COYOTTE VE SKİLİA - VIII

(Sıkıntılı Eser)

 

MÜLKİYET VE ÜLKE...

 

Mülkiyet: Bir şeyi serbestçe kullanmak veya belirli bir servete sahib olma hakkı. Bir Roma hukuk formülüne nazaran, mülkiyet hakkı, bir şeyi iyi veya kötü kullanma yetkisidir. Mülkiyet, maddî ve mânevî hayatın esâs şartı olmaktadır. Hem ferdî hayatı hem de toplumsal hayatı belirlemektedir.

Mülkiyetin ekonomiyle bağı vardır. Ekonomi kelimesi yunanca olup oikos (ikos): Ev ve Nomos (Nizâm, düzen) kalimelerinin biraraya gelmesiyle oluşur. 'Ev Düzeni' mânâsınadır. Anlam genişlemesiyle 'iktisat' kavramına sinonim olmuştur.

 Servetle alâkalı herşey ekonomiyle de iligidir. Ekonomik hayat dediğimizde, 'servetin üretimini, el değiştirmesini, dağılımını ve tüketimini' anlıyoruz.

 Mülkiyet aynı zamanda hukukî bir hadisedir. Dünyanın her tarafında kanunlara bağlanmış ve özellikle egemen sistem tarafından koruma altına alınmıştır. Bu hakkın çiğnenmesi, egemen hukuk tarafından engellenmiştir.

Bu cümleden olarak, mülkiyet 'siyâsî' bir gerçeklik olmaktadır. Legal diye nitelediğimiz örgütler (parti, hareket vs.) sistemin zenginliklerinin savunulması veya yeniden elde edilmesi, muhafaza edilmesi ve el değiştirmesi için siyâsî aracılık rolü üstlenir. Legal siyâset kurumunun en temel gâyesi budur.

Yanısıra mülkiyet, sosyoloji, felsefe ve dînin de konusudur.

Tarihî olarak mülkiyetin serüvenine bakmak gerkiyor:

Primitif (İlkel) toplumda mülkiyet:

İlkel toplumlarda egemen inanç totemizm ve animizmdir. Levy Bruhl, ilkel düşünüşü 'prélogique' (mantık öncesi) ve mistik olarak tanımlar. Bu düşünüş sürekli 'La Loi de Participation' (İştirâq Kanunu) etkisi altındadır.

İster kollektif ister ferdî olsun, mülkiyet ortaklığın bir şekli olarak ortaya çıkar. Fakat, ferd veya grup ile nesne veya diğer şahıs arasında 'mistik' bir bağ bulunmaktadır. Bu durumda mülkiyet, sahib olunan şey ile sahib olan arasında mistik bir bağ ve ortaklığa işâret eder. En eski inançsal geleneklerle teminât altına alınan mülkiyetin 'kutsal' ve 'saldırıdan muaf' olacağı aşikârdır.

 İlkel toplumda mülkiyet büyük ölçüde kollektiftir. Özellikle toprak için bu çok nettir. Çünki toprak, ölülerin ve dirilerin bütününü temsil etmekle toplumun ortak değeri olmaktadır. O değer şahsa âid olamaz. Yine, gerçek toplumsal varlık insan grubudur, ferd ancak o grubun bir üyesi, bir unsurudur. Bu grup, dünyadan göçmüş olanları da kapsar.

Klanın, kabilenin toprağı sınırsızdır. Mistik bağlamda ele alınacak olursa, bu topraklar azîz atalarının ruhlarına isitirahatgâh olma cihetiyle toprak kutsaldır. O mukaddes toprak mal edinilemez, akıldan böyle birşey geçirilemez.

Bu toprağın ürünleri klan için helâldir zira ataları o toprağın mahsûlatını onlara sunmuştur. Toprakla klan ayrılmaz bir bütündür. Bu bütünlüğün idâresi ise klana âiddir.

Netice olarak;

Toprak ve onun cüzleri hiçbir surette başkasına devredilemez. Vahşî Beyaz bu duruma hiçbir anlam verememektedir. O nedenle şiddete, zora, katli'âma başvurur. Vahşî Beyaz'ın hiçbir değeri yoktur, kendisi dâhil herşeyin alınıp satılabildiğini düşünür. Niyeti çok bozuktur.

Müşterek mülkiyetin mevzuu sâdece toprak değildir. ;Bazı taşınabilir (menkul) eşyâ da müşterek mülkiyetin konusudur. Silahlar, taşıtlar vs. Bu eşyâlar klanın müdafaası için kullanıldıklarından kutsal değer olarak algılanırlar. Aksi bir pratiğe giren ferd hâin sayılır ve infâz edilir.

Peki ilkel toplumlarda şahsî-ferdî mülkiyet yok mudur? Vardır. Bizzât ferd tarafından imâl edilen eşyâ ona âid kabul edilir ve P.P. van Wink'in deyimiyle bu durum 'şahsiyetin genişlemesi' olarak tanımlanır.

Kişisel mülkiyet varoldukça ferdin bir genişlemesi olarak kabul edilebilecek olan bütün eşyâya kadar sirâyet eder. Fakat o ferdin ölümüyle beraber sahib olduğu eşyâlar da onunla birlikte gömülür veya yakılırdı.

Özcesi, ilkel toplumda kollektif mülkiyet kutsaldır.

Antik Yunan'da mülkiyet

İlk dönemlerde mülkiyet tamamen Pantheon'a (İlâhlar Kültü, ilâhlar meclisi) âiddir. İlâhları kutsamak için sunaklar gereklidir. Aslında sunak bir yönüyle ilâha işâret ederken diğer yönüyle toprak mülkiyetine denk düşmektedir. Toplum bu sunağa (kutsal ocak, klan ocağı, iero hestia) bağlı, sunak ise toprağa bağlıdır. Yine, toprakla toplum arasında güçlü bir bağ görüyoruz. Toplum bu kutsal toprakta barınmaktadır ve kutsal toprağı ilâh adına kollektif olarak kullanmaktadır. Ölülerin ve ilâhların, dirilere bir armağanı sayılır toprak.

Mülkiyet hakkının temelli niteliklerinden biri de bu hakkın sâdece eşyâ üzerinde değil aynı zamanda insanlar üzerinde de geçerli olmasıdır. Bunlar kölelerdir. Köle babadan oğula, ölenden mirasyediye kalır. Köleler el değiştirebilir veya ömürboyu sabit kalabilirlerdi. Bu ikinci gruba 'Servage de Glebe' (Toprak Serfliği) adı verilir. Bunlara Eski Yunan'da QethV (Thetis) ismi verilmekteydi. Bu gelenek aynen Ortaçağ'da da devam etmiştir.

Zaman içinde aile ocağı (Hestia) ve hâliyle sunak câzibesini nisbeten yitirmiş terq edilebilir olmuştur. Bu süreçlerde ticâret kurumunun gelişmesi, kıymetli madenlerin ehemmiyetinin artması toprak mülkiyeti konusundaki mevcud anlayışı sarsmıştır. Toprak mülkiyeti qudsiyetini tedricen kaybetmiştir. Değişmezliğini ve kollektifliğini yitirmiş ve ferdî mülkiyete devrolunmuştur. Vasiyetnâme kurumunun ortaya çıkışıyla berâber toprak başka birisine bırakılır oldu.

Yunan site-devlet'indeki iktisadî terakki, değiştirilebilecek eşyânın mıqdârını arttırdı ve böylelikle ticâret çok gelişti. Taşınabilir servet önem kazandı. Ticâret iki üretici arasında zorunlu bir vasıta hâline geldi ve her ikisini de sömürmeye başladı. Bu nedenle ortaya çıkan asalak bir sınıf büyük servetleri tekeli altına almaya başladı. Bu asalak sınıf üretmiyor fakat üretilen malları 'madenî para' karşılığında satın alıyordu. Madenî para şöyle tanımlanmaktadır: Met'âların met'âı olan ve diğer bütün met'âları gizli olarak kendi nefsinde saklayan ve istenilen eşyâ ile istendiği zaman değiştirilebilen sihirli vasıta.

İnsanlığın ve onun üretimlerinin yeni efendisi paradır. Paraya karşılık eşyâ satın alınması olgusunu ödünç verme (borç verme) ve onunla birlikte faizle tefecilik takib eder. Toprak artık satılabilir, ödünç verilebilir ve ipotek edilebilir (rehin bırakılabilir) bir met'âdır. Mülkiyetin belli bir azınlığın elinde toplanması son tahlilde sonuçta kitlelerin faqirleşmesini de berâberinde getirir.

 Bu değişim Athina'da çok güçlüdür. Solonos'a göre, birçok filozof ve edîb bu durumu şiddetle lânetlemişlerdir. Platon, 'parayı Athina'ya sokmayın, bütün değerleri ifsâd edersiniz' diyordu.

