|
VODOO
VE ZOMBİ
|
lairvius
Narcisse, 1932 yılında, yanlışlıkla Haiti'nin kırsal kesimindeki "toprağın
hakimleri" diye anılan bölgeye ayak bastığında, kuşkusuz başına
geleceklerden haberi yoktu. Ancak birkaç gün sonra nefes alma güçlükleriyle
karşı karşıya gelince aklı başına |
gelmiş,
"büyü" yapıldığı gerekçesiyle hastaneye başvurmuştu. Ama,
hastanenin kapısından girer girmez yığılıp kalmıştı. Onunla ilgilenen
biri Amerikalı, biri Haitili iki doktor ise, bir süre sonra raporlarını
vermişti: "Clairvius Narcisse, saat 12:30... Vefat..." |
Ne var ki aynı Clairvius Narcisse, 20 yıl sonra bir sabah, hiçbir
şey olmamış gibi, sapasağlam çıkıp köyüne gelmişti. Onun ölü olduğunu
söyleyen ailesi bile, böyle birşeyin olabileceğine inanmıyordu. Doktorların
raporu ise kesindi: "20 yıl önce kendisine ölü raporu yazılan
Clairvius Narcisse, bütün hayati fonksiyonları çalışan bir canlıydı..."
Yaşlı adam, birkaç yıl süren psikolojik tedaviden sonra, kendisini
öldürenler hakkında dava açınca ortalık bir kez daha çalkalandı. Üstelik,
bu davayı kazanmasına kesin gözle bakılıyordu. Çünkü, Haiti gibi,
yasalarla geleneklerin birbirine karıştığı bir ülkede bile, ceza kanunun
249. maddesi, kişiyi ölümden ayırt edilemeyen laterjik (koma) duruma
sokan her türlü maddenin kullanımını suç kabul ediyor ve kurban gömülürse
bunu cinayet olarak değerlendiriyordu. Bu kanun maddesi, Haiti tarihinde
derin izler bırakan Voodoo dininin uygulamalarına karşı alınmış bir
önlemdi. Ama, Narcisse davasıyla birlikte rafa kalktığı tahmin edilen
bu din yeniden hortlamıştı.
Voodoo, müritleri için "korku"nun ve "zafer"in
iç içe girdiği bir yaşam tarzı... Afrika'nın Benin Cumhuriyeti'nde
konuşulan bir etnik dil olan "Fon" dilinde "voo"
içe bakış, "doo" ise "bilinmeyen" anlamına geliyor.
Voodooistler Tanrı "Djo"ya inanıyorlar. "Evrensel nefesin
efendisi" olan Tanrı Djo, dolaysız olarak insanların kaderiyle
ilgilenemeyecek kadar büyük bir varlık... Bu nedenle her insan, Voodoo
dininde, potansiyel bir hayvandan farksız olarak dünyaya geliyor.
Başlangıçta, her insana rehber olarak bir ruh, yani "loa"
veriliyor. Böylece, potansiyel olarak hayvandan farksız olan "insan",
"ruhsal bir varlığa" dönüşüyor.
Bu ruhsal varlık "birer küçük melek" olan üç ruhsal parçadan
oluşuyor. İnsanın yaşamı boyunca bu ruhsal parçalarını kendi iradesiyle
geliştirmesi ve mükemmelleştirmesi gerekiyor. Böylece "savunmasız"
bir yaratık olan insanın yeniden "tanrı"ya dönmesi sağlanıyor.
Voodoo dini, animist inançlarla da yakından ilişkili... Nitekim başlangıçta
"birer küçük melek" olan üç ruhsal parça, tapınaklardaki
özel odalarda, kilden yapılmış kavanozlar içine konuluyor. Amaç, onları
kötü ruhlardan, büyücülerden korumak... Kişi öldüğünde, bu kavanoz
kırılıyor ve serbest kalan ruh parçaları, cansız bedenin etrafında
yedi gün boyunca dolaşıyor.
