|
Avrupa’yla
İlişkilerde Gerilim Var
Bir siyasi sistemin başarı ölçütü, istenilen sonuçları elde edip
edemediğidir. İş yapma sonumluluğunu taşıyanların kendi yeterlilikleri ile ilgili
kanaatlerini değil, toplumun önüne koydukları politika hedeflerine ulaşıp
ulaşmadıkları önem taşır. İşlerin işi yürütülüp yürütülmediğinin
ölçütü budur. Her insan, her kurumsal, işlevsel kadro, kendinin yeterli olduğunu
öne sürmek zorudadır. Ama, Ziya Paşa’nın dediği gibi, “aynası iştir kişinin,
lafa bakılmaz”.
Demokrasi sık sık kesintiye
uğratıldığı ve bastırıldığı için, Turkiye’nin dış politikası, nerede ise
tamamen siyaset dışında sürdürülüyor. Cumhurbaşkanları, başbakanlar ve
hükümetlerin özelliklerinden ötürü bir siyasi yönlendirme boşluğu ortaya
çıkınca, dış politikanın tekno-bürokrat bir yapı içinde oluşturulması ve
yürütülmesi iyice çığrından çıkıyor. Şu günlerde olduğu gibi.
1987’de, Özal ve dış
politika ve güvenlik bürokrasisi, Avrupa Birliği’ne üye olma hedefini yeniden
Türkiye’nin önüne koydu. Kararı alanlar bilinçlendirmiş olsalar da olmasalar da,
Türkiye’nin a’dan z’ye yeniden yapılanmasını gerektiren bir politika hedefiydi
bu. Avrupa Birliği Türkiye için veriydi. AB, Türkiye’nin üyeliğini
gerçekleştirmek için kendini değiştirmeyecekti. Türkiye değiştirecekti kendini.
Avrupa Birliği’nin değerleri ve kurallarıyla uyumlu bir toplumsal, siyasal
gerçekliğin üretilmesi için Türkiye’nin köklü bir dönüşüm sürecinden
geçmesi gerekiyordu.
Tekno-bürokrat dış
politika ve güvenlik kurumları, Gümrük Birliği’nin gerçekleştirilmesinin
Türkiye’ye üyelik kapısını açacağını sandılar. Gümrük Birliği
gerçekleşti. Fiyat istikrarının sağlanmasına yönelik de kararlı bir adım
atıldı. Şimdi bütün dikkatler, üyeliğin iktisat dışı gereklerinin üzerinde
yoğunlaşmış durumda. Helsinki’de koşulları sağladığı taktirde üye
olabileceğine dair bir işaret verilmesi, topu Türkiye’nin ayağına bıraktı. Avrupa
ve bütün dünya, tekno-bürokrat ‘yetkili’lerimiz ve siyasetçilerimizin bu topla ne
yapacağına bakıyor epeydir. ‘Yetkililerimiz’ ise bir türlü topa vurmak ve
dönüşümü başlatmak istemiyorlar. İnanılmaz bir kararsızlık, ikircililik ve hatta
korku var topu ayağının altında evirip çevirip zaman kaybeden dış politika ve
güvenlik kadrolarımızda.
Son haftalarda
tekno-bürokrat dış politika ve güvenlik kadroları, Türkiye AB ilişkilerinde
gerilimi tırmandırma sayılabilecek üç önemli işaret verdi. İlk olarak, Avrupa
Birliği’nin Türkiye’deki büyük elçisi Karen Fogg’un bazı alevi
yurttaşlarımızla konuşmak istemesini Dışişleri Bakanlığı iç işlerimize
karışma sayıp sorun haline getirdi. Anlaşılması bir hayli güç bir çıkıştı bu.
Demokrasilerde, açık toplumlarda insanların insanlarla bir araya gelip istedikleri
konuları konuşmaları sıradan ve olağan bir olaydı. Kaldı ki, davet sahibi bir
“düşman devlet”in değil, üyesi olmayı siyasi sistemimizin en temel politika
hedefi olarak ilan ettiğimiz Avrupa Birliği’nin büyük elçisiydi. İkinci gerilim
işareti, Sezer’in yeni Cumhurbaşkanı olarak ilk Kıbrıs ziyaretinde yaptığı
konuşmalardı. Sonsuza kadar payidar kalacak bir Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar destekleyeceğine dair eski resmi söylemin
tekrarı, hem Sezer’in kendi siyasi inisyatiflerini kullanabilecek bir Cumhurbaşkanı
olup olamayacağı, hem de eğer Türkiye AB’ye üye olacaksa mutlaka aşılması
gereken Türk Yunan uzlaşmazlığının çözülme şansı açısından iç açıcı
olmayan bir hava yarattı. Üçüncü olarak, son Milli Güvenlik Kurulu toplantısında
askeri kanat, ana dili Kürtçe olan yurrtaşlarımızın ana dillerini öğrenme ve
geliştirme haklarının tanınmasına yönelik bir reformu kategorik olarak gündem
dışına iten bir tavır sergiledi.