 Fakat, Eski Yunan'da halqın ciddî bir mücâdele külütürü vardı ve isteklerini devlete kabul ettirebiliyorlar ve filozofların ve edîblerin büyük desteğini alıyorlardı. İç savaşlar gelişiyordu fakat, meselâ Polivios'a göre, her iç savaş serveti bir elden diğerine taşıyor ve yeni zenginlerin ve vurguncuların türemesine yol açıyordu. Sürekli bir ihtilâl durumu sözkonusuydu. Hem zenginlerin servetleri yağmalanıyor hem de diğer servet sahibleri servetlerini katlıyorlardı. Bu durum, Peloponiso (Mora) Savaşları'ndan (M.Ö. 431-400) başlayarak Roma Devleti'nin Yunan topraklarını zabtına kadar (M.Ö. 146) devam etti.

Aristotelis'e nazaran, Antik Yunan'da siyâsî partiler şereften ziyâde menfaat için mücâdele ediyorlardı. Bu ihtiraslar okyanusundaki her dalgalanma Yunan demokrasisinin sicilini karartmıştır. Zenginler demokrasisinin vardığı sonuç şiddete dayalı bir oligarşi olmuştur. Faqirlerin iqtidara taşıdığı her hükümdâr zaman içinde tiranlaşıyor ve bu kez servet sahibleri hürriyet naraları atıyorlardı. Filozoflar ise çözüm arayışındaydı.

Eflâtun mülkiyetin ilk tenkidini yapanlardan birisidir. Sokratis gibi bir devin talebesi olan Eflatun, Sokratis'i ölüme mahkûm eden çizginin arkaplanında mülkiyet kavgasını bulur. Athina demokrasisinden tiksinen Eflatun kendi toplum idealini 'Devlet' (Kratos) isimli eserinde anlatır. Burada, ferdin tek başına kifâyetsiz bir varlık olduğunu yazar. Çiftçiler mal ve mülklerini diledikleri gibi kullanabilmelidir.

Eflâtun'un can alıcı değerlendirmesi ise askerlerle ilgilidir:

'Ben herşeyden evveş onlardan (askerlerden) hiçbirinin kesin bir gereklilik olmaksızın, tek başlarına herhangi birşeye sahib olmalarını istemiyorum. Bundan başka, onların, herkesin giremeyeceği bir eve veya dükkâna sahib olmalarını da kabul etmiyorum. Ortaklaşa sofralarda yemek yesinler, gerçek savaşçılar gibi müştereq bir ordugâhta yaşasınlar. Hemşehrîler arasında altun ve gümüşe sahib olmak, onları kendi mülkiyetleri altında tutmak, elbiselerini onlarla süslemek, gümüş veya altun kadehten içmek yalnız onlar için yasaklanmıştır. Savaşçılar altun ve gümüşe sahib olursa yavaş yavaş parayı sevmeye başlayacaktır'...

Görüldüğü üzere, Eflâtun askerlerle ilgili değerlendirmesinde çok net ve keskindir. Savaşçılığa verdiği yüksek ehemmiyetin ölçüsü olarak onların mülk ve servet edinmelerine şiddetle karşı çıkmaktadır. Fakat tarih tersi gelişmelerden yürüyecek ve tâ günümüze kadar böyle gelecektir. Bugün kat be kat fazla bir servet askerlerin tekelindedir ve ötesi kamunun ortak serveti olarak kabul edilen hazine de onların mülkü hâline gelmiştir. Askerî oligarşi en şaşaalı ve acımasız devrini bugün Türkiye'de yaşamaktadır. Mülkiyet onun elinde olduğu için egemen de odur. Bu perspektifin belirleyici olduğunun altını çiziyorum.

Aristotelis ise taşınmaz mülkiyeti (toprak) överken taşınır mülkiyete önem vermez. Sermâyenin faiz getirebileceği tezini reddeder. Faiz tefeciliktir. Yunanca faiz kelimesinin karşılığı Tokos'dur ve bu kelime 'Yavru' mânâsına da gelir. Aristotelis'e göre, bir tarla bereketli, bir hayvan verimli olabilir. Fakat, para sun'î bir şeydir ve bir değere hayat veremez, kısırdır. Kısır kalması da gerekir.

Bugün içinde kıvranılan ve çözüm bulunamayan sermâye-finans, fabrika-banka, işletme-borsa, yatırım-faiz çelişkileri hep paraya zorla doğum yaptırma çabasıyla ilgilidir ve bu doğumlar sürekli sâkıt olmaktadır. Veyahut da, ucubeleşmeşer, teraslaşmalar, kuduzluklar doğmakta, paranın lâneti her geçen gün biraz daha artmaktadır. Para artık Şeytân'ın en mühîm silahı ve aracı olmuş, bankadan çıkıp halqın arasında kuduz br köpek gibi dolaşmaya, önüne geleni ısırıp dalamaya başlamıştır.

Roma;

Roma'da mülkiyetin en karakteristik taraflarından biri 'latifundia'dır (mâlikâneler). Eski Yunan'dan farqlı olarak Roma'da taşınabilir servet çok gelişti. Roma 'para'yı sevdi ve benimsedi. M.Ö. 3. asırda trampa (takas) tarihe karışırken para resmîleşti. Para berâberinde tefecileri (bankerler) getirdi. Bu bankerler, cambio işlemleri yapabiliyor, mevduat kabul ediyor, müşterîlerine banka teminâtı verebiliyorlardı. En çok, faizle borç para vererek kazanıyorlardı. Kanunlara göre bu oran %12 idi fakat pratikte çok daha yüksek bir oran üzerinden yürünüyordu. Bu oranın %52'ye kadar yükseldiği vâkîdir. Faizli borç genelde siyâset adamlarına, belediyelere ve yabancı hükûmetlere veriliyordu. Tabiî ki, devlet de borç alanlar arasındaydı.

Bankerler arasında ünlü hükûmdârları da görüyoruz: Crassus (M.Ö. 115-53) 40 milyon altunluk bir hazineye sahibdi. Crassus, triumvira'yı Pompeus ve Caesar'la paylaşıyordu. Pompeus ve Caesar da bu işin içindeydi.

Bu servetlerin elde edilmesinde kuşkusuzdur ki, Roma emperyalizminin gelişimi belirleyici olmuştur.

Roma Senatosu'nun öngörülü kadroları emperyalizmin gelişiminde önemli bir kriterdir. Sömürgeciliğin gelişmesinde bankerlerin vâlî tâyin edilmeleri de büyük rol oynuyordu. Bu vâlîler çok büyük kazançlar elde ettiler. Ünlü edîb Cicero, Sicilya vâlîlilği sırasında (bir yıl içinde) 480.000 altun kazanmıştır. Bir diğer Sicilya vâlîsi Verres ise bütün sınırları ve ahlâq ölçülerini ihlâl ederek 9 milyon altun toplamıştı. Caesar, 62 senesinde İspanya'da kaldığı bir sene içinde 10 milyon altunluk bir servet yapabilmiştir.

Sâdece vâlîler değil büyük tüccârlar da haraç topluyorlardı. Roma kapitalizmi bir askerî kapitalizmdi. Bankerler, subaylar, siyâsetçiler, idâreciler ve diplomatlar çok büyük servetler elde ettiler. Militer oligarşinin anavatanı Roma'dır. Bütün bunların neticesi ise iç savaşlardır.

Bu iç savaşlar yüzyıllarca sürmüştür. Ünlü aristokrat Tiberius Granchus bu durumdan çok musdaribdir: Vahşî hayvanların inleri var fakat İtalya için savaşanlar sefâlete mahkûmdurlar. Evsiz, barksız olarak memleketin her tarafında eşleri ve çocuklarıyla berâber başıboş dolaşmaktadırlar. Komutanlar onları aldatıyorlar. Onlar, yalnız başkalarının lükse kavuşmasını sağlamak için çarpışmakta ve ölmektedirler. Onlara dünyânın hâkimleri deniyor ancak hiçbirinin bir karış toprağı bile yoktur...

Tiberius M.Ö. 133'de, kardeşi Caius da M.Ö. 121'de katledildiler.

M.Ö. 73'de başlayan ve iki yıl süren Spartacus'ün öncülük ettiği Köleler isyânı Roma'yı altüst etti. Crassus bu savaşı kazanabildi ve  Spartacus katledildi. Roma sokakları dar ağaçlarıyla, çarmıhlarla dolup taştı. 6000 isyâncı idâm edildi. Roma Barışı (Pax Romana) dedikleri bundan başka hiçbirşey değildir.

M.Ö. 61'de gerçekleşen Catilina isyânı da bastırıldı. Cicero bu isyânlarda hep devletin ve oligarşinin yanında olmuş ve isyâncılara saldırmıştır.

Çokça ve sıkça övülen Roma Hukuku (Prudence) yıllarca Roma emperyalizminin yasal dayanağını teşkil etti. Bu hukukun esâslarından biri mülkiyet hakkıdır. Bu hukuka göre mülkiyet hakkında 3 temel nitelik birleşir: 1-Kullanma Hakkı (Usus), 2-İntifâ Hakkı (Fructus), 3-Mutlaq mülkiyet hakkı (Abusus). Üçüncü hak, sınırsız ve dâimdir. Artık mülkiyet, sâdece, millî değil ve fakat beyn'el milel'dir.