Voodoo dini, tektanrılı dinlerin aksine, ruhun fiziksel olarak tekrar
dirileceğine inanmıyor. Ama, ruhun bedenden ayrılıp yeni bir serüvene
başladığını kabul ediyor. Ruhun bedenden ayrılma işlemi ise, ölümün
üstünden 7 gün geçtikten sonra yapılan
"asıl ölüm ayini" ile gerçekleştiriliyor. Bu ayinin sonunda
bedenden ayrılan ruh, suların altında yaşamaya gidiyor. Derinliklerde
bir yıl bir gün kalan ruh, daha sonra "Wete Mo Nan Dlo"
töreni sırasında yeniden geri çağrılıyor ve bir kavanoza konup ormana
bırakılıyor.
16. yeniden doğuştan sonra ise bu ruh, Tanrı Djo ile birleşiyor ve
her yeni doğan insana rehber olarak verilen "loa"ları üretiyor.
Böylece voodooistler, ölümle sadece tanrılarına hizmet etmekle kalmıyor,
onun yeniden doğmasını da sağlıyorlar. Tabii, böyle bir dini anlayışta,
ölüm bir "son" değil, tam aksine "kutsal" bir
göreve dönüşüyor.
Voodoo dini, Afrika'nın batı sahillerindeki Benin (eski Dahomey),
Nijerya ve Kongo bölgelerinde yaygın bir dinken, nasıl oluyor da 20.
yüzyılda Karaibler'de, Amerika'nın kuzey sahillerinde ve Kanada'da
ortaya çıkıveriyor ve giderek Haiti'nin resmi, ulusal dini haline
geliyor ?
|
GELENEKSEL YÖNTEMLERLE BİR "ZOMBİ" YAPMAK...
MALZEME
Bir yıldırımtaşı... Bu, yıldırım çarpması sonucu bir tepeden
kopmuş ve bir yıl bir gün bekledikten sonra bir "houngan"
tarafından dokunulmuş bir taş olmalı. (Eğer bu bulunamazsa,
Kolomb öncesi dönemlerde Sarawak kızılderililerinin yaptığı
bir balta sapı.)
Bir adet insan kafatası ve çeşitli kemikler.
Sebze yağı
İki adet mavi agamont kertenkelesi
Büyük bir kurbağa, (Bufo marinus)
Bir deniz yılanı (Polychaete solucanı)
Gülibrişim filizi
Bir çeşit ısırgan
İki adet (dişi olursa iyi olur) kirpi balığı, (Spheroeroides
testudineus)
Tarantula, kırkayak ve beyaz ağaç kurbağası.
HAZIRLAMA
Zehir ya da "coup poudre", dişi kirpi
balığının bol miktarda tetrodotoksin içerdiği Haziran
ayında hazırlanmalı...
Denizyılanı kurbağanın bacağına bağlanır ve bir kavanoza
koyup gömülür. Kurbağa öfkeden ölür ve böylece zehirin
yoğunluğu artar. Kafatası ile yıldırımtaşı, okunmuş yağ
ile birlikte ateşe konur ve kararana dek yakılır. Tarifteki
bütün hayvanlar kızartılır ve pişirilmemiş sebzelerle
birlikte bir havanda ezilir. İnsan kemikleri yontulup
sıyrılarak bu karışıma eklenir. Karışım ezilerek toz haline
getirilir ve bir kavanoza konularak (tercihen kullanılan
insan iskeleti ile birlikte bir tabutun içine koyarak)
üç gün gömülü tutulur.
"Coup poudre" artık hazırdır...
Seçilen kurbanın kapısının eşiğine bir haç şeklinde serpilmesi
gerekir. Daha kesin bir yol ise, karışımı kişinin arkasına
ya da ayakkabısına dökmektir. Kurbanınız o anda bir ölüden
farksız olarak yere yıkılacaktır...
