunun sonucu olarak Alman sermayesinin
Osmanlı içinde yayılması için devlet tarafından her türlü kolaylık
gösterildi.
Almanya’nın Osmanlı
İmparatorluğuna nüfuz edebileceği iki alan vardı: Ordu ve Sivil yönetimde
reform ile demiryolları yapımı. Orduda ve bürokraside reforma yönelik
olarak 1880’den itibaren Osmanlı devletine Almanya’dan danışmanlar ve
uzmanlar gelmeye başladı. Ordu içindeki Alman uzmanların danışmanlığı
altında Osmanlı ordusunun ne kadar modernleştiği tartışılırsa da,
Osmanlının bu dönemde Alman silah üreticilerinin iyi bir müşterisi haline
geldiği açıktır. 1890’lardan itibaren de tıp eğitiminin düzenlenmesi için
Alman Tıp profesörleri gelmeye başladı. 1888’de Anadolu Demiryollarının
imtiyazı Alman şirketlerine verildi. 1899’da da hattın Konya’dan
Bağdat-Basra’ya uzatılmasına karar verildi. Böylece Ortaylı’nın
deyimiyle “Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Alman Koridoru” (Ortaylı, 1981:
73) olan ve Almanya’nın doğu politikasında çok önemli bir yer kaplayan
Bağdat Demiryolu projesi de hayata geçmiş oluyordu.
1908 Jöntürk
devrimi ve 1909’da Abdülhamid’in düşürülmesi de
Almanya ile ilişkileri bozmadı. Tersine Jöntürklerin
Almanya yanlısı tutumları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışıyla sonuçlanan
I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın Almanya yanında katılmasına kadar vardı.
Alman “Eğitim Yardımı”
Alman-Osmanlı ilişkilerinin bir
ucunu Alman kültür politikası oluşturuyordu. Milliyetçiliğin Osmanlı
aydınları arasında kuvvetlenmesi, İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı
koyan Almanya’ya yönelik hayranlığı besliyordu. Diğer yandan ordu ve devlet
yönetiminde modernleşme Osmanlı aydınlarının biricik talebi değildi. Bu
aydınlar her şeyden önce köklü bir toplumsal reform istiyorlardı ve bunun
için eğitim sisteminde köklü bir reformla işe başlamanın şart olduğunu
düşünüyorlardı. Jön-Türkler dönemin Alman sistemini tanıyor ve bir eğitim
reformu için bir model olarak görüyorlardı. İngiltere ve Fransa ile
ilişkiler gerginleştikçe Almanya hayatın her alanında Jön-Türk yöneticiler
için bir umut halini almaktaydı.
Bunun sonucunda dünya savaşının başlamasından kısa bir süre önce Alman ve
Amerikan okulları dışında kalan yabancı okullar devlet tarafından kapanmaya
zorlandı.
Bu dönemde Alman hükümeti
Jön-Türklere Darülfünun’da yapılması düşünülen reforma da yardım etmeyi
önerdi. Bu nedenle Prof. Franz Schmidt
“Almanya’da üretilen bilim ve teknolojiyi Osmanlı’ya taşımak ve iki ülke
arasındaki ilişkileri sağlamlaştırmak” üzere Osmanlı eğitim bakanlığına
danışman olarak atandı. Bundan önce Schmidt Alman
dışişleri bürosunun eğitim bölümünde görevliydi (Widmann,
1973: 35). Schmidt’in eğitim bakanlığına danışman
olmasında, dönemin koşulları itibariyle olağanüstü bir durum yoktu. Bu
dönemde sadece eğitim bakanlığında değil, bütün bakanlıklarda Alman
danışmanlar görmek oldukça normal bir hal almıştı.
Bu aslında Schmidt’in
Türkiye’deki ilk görevlendirilmesi değildi. Daha önce de bir Alman eğitim
enstitüsü açılmasıyla görevlendirilmişti. Bu enstitü Alman dili, kültürü,
teknolojisi ve bilimini Osmanlı imparatorluğuna taşıyacak ve Osmanlı
öğrencilere Almanya’da eğitim olanakları sunacaktı.
Alman “eğitim yardımı” bir
taraftan da Fransa’nın Osmanlı içinde gelişen etkisini bertaraf etme
amacını güdüyordu. Osmanlılar için Fransız eğitim sistemi halen bir örnek
olmayı sürdürüyordu. Osmanlı aydınlarının çoğu Fransızca konuşabiliyor ve
daha da önemlisi Fransız aydınlanmacı geleneğinin etkisi altında
bulunuyorlardı. Fransızca’nın Osmanlı’daki etkisi öylesine kuvvetliydi ki, Schmidt eğitim bakanıyla yazışmalarını ve görüşmelerini
bu dil üzerinden yürütmek zorunda kalıyordu. Üstelik Fransız okulları
Suriye başta olmak üzere Osmanlı topraklarında Fransa için etki alanları
yaratıyordu. Bu bölgeler özellikle hammadde bakımından zengin bölgelerdi.
Almanya da aynı şekilde Osmanlı içinde kendi etki alanlarını kurma
amacındaydı.
Schmidt
öncelikle Anadolu’da üç haftalık bir okul gezisi yaptı. Böylelikle Osmanlı
okullarının gerçek durumunu öğrenmek istiyordu. İzlenimi “Türk okullarının
daha yeni çağ gelişiminin başında bulunduğu ve başkentten uzaklaştıkça
koşulların kötüleştiği” (Ergün, 1992: 197)
şeklindeydi.
Schmidt’in
tayininden kısa süre sonra ilk Alman öğretmenler de İstanbul’a gelmeye
başladılar. Schmidt’in Fransız desteğiyle
kurulmuş olan Galatasaray Lisesine bir alternatif haline getirmek istediği
İstanbul Lisesi’nde çalışacaklardı. Yine aynı dönemde Jön-Türk hükümet,
liselerde iki yabancı dil öğretilmesini kararlaştırdı. Bu dillerden biri
Fransızca diğeri de Almanca ya da İngilizce
olacaktı. 1917 yılına gelindiğinde toplam 55 lisenin 35’inde artık Almanca
öğretiliyordu (Yıldırım, 1998: 198).
Schmidt ayrıca
bir Alman yüksek okulu da kurmak istiyordu. Ama hükümet yalnız Alman
öğretim üyelerinin değil, aynı zamanda, Macar, Avusturyalı ve İsviçreli
öğretim üyelerinin de Osmanlı topraklarında görev almasını istiyordu.
Jön-Türklerin bu önerisi
İstanbul’daki Alman büyükelçisi Freiherr von Wangenheim, büyükelçilik
kültür politikası sözcüsü Dr. Weber, başkonsolos
Dr. Mortmann ve Franz Schmidt’ten
oluşan Alman heyeti tarafından kabul edildi. Ancak yine de başlangıç olarak
sadece Alman öğretim üyelerini getirtmek daha isabetli olacaktı. Anlaşmaya
varılması üzerine Schmidt Alman öğretim
üyelerinin atamaları işini üzerine aldı. Kısa süre içinde de hükümetin
istediği 14 alandan öğretim üyelerini 1915 sonbahar ders sezonuna
yetiştirdi (Yıldırım, 1998: 199).
Jön-Türkler görevlendirmeleri
coşkuyla kabul etti. Ancak tıp ve hukuk fakülteleri Alman öğretim üyelerine
karşı çıktılar. Felsefe bölümünü barındıran edebiyat fakültesi öğretim
üyeleri ise Alman meslektaşlarının teorik alanlarda büyük katkılar
yapacağını düşünüyorlardı (Erişgil, 1984: 10).
