|
Sorumsuzluklar
cenneti
Eski Ahit bir yerde, “herkes dünyayı değiştirmek ister ama kimse
kendini değiştirmek istemez” der. Türkiye’de, toplumun belirli kesimlerinin önüne
ağır bir fatura getirmekte olan bir ‘ekonomik istikrar ve yeniden yapılanma
programı’ uygulanıyor. Siyasetçilerimiz ve onları seçen bizler, yıllar boyu
saçmalaya saçmalaya ekonomimizi bir batağa soktuk. Ve bu bataktan çıkmak için şimdi
bir fatura ödüyoruz. Bu batağa biz girdik. Kimse bizi zorla itmedi. Sorumlusu
olmadığımız bir kaza sonucu düşmedik batağa. Sorumluluğu üstlenmemiz, hem
bataktan çıkmamızın hem de bir daha düşmememizin ön koşulu. Gel gör ki, dünyayı
değiştirmek isteyenler kendilerini değiştirmek istemiyor. Özellikle
siyasetçilerimiz.
‘Ekonomik istikrar ve
yeniden yapılanma programı’ nın kritik bir aşamasında, “Off shore” bankalarda
batan mevduatı kurtarmak kararı alınması insanı karamsar yapıyor. Siyasi
kültürümüz, akli ehliyeti olan erişkin insanların kültürü mü? Yoksa seçmeni ve
seçilmişi ile, çocuklar ve deliler gibi “sorumsuzluklar cennetinde” yaşamak
isteyenlerin kültürü mü? Galiba “aşiretler” içinde toplumsallaşmış olan
bizler, hukuk devletini ve piyasa ekonomisini üretmekte epey zorlanacağız. Demokrasi ve
piyasa ekonomisi, altta yatan bir medeni hukuk kültürü gerektiriyor, “aşiret”
kültürü değil. Bu hukuk kültürünün çekirdeğinde ise, çocuk ve deli değilse
herkesin kendi tercih ve eyleminin sorumluluğunu taşıması aksiyomu yatıyor.
Geçtiğimiz yılların Asya
Krizi, ufkumuza önemli bir kategori soktu: “moral hazard” ya da “ahlaki tehlike”.
Bu kategorinin işaret ettiği şu. İnsan, eylemlerinin sorumluluğundan
sıyrılabileceğine dair bir temel varsayım ile yaşarsa, hata yapmamak için özen
göstermez. Ve daha çok hata yapar. İktisadi hayatta kaynak kullananlar, “bir şey
olmaz abi, babam beni kurtarır” varsayımıyla hareket ediyorsa, kaynaklar hem kötü
kullanılır hem de büyük toplumsal adaletsizlikler doğar. Asya Krizi bu ülkelerde,
siyasetçiler, bankacılar, sanayiciler arasında, kimin elinin kimin cebinde olduğunun
anlaşılmadığı “ahlaksız” ilişkilerin kaynak kullanımı ve risk yönetimini
çarpıtmasının sonucuydu. Yatırım kararları, zor durumda kalırsak nasıl olsa
siyasetçiler bizi kurtarır varsayımının rahatlığı içinde alınmıştı. Bu
ülkelerin bankaları, sanayi yatırımı yapanlara, siyasetçiler ne onların ne de bizim
batmamıza izin vermezler varsayımı ile kredi vermişti. Uluslar arası bankalar da,
yanlış bilgi, analiz ve risk değerlendirmesi yaparak, Asya Kaplanlarının “mucize”
yaratmakta olduğunu sanıp mahalli bankalara kredi vermişlerdi. Sonunda, “bir şey
olmaz abi” modeli çökmüştü.
Piyasa ekonomisi, daha çok
kazanmak isteyen insanların ihtiras alanlarının toplamsallığı değil. Her
siyasetçinin canı istediği anda canı istediği insanın lehine ve kaçınılmaz bir
şekilde öteki insanların aleyhine müdahalelerle bozmadığı, bozamayacağı bir
sözleşmeler hukuku varsayan bir hesap, risk, kar ve zarar oyunu. İnsanların hesap ve
yatırımlarının karına sahip çıkmaları meşru. Çünkü yanlış hesabın zararına
katlanıyorlar. Hesabı yanlış çıkanlarının zararlarının telafi edildiği bir
ortam piyasa ekonomisi değil. Sanki akli ehliyet yokmuş ya da çocukmuş gibi
yaşanılan bir “sorumsuzluklar cenneti” piyasa ekonomisi değil. Ne? Adını koymak
zor. Ama bir piyasa ekonomisi değil. Türkiye böyle bir “sorumsuzluklar cenneti”. Ve
bu nedenle de bir piyasa ekonomisi değil.