Kurban gömülüp cenazeye gelenler dağıldığında, gece olması
beklenir ve karanlıkta mezara gidilir. Davul çalarken
ölen kişinin adı söylenir. Tabutun gömülü olduğu yer kazılır.
Ceset, hemen cevap verecektir.
Şimdi, kurbanın biraz dövülmesi gerekecektir. Zombi, çok
sakin bir yapıda olsa da, kabaca uyandırıldığı için aniden
çıldırabilir. Ayrıca, kurbanın kontrolünü tamamen ele
geçirmek için, "ti bon ange"sinin, yani kişisel
ruhu ya da iradesinin hiçbir zaman onun vücuduna geri
dönmeyeceği anlatılmalıdır...
Dövme sırasında bazı "houngan"lar, "ti
bon ange"yi cam bir kavanozun içinde alı koyabilirler.
Aynı kavanoza bir böcek koyulması, kurbanın acısını daha
da arttırır.
Daha sonra zombi bir haçın altına getirilir ve yeni bir
isimle -tercihen onu aşağılayan- vaftiz edilir. Ona zorla
tatlıpatates püresi, böğürtlen şurubu ve "Datura
stramonium" (Zombi salatalığı-Tatula) yedirilir.
En sonuncusu, sanrılara neden olan ilaçların en kötülerinden
biridir. Böylece, zihin karıştırma işlemi tamamlanmış
ve zombi tamamen itaatkar hale gelmiş olur. Tatula, ruhsal
çılgınlığa neden olduğu gibi, "atropin" de (hekimlikte
de kullanılan bir uyarıcı madde) içerir. Bu madde tetrodotoksinin
tek bilinen panzehiridir.
Zombi artık işe gitmeye hazırdır. Günde ona sadece bir
öğün yemek yedirilir ve asla tuz verilmez.
|
|
Bunu
anlamak için 500 yıl kadar geriye, Batı ve Orta Afrika'nın günlük
yaşamına kadar gitmek gerekiyor... O çağlarda bazı kabileler, kendilerini
temiz tutabilmek için, belirli zamanlarda binlerce kabile üyesini
zehirleyerek kurban ediyordu. Bu, temel olarak belirli bir nüfus planlaması
gereğiydi ama, Goa adasında demir alan ilk köle gemileri bu geleneğe
daha temiz ve karlı bir yol getirmişti... Tarihler 1503 yılını gösterdiğinde,
Atlantik Okyanusu'nu aşan bu gemiler, o zamanlar adı San Domingo adası
olan Haiti'ye ulaştılar.
Köle ticareti böylesine karlı bir hale gelmişti ama, siyahi Afrikalıları
köleliğe ikna etmek pek de kolay olmuyordu... İşte tam bu sırada "Zombi"ler
de ortaya çıktı... 18. yüzyıla gelindiğinde, Haiti adasındaki köle
sayısı 400 bini geçmişti. Başını Dahomey Kraliyet Ailesi'nin çektiği
bu köle ticareti sonucu, büyük Afrika krallıkları bir bir yıkılmış,
ve kıtanın nüfusu hızla azalmaya başlamıştı. Ancak, köle olarak satılan
Afrikalıların çoğu zehir ve zombiler hakkında çok şey biliyordu ve
tüm bu bilgileri kendileriyle birlikte Yeni Dünya'ya taşıyorlardı...
Haiti'ye getirilen bu köleler arasında "Fon" ve "Yoruba"
kökenli Voodoo inanışları da hızla yayılmaya başlamıştı. Bu Afrika
dini, farklı dil ve inançlardaki Afrika'lıları birbirine bağlamakla
kalmıyor, aynı zamanda bağımsızlık hareketinin de "motoru"
haline geliyordu. Afrikalı köleler giderek "Ougan" denen
şeflerin etrafında gizli cemiyetler biçiminde örgütleniyorlardı. |
Gizli
cemiyetler, Batı Afrika'nın en önemli sosyal gücüydü. Kölelerin gözetim
olmaksızın toplanmasına izin vermeyen acımasız sömürge sahiplerine
karşı direniş başlatabilmek için gizliliği de sağlamaları gerekiyordu.