Alman öğretim üyeleri böylece
1915 – 1916 öğretim yılında İstanbul Darülfünunu’ndaki görevlerine
başladılar. Her biriyle beşer yıllık sözleşme imzalanmıştı. Gelen öğretim
üyelerinin on tanesi edebiyat fakültesinde, altı tanesi fen fakültesinde ve
dört tanesi de hukuk fakültesinde görevlendirildi. Eğitim bakanlığı yeni
gelen öğretim üyelerinin en kısa zamanda Türkçe öğrenerek derslerini Türkçe
vermelerini istiyordu. Ancak Alman öğretim üyelerinin çoğu, tıpkı orduda
danışman olarak görevli Alman subaylar gibi, Türkçe öğrenmek konusunda çaba
harcamadı (Yıldırım, 1998: 236 - 237).
Tahmin edilebileceği gibi dil
sorunundan dolayı dersler bir hayli verimsizdi. Üstelik savaştan dolayı
üniversitenin öğrencilerinin sayısı da oldukça azdı. Edebiyat fakültesinin
neredeyse öğrencisi yoktu. Felsefe bölümünde sadece iki öğrenci
bulunuyordu. Fakültenin öğrencilerinin sayısı, öğretim üyelerinin sayısının
yarısı kadardı. Üniversite çağındaki gençler silah altına alınmıştı (Erişgil, 1984: 13). Felsefe bölümünü 1915 – 1916
öğrenim yılında dört, 1918 – 1919 öğrenim yılındaysa beş öğrenci bitirdi.
Edebiyat fakültesi aradaki iki yıl içinde mezun veremedi (Orhonlu, 1973: 63). Buna karşın Alman öğretim üyeleri
için hiçbir masraftan kaçınılmadı. Maaşları Osmanlı meslektaşlarının
oldukça üstündeydi. Evleri ve çalışma odaları da ayrıcalıklıydı.
Alman öğretim üyelerinin tüm bu
desteğe karşın Türk meslektaşları
ile fazla ilişki kurduklarını ileri sürmek güçtür. Lehmann
Haupt’u kendilerine sözcü seçmişlerdi. Genellikle
bir arada kalan bu öğretim üyeleri Baltacıoğlu’nun
deyimiyle üniversite içinde “yeni ve yabancı bir güç” halini aldılar. Hatta
bilimsel tartışmalarda bile aralarında önemli bir mesleki ya da düşünsel farklılık görülmüyordu (aktaran
Yıldırım, 1998: 237-238).
Türkiye’ye gelen Alman öğretim
üyelerinin genel özellikleri açısından Tunçay ve
Özen’in (1984) o zamanlar Moskova’da Mustafa Suphi’nin yayınladığı Yeni
Dünya gazetesinden yaptıkları aktarma ilginçtir. Bu gazetenin 16 Mayıs 1918
tarihli haberine göre Alman öğretim üyeleri o yıl verilecek Nobel barış
ödülünün İmparator Wilhelm’e ya
da mareşal Hindenburg’a verilmesini önermişlerdi
ve bu öneri öğrenciler tarafından gülüşme ve protestoyla karşılanmıştı (Tunçay / Özen, 1984: 12).
Alman öğretim üyeleriyle birlikte
İstanbul’a gelen en önemli yenilik Darülmesailerin,
yani araştırma enstitülerinin kurulmasıydı. Alman öğretim üyelerinin
üniversiteye tek gerçek katkısının bu enstitüler olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Jön-Türk hükümet de bu enstitüleri desteklemekten geri
durmadı. Böylece üniversiteyi bir meslek yüksek okulu görünümünden
kurtararak bilimsel araştırmalar yapan bir üniversite haline getirmek
mümkün olabilecekti.
Bu darülmesailerden
birinin başında da Hamburg üniversitesinden gelen ve Pedagoji ve Psikoloji
profesörü tayin edilen Georg Anschütz
bulunuyordu.3
Georg Anschütz
Georg Anschütz (15 Kasım 1886, Braunschweig
- 25 Aralık 1953, Hamburg) bir sağır dilsiz öğretmeninin oğluydu. 1905’den başlayarak Münih, Würzburg,
Leipzig ve Paris üniversitelerinde eğitim gördü.
Doktora tezini 1909’da Münih’te verdi. Tez Über Gestaltqualitäten başlığını
taşıyordu ve konusu Şekil Nitelikleri’ydi. Tez
danışmanı, döneminde geliştirdiği psikolojist
felsefeyle ünlü, Alman felsefeci Thodor Lipps’di.
Hamburg Üniversitesi’ne atanan
ilk psikoloji profesörü Ernst Meumann’dı.
Deneysel pedagojinin önemli ismi Meumann bu
üniversiteye atandığı 1911 yılından, öldüğü 1915’e kadar psikoloji
enstitüsünün kuruluşu için uğraştı. Enstitünün gelişmesinde en önemli pay,
genel hatlarını yine Meumann’ın çizdiği ve
ilkokul öğretmenlerinin oluşturduğu “Çocukbilimi Enstitüsü” ile yapılan
işbirliğindeydi. Psikoloji enstitüsünün yayınları arasında bu dönemde
ağırlık taşıyan konular çocukbilimi, pedagoji ve zeka ölçümü, düşünce ve
algı psikolojisi, hareket yetenekleri ve resim analizleriydi.
Meumann’ın kurduğu
psikoloji laboratuarına 1913 yılında atanan Anschütz,
Meumann’ın ölümü üzerine laboratuarın
yöneticiliğini geçici olarak üstlendi. Anschütz’ün
bu görevi yerine getirdiği süre dört aydan ibarettir. Sonbahar döneminde Anschütz İstanbul’da görev alınca, yerini Theodor Kehr’e devretmek
zorunda kaldı. Meumann’dan boşalan kürsüye de
1916 Mart ayı başında William Stern getirildi.
Anschütz’ün
İstanbul’a gelmeden önceki psikoloji kariyeri bundan ibaretti. İstanbul’a
gelmeden önce Almanya’da birkaç eseri yayınlanmıştı. 1912 yılında
“Spekülatif, Riyazi ve Uygulamalı Psikoloji” başlıklı bir kitapçık
yayınladı (Anschütz, 1912). Aynı yıl W. F. Ruttmann’la birlikte Alfred Binet’nin “Çocuklar Üzerine Çağdaş Düşünceler” başlıklı
kitabının serbest bir çevirisini yayınladılar (Binet,
1912). Bir yıl sonra da Anschütz tez
danışmanlığını yapan hocası Lipps’in felsefesini
özetleyen bir kitap yayınladı (Anschütz, 1913a). Aynı sene içinde Anschütz’ün,
düşünme sorununa yönelik araştırmalarla ilgili olarak verdiği bir konferans
yayınlandı (Anschütz, 1913b).
Ayrıca bir de zekayla ilgili bir kitap yazdı (Anschütz,
1913c). Binet’den
yapılan çeviri bir yana bırakılırsa, aslında Anschütz’ün
yayınları psikoloji adına yeni bir şey söylemeyen, derleme niteliğinde eserlerdi.
Bunun yanı sıra, Lipps’le ilgili olan eser bir
yana bırakılırsa, diğer eserler, Meumann’ın
yönetimi altında psikoloji enstitüsünün genel psikoloji yaklaşımını temsil
ediyordu. Buna karşın Lipps’le olan ilişkisi,
insanbilimsel (geisteswissenschaftlich)
bir anlayışa da uzak ya da en azından yabancı
olmadığını düşündürmeye yeter. Lipps’in bu etkisi
Anschütz’ün sonraki dönemlerde insanbilimsel bir
anlayışa doğru kaymasında en önemli faktörlerden biri olarak görünmektedir.