Kopenhag kritileri
anlaşılması güç metafizik ifadeler değil. Açık seçik ölçütler. Üç siyasi
talebi var Avrupa Birliğinin üye olmak isteyen ülkelerden. Bir, siyasetçilere politika
tercihleri dikte etmeyen tam aksine tartışılmaz bir şekilde sivil siyasetçilerden
emir alan bir silahlı kuvvetler. İki, aday ülkelerin birbirleriyle ya da AB üyesi
ülkelerle uzlaşmazlıklarında, güç kullanma seçeneğini tarihin çöplüğüne
atmaları ve bu uzlaşmazlıkların AB’nin hukuki ve siyasi kurum ve kuralları içinde
çözüleceğini tartışmasız bir şekilde kabul etmeleri. Üç, aday ülkelerin kendi
içlerinde yaşayan ve dilleri, dinleri çoğunluğunkinden farklı olan nüfusların
kendi dinleri ve dillerini serbestçe kullanmaları önündeki bütün engellerin
kaldırılması. Bu ölçütleri AB sadece Türkiye’nin önüne koymuyor. Kendisi bu
ölçütlere dayanan bir kamusal alan taahhüt ediyor ve her adaydan bunu istiyor.
Peki tek tek çoğu birinci
sınıf zeka, eğitim ve mesleki tecrübeye sahip diplomatlarımız ve generallerimiz bu
ölçütlere uyulmazsa Türkiye’nin üye olamayacağını göremiyorlar mı? Muhtemelen
görüyorlar. Öyleyse çelişkilerinin, kararsızlıklarının nedeni ne? Bu sorunun bir
yanıtı, tekno bürokrat dış politika ve güvenlik kurumlarındaki kardeşlerimizin
mesleki alışkanlıklarıyla ilişkili. Bu arkadaşlarımız bütün kariyerleri boyunca,
bir satranç tahtasının iki ucunda oynanan oyuna benzer strateji ve taktik oyun
yeteneği geliştirmek için yaşamış insanlar. Paradigmaları aşağı yukarı
“etkili güç kullanımı” optiği ve sanatına dayanıyor. Bu sanat, Aristocu anlamı
ile politika sanatından bütünüyle uzak. Politika sanatı, bir şey vererek bir şey
almaya çalışan ticaret sanatına daha yakın. Ve Türkiye’nin dış politika
geleneği demokratikleşme ve siyasetin denetimi altına girme sürecinden henüz
geçmediği için, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme politikası, siyasi değil
askeri bir strateji ile sürdürülüyor. Burada işaret ettiğim askerilik
askerlerimizinki değil sadece, diplomatlarımızın da sergilediği bir askerilik.
Öte yanda, son günlerdeki
gerilim tırmandırmanın bir de konjonktürel nedeni var. AB Türkiye’ye,
oluşturulmakta olan yeni Avrupa Güvenlik ve Savunma Girişimi sürecine katılmasının
ancak üyelikten sonra söz konusu olabileceğini çok açık ve kesin bir şetkilde
bildirdi. Tekno-bürokrat dış politika ve güvenlik kadrolarımız, Türkiye’nin
Amerika Birleşik Devlekleri’yle özel ilişkilerini ve Nato üyeliğini kullanarak,
üye olmadan önce de Avrupa Ordusuna katılabileceği varsayımıyla bir politika
izlemiş, bu sonucu almağa çalışmışlardı. Alamadılar. Galiba bu başarısızlık
hırçınlaştırdı diplomatlarımızı ve generallerimizi.
Siyasetçilerimiz bu
gelişmelerin neresinde? Güya İsmet İnönü’den siyaset dersi almış olması gereken
Bülent Ecevit’e sorammız lazım, kendisi, hükümet, parlamento, partiler, seçmenler,
demokrasi bu gelişmelerin neresinde? |