SÛFÎ ŞÖVALYE

Mustafa Saka

mim.saka@googlemail.com

 

7. Asrın başında, İslâm’ın ilk muhatabları olan “Câhiliye Arabı”nın ruh topoğrafyası:

Homer’in karakterleri ile Cahiliyye şiirinin karakterleri, dostlarına nazik, düşmanlarına merhametsiz, sulhta cömert, harpte acımasız, yolcuya karşı misafirperver, fakir ve yetimlere karşı eli açık, ana-babasına ve büyüklerine itaatkâr, bununla birlikte asi ve yabanîdirler.

Bunlar, tüm dünyada antik dönemin gayrımedenî halklarının şiir ve hikâyelerinde karşılaştığımız karakterlerdir.

Şiirlerinin gösterdiği üzere hayatı feda etmeye de hayatın zevklerine de meyilli olan Cahiliyye Arapları bu anlamda da, İslâm için takdir olunmuşlardı (seçilmişlerdi).

V. ve VII. yüzyıllar arasındaki Arabistan, sert hayat şartları ve çölüyle “göklerin ve yerin ilmi” için takdir olunmuş, hazırlanmıştı.

Cahiliyye “müşrikleri”nin şiirine dair yapılacak bir inceleme bunu doğrulayabilir.

Orada cari olan şey, ideolojik gerekçelerini ve kemâlini İslâm’da bulacak olan ve İslâm’a çok yakın olan ruhî bir iklimdi.

Arap edebiyatıyla ilgili birçok önemli eserin yazarı olan Francesco Gabrielli, Cahiliyye devri bedevîlerinin etiği hakkında “İki yüzü vardı: Mertçe ve zalimce!” diye yazar.

Tabiat, bedevîlerde fizikî ve ruhî özellikleri itibariyle yeni ilme mahkûm yahut onu kabule çok hazır bir insan tipi inşa etmişti.

Bu insan tipi, zaten üzerinde bulunduğu hale yönelik tüm gerekçeleri ve açıklamaları Kur’an öğretilerinde keşfedecekti.

Dolayısıyla İslâm’ın zuhurundan hemen sonra vukubulan her şey, benzersiz askerî, siyasî ve ruhî yayılma, İslâm’ın sıradışı bir şekilde sağlıklı bir halk tarafından kabûl ve icra edildiğini ve yeni öğretinin kendi suretini bu önceden mevcut olan insan tipinde bulduğunu ispatlar.

Eğer Cahiliyye şiirinden bazen müphem bazen çok vazıh bir şekilde ortaya çıkan insanı, bu şiir tarafından kutsanan ve yüceltilen insanı tanımaya çalışırsak, bunun daima Kur’an’ın tasvir ettiği insan tipine çok benzeyen bir insan tipi olduğunu görürüz.

Bu insan tipi ne istiğrak halindeki Hintli bir mistik, ne çelimsiz bir Hristiyan zahid, ne de zalim bir Romalı askerdir; o, cesur bir şövalyedir, “doğrulara karşı yumuşak, zalimlere karşı acımasız.”

Bu tesbitler, Aliya İzzetbegoviç’in...

Merhum Aliya’nın, “Özgürlüğe Kaçışım” ismiyle kitaplaştırılan “Zindan Notları”nın 236-237. sayfalarından... Kitabı, Hasan Tuncay Başoğlu tercüme etmiş, Klasik Yayınları neşretmiş... Bu değerli kitabı, kardeşine yollama lûtfunda bulunan, Akıncı Güç-Yenişehir eşrâfından Salih Seyrik hocama teşekkür ediyorum...

Bu yazı bir Aliya tenkidi olmayacak; ancak şu kadarını, “Bilge Kral”ın da, mâlesef Gazâlî Hazretleri’ni yanlış anlayanlardan (age, s.240) olduğunu söylemeden geçemiyorum...

Yukarıdaki, İslâm’ın ilk muhatabları olan Câhiliye Arabı hakkındaki tesbitlere dönersek...