Anschütz
İstanbul’a geldiği 1915 yılında henüz Meumann’ın
geleneğinden kopmamıştı. Pedagojiyle ilgili sorunlar halen çalışmasının
merkezinde duruyordu. Bu durum Jön-Türk’lerin pedagojiye ve bir eğitim
reformuna verdikleri önemle örtüşmektedir. Bununla birlikte İstanbul’da
görevlendirilmek üzere neden Anschütz’ün
seçildiğini bilmiyoruz. Ama Meumann’ın yanında
çalışması bu göreve uygun görülmesine yol açmış olabilir.
Anschütz 1915 kış
sömestrinde İstanbul Darülfünunu’nda deneysel psikoloji dersleri vermeye
başladı. Kendisine daha sonraları psikolojiyle ilişkisini keserek
kooperatifçilik alanında çalışmaya başlayacak olan Cevdet Nasuhi ve pedagog Ali Haydar yardımcılık ve çevirmenlik
yapıyordu. Ancak Almanya’dan deney aletlerinin gelmesinden sonra Anschütz, bu aletler için bir de Alman teknisyene
ihtiyacı olduğunu bildirdi. Fındıkoğlu (1943), Anschütz’ün de yerli öğretim üyeleriyle işbirliği
yapmadığını söylemektedir. Ona göre, bir yanda Cevdet Nasuhi
fizyolojik psikoloji derleri verirken, Ali Haydar da pedagoji dersleri
veriyordu. Anschütz ise Alman teknisyeniyle
birlikte, Türk öğretim üyelerinden bir hayli kopuk bir şekilde yaşıyordu.
Anschütz bu
koşullar altında İstanbul’da üç yıl görev yaptı. Bu süre içinde neler
yaptığı tam olarak bilinmemektedir. Ancak geriye psikoloji adına bir şey bırakmış
olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Kendisi için kurulan Darülmesai Almanya’ya dönüşünden sonra kapandı ve
getirttiği aletler İstanbul’da kaldıysa da Gökay’ın (1944: 104) deyimiyle
unutulmaya terk edildi. Öğrencilerinin sayısı savaştan dolayı bir kaçı geçmiyordu. İstanbul’da kaldığı süre içinde muhtemelen Meumann’ın derslerinden oluşan bir derleme hazırlayarak
Almanya’da yayınlattı (Meumann, 1917). Türkiye’de
yayınlanan tek yazısıysa, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası’nda çıkan
kısa bir yazısıydı (Anschütz, 1916). Bu kısa
yazısında Anschütz çocuklarda dikkat üzerine
yapılan küçük bir deneyden hareketle psikolojide deneysel yöntemin
gerekliliği üzerinde duruyordu. Yazının sonunda insanlar arası
farklılıklara değinecek ikinci bir yazısının yayınlanacağı bildiriliyorsa
da Anschütz’ün Osmanlıca veya Türkçe başka yazısı
yayınlanmadı.
1918 sonbaharında savaşın
kaybedilmesi üzerine diğer Alman öğretim üyeleri gibi Anschütz
de sözleşmesinde belirtilen sürenin dolmasına iki yıl kala Almanya’ya geri
döndü. Hukuki gerekçe olarak Alman öğretim üyeleri, sözleşme koşullarını
geçersiz kılacak yaşamsal değişiklikler olduğunu ileri sürüyorlardı.
Hükümetin maaş artışı gibi vaatlerle onları kararlarından vazgeçirme çabası
da sonuçsuz kaldı.
“Eğitim yardımının” diğer boyutu
olan, Almanya’ya gönderilmiş Osmanlı öğrenciler de savaş sonucu
eğitimlerini bitiremeden geri dönmek zorunda kaldılar. Sonuçta Almanya
savaşı kaybetmekle, Osmanlı içinde kurmak istediği kültürel üstünlüğü de
sağlayamamış oluyordu. Böylece Alman “eğitim yardımı” görünen ve gizli tüm
amaçlarında başarısızlığa uğramış oldu.
Georg Anschütz’ün İstanbul’dan Sonraki Meslek Hayatı
Anschütz
Almanya’ya döndü ancak, oradaki olanakları da bir hayli sınırlıydı.
Milliyetçi bir Alman olarak, Hamburg’da psikoloji laboratuarının başında
bulunan Yahudi kökenli William Stern’le anlaşması
mümkün değildi. 1920 yılında doçentlik için başvurdu. Ama özellikle Stern’in düzenlediği olumsuz raporun etkisiyle komisyon
tarafından başvurusu reddedildi. Buna karşın İstanbul’da zaten “profesör” ünvanıyla çalışmış olduğu gerekçesiyle, özel bir
kararnameyle Privatdozent
olmasına karar verildi.
1922’den başlayarak Anschütz üniversitenin bir üyesi olmadan, üniversitede
dışarıdan verdiği derslerin ücretleriyle yaşadı. 1922 yaz sömestrinden 1925
yaz sömestrine kadar haftada 2-6 saat ders veriyordu. Verdiği derslerin
saatleri 1925 Kış sömestrinden 1933 yaz sömestri arasında 31-38 saate
yükseldi (Moser, 1991: 495). Ders saatlerindeki
bu artışın nedeni haftada üç kez beşer saatlik seminerler düzenlemeye
başlamasıydı. Seminerleri “Psikoloji ve Müzik Estetiği Üzerine Çalışmalar”
ve “Renklerin Psikolojisi Üzerine Çalışmalar” isimlerini taşıyordu. Bu ders
isimlerinden Anschütz’ün ilgi alanının
İstanbul’dan sonra nerelere kaydığı anlaşılabilir. Stern’in
Anschütz hakkındaki olumsuz tutumunun arkasında
da sadece politik nedenler aramak yanlış olacaktır. Psikoloji bilimine
yaklaşımları konusunda önemli bir
farklılık ortadadır. 1920’lerin ortalarından itibaren Anschütz,
Meumann’ın deneysel pedagoji geleneğinden tümüyle
koptu. İlgisi estetiğe, psikolojinin sınır alanlarına, hatta kimi zaman
tümüyle parapsikolojiye kaydı.
2-5 Mart 1927 tarihleri arasında
Hamburg’da toplanan “Renk-Ses-Araştırmaları Kongresine” öncülük eden Anschütz aynı sene içinde bu konuyla ilgili iki de
kitapçık yayınladı (Anschütz, 1927a,b).
Bu çalışmalarında parapsikoloji ile kendi çalışmaları arasındaki ilişki
açık bir şekilde görünmekteydi. Bu çalışmalarından birinde şöyle yazıyordu:
“(…) Renk-Ses araştırmalarının toplam alanı, bizde teozofi
ya da antrozofinin
nesnelerini ya da içeriklerini oluşturan alanlara
büyük oranda yaklaşmaktadır. Dahası spiritizm ve okkultizmin nesneleriyle paralellikler yadsınamaz. Ama
bundan sonraki çalışmaların nereye ulaşacağı, bütün bu nesnelerin sonuçta
‘salt psikolojik’ işlevler içinde çözünüp çözünmeyeceği, ya da buradan bugünkü bilimi bir çok kavramı ve yöntemi
içinde yenilemeyi zorunlu kılacak bir yolun çıkıp çıkmayacağı, bunlar hala
sorunlu kalmaktadır” (Anschütz, 1927a: 28vd.).