Yukarıda özetlenen Roma gerçekliği veya Pax Romana bugün Pax Americana olarak global araçlarla yeniden karşımızdadır. BOP adıyla vurgunculuğu, servet avcılığını, katli'âmcılığı, soykırımı kısaca emperyalizmin bütün modern ve modifiye silahlarını alnımızın ortasında görüyoruz. Türkiye'nin militer oligarşisi ve sivil üst düzey bürokrasisi ülkeyi bankerlik ve tefecilik ölçüleriyle yönetmekte ve azgınlığını her geçen gün biraz daha arttırmaktadır. Roma'yı Hz. İyşâ yıktı, yıkılan ve savrulan aslında yahudî düzeniydi. Yahudî 1000 yıl silik kaldı. Bugün saldırının hedefi Ortadoğu'nun mâsum ve mazlum halqlarıdır, Müslümanlar'dır. Modern Roma ABD'nin ölümü de Müslümanlar'ın ve Mehdî Ordusu'nun elinden olacaktır. Mülkiyeti bu açıdan okumak lâzımdır.

 İsrael'de (Yahudîlik'te) mülkiyet;

Kenan iline yerleşmeden evvel yahudîler (ibranîler) hayvancılıkla uğraşan göçebe Sâmîler'dir. Bunlarda ortaklaşa toprak mülkiyeti vardı. Toprak ise kutsaldı ve terq edilemezdi. Sürüler ise ferdî mülkiyete tâbî idi. Göçebeler arasında servet egemenlik veya üstünlük sebebi değildi.

İbranîler Kenan iline (Filistin) yerleştikten sonra (M.Ö. 14. asır) durum değişir. Kutsal topraklarda (Kenan ili) ibranîler göçebeliği bırakıp toprağa bağlandılar. Tarım ve bağçecilikle uğraşmaya uğraşmaya başladılar. YHWH'nin ilâh olarak kabul ve tescil edilmesinden sonra Yahudî milletinin efendisi belli olmuştur. Daha önceleri toprağın sahibi olarak yerel ilâhlara (baal) inanılıyordu.

Ahd-i Atik, Levililer 25:23'de YHWH şunları söyler:

-Toprak bana âiddir, sizler sâdece yabancılar ve misafirlersiniz...

 Yine aynı bölümde toprağın kalıcı ve mutlaq olarak satılamayacağı da belirtilmektedir.

Fakat, Yuda krallığının kuruluşundan beri harblerdeki yağmalardan ve hükümdârların kayırmalarıyla büyük servetler edinen askerî bir aristokrasi meydana gelir. Hz. Süleyman döneminde (M.Ö. 10. asır) her tarafta saraylar ve köşkler inşâ edilir, askerî aristokrasi her türlü sefâhat içine girer. Bu lüks ve ortaya çıkan anarşi Isaiah (İşâya) kitabının 3. bölümünde anlatılmaktadır.

Aristokratlar aynı zamanda yargıç oldukları için halqı istedikleri gibi eziyorlardı. Ellerinde ne varsa alıyorlar, çok yüksek faizlerle borç veriyorlar, borçlarını ödeyemeyenlerin topraklarını ellerinden alıyorlar, kendilerini, eşlerini ve çocuklarını da köle olarak satıyorlardı.

Gelişmelerin ciddîleşmesiyle, Eski Ahid'in 'Exodus' (Çıkış) kitabına eklenen bir medenî kanun kaleme alınmıştır. Buna göre, borç yüzünden köle edinilen kimse şâyet yahudî ise altı sene hizmetten sonra azâd edilecektir. Borçlunun, soğuğa karşı korunmak için giydiği palto efendisi tarafından alınmayacaktır. (Çok Hümanist!!!).

Essenîler ve Hz. İyşâ ise zenginliği ve servet hırsını şiddetle yermektedir. Matta İncili'nde, 6:24, şöyle söyler:

- Hiç kimse iki efendinin kulu olamaz. Aynı zamanda hem Allah'a hem de Mamon'a kulluk edemezsiniz..

Mamon: Fenike ve Suriye mithologyasında zenginlikler ilâhıdır.

İslâm'da ise tek cümle yazılıdır: Mülk Allah'ındır!

Bu cümlelerden olarak, Türkiye'de Mülk yanlış ellerdedir ve aslına teslim edilene kadar da huzur olmayacaktır.

Türkiye'de bir sanal kargaşa mevcuddur. TBMM'nin alnının çatında kocaman harflerle Egemenlik kayıdsız şartsız milletindir yazılır. Kocaman harfler kocaman bir yalandır. O millet en yoksuldur, en zavallıdır, en sömürülendir, serftir, köledir, paryadır. Tefecilerin, bezirgânların, hırsızların kucağında inlemektedir. O hâlde bu halq, üzerinde oturduğu topraklarda bırakın egemen olmayı âletten aşağı bir yerdedir.

Yine bu ülkede köylü milletin efendisidir palavrası önemli bir slogandır. Bilakis köylü kastın en alt tabakasında parya konumundadır. Elindeki topraklar birer birer uçmakta ve yahudî efendiye satılmaktadır.

Bu ülkede, askeriyye kurumu en büyük ticâreti yapar, emlâk alıp satar, kurban derisi ve fitre toplar, sanayie hâkimdir, bankası vardır (OYAK), turizmcilik, inşaatçılık, yatırımcılık yapar. Yani bankerdir, bankacıdır, emlâkçıdır, sanayicidir, tüccârdır, waqıftır, büyük toprak sahibidir, ağadır. Kısaca Türkiye'nin mülkü askerî oligarşinin elindedir ve bu mülkî varlık yahudî ideolojisinin hizmetindedir. Kara, deniz, hava onundur, millet onun malıdır, kuludur, kölesidir. Demek ki, sahibimiz, efendimiz askeriyye'dir. Efendi'nin şabbataylar için kullanılan bir kavram  olmasından hareketle efendimizin yahudî olduğu aşikârdır. Bu topraklar (gayrımenkuller) ve üzerindeki canlı cansız ne varsa (menkuller) yahudî'ye âid görünmektedir. O nedenle mutlaq oligarklar da ordu üst düzey bürokrasisi olmaktadır.

Böyle bir ülkede, demokrasi, insan hakları, siyâset, kültür-san'ât, spor, eğitim, sağlık vs. ne kadar kurum varsa (yoksa) hepsi askerî oligarşiden sorulur. Bu aristokratların (oligarklar) herbiri on tane Crassus gücündedir.

Bu ülkede sivillerin veya - daha doğrusu halqın - hiçbir gücü yoktur, üzeri ölü toprağıyla örtülmüş, betonlanmıştır. Bu güçsüzler grubuna hükûmeti, meclisi, yargı kurumunu, devlet başkanını, sermâyedârı, tüccârı, esnafı velhâsıl herkesi katabiliriz. Bunlar da ancak ve ancak Crassokrasi'ye râm olup kölelik yaptığı ölçüde ayakta kala bilirler. Millî Crassokrasi, uluslararası sistemden, emperyalizmden bağımsız ve ayrı değildir.

Son tecridde; bu ülkede askerî oligarşinin ahâli üzerindeki taşınamaz ve kabul edilemez baskısı ve tahakkümü ortadan kalkmadıkça insanca bir hayatı ummak koca bir hayâldir.

 

MAHŞERİN DÖRT ATLISI-2

EVANJELİZM

 

Kelime yunanca; Eu: Hoş, güzel - Angelia: haber. Euaggelion: Güzel haber, hoş haber, müjde, muştu. Türkçe'ye Arabî 'den geçen 'İncil' kelimesi de aynı kökenden geliyor. Kelime Batı lisânlarına 'Evanjil' olarak geçmiş. Ağırlıklı olarak 'Yeni Ahid' (Ahd-i Cedîd, New Testament) olarak algılıyoruz. 

 

Evangeliaria

Aynı kökten olmak üzere Evangeliaria kelimesi, incillerin bölümlerini oluşturan ibâdet kitabına Vivlia tou Lithourgia - Liturgical books) denk bir anlam ifâde ediyor.  Bunlar genelde kiliselerde bulunmaktadır. Eklogadion tou euaggeliou (İncil'den Seçmeler) biçiminde de söylenmektedir. Kavram 7. asırda ortaya çıkmıştır.

İçinde 'Rasûller'in-Hawarîler'in İşleri' (Acts of the Apostles - Praxapostolos) ve Mektubat (Epistles-Epistoli) bölümlerini de barındırmaktadır.  Latin Kilisesi'nin âyinlerinde evangelion'a karşılık olarak Comes (Yoldaşlar), Liber comitis, Liber comicus, or Lectionarium gibi isimler kullanılır. Latin kültünde ayrıksı evangeliaria anlayışına çok nâdir rastlanır. Evangelion okunacak masa veyâ kürsülere "Evangelistarium" ismi verilir. Evangeliaria'ya bâzan da , "Synaxarium" adı verilmektedir. Latinler ise, "Capitulare" kavramını kullanırlar.