Bu fevkalâde önemli tesbitleri, Aliya’dan çok yıllar önce -1969’da- ve en olgun edeb ifadesiyle yazmış olan Üstad Necip Fazıl’dan okuyalım bir de; “Çöle İnen Nur”dan:

«Milâttan sonraki altıncı asırda manzara, insanlığın, bir dairenin tam devri halinde bütün bir hayat yaşayıp tekrar sıfıra döndüğüne ve önünde korkunç bir hiçten başka bir şey kalmadığına işaret...» (Çöle İnen Nur, s.50)

«O ân, dünya bu dünya işte! Sadece bekleyen, sıkılan, daralan, boğulan dünya... Bir yanlışta bitirilmiş eski doğruların ve eskitilmiş yanlışların baştanbaşa yanlış dünyası...» (Age, s.51)

«Sonra, hayâlin en parlak mekânını, evleri billurdan ve sokakları fildişinden sitesini sanki sönük bulup çöle kaçmış bir lisan. Üzerinde insan emeği yok gibi bir şey... En ulvî giriftlerin ve en mücerretlerin dili... Eski Yunan’a nereden fışkırdığı meçhûl bir mucize diye bakan Avrupalı, asıl bu hârikalar lisanına, çöl plânındaki tecelliye dikkat etsin... Arapça, sayıların yettiği kadar kollara ayrılmış ve bütün boşluğu doldurmuş, nâmütenahî ince bir lisan ve idrâk anatomisi... Onu hangi melek İlâhî bir hediye olarak göklerden bıraktı, insanoğlu nasıl buldu? İşte mucize ve Kâinatın Efendisi’ni bekliyen ve karşılayan manevî zemin...» (Age, s.52)

«Bu lisan elinde oldukça, çöl adamı diye bir şey yoktur; ancak İlâhî sır icabı çöllerde saklı kalmış, bu yüzden belki de çürümekten kurtulmuş ayrı bir insanlık vardır.» (Age, s.56)

«Hattâ Arap, mutlak mücerred ve münezzeh Zâtın alemi olan “Allah” kelimesini de biliyor amma, Yaradan’a köşebaşlarını putların tuttuğu bir yoldan gidebileceğini sanıyor. Putları vasıta kabul ediyor. En büyük “doğru” bile bu kadar büyük bir yanlışa batırılmıştır ki, tekrar doğrultulması için, ancak O’nun gelmesi lâzımdır.» (Age, s.59)

Kervanların tertiplenmesi de Arabın fasahat tecrübesine ayrı bir vesile... (Nâdi), nida ediciler, çağırıcılar bu vesileyle uzun hitâbelere girişiyorlar. Medihler, tasvirler, teşvikler... Arabın: “Rüzgârın kızları...” dediği sürat perileri...» (Age, s.61)

«Deve, at, ok, kılıç gibi unsurların merkezinde ışıldayan şovalyelik duygusunu, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşi bir hissizliğe götürmüş... Şarabın, zinanın, kumarın, falın delisi... İçine doğru indirdiği pisliğini, dışına doğru taşırmış... Kibirli, müstehzi, zâlim, hilekâr... Böyleyken asil... Böyleyken derin bir şeref hissi içinde... Böyleyken kahraman... Hâsılı: Hilkatten aldığı büyük istidat güneşini içinde kıvılcım kadar küçültüp, nefsâniyetini çölden buram buram tüten bir yangın haline getirmiş, fakat her şeye rağmen bu kıvılcımı tutabilmiş, büyük beldelerin sistemli fesatlarından uzak kalmış ve saffetini korumuş, elindeki lisan hârikasıyla her ân bulutların üstünde bir âleme namzet yaşamış; bir eli gökte ve bir eli çölde, en girift tezatların ruhu...» (Age, s.62)

Peki ya bugün?

21. asrın başında, bugün, İslâm sanki hiç yaşanmamış gibi tekrar “esfel-i sâfilîn”e düşmüşüz...

Bu hâl bir “beklenmedik” değil; tevâtüren haber verilmiş korkunç bir düşüş bu yaşadığımız...

Bu hâli müteâkip, İslâm’ın yeniden izzet bulacağı da mütevâtir bir haber...