Anschütz’ün spiritizm ve okkultizmle
bulduğu paralellikle onun sonraki çalışmalarında da dikkate değer
niteliktedir. Anschütz’ün çalışmalarının merkez
noktasını “sinestezi”
oluşturuyordu. Sinesteziyi duyu niteliklerinin karışması ya da birlikte ortaya çıkması olarak ele almak
mümkündür. Psikolojinin sınır konularından, daha çok da parapsikolojinin
ana konularından biri olan sinestezide duyu uyaranlarından birinin,
kendisini almaya yönelik olmayan başka bir duyuyu harekete geçirmesi söz
konusudur; renk algısının duyma ya da koklama
duyusunu harekete geçirmesi gibi. En sık rastlandığı ileri sürülen biçimi
de “renklerin duyulması” durumudur. Anschütz’ün
çalışmaları da renklerin duyulması üzerine odaklanmıştır. Anschütz’e (1929: 268) göre “sinestezi ancak, duyulan
ve görülen ya da farklı duyu alanlarından gelen
içerikler arasında içsel bağımlılık ilişkisi varsa, duyulan aracılığıyla
doğrudan uyarıcıyla ilişkili ve daha yakından bakıldığında onun görsel
temsilcileri olarak beliren görsel görüngüler canlanıyorsa mevcuttur. Burada
bu temsilcinin, üzerinde düşünüldüğünde ya da
sınandığında uyumlu bulunup bulunmadığı önemli değildir.”
Anschütz’ün en
önemli sinestezi çalışması Eduard Reimpell adında bir “sinestezikle”
yaptığı çalışmaydı. Reimpell’e 157 soruluk bir
anket formu doldurtmuş, ayrıca bir takım deneyler de yapmıştı. Ancak Anschütz yaptığı çalışmaları bu “sınır” tutumlarına
karşın tümüyle psikolojinin içinde görüyordu. Kendisini asla psikolojinin
dışında tanımlamadı. Ancak ona göre psikolojinin metodolojisi bir değişim geçirmekteydi.
Anschütz için psikolojik çalışmaların
metodolojisini bakış açılarına göre üç kategori altında sınıflandırmak
mümkündü. Birinci olarak 19. yüzyılın ortalarında egemen olan bakış açısı
gelmektedir. Bu bakış açısı doğa bilimlerini temel olarak almış ve
psikolojiyi ampirik bir bilim olarak geliştirmeye çalışmıştır. Buradan
hareketle de tekil durumlarla değil, genel yasalarla ilgilenmiştir. Bu
yönteme klasik bir örnek Weber-Fechner yasasıdır. Ancak araştırmalar ilerledikçe
düşünme, hissetme ve irade gibi kavramlar daha çok psikolojinin konusu
olmuş, psikoloji doğa bilimlerinden yeniden insanbilimlerine doğru gelişmiş
ve tipoloji denilen akım gelişmiştir. Ancak tipoloji çalışmalarıyla gelişim son bulmamış ve
“monografi” olarak adlandırılabilecek yeni bir yöntem gelişmiştir. Bu
yöntemin dayanak noktası tekil olgulardır. Doğa bilimlerinde de giderek bir
defaya mahsus olana ilgi artmaktadır. Bir defaya mahsus olanın gözlenmesi
esas olanın gözlenmesine yol açmaktadır. “İnsan bilimleri denen bilimler
anlamında, bir seferlik olanın, patolojik olanın, normal altı ve üstünün,
dahinin genel bir öneme sahip olduğunu göstermek için delile gerek yoktur.
Bir Goethe yalnız bir kez varolur. Buna karşın, daha doğrusu bu yüzden
halklar ve kuşaklar ondan uzun süre ders çıkarabilirler” (Anschütz, 1929: 267). Bu yüzden Anschütz
çalışmasını bir tek “sinestezik” üzerinden
yürütmekte yöntemsel bir hata görmemekteydi. Tersine 19. yüzyılda
uğraşıldığı gibi yöntemlerin sayısallığı ona göre insan bilincinin sadece
belli bir alanının anlaşılmasını sağlayabilir, ancak münferit ya da bir seferlik fenomenleri açıklayamazdı. Ancak bu
fenomenler, bir seferlik oldukları için daha az ilgiyi hak etmezlerdi.
Öyleyse “nesne yönteme değil, yöntem nesneye uydurulmalı”ydı
(Anschütz, 1929: 363).
Bu araştırmaların sonucunda Anschütz giderek ses araştırmaları konusunda
uzmanlaştı. Müzik estetiği konusunda araştırmalar yaptı ve bilimsel anlamda
sonraki yıllarda da atıf yapılan tek çalışmasını da (Anschütz,
1930) müzik estetiği üzerine yayınladı. 1931 yılından itibaren Hamburg’da Farbe-Ton-Forschungen
(Renk-Ses Araştırmaları) dergisini yayınlamaya başladı. Aynı yıl da aday
profesörlüğe (a. O. Prof.) yükseldi.
Ancak Anschütz’ün
30’lu yıllarda hayatını belirleyecek olan, kendisinin de aktif olarak katıldığı
Alman politik yaşamı oldu. Nazi partisinin iktidara geldiği 1933 yılının 1
Mayısında bu partiye katıldı. 22
Ağustos’ta eğitim müdürlüğüne yazdığı bir mektupta “psikoloji enstitüsünü
günümüz anlamında yeniden yapılandırmak, önemli ve üzerinde düşünülmeye
değer bir görevdir” diyerek, enstitüde bir tasfiyenin gerekliliğini
vurguluyordu (Moser, 1991: 514). 11 Kasım 1933
yılında yayınlanan “Alman Üniversite ve Yüksek Okullarında Çalışan
Profesörlerin Adolf Hitler’e ve Nasyonal Sosyalist Devlete Bağlılık Yemini”ni
imzalayanlar arasında Anschütz’ün de adı vardı (Klee, 2003: 17).
Hamburg Üniversitesi psikoloji
enstitüsünde Yahudilere ve Nazi karşıtlarına yönelik tasfiye Kasım 1933’te
yaşandı. William Stern’in de aralarında bulunduğu
“Yahudiler” ve “Yahudi yoldaşları” görevlerinden alındılar. Anschütz tasfiyenin iki gün öncesinde, durumun
umutsuzluğu sonucu intihar eden asistan Martha Muchow’un yerine enstitüye dahil edildi. Böylece Nazi
partisinin önde gelen bir aktivisti olarak
kariyerinin en parlak dönemi de başlamış oldu. Tabii ki bu durum Anschütz’ün “bilimsel” tavrına da yansıdı. 1933
öncesinde hakkında olumlu şeyler yazdığı atonal müziği “Yahudilikle”
ilişkilendirerek reddetti. Ona göre “yeni müzik sadece her sesinde, her
notasında, her vurgusunda, her durağında yeni Alman insanının sembolü
bulunan müzik olabilir”di (Petersen, 1991: 630).
Bununla birlikte Anschütz’ün psikoloji anlayışının nazilerin
resmi psikolojisi haline gelmiş olan Erich Jaensch’in “tipoloji”
anlayışıyla birebir örtüşmediğini, ama birbirlerini dışlamadığını da
belirtmek gerekir. Anschütz diğer nazi psikologlarının çoğu gibi karakteroloji ve tipoloji sorunlarıyla uğraşmadıysa da, kendi
metodolojisini tipolojinin geliştirilmesi olarak
görüyordu. Bu anlamıyla Anschütz nazi psikolojisinin tipik bir temsilcisi değilse de, nazi psikolojisinin paradigmasıyla uyum içindedir.