 Evangeliaria kavramının kullanımının kökenleri

Sinagog geleneklerine nazaran Eski Ahid yazıları iptidaî hristiyan birleşimlerinde okunmuştur. Yeni Ahid kanunlarına göre, âyinlerde (ibâdetlerdei toplantılarda) Eski Ahid'den de bölümler okunurdu. Justin'e göre, ilk hristiyanlar Hawarîler'in hatıratını okuyorlardı. Bu hatırâta da 'Euaggelion' adı verilir.   Tertullianus, Kypriano ve diğer yazarlar da bu geleneğe işâret etmektedirler. Batı'da da 3. asırdan itibâren bu geleneğin uygulandığı bilinmektedir. Agios Ioannis Hrisostomos (St. John Chrysostom) Antakya'da düzenlenen âyinlerde euaggelion'dan pasajlar okunduğunu belirtir. Diğer kiliseler de bu tarzda okuma masaları oluşturmuşlardır. Euaggelion'un pasajlardan çıkıp tam bir lithurgia (ibâdet) kitabı olmaya başlaması Gregory'ye göre 4. asırda başlamış, 5. ve 6. asırlarda devâm etmiş 9. asır itibârıyla yaygın hâle gelmiştir. Buna ilişkin Lectionar'lar Latin Kilisesi'nde 5. asırdan itibâren yerlerini almış durumdaydı. Yine Comes'ler de 480'lerden itibâren kilise kütübhânelerinde bulunabiliyorlardı. 10. asırdan itibâren, İncil derslerini, Mektubât (Epistoli) ve dûalarla berâber toplu ibâdet kitabında bulabiliyoruz ve bu kitâba Missal adı veriliyor.

Evangeliaria ve Yeni Ahid Metni

Evangeliaria'nın ortaya çıktığı dönemlerde İnciller zâten mevcuddu. Bu, büyük ölçüde Kilise kurumunun bir yaklaşımıydı. Yani, İnciller'den bir pot-pourri (potburi) oluşturmak ve ibâdet kitâbı olarak yeni bir form belirlemek. Bu açıdan bakıldığında Evangeliaria'nın İnciller'den neredeyse hiçbir farqı yoktur.

 Evangeliaria ve Lithurgia (İbâdet)

 Genel mânâda Yunan Evangeliaria methodu uniform'dur (tek tip). Pazar âyini Paskalya bölümü ile başlar. İkinci bölüm azizlerin kutlamalarına ilişkindir. Batı Kilisesi'nde ise daha değişiktir ve çok sayıda âyin yöntemi vardır. Burada bu teferruata girmiyoruz.

Evangeliaria'da birçok süsleme ve kompozisyona rastlanır. Büyük minyatür ustaları görkemli çizimlere imzâ atmışlardır. Başlangıçta Tours ekolünün izlerine rastlanır. Bu çizimlerde genellikle altun suyu kullanılırdı. Meselâ Eusebius'un Kanunları bölümü çok güzel işlenmiştir. İrlanda anlayışında daha ziyâde halkalar, düğüm ve budaklar hâqim iken Merovengian ve Lombard usûlünde hayvan figürleri özelikle de balık çok kullanılır. 11. asırdan itibâren hüqümdâr figürü belirleyicidir. Dönemin hüqümdârı genellikle değerli el yazmalarını Mesih'e sunarken resmedilmiştir. Baha biçilmez evangeliarum'lar arasında Sinop Evangeliarium'u (6. asır: Bibliothèque Nationale, Paris); Rossano Evangeliarium'u f (600'ler, yunan karakterleriyle yazılmıştır); Rabula - Suriye kodları (586,  Floransa'da) ve Etschmiadzin (6. asır minyatürleri), 1. Gregory Evangeliarium'u (Cambridge'de - Latin karakterleriyle); Kells Kitabı (7. asır, Dublin'de); Lindisfarne kitabı (8. asır  British Museum'da, Londra), the Irish-Continental Evangeliaria of St. Gall (800'ler); the Carlovingian Evangeliarium of Godescalc (782, Bibliothèque Nationale, Paris); the Ada Codex (9. asır, Trier - Almanya'da); the Evangeliaria of Echternach (10. asır, Gotha'da), the Abbess Uta (1002, Munich'de).

 En kıymetli cild kapağı ise; Kraliçe Theodelinda (600), Monza kathedralinde.

Evanjelik İttifâq

Bu bir protestan ittifâqıdır ve 1849'da tesis edilmiştir. Hedefi ise, 'yaşamda ve ebedî hayatta kendilerinde birliği gerçekleştirme ve başkalarına teşhir etme temelinde hristiyanları ve gerçek mü'minleri Kilise'nin önderliğinde biraraya getirmek ve onları başka bir yoldan uzak tutmaktır'. (1. genel konferans ilerleme raporu). Bu konferansta muqaddes kitabın özü oluşturuldu ve bu temel olarak kabul edildi. Burada kabul edilen ölçü ve ilkeler 9 tanedir:

Muqaddes yazılardaki ilâhî ilhâm, yetke ve kifâyet.

Muqaddes yazıların tefsir ve izâhlarının hususî hüqümleri.

İlâh'ın suretinin (prosopo) birliği ve zâtının üçlüğü (teslis).

Bu bağlamda;

İnsanın (doğasının) saf günâhkârlığının düşüşe (cennetten kovuluş) sonucuna yol açtığı;

İlâh'ın oğlunun bedenlenmesi (ete kemiğe bürünmesi, yani ilâhın bedenlenerek Hz. İyşâ'da belirmesi - İncarnation).

Günahlarin tazminini Iysa A.S’in üstlenmesi ve aracilik etmesi, 

Günahkarin durumunun imanla düzeltilmesi

ruhun ebediyyeti bedenin yükselisi 

dünyanın İyşâ Mesih tarafından hüküm altına alınışı. 

Bu ittifaqta ayirici bir bicimde beIirtilen kavramlar kardeslik, sabir ve sükunet olmaktadir. Bu ittifaq anlayisinin devaminda hristiyanligin propagandasi temelinde yeni bir kilise örgütlenmesine yönelindi. Bu kilisenin iddialari ve islevleri degerlendirilmeye baslandi.

İttifaq doktrinal ve yasal bir otorite sürecine girdi. Bu bir kiliseler ittifaqi degildir. Ancak hristiyanlari birlestirme hedefi mevcuddu: Unum corpus sumus in Christo (Biz Mesih’de tek vücuduz). Esitlilikler icinde büyük birlik. TALI MEVZULARDA HEPIMIZ KENDI GÖRÜSLERIMIZI ORTAYA KOYMAKTA SINIRSIZ ÖZGÜRLÜGE SAHIBIZ FAKAT HERSEY ITTIFAQIN KARDINAL (ESAS) PRENSIPLERINE BAGLANIR.

1842’de Iskocya Presbyterian Kilisesi diger protestan valiklarla ile iliskiler tesis etmeye calisti fakat bu girisimler basarili olamadi. Ingiltere Tractarian hareketi bircok farqli evanjelik uymaci olmayan/uy gitsinci olmayan (non conformist) cevreyi büyük bir konfederasyon arzusuna itti. Burada en temel hedef reformasyon inancinin müdafaasi olmaktadir. Mayis 1842’crde Londra’da organize edilen Cemaat Birligi Meclisi’nin yillik toplantisinda Bayswater Craven Chapel’inin nâziri John Angell James Evanjelik Ittifaqi ileri derecede gelistirecek olan semayi teklif etti: Bir ilahin bereketini provoqe etmek Mesih baglilarinin teskil ettigi bütüncül evanjelik protestan birligin irâdî kudretinde degil midir?

 Iste bu cevabini mündemic sualden yola cikarak protestan hristiyanlarin ‘Birlesik Imparatorluk’ (United Empire) ideali gelismeye basladi. Bu ideale dönük ilk somut adim ABD bakanlarindan Patton tarafindan atildi. Patton’in teklifiyle Liverpool’da 1845 senesinde muhtelif protestan örgütlerden delegelerin katildigi bir toplanti düzenlendi.10 Agustos 1846’da 50 farqli protestan örgütten 800 delege Londra’da FREEMASONS HALL’de biraraya geldi ve Evanjelik Ittifaq arrtik resmen teskil edildi. Yani evanjelik ittifaq farmasonlarin merkezinde ve Ingiltere’de netlesmis oldu. Demek ki, mayasinda ingiliz, mason ve yahudî emegi ve eli var. Sürec icinde bu ittifaq ABD, Fransa, Isvicre, Almanya, Italya, Hollanda, Isvec, Türkiye, Avustralya ve Hindistan’de örgütlendi. Fransa örgütü 1854 senesinde bu ittifaqtan ayrildi ve Unitarian (Teslis ögretisini benimseyen) bir karaktere büründü. Ittifaq artik uluslararasi toplantilar düzenlemeye basladi. Ilki 1851’de Londra’da gerceklestirildi. Bunu, 1855 Paris, 1857 Berlin, 1861 Cenevre, 1867 Amsterdam, 1873 Basel, 1884 Kopenhagen, 1891 Floransa, 1896 Londra, 1907 Londra toplanti ve konferanslari izledi.