Bu nedenle, gizli şifreler, değişik el işaretleri geliştirdiler. Köle'ye
talep arttıkça, sıradan Afrika'lıların yanı sıra iyi eğitim görmüş
Afrika soyluları da bu kalabalığa eklendi. Bunlar, Arap öğretmeler
tarafından askeri disiplin, tıp, büyü ve fizik konularında eğitim
görmüş kişilerdi. Sonuçta da, eğitimli köleler içlerinden ayaklanma
liderleri, gizli cemiyet başkanları ve Voodoo büyücüleri çıkardılar.
Ne var ki, 1985 yılında, zencilerin bu faaliyetlerinden kuşkulanan
beyazlar, "zenci toplantılarını ve danslarını" yasaklamakla
kalmamış, "davul çalınmasını"da suç olarak kabul etmişlerdi.
Köleler, batı ordularında görülen liderlerle kıyaslanabilecek güçlü
kişilikler çıkaramadılar ama, bu ordular karşısında yenilmelerinin
asıl nedeni başka bir unsurun yokluğuydu: Zehir...
Ancak, Fransız Devrimi'nin dünyaya yaydığı bağımsızlık rüzgarları,
bir süre sonra Haiti'de de ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Köleler
önce şef Haalaou'nun önderliğinde isyan bayrağını açtılar. Haalaou,
savaşa giderken kolunun altında beyaz bir tavuk taşıyor ve bu tavuğun
ona tanrının isteklerini ilettiğini söylüyordu. Haalaou'nun öldürülmesinden
sonra isyanın bayrağını devralan Toussaint Louverture'e de halk arasında
"Siyah Spartaküs" adı takılmıştı...
Kuşkusuz bu ayaklanmaların sonunda, Haiti hemen bağımsızlığını kazanamadı
ama, beyazlar da önemli ödünler vermek zorunda kaldılar... Örneğin,
köleler katolik kiliselerinde vaftiz olmaya hak kazanmışlardı. Bir
köle için vaftiz olmak, günlük eziyetlerden az da olsa uzak bir hayat
anlamına geliyordu. Kölelerin birçoğu vaftiz olmanın kendilerine rahibinkine
benzer güçler kazandıracağını sanıyordu ve bunun için de vaftiz kuyruğuna
giriyorlardı.
Ancak, kısa sürede Fransızca'yı Batı Afrika dilinin kesik ritimlerine
uyarlayan köleler, Katolik dinini isyan dinleri olan Voodoo ile özdeşleştirmekte
gecikmediler. Örneğin, cennetin anahtarını elinde tutan Aziz Petrus'u
Voodoo dininin "Legba"sı olarak kabul edip, her Voodoo ayininin
başında onu çağırıyorlardı. "Syncretism" denilen ve "farklı
din sistemlerinden alınan parçaların birleştirilmesi" demek olan
bu uygulama, aslında maske takmaktan farksızdı ve köleler, geçerli
olan bir dinin örtüsü altında kendi dinlerinin kurallarını uygulamayı
sürdürüyorlardı. |
VOODOO
TÖRENLERİNDEKİ TRANS, DANS ve RUHLAR...
Voodoo'da iyi ve kötü hep yan yana bulunuyor. Ancak, bunların
birbirinden iyi ayırt edilmesi, birine ulaşmak için diğerini
uzaklaştırmak gerekiyor.
"Houngan" ya da "mambo"nun (eğer dişiyse)
ruhsal bilgisi, ahlaki yönden bozuk doğaları düzeltiyor ve dengeyi
sağlıyor. Bu doğrudan karşılaşma ise seremoni şeklinde yapılıyor.