Ancak yine de Anschüzt’ün Nazi dönemindeki
yükselişi bilimsel anlayışından çok, parti üyesi olarak gösterdiği çabaya
bağlıdır.
Anschütz
üniversitedeki görevine kış sömestrinde verdiği “Müzik Estetiği Üzerine
Çalışmalar” semineriyle devam etti. Derslerinin içeriği 1934 yaz
sömestrinde bir miktar değişti. Bu dönemde verdiği dersler şu adları
taşımaktaydı: “Yeni Dünya Kavrayışının Kaynağı Olarak Ruhsal Tutum” ve
“Günümüz Psikolojisinin Halk ve Devletin Hizmetine Sunulması (Çağdaş
Psikolojiye Giriş)” (Moser, 1991: 503).
Anschütz’ün nasyonal
sosyalizme bağlılığının en açık göstergesi de 1935 yazında Hamburg’daki
İmparatorluk Tiyatrosu’nun (Reichstheater) 2. festival haftasının program
kitapçığına yazdığı yazıydı. Bu festival haftasına “Führer”in
de katılması bekleniyordu. Anschütz yazısında
şöyle diyordu: “Günümüzün yeni insanı şimdiden önümüzde duruyor. (…) Bu
insanın neye benzeyeceğini sadece tahmin edebiliriz, onu büyük Führer’imizin örneğine bakarak yaratıcı fantazi içinde sezebiliriz” (Petersen,
1991: 630).
Anschütz Nazi
örgütleri içinde de etkin bir faaliyette bulundu. 1936 yılında Nazi
Doçentler Birliği’nin Gençlik Destekleme Bürosu’nun yöneticisi oldu.
1939’da da Doçent Örgütü yöneticisi ve Bölge Doçentler Birliği lideri oldu.
Bu politik faaliyetinin karşılığını da fazlasıyla gördü.
Stern’in
görevinden ayrılmasında sonra psikoloji kürsüsü boş kalmıştı. Bu kürsü 1938
yılında sanat tarihi bölümü için kullanıldı. Ancak 1 Nisan 1941’de
yayınlanan Bitirme Sınavı Yönetmeliği (Diplomprüfungsordnung)
psikoloji alanında yeni görevlendirmeler yapılmasını gerekli kılmıştı. Stern’den boşalan koltuğun iki güçlü adayı vardı:
Psikolojiyi pedagojiden ayırmaya çalışan,
psikoloji enstitüsünün Nazi parti komiseri Gustaf
Deuchler ve Bölge Doçentler Birliği lideri Georg Anschütz. Deuchler’in çabaları ilk etapta kendi lehine sonuç
verdi ve dekan Fritz Jäger,
Deuchler’i “psikoloji ve politik pedagoji
ordinaryüs profesörlüğüne”, Anschütz’ü de
“(sinema dahil) sanat estetiği profesörlüğüne” atadı (Borowsky,
1991: 450).
Anschütz bu
durumdan memnun olmamıştı. Psikoloji enstitüsünün başına geçmek istiyordu. Politik ilişkilerini, özellikle
Berlin’deki tanıdıklarını seferber etmekte gecikmedi. Sonuçta zaferi kazanan
da Anschütz oldu: Kendisinin yeni
oluşturulan psikoloji ekstra
ordinaryüslüğüne atandığını bildiren eğitim bakanlığının 18 Kasım 1942
tarihli yazısı, 6 Kasım 1942’de Führer’in
karargahında Adolf Hitler’in bizzat kendisi tarafından imzalanmış bir atama
mektubuna iliştirilmişti (Moser, 1991: 506). Bu
atamanın bir ay öncesinde de Anschütz “Alman
Doçentler Birliğinin Yurtdışı Bürosu Reich İçin
Çalışanlar Çevresine” atanmıştı.
Pek fazla kişiye nasip olmayan
Hitler tarafından atanma “onur”uyla Anschütz psikoloji
enstitüsünün başına geçti. 1944 yılında bir de savaş hizmet madalyasıyla
ödüllendirildi. Ancak Anschütz’ün politik
ilişkilere dayanan bu başarısı uzun ömürlü olmadı ve kendisini var eden
politik ilişkilerle birlikte kısa sürede yok olup gitti. Nazizmin
yenilgisinden sonra Anschütz 1945 yılında emekli
maaşı alma hakkından yoksun olarak üniversiteden uzaklaştırıldı (Sywottek, 1991: 1392). Bundan sonraki süreçte kendisini
kurduğu “Psikoloji ve Bilginin Sınır Alanları Özgür Araştırma Topluluğunun”
yöneticiliğine adadı. 1949 yılında tekrar üniversiteye dönmek üzere
başvurduysa da, başvurusu reddedildi. Reddedilme gerekçesinde Anschütz şöyle tanımlanıyordu: “Yüksek okulumuzun en
yüksek parti aktivisti, ama aynı zamanda
tutumuyla da nazizmin kilit temsilcisi” (Petersen,
1991: 629). Yine de Anschütz 1953 yılında kısmi
bir başarı yakalayabildi. İdare mahkemesi üniversiteye dönüşünü reddettiyse
de, çalışma alanındaki başarılarından dolayı Anschütz’ün
emekli maaşı almasına olanak tanıdı (Sywottek,
1991: 1393). Ancak Anschütz, son kitabının (Anschütz, 1953) yayınlanmasından kısa süre sonra 25
Aralık 1953’de öldü. Ölümü üzerine Yüksek Okul
Dairesi kendisi için bir ölüm ilanı yayınlamayı reddetti. Psikolojiye genel
bir giriş niteliğindeki son çalışması, farklı psikoloji okullarını,
yöntemlerini ve alanlarını tanıtıyordu. Bu alanlara parapsikoloji de
dahildi. Üstelik Anschütz bir kez daha çağın
gerekliliklerine ayak uydurmayı bilmiş, kitabında William Stern dahil olmak üzere bir çok “Yahudi” psikologa ve
psikanaliste de yer ayırmıştı.
Sonuçta Anschütz
psikoloji adına arkasında bilimsel olarak kabul görebilecek hiçbir şey
bırakmadı. Üstelik sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda Almanya’da da.
Anschütz Mitosunun
Kaynakları
Şimdi yeniden başlangıç sorumuza
dönebiliriz. Anschütz Türkiye’de psikolojinin
kurucusu mu? Değilse bu iddia neden ileri sürülmüştür. Bunun başlıca nedeni
Anschütz’ün 1915 yılında Meumann’ın
deneysel pedagoji geleneğine bağlı bir genç bilim adamı olarak “deneysel”
akımı İstanbul’a taşımış olmasıdır. Göreceğimiz gibi Anschütz
öncesinde de İstanbul Darülfünunu’nda psikoloji ile ilgili dersler
okutulmaktaydı. Ancak bu derslerin teolojik bir yanı bulunduğunu da kabul
etmek gerekir. Anschütz sonrasında Darülfünun’da
psikoloji derslerine devam eden iki isim saymak mümkündür. Birincisi
muhtemelen Anschütz’ün notlarına dayanarak 1924
yılına kadar “deneysel psikoloji” dersi vermiş olan Ali Haydar Taner ve
ikincisi de Mustafa Şekip Tunç. Anschütz’ün Türkiye’de psikoloji adına arkasında
bıraktığı tek şey Taner’in dersine temel oluşturan notlar olsa gerek. Gelgelelim aslında bir pedagog olan Taner bu derslerini
1924’den sonra sürdürmedi. Kendisinin psikolojiye
de önemli bir katkısı olmadı. Mustafa Şekip Tunç
ise her ne kadar arkasında bir gelenek bırakamadıysa da 1953 yılındaki
emekliliğine kadar “umumi psikoloji” kürsüsünde Bergson
felsefesine dayalı insanbilimsel nitelikleri ağır basan bir psikoloji
anlayışının temsilcisi oldu.