Peki, kimlere nasib olur bu kez bu emsâlsiz şeref; nasıl bir karakter sahibi olanlar takdir olunur (seçilir)?

Zâhid, sofu, halim, selim, mülâyim; ama “ağzına vur lokmasına al” nanemollalar mı?

Şair, romantik, bilgili, kibar, beyefendi; ama keyf ehli konformistler mi?

Mert, cesur, sert, kavgacı; ama mafyacı, çeteci kaba ve gabî tipler mi?

Hacı, hoca, cemaat lideri, kanaat önderi, entel; ama dantel ve ürkekler mi?

Çalışkan, fedâkâr, terbiyeli, mûnis; ama saf, naif, aldatılmış diyalogcu ve hoşgörücüler mi?

Nânemollalar da, konformistler de, ürkekler de, gabî tipler de, boşgörücüler de değil elbette!

Bugün, 28 Şubat’ın 10. yıldönümü...

Bugünkü Hürriyet’in Avrupa baskısından bir haber: “2007 yazı, 1400 yılın en sıcak yazı olacak gibi!”

Merhum Aliya’nın ifadesiyle: “Ne istiğrak halindeki Hintli bir mistik, ne çelimsiz bir Hristiyan zahid, ne de zalim bir Romalı asker!” dayanabilir bu sıcaklara...

Ama...

Hilkatten aldığı zâhidlik, şâirlik, fedâkârlık, bilgelik, mertlik ve cesaret kıvılcımlarından hiç olmazsa birini tutabilmiş olan her bir nasipli, o bir kıvılcımla tutuşabilir...

Bir kıvılcımla tutuşma bahtiyarlığına erenlerin, sonra tutuşabilir sönmeye yüz tutmuş diğer güzellikleri de; madenleri dönebilir elmasa...

Zâhid ve sûfîmeşreb olanlar, şövalye de olabilir; olmalı ve oluyor...

Şövalye mizaçlılar, zâhid ve sûfî de olabilir; olmalı ve oluyor...

21. asrın başında, bugün, âdetâ 7. asrın başındaki o fesâhatlı Arapça’ya tekâbül ediyor İbda’nın “üst” dili ve diyalektiği...

İbda dili, İslâm dilidir...

İbda, böyle bir mukadder oluştur!

Ve İbdacı şahsiyet, İslâm için seçilmiş, takdir olunmuştur...

Bugün, bütün bir insanlık, İslâm’a her zamankinden daha fazla muhtacız; ve her birimiz, Bd-İbda’nın yenilediği “İslâm’a Muhatap Anlayış”ı, İbda’nın dilini ve diyalektiğini kuşanmak zorundayız...

Sünnet ve Cemaat Ehli’nin en önemli okullarından biri olan İsmailağa’ya fitne sokmaya çalışan F. Gülen sızıntılarını istihkâr etmek ve içlerindeki samimi ama aldatılmışlara, İslâm’ın seçtiği şahsiyet kumaşına ne denli yabancı olduklarını gösterebilmek için kaleme aldığım bu yazım, aynı zamanda, “sûfî şövalye” Sadeddin Ustaosmanoğlu yönetimindeki Furkan kadrosuna ve tüm sûfî şövalyelere, hakîm savaşçılara, İbdacı şahsiyetlere bir öykünmedir... İbda Mimarı’nın bir mısraından mülhem, “bana da geçsin diye hâliniz” yalvarıyorum...

28 Şubat 2007

Furkan Dergisi, Mart 2007

www.mustafasaka.up.to

 

DİĞER MAKALELER

- Dünya Bir Devlet Bekliyor / Mustafa Saka

- Öyle Demokrasiye Böyle Katılım / Mustafa Saka

- Ermeni Katliamının İçyüzü

- Derin Dilemma

- LOBLOBİLOBELYALOBUSLOBUT

- Diaspora: Kopuk ve Saçık Tohumlar

- Nüfuzlar Altında

- Koprofaji'nin Türkçesi

 

www.yeniakademya.org

www.akademya.up.to