 Ittifaq, 1846’ dan itibâren her yilin ocak ayinda bir haftayi ‘evrensel dua haftasi’ ilân etti. 1905’de Ittifaq Muaddes Kitab Okulu Berlin’de kuruldu. Kuruculugunu pastörler Köhler ve Warns yapti. Ve, artik katholik kilisesi’yle catismaya basladi. Katholikler, birlik inancindan uzaklasmaya basladi. Aslinda katholikler dönen dolabdan haberdar olmaya basladi demek daha dogru olur.

Evanjelik Kilise

16. asir reformculari katholik kilisesini, saf ve ilksel muqaddes kitabi, kutsal yazmalarda bulunmayan doktrin ve pratikleri isin icine karistirmakla sucladi. Netice itibâriyla, kendilerini evanjelikler olarak tanimladilar ve tasarladilar. Yani, gercek euaggelion’un takibcileri...

Daha baslangicta ikiye bölündü;  Lutheranlar (Lutherciler) ve Reformcular. Bilâhare bu sektlesme (ayrisma) cogalarak devam etti. Muqaddes Süqür dâhilinde Mesih’in mevcudiyeti fiqri ve bu fiqrin unsurlari baglaminda Luther Mesih’in güncel mânâdaki bedenî varliginin maddî boyutunu kabul etmekle birlikte (ilâhtan mesihe) bir madde gecisimini reddediyordu. Yani, Mesih’in maddî varligi ile ilâhin maddî varligi arasinda bir ayniyyet olmadigini söylüyordu.

  Zwingli ve Isvicreli reformcular ise Mesih’ in yalnizca mânevî mevcudiyetini kabul ediyorlardi. Bu iki kilise – Lutheran ve Reformcu – Evanjelik protestanizmin iki büyük kolunu olustururlar. Diger tüm kollar bu ikisinden gelismistir. Anglikan kilisesinin evanjelik bölümü Yüsek Kilise ile Latitudinarian Engin Kilise arasinda ortada durur. Almanya’daki evanjelik kilise ise 1817 senesinde Prussia krali 3. William Frederic tarafindan kuruldu. Bu kilise Lutheran ve Reformcu kiliselerin birligi ruhuyla tesis edildi.

Aaac leondari sthn kardia mou...

Aaah, Gönlümde yatan arslan...

Coyote veya Coyotte: Her ikisi de koyot diye okunur. Aztek dilinden, coyotl. Kurtgillerden ve Kır Kurdu olarak da bilinen ve Amerika kıtasında yaşayan bir memeli.

Gönül arslanlara yuvadır derler ve orada bir veya daha fazla aslan uyumaktadır. Fugit irreparabile tempus, Virgilius'a âid bir mısra ve Zamanın kaçışı (geçişi) onarılmazdır yani Zaman geri gelmez ve çok hızlıdır, anlamına gelmektedir. Horacius ise 'Epîtres' (Mektubat) adlı eserinde 'Genus İrritabile Vatum' deyimini kullanır. Edebiyatçılar'ın ve şairlerin aşırı derecede değişkenlik gösterebileceğini anlatan bu deyim 'Şâirlerin Tahriş edici Soyu' anlamındadır. Ve, Gratis Pro Deo yani Allah Rızası İçin. Zaman mızrak hızıyla akıyordu eskiden şimdilerde ışık hızıyla veya ötesinde tahionik düzeyde. Telâfisi olmayan bir uçuş, o nedenle 'Ô temps suspends ton vol' diyemiyoruz, ondan uçuşunu durdurup donmasını taleb etmek abesle iştigâl zira zaman çok acımasız, kimseyi kaale almıyor. O nedenle zamanın bizden alıp götürdüklerini 'irreparabile' (onarılması mümkün olmayan) sıfatıyla tanımlaıyoruz. Gitti gider. Dehr, Allah'tır, Dehr'e küfretmeyiniz. Zaman ile aslanın yeleleri arasında bir tutunma ilişkisi kurulabilir. Çok hoyrat, çok acımasız ve çok deli bir aslanın yelelerine tutunup Aslanvarî bir zamana asılıp onunla berâber aynı rithmde ve aynı sür'âtte harekete katılmayı becerebilmek herhâlde zamanın tâ kendisi olmak anlamına gelse gerektir. O hâlde zamanla aslan arasında kurduğumuz analojiyi gönülle kâinat veyâ mekân (tecelligâh) arasında da kurabiliriz. Tamiri ve dahi tarifi imkânsız Zaman'a nasıl bir mekân atfedeceğiz. Zordur; ustalar, mastorlar bu zor mekân olarak gönülü veya 'Dîl'i seçmişler. Gönülde yatan aslan ile mekânda yatan zaman arasında bir ilişki arıyorum. Ara kelime belki de Matrix (veya Matris oluyor). Matrisini kaba mânâsını araya sıkıştırmak zorundayız: Birinci anlamı; Memeliler'de, foetus'un veya embryo'nun gelişmine yataklık eden, mekânlık hizmeti veren iç organ. Burada, matrisin somut karşılığı olarak Uterus isimli organı görüyoruz yani rahim. Cenin'in yatağı Rahim oluyor. Rahıym Arabî ve Allah'ın bir ismi; Esirgeyen anlamında, koruyor ve esirgiyor. Rahman ve Rahıym olan Allah'ın adıyla işe başlayan Müslümanlar'ın gönüllerinde hangi aslanların yattığını kestirmek güçtür. Matris'in ikinci mânâsı, Mathematik biliminde; burada 'm' ve 'n' harflerini kullanıyor bilim. 'm' satır (yatay) sayılarını ve 'n' ise sütûn (kolon-dikey) sayılarını anlatıyor. Bu sayıların oluşturduğu tabloya matrix adı veriliyor. Üçüncü mânâsı ise teknolojide kullanılanı; Baskı yöntemiyle eşyâ üretmeye yarayan oyuk (creux) veya relief (kabartma) formunda metalik kalıp. Peki bu matrix kelimesinin 'Ana' kelimesiyle bir iligisi var mı? Evet var; Latince 'Mater' kelimesi 'Anne' mânâsına ve 'Matricide' ise 'Ana Katili' anlamında. Yine Yunanî 'Mitra' (Mitra) kelimesi hem rahim hem ana mânâsına. 'Dimitra' dediğimiz zaman 'Çift Rahimli' anlamı ortaya çıkıyor ve bereketliliğin işâreti ve Olympos'un hülyâlı ilâhesi Demeter (Dimitra) bereketin ve bolluğun temsili oluyor. Bir erkek ismi olan Dimitri (Dimitro, Demyitro, Dimiter versiyonları var) da aynı mânâda. Mater veya Mitra ve oradan sıçradığımız yer Matrix. Kâinat'ın matrisi (matrix) ise içiçe geçmiş sayısız mekânlar ve muhtevası EM yani Elektromanyetik dalgalar ve fotonlardan müteşekkil ışınlar. Işınlar, Kâinat matrixinin cenini ve sırlı ve aklın fevkinde bir işleyişin sayıları. ZAMAN. Gönlünde kâinatı büyütebilen adam, onun içinde aslanları da besleyip uyandırabiliyor. Uyanan Zaman'dır ve kükreyen Hronos misâli kabına sığmaz. Kabımıza sığamayan, matrisimizi yırtan, coşkun karakterler olabilmek için büyük emekler gerekiyor. Yoksa tahriş edici ve sevimsiz bir soy olabiliriz ve aslanlarımız hep sâkıt olurlar, ölü doğarlar.

Ülkemizde bir grup insan 'Işıl, ışık, ışın, ziyâ, nûr, güneş, ateş, alev, Şemsî, Şem'î' gibi isimleri çok severler. Onların evreninde hep parlaklıklar vardır ve gönüllerinde yatan 'Davud Aslanı'dır. O nedenle Aslan, Leon, Lion, Leo, Gur, Gür, Gûr, Esad gibi isimlere meftundurlar. Bazıları işin içine Kurt'u da karıştırır ve Kurt, Kürdî'de 'Gûr'dur. Kurt-Aslan veya Aslan-Kurt olurlar'Ar'dırlar. 'Oz' güce dayanırlar. Şâkir ve şükrî insanlardır, şükrederler. Rüşdlerini ısbât etmişlerdir, rüşdîdirler. Kâmil insanlardır, kemâl sahibidirler ve bu kemâlin bayraktarlığını yaparlar, alemdârdırlar. Onun için yüksek mevkilere gelirler. Kenan ilini hep hatırlarında tutarlar. Bunlar imtiyâzlı-ayrıcalıklı insanlardır. Hasan Esad Işık, Mahmud Esad Bozkurt, Yusuf Bozkurt Özal, Esad Kıratlıoğlu, Yesârî Âsım Arsoy, Göksel Arsoy, Semiha Şâkir, Dr. Tevfik Rüşdî Aras, Fatin Rüşdî Zorlu, Reşîd Paşa, Rüşdî Şardağ, Kemâl Alemdâroğlu, Kemâl Gürüz, Kemâl Anadol, Kenan Doğulu, Kenan Kalav, Ahmet Kenan Evren, Kenan Onuk, Kenan Akın, Kenan Işık, Kenan Mortan, Kenan İmirzalıoğlu, Işıl German, Işıl Yücesoy, Sadrî Alışık vs...