Şu “off shore”
hikayesine bir daha bakalım. Türkiye’deki zaten gevşek olan bankacılık hukukukun
denetiminden bile kaçan bazı “saadet zinciri” pazarlayıcıları, Türk hukuk
sisteminin dışında, Türkiye’deki insanlara Türkiye’deki bankalardan daha yüksek
faizler teklif edip mevduat toplamak istedi. Türkiye’deki bazı insanlar, bebekler ve
deliler değil, akli ehliyete sahip bazı reşit insanlar, bu bankaların batması
riskinin daha yüksek olduğunu bile bile, düşük risk ve düşük faiz değil, yüksek
risk ve yüksek faiz bileşimini yeğledi. Kimse kafalarına tabanca dayayarak onları
buna zorlamadı. Kendi özgür iradeleri ile, düşünerek taşınarak, bu kararı
aldılar. Sonra bu bankalar battı. Paraları batanlar da aldıkları riskin
sorumluluğundan sıyrılmak istediler.
İşte bu noktada, kapitalizm
öncesi arkaik siyasi kültürümüz, tarihi olarak gırtlağına kadar “moral hazard”
içine batmış siyasi kültürümüz devreye girdi. “Off shore”da para batırmış
“masum”(!) yurttaşlarımızı, sorumlusu olmadıkları bir doğal afetten zarar
görmüşlermiş gibi koruma kararı aldı. Adam başına yirmi milyar yani bir ortalama
devlet memurunun neredeyse on yıllık maaşı kadar kaynak tahsis ederek. Kimin
kesesinden? Vergi ödeyen yurttaşların kesesinden. Niye? Vergi mükellefleri,
kumarcılara, “korkmayın istediğiniz kadar kumar oynayın, biz sizin kumar
zararlarınızı tazmin ederiz diye” bir güvence mi vermiş? Bana mı sorarak
yeğlediydi yüksek risk yüksek faiz bileşimini “off shore”cu kardeşlerimiz? Siz ey
hükümet ve parlamento üyeleri, benim verdiğim vergi ile, daha yüksek risk ve daha
yüksek faize tamah etmiş insanlarımızın riskinin sorumluluğunu iptal etmeğe nasıl
kalkarsınız? Bu hakkı size veren ne? Yasama erkinin size delege edilmiş olmasını,
size Türkiye’yi bir sorumsuzluklar cenneti yapmaya kalkışma özrü verilmiş gibi
yorumlama hakkını siz nereden alıyorsunuz? Piyasa ekonomisi bu mu? Sivil hukuk,
sözleşmeler hukuku kültürü bu mu? Bari bir başka kanun ya da kararname çıkartın.
Diyin ki, “giriştikleri işlerde zarar etmemek Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının
doğuştan sahip oldukları ve anayasa ile teminata bağlanmış temel insan hakkıdır;
bu nedenle zarar eden her dükkan, her firma sahibine adam başına yirmi milyara kadar
tazminat ödenir”. İnsanlardan fedakarlık yapmalarını istediğiniz “istikrar ve
yeniden yapılanma programının” altıncı ayında siz bunu nasıl yaparsınız? Bu
programın siyasi kararını siz almadınız mı? Siyasi ve ahlaki sorumluluğunu siz
taşımıyor musun? Bu program Türkiye’de uygulanmıyor mu? Biz nerede yaşıyoruz
Allah aşkına söyler misiniz? Memurun maaşından, köylünün buğday fiyatından
kesilerek ekonominin kurtarılmak istenildiği ülkenin hükümeti, parlamentosu değil
misiniz?
Bizim de yurttaşlar olarak
külahımızı önümüze koyup düşünmemiz gerekiyor. Bir hukuk devleti ve demokrasi mi
istiyoruz, yoksa çocuklar ve delilere layık bir “sorumsuzluklar cenneti mi?” |