Anschütz’ün “kurucu”
olarak seçilmesinin arkasında da bu durum vardır. Deneysel pozitivist psikoloji Türkiye’de 1937’de Wilhelm Peters’in İstanbul
Üniversitesi’nde görevlendirilmesine kadar gelenekselleşemedi. Ancak Peters’in taşıdığı bu gelenek 50’li yılların
ortalarında Amerikan psikolojisiyle kaynaşarak kökleşti ve egemen hale
geldi. Eğer psikolojinin Türkiye’deki kurucusu olarak Peters’e
atıf yapılmış olsaydı, Tunç gibi önemli bir ismin varlığı bu iddiayı hemen
yalanlayacaktı. Kurucu olarak Anschütz öncesi
öğretim üyeleri de düşünülemezdi, nitekim onlar da bir hayli insanbilimsel
ve hatta teolojik ağırlıklı bir anlayışa sahiptiler. Deneysel akımın
aslında gerçek Anschütz’le hiçbir ilgisi
kalmayarak bir isme indirgenmiş Anschütz’ü kurucu
ilan etmesinin arkasında, kendine Türkiye’de bir gelenek yaratma çabasının
izlerini bulmak mümkündür. Böylece söylenmek istenen, deneysel paradigmanın
Türkiye’de köklü bir geçmişe sahip olduğudur. İnsanbilimsel yaklaşım
böylelikle alt edilmiş bulunuyordu.
Anschütz’ün
hikayesinden de anlaşılabileceği gibi, Anschütz’ün
sonraki yıllarda neden adının anılmadığı sorusunun yanıtı da yine aynı
köken mitosunda bulunmaktadır. Anshcütz
muhtemelen sonraki dönemin deneyselci araştırmacılarının uluslar arası
dergilerde adına rastladıkları bir kişilik değildi. Parapsikolojik
yaklaşımı Türkiye’deki deneyselci paradigmayla çatışma içindeydi. Böylece Anschütz bilinçli bir tutum olmaksızın gündem dışı
kaldı. Ne Türkiye’deki araştırmacılar sinestezi çalışmalarıyla
ilgileniyorlardı, ne de Anschütz’ün deneysel
psikoloji alanında adını duyuracak bir çalışması vardı. Zaten mitosun yaratıcıları
için de önemli olan Anschütz’ün neyle uğraştığı
değildi. Gerçek Anschütz artık silinmiş, deneysel
yöntemin bir simgesi haline gelmişti. Üstelik kendisi bunu hiç istemeyeceği
halde.
Anschütz’ün
Türkiye’de psikolojinin kurucusu olduğu iddiasının bir mitos olduğunu
bulguladığımıza göre, bu noktada birkaç cümleyle Türkiye’de psikolojinin
“gerçek” kaynaklarına işaret etmekte fayda bulunuyor.
Türkiye’de Psikolojinin Gerçek
Kaynakları
Türk psikolojisini Anschütz mitosundan ayırarak
ele aldığımızda, psikolojik çalışmaların kaynaklarının çok daha eskilere
dayandığını görmek mümkündür.
1 Nisan 1869’da yayınlanan Maarif Umumiye
Nizamnamesi ile daha önce 1865 yılında başarısız olan birinci üniversite
girişiminin ardından İstanbul’da üniversite bir kez daha kuruldu.
Yeni
üniversitenin üç bölümü vardı: Felsefe ve Edebiyat, Hukuk, Biyoloji ve
Matematik. Nizamnamenin 81. maddesine göre “ilm-i
ahval-i nefs” adında bir dersin de Felsefe ve
Edebiyat bölümünde okutulması öngörülmüştü (Yıldırım, 1998: 79). Ancak diğer
bir çok ders gibi bu ders de öğretim üyesi eksikliğinden dolayı
gerçekleştirilemedi.
Ancak
üniversitenin açılışı yapılmadan önce Ramazan ayını değerlendirmek için
yapılan bir dizi gece konferansı düzenlendi. Bu seri içinde Aziz Efendi’nin
1869 yılı sonunda verdiği “Mizaçlar ve İklim” (Emcaz ü Ekalim) dersi üniversitede verilen
ilk psikoloji dersi olarak görünmektedir.
Bununla
birlikte, her ne kadar gerçekleşmeyen bir proje olarak kalsa da
Darülfünun-i Osmani Nizamnamesi’nde psikoloji
içerikli bir dersin yer almasını Türkiye’de psikolojinin başlangıcı olarak
almak da yanlış olmayacaktır. Eğer psikolojinin ülkeye girişi bir olay
değil bir süreç olarak ele alınırsa, bu sürecin başlangıcı da geleneksel
olarak iddia edildiği gibi 1915 değil Nizamname’nin yayınlandığı 1869 yılı
olarak kabul edilmelidir.
19. yüzyılın
son çeyreğinde psikoloji artık Osmanlı aydınları arasında da ilgi odağı
olmaya başlamıştır. Bu dönemde psikolojiyi Osmanlılara tanıtmaya çalışan
Hoca Tahsin Efendi gibi isimler anılmaya değer.
1908 Devrimi
sonrasında Emrullah Efendi’nin eğitim bakanı
olduğu dönemde Babanzade Naim
Bey Darülfünun kapsamında İlm-ün Nefs adıyla bir ders vermekteydi. Daha sonra Babanzade Naim Bey ahlak
derslerini üstlenmiş Darülfünun’a katılan Mehmet İzzet Bey de Metafizik
derslerinin yanı sıra İlm’ün nefs dersini de okutmuştur (Özbaydar,
1973: 219).
Gürkan (1944: 38),
Babanzade Naim Bey’in
“arkasında teoloji gizli bir spiritualizmi”
savunduğunu belirtir. Naim Bey’in psikolojisi
muhtemelen sadece klasik psikoloji ile sınırlıydı.
Türkiye’de
psikolojisinin kuruluşu ile ilgili olarak Anschütz’ün
İstanbul’a gelişinin yanı sıra sıkça adı anılan bir başka olay, yine 1915
yılında Binet-Simon
testlerinin Türkçe’ye çevrilmiş olmasıdır. Bu vurgunun arkasında da Anschütz’ün psikolojinin kurucusu olarak
değerlendirilmesiyle aynı köken mitosu bulunmaktadır. Binet-Simon testleri Türkçe yayınlanan ilk psikoloji
çalışması değildir. Türkçe olarak ilk psikoloji eserlerinin yayınlanmaya
başlaması bir hayli önceye dayanır. Kayral (1953) 1915 yılından önceye ait
11’i çeviri 29 eser, Bilgin de (1988) 9’u çeviri 27 eser adı saymaktadır.
Bu eserlerin en eskisi Yusuf Kemal’in 1876’da yayınlanan “Gayet-ül Beyan
Fi Hakikat-ül İnsan Yahut İlm-i
Ahval-i Ruh” adlı eseridir. Yabancı dilden yapılan ilk çeviri ise
1907’de Mısır’da yayınlanan Le Bon’un klasikleşmiş “Psychologie des Foules” adlı çalışmasının Abdullah Cevdet
tarafından yapılmış “Ruh-ül Akvam” başlıklı bir çevirisidir. Bununla
birlikte eski yazıyla hazırlanmış psikoloji ile ilgili yayınlara yönelik
halen geniş kapsamlı bir araştırma yapılmamış olduğundan, psikoloji ile
ilgili daha eski bir eser bulunup bulunmadığı bilinmemektedir.
