Main Page
CV
Publications
Online Arts
Yeni Binyil Articles
Photo Gallery
Poems
Links
Contact
Search

Avrupa’yla İlişkilerde Gerilim Var

Bir siyasi sistemin başarı ölçütü, istenilen sonuçları elde edip edemediğidir. İş yapma sonumluluğunu taşıyanların kendi yeterlilikleri ile ilgili kanaatlerini değil, toplumun önüne koydukları politika hedeflerine ulaşıp ulaşmadıkları önem taşır. İşlerin işi yürütülüp yürütülmediğinin ölçütü budur. Her insan, her kurumsal, işlevsel kadro, kendinin yeterli olduğunu öne sürmek zorudadır. Ama, Ziya Paşa’nın dediği gibi, “aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz”.

Demokrasi sık sık kesintiye uğratıldığı ve bastırıldığı için, Turkiye’nin dış politikası, nerede ise tamamen siyaset dışında sürdürülüyor. Cumhurbaşkanları, başbakanlar ve hükümetlerin özelliklerinden ötürü bir siyasi yönlendirme boşluğu ortaya çıkınca, dış politikanın tekno-bürokrat bir yapı içinde oluşturulması ve yürütülmesi iyice çığrından çıkıyor. Şu günlerde olduğu gibi.

1987’de, Özal ve dış politika ve güvenlik bürokrasisi, Avrupa Birliği’ne üye olma hedefini yeniden Türkiye’nin önüne koydu. Kararı alanlar bilinçlendirmiş olsalar da olmasalar da, Türkiye’nin a’dan z’ye yeniden yapılanmasını gerektiren bir politika hedefiydi bu. Avrupa Birliği Türkiye için veriydi. AB, Türkiye’nin üyeliğini gerçekleştirmek için kendini değiştirmeyecekti. Türkiye değiştirecekti kendini. Avrupa Birliği’nin değerleri ve kurallarıyla uyumlu bir toplumsal, siyasal gerçekliğin üretilmesi için Türkiye’nin köklü bir dönüşüm sürecinden geçmesi gerekiyordu.

Tekno-bürokrat dış politika ve güvenlik kurumları, Gümrük Birliği’nin gerçekleştirilmesinin Türkiye’ye üyelik kapısını açacağını sandılar. Gümrük Birliği gerçekleşti. Fiyat istikrarının sağlanmasına yönelik de kararlı bir adım atıldı. Şimdi bütün dikkatler, üyeliğin iktisat dışı gereklerinin üzerinde yoğunlaşmış durumda. Helsinki’de koşulları sağladığı taktirde üye olabileceğine dair bir işaret verilmesi, topu Türkiye’nin ayağına bıraktı. Avrupa ve bütün dünya, tekno-bürokrat ‘yetkili’lerimiz ve siyasetçilerimizin bu topla ne yapacağına bakıyor epeydir. ‘Yetkililerimiz’ ise bir türlü topa vurmak ve dönüşümü başlatmak istemiyorlar. İnanılmaz bir kararsızlık, ikircililik ve hatta korku var topu ayağının altında evirip çevirip zaman kaybeden dış politika ve güvenlik kadrolarımızda.

Son haftalarda tekno-bürokrat dış politika ve güvenlik kadroları, Türkiye AB ilişkilerinde gerilimi tırmandırma sayılabilecek üç önemli işaret verdi. İlk olarak, Avrupa Birliği’nin Türkiye’deki büyük elçisi Karen Fogg’un bazı alevi yurttaşlarımızla konuşmak istemesini Dışişleri Bakanlığı iç işlerimize karışma sayıp sorun haline getirdi. Anlaşılması bir hayli güç bir çıkıştı bu. Demokrasilerde, açık toplumlarda insanların insanlarla bir araya gelip istedikleri konuları konuşmaları sıradan ve olağan bir olaydı. Kaldı ki, davet sahibi bir “düşman devlet”in değil, üyesi olmayı siyasi sistemimizin en temel politika hedefi olarak ilan ettiğimiz Avrupa Birliği’nin büyük elçisiydi. İkinci gerilim işareti, Sezer’in yeni Cumhurbaşkanı olarak ilk Kıbrıs ziyaretinde yaptığı konuşmalardı. Sonsuza kadar payidar kalacak bir Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar destekleyeceğine dair eski resmi söylemin tekrarı, hem Sezer’in kendi siyasi inisyatiflerini kullanabilecek bir Cumhurbaşkanı olup olamayacağı, hem de eğer Türkiye AB’ye üye olacaksa mutlaka aşılması gereken Türk Yunan uzlaşmazlığının çözülme şansı açısından iç açıcı olmayan bir hava yarattı. Üçüncü olarak, son Milli Güvenlik Kurulu toplantısında askeri kanat, ana dili Kürtçe olan yurrtaşlarımızın ana dillerini öğrenme ve geliştirme haklarının tanınmasına yönelik bir reformu kategorik olarak gündem dışına iten bir tavır sergiledi.