Voodoo ayinlerinin bazen doğaya hakaret eder bir tarzda olmasının
nedeni de bu... Tıpkı, yenmesi güç buğdayın ezilerek, ekmek
yapılacak un haline getirilmesi gibi. Bir voodooist için horozun
başını koparmak, gerçek yüzü ortaya çıkarmak için maskenin çıkarılması
ile aynı anlama geliyor.
Voodoo seremonisinin sonundaki şarkı söyleme ve dans etme, bilerek
doğallıktan çıkarılıyor, hatta çirkin bir hale getiriliyor.
Başlangıçta, ritimler dinleyicileri transa geçmeye ve günlük
kişiliklerinden kurtulmaya hazırlayacak şekilde ayarlanıyor.
Ancak, gerçek sahip olma (possession) başladığında, davul, aynı
kızgın bir gücün ani saldırısı gibi, son derece ritimsiz ve
kontrapuantal bir şekilde çalmaya başlıyor...
Ritim bozulduğunda, yeni üyelerden biri veya daha fazlası ya
da "hounsis", transı andıran bir şekilde dans edenlerden
ayrılıp sallanarak doğal olmayan hareketler yapmaya başlıyor.
Voodooistler bu durumu, "üzerine binilme" olarak açıklıyorlar;
tıpkı, bir atın binicisi tarafından ele geçirilmesi gibi...
Örneğin, eğer o ruh "Ogou Feray", yani ateşle ilgili
bir savaşçı ruhuysa, kişi sıcak kömürleri eline atıp ağzına
atabilir. Bu durum sona erdiğinde, üyeler gittikçe daralan daireler
halinde dansa devam ederler ve en sonunda yere düşer ve bayılırlar.
Bayılanlar, iyileştirilmek üzere tapınağın ana bölümünden dışarı
götürülürler...
Tüm bunlar, gecenin asıl gösterisinden önceki küçük bir gösteri
(seremoniler ger zaman karanlıkta yapılıyor) olarak yapılır.
Bu, teker teker birkaç "loa" tarafından binilecek
olan "houngan" ya da "mambo"nun törenidir.
Bu olay sona erdiğinde, ruh toplananlara uyarılarda ve önerilerde
bulunur.
Bazen, öbür taraftan gelen mesajlar, orada toplanan kişilerin
sorularına cevap niteliği taşır; konular, ev inşasından ürünlerin
ekilmesine kadar geniş bir yelpazeye yayılabilir. Ancak voodoo
takvimi, yapılması gereken özel ayinlerle de dolu oluyor; örneğin,
ruhların ıstırap yerinden kurtarılması gibi...
Bu da bittikten sonra, dans ve rom içilmesi gün ışıyana kadar
devam ediyor... |
|
Voodoo dini özellikle 1915-1934 yılları arasında adayı işgal eden
Amerikan Deniz Piyadeleri döneminde kanlı bir baskı altına alınmıştı.
Bu dönemde binlerce Voodooist, Amerikan askerleriyle işbirliği yapan
yerli şefler tarafından öldürüldü. Voodoo dini ancak, 1957 yılında
iktidara gelen Diktatör Duvalier döneminde yeniden soluk almaya başladı.
Bu din Duvailer döneminde kağıt üzerinde yasaktı ama, diktatör, halkı
baskı altında tutmak için Voodoo liderleriyle işbirliği yapıyordu.
1986 yılında Duvalier'in devrilmesinden sonra, iş başına geşen rejim
Voodoo şeflerinin etkinliğini azaltmak için bu dini resmen yasallaştırma
yoluna gitti.
Ancak, arka planda "Bizango" adıyla örgütlenen gizli cemiyetler,
bu dinin "resmi olmayan" kimliğini hala kontrol altında
tutuyor ve sürdürüyorlar. Haitililer'in dedikleri gibi, bugün ülkenin
yüzde 85'i Katolik ise, yüzde 110'u da Voodoo dini mensubu... |
(Buradaki bilgiler Focus dergisinden [1996-Sayı 3] alınmıştır.)
|
|