Kayral’ın
bibliyografyasına göre Birinci Dünya Savaşı öncesinde eserleri Osmanlıca’ya
çevrilen yazarlar şunlardır: Emile Boirac, Ludwig Büchner, Georges Fonsgrive, Gustave Le Bon, Louis Pervale, E. Rayo, M. Wendt. Nuri Bilgin
bunlara E. Boutmy ve E. Haeckel’i
de ekler. Bu dönemde Osmanlı yazarları tarafından kaleme alınmış eserlerin
sayısı yirmiden azdır ve biri rüyalarla, bir diğeri de çocuk psikolojisi
ile ilgili olan iki eser bir yana bırakılırsa, bunlar ya
genel olarak psikolojiye giriş metinleri, ya da
“klasik psikoloji” metinleridir.
Savaş öncesi
dönemde adı anılması gereken önemli bir kişilik Baha Tevfik’tir.
Baha Tevfik’in bu dönemde yayınlanan üç önemli
eseri “Teceddüt-i İlmi ve Edebi.
Psikolojiye, ahlaka, mantığa ve edebiyata dair en son nazariyeler”, “Felsefe-i Ferd”
ve Ahmet Nebil’le birlikte yazdığı “Psikoloji. İlm-i
Ahval-i Ruh” adlı çalışmalarıdır.
Baha Tevfik (1884-1914) İzmir’de doğmuştur. 1907’de siyaset
eğitimini bitirmiş ve Türkiye’deki ilk sosyalist parti olan Osmanlı
Sosyalist Fırkası’nın da kurucuları arasına katılmıştır. Baha Tevfik’e göre “insanlık en son anarşizme varacak ve
bireysellik orada kendi büyüklüğünü ve özgürlüğünü hissedecekti” (Tunçay, 2000: 46). Tunçay’a
(2000: 31) göre Baha Tevfik bir parça
materyalizme bir parça da anarşizme eğilimli, açık görüşlü bir gençti. Gürkan’a (1944: 48) göreyse Baha Tevfik’in
görüşü Babanzade Naim
Bey’in spiritüalizmine bir tepki, savunucuları dönemin gençleri olan kaba
bir materyalizmdi.
Sonuç
Görüldüğü
üzere Türkiye’de psikolojinin gelişme sürecinin başlangıçları, Anschütz’ün İstanbul’a gelişinin bir hayli öncesine
dayanmaktadır. Bu süreçte adı anılması gereken kişiliklere yönelik halen ne
yazık ki kapsamlı bir çalışma hazırlanmamıştır. Bununla birlikte Anschütz’e “kuruculuk” vasfı verilmesinin ardında, bir
köken mitosunun bulunduğu da açıktır.
Köken
mitosu, geleneksel tarih yazımının en sık başvurduğu manipülasyon
yöntemlerinden biridir. Türkiye’de de deneyselci paradigma, kendi
geleneğini simgeselleştirilmiş bir isme, Georg Anschütz’e dayandırma eğiliminde olmuştur. Bu eğilim
iki açıdan talihsiz bir eğilimdir. Birincisi Anschütz
Türkiye’den ayrıldıktan sonra yaptığı çalışmalarda deneyselci paradigmayla
polemik halinde bulunmuştur. İkincisi Anschütz
bilimsel etik ilkelerin önemli bir kısmını
çiğnemiş ve politik ilişkilerini kişisel çıkarları için kullanmaktan
çekinmemiş bir kişiliktir. Üstelik Nazi devleti tarafından kendisine
verilen hizmet madalyasından da anlaşılacağı üzere, 1933-1945 yılları
arasında Nazi suç örgütünün bir parçasıdır. Sonuçta Anschütz
çevresinde yaratılan köken mitosu, yalnızca bilimsel olarak yanıltıcı ve
yanlış değil, aynı zamanda Nazi partisinin önde gelen aktivistlerinden
birini Türkiye’de psikolojinin kurucusu sıfatıyla onurlandırdığı için, etik olarak da kabul edilemez durumdadır.
Mitos
üretimi Anschütz örneğinden de görülebileceği
gibi bir “bütünlük ve süreklilik hissinin” yaratılmasına yöneliktir.
Böylece Türkiye’de psikoloji tarihindeki bir takım kopma ve kırılma
noktaları gizlenmekte, güncel psikolojinin kökleri 1915’e
dayandırılmaktadır. Bunun ikili bir işlevi olduğunu ileri sürmek mümkün.
Bir yandan böyle bir süreklilik hissiyle Tunç’un Bergsoncu
psikolojisi ve Peters’in insanbilimlerine daha
çok önem veren deneysel yaklaşımı, 1950’lerden sonra Türkiye’de psikolojiye
egemen olan Amerikancı işlevselci psikoloji anlayışı içinde
eritilebilmekte, diğer yandan da günümüz bilimsel anlayışı “modernist aklın” Türkiye’deki en önemli siyasi
girişimlerinden biri olan Jöntürk iktidarının
eğitim reformu projeleriyle ilişkilendirilmektedir.
Türkiye’de
psikoloji tarihinin kökeninde hala daha geniş araştırmaları hak eden ve 19.
yüzyıla uzanan zengin bir geçmiş bulunmaktadır. Hakim paradigmanın
mitoslarının ve ideolojilerinin saf dışı edilmesinin anlamı da, psikolojiyi
yerli yerine oturtma çabası içinde bu zengin kaynakların yeniden
keşfedilerek, mitoslardan bağışık yeni ve eleştirel bir psikoloji tarihi
anlayışının geliştirilmesidir.
Referanslar
Allport, G.
(1968). The historical background of modern social psychology. G. Lindzey ve E. Aronson (Ed.). The handbook
of social psychology,
Cilt 1, (s. 1-80) içinde. Reading: Addison Wesley.
Anschütz, G.
(1912). Spekulative, exakte
und angewandte Psychologie. Sammlung von Abhandlungen zur psychologıschen Pädagogik, Cilt 3,
sayı 3.
Anschütz, G. (1913a). Theodor Lipps’ neuere Urteilslehre. Eine Darstellung. Leipzig: Wilh. Engelmann.
Anschütz, G. (1913b). Über die Erforschung der Denkvorgänge
(Vortrag). Osterwick:
A. W. Zickfeldt.
Anschütz, G. (1913c). Die Intelligenz. Eine Einführung in die Hauptsachen, die Probleme und die Methoden
zu einer Analyse der Denktätigkeit. Osterwick:
A. W. Zickfeldt.
Anschütz, G.
(1916). İnsanların Ahval-i Ruhiyeleri Arasındaki
Ferdi Farklar Hakkında Tetkikler, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası,
Yıl 1, Sayı 5, 475-480.
Anschütz. G. (1927a). Kurze Einführung in die Farbe-Ton-Forschung. Leipzig: Akademische Verlagsgesellschaft.
Anschütz, G. (1927b). Farbe-Ton-Forschungen. Leipzig: Akademische Verlagsgesellschaft.
Anschütz. G.
(1929). Das Farbe-Ton-Problem
im psychischen Gesamtbereich.
Sonderphänomene komplexer
optischer Synästhesien („Sichtgebilde“). Halle: S. C. Marhold.