 

Aynadaki aksime göz kırptım ve yazılmamış bir maqâlem var, tamamlanması zor...

Sagax

Sagax Latince bir kelime ve ‘akut’ (aktif, keskin), ‘acı’, ‘asid’, ‘acı ağaç kokusu’ mânâlarını hâvî. Türkçe’deki ‘acı’ kelimesi, latince ‘acer’den mülhem. Sagax kelimesi ‘algısal’ (idrakî) mânâsına da geliyor.

Bu yazı aslında, bir romanın bir kısa pasajı da sayılabilir. Roman içinde roman da. Romana isim bulmak gerekli olsaydı ‘CarpieV’ (Harpies – Harpiler) olabilirdi. Yunan mitholojisinde yarı kuş – yarı kadın canavarlar için kullanılan bir isim.

Avf dileyenler mekânı;

Forkys’in kızı Lucina öldüğünde 34 yaşındaydı. İlhâmını aldığı büyük aşkın mekânında müdhiş bir sükût-u hayâl süreci yaşanıyordu. Ne kendi aşkının farqındaydı ne de ne kadar sevildiğinin. Sâdece, kendi adına başka birinin kaleme aldığı vasiyetnâmesinde ingilizce olarak ‘She was to be carried by five young men who would ask to perform this last ceremony: to bear her on their strong shoulders, so gently and with such dedication’ yazılmıştı. Evet, vâsiyeti yazan kişi 5 tane genç adamın güçlü omuzlarında bu genç kadının ebediyete uğurlanmasını, sanki onun isteğiymiş gibi, arzu ediyordu.

Cenâze törenine katılanlar arasında, aile hemşireleri İris, terzileri Feretra, hizmetkârları Paul, tanıdıklar arasında bulunmayan genç ve güzel bir kadın ve bağçevan Pierre ön saflarda bulunuyordu. Bu beş kişinin yanısıra 10-15 kişi daha cenâzeye katılmışlardı. Cenâzeyi taşıyan beş genç adam ise, yüzlerine siyah maskeler taktıkları için tanınmıyorlardı. Hepsi siyah uzun pelerinler giymişti ve siyah eldivenleri vardı. Âdeta, ünlü fizik dehâsı Tesla’yı katleden ‘Man in Black’ isimli yahudî çetenin mensublarına benziyorlardı. Rivâyet muhtelifti. Hepsi gizli bir şövalye tariqatına mensubdu, aslında kadındılar ve hepsi bâkireydi, gizli bir kadın örgütlenmesinin militanlarıydılar ve örgütün ismi ‘Hen Holkhot’tu. San’âtkâr onların arkadaşıydı ve cenâzeye theatral bir hava vermek istiyorlardı.

Lucina bir ‘tragoedi’ydi yani bir ‘trajedi aktrisi’. San’âtına aşkla bağlıydı. Sayısız tragedayada baş rol oynamış ve fildişi kuleye doğru tırmanmaya başlamıştı. İfigenia’yı, Melpomeni’yi, Helen’i, Leda’yı ve Elektra’yı canlandırmış fakat en çok Sofoklis’in ölümsüz eseri ‘Antigoni’deki rolüne sevdâlanmış ve orada Antigoni’nin dirâyetine hayran kalmıştı. Rol arkadaşı Haimon (kral Kreon’un demokrat ve ana-erkil nizâmı savunan oğlu ve Antigoni’nin nişanlısı) onun gerçek hayatta da idolüydü ve aralarında büyük bir aşk gelişmişti. Antigoni, patriarkal (ataerkil, erkek-egemen) düzene karşı direniyordu ve babası Oedipus’un vâsiyetini yerine getirmek istiyordu. Kızkardeşi İsmene ise, kaypaklığı ve ataerkil düzene ve maddî değerlere düşkünlüğüyle Antigoni’nin öfke ve nefretini üzerine çekiyordu.

Lucina’nın gizli bir kadın örgütüne üye olduğu konuşuluyordu. Bunda Antigoni karakterinin (rolünün) büyük bir etkisi olduğu da tartışılıyordu. Çevresindekiler, son günlerde yeni bir oyunla meşgûl olduğunu söylüyorlardı. Oyunun yazarı kesin olarak belli değildi fakat muhtemelen sevgilisi Haimon tarafından kaleme alınmıştı. ‘Haimon’un gerçek ismi Anthony Pravus’tu. Oyunun ismi ise ‘Risus Sardonicus’ yani ‘Acı Tebessüm’. Bu terim aslında bir Tıbb terimidir ve ‘Ölü Gülüşü’ olarak da bilinir. Bir ölünün yüz ve ağız ifâdesini anlatır. Lucina bu oyun üzerinde yoğunlaşıyordu.

Oyunda, bilindiği kadarıyla üç karakter vardı. Birinci karakterin ismi ‘Viginti Duo’ idi. Duo, ‘pre-jacobin edebiyat’ konusunda ihtisâs sâhibiydi. Oyunun bazı bölümleri kayıbdı. Bazı bölümler ise tam olarak anlaşılamıyordu. Yazar, sıkılıkla, ‘perfect existence’ (Mükemmel Varlık) kavramını kullanıyordu. Bu replikleri sürekli V.D. atıyordu.

İkinci karakter, cenâzeye katılan ve ismi bilinmeyen gizemli genç kadındı. Yazar bu karakteri Luna Polyxena’ ismiyle sunuyordu. İlk repliği ise, ‘Quickly we’ll kill her laugh’ idi.

Üçüncü karakter Emyrria Bakhoora idi ve Lucina bu rolü çalışıyordu. Emyrria’nın replikleri arasında şöyle bir tanesini yazabiliriz: “(She linked her arm in his). He sniffed ecstatically. ‘You smell like all, of King Solomon’s wives and concubines. İn springs. En avant!”.

Meâlen; (Onun koluna sarıldı). (Adam), esrimişçesine yutkundu: ‘Kral Süleyman’ın bütün eşleri ve câriyeleri gibi (hepsi gibi) kokuyorsun. Baharda. Evvelâ!

Bu sözler Emyrria Bakhoora’ya âid değildi kuşkusuz, bir yerden alıntı yaparak okuyordu. Aynanın önüne geçiyor ve rolünü tekrar ediyordu. Onu, odasında paramparça olmuş aynanın önünde kanlar içinde bulduklarında, kırık bir parçanın üzerinde kanla yazılmış bir cümle okunuyordu:

‘Pardonners place – Afv dileyenler mekânı’.

Roman girişimi bu kadar.

Neyse, yine biraz hücrelere dönelim...

Döllenmiş yumurtadan oluşan tek hücre (single cell) bütün bir organizmayı şekillendirme-ortaya çıkarma potansiyeline sahibdir. Bu nedenle, bu tek hücre totipotent'dir. Döllenmeyi tâkib eden ilk saatlerde tek hücre iki idantik (tamâmen aynı, eş) totipotent hücreye bölünür. Ve, rahim içine yerleştiğinde veya yerleştirildiğinde cenin olarak gelişirler. Yaklaşık olarak döllenmeden dört gün sonra ve birkaç bölünme döngüsünü tâkiben bu totipotent hücreler özelleşmeye başlarlar ve bir içbükey hücre küresi oluştururlar. Buna blastosit (blastocyte) adı verilir. Blasto kelimesi yunanca BlastoV (Vlastos) kelimesinden mülhemdir ve 'Filiz, tomurcuk' anlamlarına gelir. Hücrelerin dış katmanı (çeperi) salkım biçiminde örgütlenen hücreler (iç hücre kütlesi) hep birlikte blastositi oluştururlar. Hücrelerin dış katı plasentayı ve gelişim sırasında ihtiyaç duyulacak olan destek dokularını meydana getirir. İç kütle hücreleri organizmanın bütün hücrelerini meydana getirecektir. Bu iç kütle hücreleri pluripotent'tir. Bu pluripotent hücreler multipotent stem cells'e (Çok potansiyelli kök hücreleri). Bu hücreler beyinde hippocampus adı verilen bölgede ve kanda bulunmaktadır.

Progenitor hücreler

Öncü hücreler diye de adlandırılan bu hücreler hem ceninde hem de erişkinde bulunur ve qısmen özelleşirler. Bunlar, tahrib olan hücrelerin yerine geçebilirler. Özellikle sinir sistemi hücrelerinin onarımında önemli bir rolleri vardır.