Kopenhag kritileri anlaşılması güç metafizik ifadeler değil. Açık seçik ölçütler. Üç siyasi talebi var Avrupa Birliğinin üye olmak isteyen ülkelerden. Bir, siyasetçilere politika tercihleri dikte etmeyen tam aksine tartışılmaz bir şekilde sivil siyasetçilerden emir alan bir silahlı kuvvetler. İki, aday ülkelerin birbirleriyle ya da AB üyesi ülkelerle uzlaşmazlıklarında, güç kullanma seçeneğini tarihin çöplüğüne atmaları ve bu uzlaşmazlıkların AB’nin hukuki ve siyasi kurum ve kuralları içinde çözüleceğini tartışmasız bir şekilde kabul etmeleri. Üç, aday ülkelerin kendi içlerinde yaşayan ve dilleri, dinleri çoğunluğunkinden farklı olan nüfusların kendi dinleri ve dillerini serbestçe kullanmaları önündeki bütün engellerin kaldırılması. Bu ölçütleri AB sadece Türkiye’nin önüne koymuyor. Kendisi bu ölçütlere dayanan bir kamusal alan taahhüt ediyor ve her adaydan bunu istiyor.

Peki tek tek çoğu birinci sınıf zeka, eğitim ve mesleki tecrübeye sahip diplomatlarımız ve generallerimiz bu ölçütlere uyulmazsa Türkiye’nin üye olamayacağını göremiyorlar mı? Muhtemelen görüyorlar. Öyleyse çelişkilerinin, kararsızlıklarının nedeni ne? Bu sorunun bir yanıtı, tekno bürokrat dış politika ve güvenlik kurumlarındaki kardeşlerimizin mesleki alışkanlıklarıyla ilişkili. Bu arkadaşlarımız bütün kariyerleri boyunca, bir satranç tahtasının iki ucunda oynanan oyuna benzer strateji ve taktik oyun yeteneği geliştirmek için yaşamış insanlar. Paradigmaları aşağı yukarı “etkili güç kullanımı” optiği ve sanatına dayanıyor. Bu sanat, Aristocu anlamı ile politika sanatından bütünüyle uzak. Politika sanatı, bir şey vererek bir şey almaya çalışan ticaret sanatına daha yakın. Ve Türkiye’nin dış politika geleneği demokratikleşme ve siyasetin denetimi altına girme sürecinden henüz geçmediği için, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme politikası, siyasi değil askeri bir strateji ile sürdürülüyor. Burada işaret ettiğim askerilik askerlerimizinki değil sadece, diplomatlarımızın da sergilediği bir askerilik.

Öte yanda, son günlerdeki gerilim tırmandırmanın bir de konjonktürel nedeni var. AB Türkiye’ye, oluşturulmakta olan yeni Avrupa Güvenlik ve Savunma Girişimi sürecine katılmasının ancak üyelikten sonra söz konusu olabileceğini çok açık ve kesin bir şetkilde bildirdi. Tekno-bürokrat dış politika ve güvenlik kadrolarımız, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devlekleri’yle özel ilişkilerini ve Nato üyeliğini kullanarak, üye olmadan önce de Avrupa Ordusuna katılabileceği varsayımıyla bir politika izlemiş, bu sonucu almağa çalışmışlardı. Alamadılar. Galiba bu başarısızlık hırçınlaştırdı diplomatlarımızı ve generallerimizi.

Siyasetçilerimiz bu gelişmelerin neresinde? Güya İsmet İnönü’den siyaset dersi almış olması gereken Bülent Ecevit’e sorammız lazım, kendisi, hükümet, parlamento, partiler, seçmenler, demokrasi bu gelişmelerin neresinde?

25th June 2000    Home   09th July 2000