Anschütz, G.
(1930). Abriss der Musikästhetik. Leipzig: Breitkopf & Härtel.
Anschütz, G.
(1953). Psychologie. Grundlagen, Ergebnisse und Probleme der Forschung.
Hamburg: Meiner.
Batur, S. (2003). Türkiye’de Psikoloji Tarihi Yazımı Üzerine,
Toplum ve Bilim, 98, 255-264.
Bilgin, N. (1988). Başlangıcından Günümüze Türk
Psikoloji Bibliyografyası, İzmir.
Binet, A. (1912). Die
neuen Gedanken über das Schulkind.
Leipzig: E. Wunderlich.
Borowksy, P. (1991). Die
Philosophische Fakultät 1933 bis
1945. E. Krause,
L. Huber ve H. Fischer
(Ed.). Hochshulalltag
im “Dritten Reich”. Die Hamburger Universität
1933-1945, cilt 2, (s. 441-458) içinde, Berlin / Hamburg: Dietrich Reimer.
De Grange, McQ (1923). The science of individuality.
Lyon: L. Bascou.
De Grange, McQ (1930). The curve of societal developement. Hanover: N.H. Sociological Press.
De Grange, McQ (1931). The method of Auguste Comte. S. Rice (Ed.), Methods ın social science,
(s. 19-58) içinde, Chigaco: Univ. of. Chicago Press.
Ergün, M. (1992). Die
Deutsch-Türkischen Erziehungsbeziehungen Während
des Ersten Weltkriegs, Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ocak
1992, 3, 193-210.
Erişgil, M. E. (1984). Bir Fikir
Adamının Romanı: Ziya Gökalp. İstanbul.
Fındıkoğlu, Z. F. (27 İkinci Teşrin 1943).
Ordularda tecrübi ruhiyat araştırmaları, Cumhuriyet Gazetesi, 2.
Gökay, F. K. (1944). Prof. M. Şekip
ve Marazi Ruhiyat, Prof. Şekip Tunç Jubilesi, (S.
104-105) içinde. İstanbul.
Gürkan, K. İ. (1944). Şekip Tunç’un Türk Felsefesindeki Rolü. Prof. Şekip Tunç Jubilesi, (s. 43-49) içinde. İstanbul.
Harris, B. (1979). Whatever
happened to little Albert? American Psychologist,
34, 151-160.
Kayral, S. (1953). Türkçe Psikoloji Eserleri
Bibliyografyası, İstanbul.
Klee, E. (2003). Das
Personenlexikon zum Dritten
Reich. Wer war was vor
und nach 1945?
Frankfurt a. M.: S. Fischer.
Kuhn, Th.
(2000 [1962]). Bilimsel Devrimlerin Yapısı. İstanbul: Alan.
Meumann, E. (1917). Zeitfragen
deutscher Nationalerziehung
(6 Vorlesungen). Leipzig:
Quelle & Meyer.
Moser, H. (1991). Zur
Entwicklung der akademischen
Psychologie in Hamburg bir 1945. Eine Kontrast-Skizze als Würdigung des vergessenen Erbes von William Stern. E. Krause, L. Huber ve H. Fischer (Ed.). Hochshulalltag im “Dritten Reich”. Die Hamburger Universität 1933-1945, cilt 2 (s. 483-518) içinde,
Berlin / Hamburg: Dietrich Reimer.
Orhonlu, C. (1973). Edebiyat
Fakültesinin Kuruluşu ve Gelişmesi (1901-1933) Hakkında Bazı Düşünceler. Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, (s. 57-70) içinde,
İstanbul.
Ortaylı, İ. (1981). İkinci Abdülhamid
Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu. Ankara: Ankara Üniv.
Özbaydar, S. (1973): Cumhuriyetin İlk 50
yılında Türkiye’de Psikoloji. Cumhuriyetin
50. Yılına Armağan, (s.219-222.) içinde İstanbul.
Petersen, P. (1991). Musikwissenschaft
in Hamburg 1933 bis 1945. E. Krause, L. Huber ve H. Fischer (Ed.). Hochshulalltag im “Dritten Reich”. Die Hamburger Universität
1933-1945, cilt 2, (s. 625-640) içinde, Berlin / Hamburg: Dietrich Reimer.
Samelson, F. (1974). History,
origin myth and ideology: “Discovery” of social psychology. Journal for the Theory
of Social Behaviour, 4,
217-231.
Szwottek, A. (1991). Kontinuität im Neubeginn: Über die Anfänge der „Universität Hamburg“. E. Krause, L. Huber ve H. Fischer (Ed.). Hochshulalltag im “Dritten Reich”. Die Hamburger Universität
1933-1945, cilt 3, (s. 1387-1416) içinde, Berlin / Hamburg: Dietrich Reimer.
Tunçay, M. (2000): Türkiye’de Sol
Akımlar, Cilt .1, İstanbul: BDS.
Tunçay, M. ve Özen, H. (1984). 1933
Tasfiyesinden Önce Darülfünun, Yapıt
Toplumsal Araştırmalar Dergisi, 7, 5-28.
Watson, J. B. ve Rayner, R.
(1920). Conditioned emotional
reactions. Journal of Experimental Psychology,
3, 1-14.
Widmann,
H. (1973). Exil und Bildungshilfe. Die deutschsprachige akademische
Emigration in die Türkei nach 1933, Bern/Frankfurt.
Yıldırım, A. (1998). Türk Üniversite
Tarihi, Ankara: Öteki.
Notlar
1. İstanbul
Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nün web sitesi ziyaret edildiğinde, bölümü
tanıtan kısa yazının şu cümleyle başladığı görünüyor: “Türkiye'de ilk
Psikoloji eğitimi İstanbul Üniversitesi'nde, 1915 yılında G. Anschütz ile başlamıştır.“ Bu, herhalde köken mitosunun
en resmi ağızdan ifadesidir (Bkz. Psikoloji
Bölümü, İstanbul Üniversitesi Web Sitesi içinde, http://www.istanbul.edu.tr/edebiyat/edebiyat/p3b3.htm,
29.08.2004).
2. Bu bölümün
hazırlanmasında özellikle Ortaylı’nın (1981)
çalışması esas alınmıştır.
3. Bu noktada
bir düzeltme yapmama izin verilsin. Daha önce yayınlanan bir yazımda (Batur, 2003: 259) şöyle demiştim: “Anschütz kimi kaynaklarda ‘profesör’ olarak
anılmaktadır, ancak bu, Fransızca kaynaklı bir alışkanlıktan başka bir şey
değildir. Nitekim 1886 doğumlu Anschütz
İstanbul’a geldiğinde sadece 29 yaşındadır.” Türkiye’de psikolojinin tarihi
yazılırken yapılan hataları ortaya koymak üzere hazırlanmış bir yazıda
böylesi bir hatanın yapılmış olması talihsiz bir durum. Ancak böylesi bir
hatanın “haklı” nedenleri olduğunu savunabilirim. Hataya yol açan olgu, Anschütz’ün bu tarihte Almanya’da henüz profesör olarak
atanmamış olmasına rağmen, İstanbul’daki görevlendirmede kendisine profesör
ünvanı verilmiş olmasıdır. Anschütz
Almanya’ya döndükten iki yıl sonra doçentlik almış ve ancak 1942 yılında
profesörlüğe yükselebilmiştir.
Kaynak:
Batur, S. (2005). Psikoloji Tarihinde Köken Mitosu ve Georg Anschütz’ün Hikayesi, Toplum
ve Bilim, 102, 168-188.
|