 

Haremağası Masrur’un şiiri;

Asrın akıp gitmesine müsâde mi edeceksin?

O asr ki, onu orada gördüğünde, beni ağırlığının altında ezer

Sen ki, bir arslan,

Beni kurtlara yem mi edeceksin?

 

Kim ki susamıştır, seni kuşatan denizleri,

içmekten gayrı bir hesabı olmaz;

Ve ben, senin koruduğun ben, yağmurla yüklü bulut

Susuzluğumu sonsuza mı taşıyacağım?

 

TABUTLANMASI KOLAY OLMAYAN BİR YAHUDÎ: ANTİD OTO

 

Evet, birçok kişi bu ismi ilk defa işittiğini söyleyebilir belki, ancak onu çok iyi tanıdıklarını, en azından ismini birkaç kez bir yerlerde görüp işittiklerini hatırlayacaklardır. Biz Antid Oto'dan devam edelim. Bu imzayla yazılan birçok yazı, Ekim 1917 Sovyet-Rus Devrimi öncesinde hattâ sırasında Narodnikler'in gazetelerinde yayınlandı. Antid Oto ismi tek başına bir anlam taşımaz, fakat onunla dans etmeye başlarsanız kendi kimliğini size açıklayacaktır. "Anti" ilk dörtlüsünün-tetragramının ödünç aldığı eşdeyişle, onların yanında iğreti duran "D"yi, arkadaki üçlünün önüne getirirseniz şöyle bir terkib elde edersiniz: Anti Doto. Peki bu tamlamanın bir anlamı var mı? Kuşkusuz var: Anti-doto veya Anti-Dote, Tıbb terminolojisinde kullanılan ve yunanca "panzehir" anlamına gelen bir kelime. Bu müstear ismin sahibi, başka imzalarla da birçok yazı kaleme aldı. Bu imzalara örnek olarak, Pero, Petr Petrovitch isimleri gösterilebilir. En son ve kalıcı olarak aldığı müstear isim ise korumalarından birinin ismiydi ve bu isim onu dünya tarihinin en mühim şahsiyetlerinden biri hâline getirecek ve kimse onun gerçek ismini merak etmeyecekti. Evet, korumasının -ve daha sonraları kendisinin- ismi Trotsky'ydi! Çok az kimse tarafından telaffuz edilen gerçek ismi ise Leon Davidovitch Bronstein'dir. 26 Ekim 1879 tarihinde Ukraine'nin güneyinde dünyaya gelen Trotsky, zengin bir yahudî çiftçi ailesinin çocuğudur. Bronstein ailesi.

Biz burada Trotsky'nin "curriculum vitae"sinden ziyâde bazı dönemlerine ve öldürülüşüne değineceğiz. Onu çok kısaca tanıtmaya çalışacağız ama, daha ötesi gelişmeleri farqlı ideolojik-politik arka plânlara taşımaya çalışacağız. Sosyalistlerin ve burjuva demokratların tezlerinden farqlı değerlendirmelerimiz olacak.

Öncelikle Trotskizm'in ne olduğunu bizzat kendi ağzından çıkan birkaç cümleyle ifâde edelim:

"Trotskistler, Tarih'in ritmini (ahengini) öğrendiler. Kendi şahsî damak tadlarını Tarih'in kanunlarıyla entegre ettiler".

"Bu dünya üzerinde, kanunlara bağlı olarak değil ve fakat yasaların bir istisnası olarak varolduğumu söyleyebilirim".

"Hayatın derin bağlantıları arasında bir ironi (mizâh) mevcuttur. Bu (ironi); Tarih'i derinliklerden satha çıkarma sanatını yürüten tarihçilerin nöbetidir".

"Kesindir ki, insanlığı ileriye doğru taşıyan, kurbanlardır".

Şübhesiz bütün bu sözlerden, Trotsky'nin kim olduğu, neler teklif ettiği, nasıl yaşanması gerektiği konusunda topyekûn bir netice çıkarmak kolay ve mümkün değildir, ancak bazı vurguların Trotsky'yi en kaba hatlarla tanımladığı da tartışma götürmez. Meselâ Tarih, Tarih birikimi, bilgisi ve onu ideolojik bir kategori olarak anlamak, onun kurbanları, ahenk ve İroni, Trotsky'yi sarıp sarmalayan ve onun hayatında bağlayıcı olan birkaç, ama belli başlı kavramlardır.

Hayatı boyunca Ütopya'sıyla yaşadığı İşçi Devleti için şöyle diyordu: "Proletarya (Emekçi) iqtidarı, olması gereken değil ve fakat olandır". Evet, Trotsky Proleterya Diktatörlüğü'nün özlenen değil fakat neredeyse mutlaklaşması gereken bir süreç olduğunu iddia eder ve bu Ütopya'sını sürekli canlı tutar. Onun çıkış noktalarından biridir bu. Belki de bu yüzden 2. Dünya Savaşı'nı pek onaylamaz ve bu işin içinde birden fazla bit yeniği olduğu kuşkusunu taşır. Şöyle der: "Savaşılacak bir taraf görmüyorum!" Yine Trotsky'ye göre Komünist Devrim sürecinin, Marks'ın öngördüğü vetîreden (süreç)geçtiği tartışmalıydı, hattâ öyle değildi. Zirâ Marks şöyle diyordu: "... Fakat Tarih paradoxlarla doludur. Ukalâlar, diyalektiğin, zihnin aylak bir oyunu olduğunu düşünürler. Gerçekte, çelişkiler yoluyla Evrim sürecini üreten yalnızca o'dur (diyalektiktir)". Evet, hakikaten de Tarih paradokslarla doluydu, hiç beklenmeyen yerlerde, hiç beklenmeyen şeyler oluyordu. Bu, öylesine böyleydi ki, neredeyse istisnâ değil kural olarak düşünülebilirdi ve Tarih'in doğruya yakın ve sağlıklı tanımının yapılarak bir istinad ve referans oluşturulması Trotsky'yi had safhada alâkadar ediyordu.

Trotsky, materyalizmi şöyle ele alıyordu: "Mantıklı argümanlarla anlaşılabilir olma ifâdesi". O, bilgiçlik taslamak gerektiğinde, Diyalektik Materyalizm kavramı yerine "Bilimsel" kavramını tercih ediyordu. Diyalektik kavramını kullandığında ise, onu en derin anlamıyla ele almaya çalışıyordu. Eşyâ'yı "Relativite" dahilinde ele alıyordu. Zıdları ve çelişkileri anlamak için, "Kinizm"e (Alaycılığa, hor görücülüğe) yer vermiyordu. İçtimaî gelenekleri ve değer yargılarını hayli dikkate alıyordu. Şöyle diyordu: "İnsan, paradoksları anlamak istiyorsa, şahsında içsel bir geriye yolculuk yapmalıdır. Ancak böyle yaptığı takdirde gelişim süreçlerini tanımlayabilir. Stalin'in yaptığı ise bu değil, şiddetin basitliğidir".

Trotsky'nin en önemli yanlarından biri de sanıyorum üslûbudur. Onun üslûbu hiçbir zaman -kullandığı kavramlar itibâriyle- insanlığın bütün niyet ve çabalarının ötesinde bir vurdumduymazlık ve üstten bakıcılık gölgesi taşımıyordu. İçinde taşıdığı çelişkilere karşı duyarsız bir tavır içine girdiğini söylemek de oldukça zordur. Şiddetle ve tekrar tekrar, insanlığın gayretlerini dikkate alarak süreçleri geliştirmeye çalışıyordu. Retoriği bir lise öğrencisi seviyesinde olduğu zamanlar bile bu böyleydi. Dogmatik Marksizm'in katı kaidelerinden ziyâde, beşerî gelişmelere dikkat ediyordu. İşte, belki de hayatını adadığı bu hümanizma en nihâyetinde onun katlini de beraâberinde getirdi. Tutkulu bir Marksist'ten hiçbir zaman daha aşağı değildi, aksine onlardan daha yukarıdaydı. İhtiraslı olduğunu kabul etmek gerekir. Ona göre fiqirleri, şu yahut bu biçimde mutlaka zafere ulaşmalıydı. Bu tutum yanlış sayılabilir mi bilemiyorum, ancak birçok liderde bu hasletin belirgin olduğunu da kabul etmek gerekir.

Ona göre, Sosyalist program her ne kadar, Totaliter Bürokratik Sistem'in kölelerini savunmak (korumak) objektifini de içeriyorsa da, onun temel referans noktası, Kapitalist toplumun iç çelişkileriydi ve bu Ütopya'nın peşinden koşuyordu. Birincisi bu yaklaşımın gerçekten ve samimî olarak Trotsky'yi yansıtıp yansıtmadığı tartışma götürür ve didiklenmeye değer. Ama kesin olan birşey var ki, Trotsky, İşçi Devleti ve yoksul ve imtiyâzsız insanların menfaatleri için tutkulu bir theorik-pratik mücâdele yürütmüştür. Aynı zamanda tüm insanlığın da yaşadığı şu yakıcı çelişkiyi ömrü boyunca şuurunda taşıdı: Bir imtiyâzsızın fayda elde etmesi, bir diğerininkinin bedeli sonucudur! Herşeye rağmen asık suratlı bir ciddiyet yerine, mizâhın hoşluğunu ve gerekliliğini her fırsatta vurgulamaktan geri durmadı. Zira hayat süreçleri gelişmeyi ve değişmeyi ister istemez getiriyordu. O, diğer acı bakışlı Kızıl Ordu komutanlarından farqlı biriydi. Belki de ilk ve son güler yüzlü Kızıl Ordu komutanıydı.

Stalin-Trotsky çelişkisi şöyle formüle edilebilir belki: Bir inanç uğruna savaş veren eylem ve fiqir adamları, kendi imânlarının alternatifini temsil eden silahlı münekkidler tarafından protesto edilmeye (tasfiye edilmeye) aday olduklarını bilirler. Ama bunu bile bile de imânlarından taviz vermezler, onları lider ve farqlı kılan yanları da budur. Manipülatörün ellerindeki güç, "Ölüm"dür. Buna mukabil diyalektisyen tarzı ise, "Hayat"tır ve böylece ötekinin tabiî düşmanı hâline gelir. Bu yüzdendir ki, Trotsky kendi katlini çok önceleri farqedebilmiştir. Bu bir kehânet değil, bir basirettir.

Trotsky, Londra'ya gittiğinde büyük bir fiqrî sıkıntı yaşar ve bu hâlini, "Topoğrafik Cüceleşme" olarak tanımlar. Londra, Sovyet devriminin beyinlerini ağırlıyordu o dönemler: Lenin, eşi Krupskaya, Martov, Plekhanov, Vera Zasulitch ve Trotsky. Bu grup hem Rusya'ya "Iskra" (Kıvılcım) vasıtasıyla şifreli mesajlar ulaştırıyor, hem de kendi aralarında çok yoğun münâkaşalar geliştiriyorlardı. Aslında bu tartışmaların temelinde, sosyalist örgütlenme modelleri, ama daha derinde iktidar mücadelelerinin ilk nüveleri yatıyordu. Özellikle Lenin bu mânâda çok dikkat çekiyordu. Bu tartışmalar bazen çok sertleşiyor ve insanlar birbirlerini suçlayabiliyordu. Meselâ Plekhanov, Martov'u ve Trotsky'yi pek sevmiyordu. Bütün sert tartışmalar, tumturaklı bir jargonla yürütülüyordu. Bu kurala uymayan ve farqlı bir üslûbu tercih eden tek kişi Trotsky idi. O, "Ev lisânı"nı kullanmakta ısrarlıydı ve bu durum Lenin'i çok kızdırıyordu. Buna karşın Trotsky, Lenin'i "Savcı Tenkilciliği" ve "Moral Tahakkümcülük"le suçluyordu.

Trotsky, Menşevikler'in (Azınlıktakiler) lideri konumunda olmasına rağmen sürekli geniş komitelerin argümanlarına ve bunun gücüne inandı. Lenin ise Erk'in belirleyici olduğunu kabul ettiğinden, Bolşeviklerin (Çoğunluktakiler) liderliğini yürütüyordu. Bu iki grup arasındaki mücadelenin korkunçluğunu ifâde etme temelinde Lenin şöyle söyleyebiliyordu: "Sıklıkla irritation doğuran (tahriş edici) davranışlar ve eylemler içine girdiğimin şuurundayım".

Menşevikler'le bir yere varamayacağı kanaatine varan Trotsky, yaşadığı çelişkilerin neticesinde Parti'de yalnızlaştı ve 1905 "Abortif-Ölü Doğan Devrimi" için St. Petersbourg'a geldi ve St. Petersbourg-Soviet'in başına geçti. Lenin ve diğer komünist liderler ise devrim girişiminin sonunda St. Petersbourg'a geldiler. Lenin, hayatı boyunca Trotsky'ye karşı gizli bir gıbta ve kıskançlığın içinde kaldı ve onu bir "Günâh Keçisi" olarak idrâk etmekten haz duydu.

Trotsky, 1905 fiyaskosunu hiç önemsemedi ve devrimin bir dahaki sefere kesinlikle gerçekleşeceğini her fırsatta yazdı, söyledi. Devrim, olgunlaşan bir "Kızıl Elma" gibi Proletarya'nın ağzına düşecekti.

İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması Trotsky açısından son derece şanssız bir gelişmedir. Savaş öncesi ve sırası patırtıları Trotsky'nin şiârını yoketmiş ve onu dilsizleştirmiştir. Stalin bu fırsatı çok iyi kullanmış ve onu Hitler ve ABD ile ilişki içinde göstermeye dikkat etmiştir. Bu propaganda kısa bir dönem için tutmuş, fakat daha sonra birçok gerçek su yüzüne çıkmış, Stalin'in taktığı kalitesiz maskeler bir bir düşmüştür. Gerçekte Hitler'le anlaşma içinde olan ve onunla pakt imzalayan Stalin'in ta kendisidir. Sosyalist ideoloji "bilimselliği" öne koyuyordu ama Stalin bu "bilimsellik"ten pek nasibini almamıştı. Bütün Menşevikler ve hattâ Bolşevik şeflerin hemen hepsi tasfiye edildiği ve Trotsky Sovyetler'den binlerce km. uzak ve çok zor bir mevkîde olduğu hâlde Stalin, Trotsky'nin, Sovyetler'deki Tren ulaşımını endüstriyalizasyonu sabote ettiğini, çiftliklerdeki domuzları enfekte ettirdiğini ve ülkeyi batırmak için adamlarını harekete geçirdiğini iddia edebilmiştir. Peki nerededir bu hayâlî Trotskist kadrolar?; bunun cevabı yoktur. Biz başka cevablar verelim. Stalin, beyin kapasitesi ve theori itibariyle o kadar olgun ve dirayetli olmadığı hâlde neden bu kadar rahat at oynatıyordu ve istihbaratı nasıl bu kadar gelişebilmişti, bu kadar çok propagandisti nereden bulmuştu? Ve nasıl bu kadar rahat nefes alabiliyordu? İşte burada bazı teferruatlara girmek gerekir. Birincisi müstakbel İsrail Devleti, Status Quo'ların değişimine bağlıydı ve bu değişimlerin gerçekleşebilmesi için gereken itici ve belirleyici güç de "SAVAŞ"tı. Bu yüzden savaş oyunu çok önceden theorize edildi ve oldukça gerçekçi olması gerektiğine karar verildi. Bu gerçekçi sahnelerde rol alan aktörlerin de diktatoryal figürler olması gerekliydi. Bu aktörlerden biri Hitler'di -ki o da tescilli bir Yahudî'dir- diğer tarafta ise bir başka Yahudî vardı: İosip Vissarionovich Tchougashvili Stalin (gerçek ismi ise Iosef Ignatashvili'dir) yâni bir Gürcü Yahudîsi! Bütün bu gelişmelerin nüvesini eken Lenin, Trotsky, Bukharin de diğer Yahudîler'dir. Onlardan kimileri öldükleri, kimileri de zayıfladıkları için sahnenin arkasına itilirken bazıları da Anarşizm'e eklemlendirilerek sürecin karmaşıklaştırılması ve profesyonelleştirilmesi sağlanmış, arkaplânlar gözden kaçmıştır. Kaçması da anormal sayılamaz zira oyunda gerçek silahlar ve gerçek kan kullanılmıştır. Oyun hem Avrupa'da, hem Sovyetler'de, hem Uzakdoğu ve Asya'da, hem Afrika'da, hem de Amerika kıtasında çok güzel hazırlanmış ve kotarılmış, soykırım rolünün yoruculuğu altında kalan Nazi şefleri için Arjantin, Brezilya, Şili, Peru, Uruguay, Venezuela ve Meksika arka sahneleri hazırlanmış ve yine yeri geldiğinde onlar da sürüden ayrılmak zorunda bırakılmışlardır. "Yahudî Güç" (Judaic Power) herkese rolünü en doğru şekilde biçmiş ve onları olağanüstü oynatmıştır. Kimler yoktur bu Yahudîler arasında: Almanya'da kurulan "Ticârî amaçlı!" TULİ (THULE) adlı organizasyon. 15 kişi ve ne hiqmetse hepsi de Yahudî. Görevleri ajanlık! Francesko Franco (İspanyol Diktatör), İspanyol Anarşistleri'nin liderlerinden ikisi, masum ve tırnakları sökülmüş Trotsky, Adolf Hitler, Stalin, M. Kemal (Rakotsi ve Vedetta büyük Mason Locaları'nın en önemli üyelerinden), Lazar Moiseyewich Kaganovich (Stalin'in Anti-Hıristiyan propagandisti), Leiba Lazarevich Feldbin (Alexandr Orlov-Sovyet Gizli Polis şeflerinden, İspanya iç savaşında Sovyet istihbarî misyon şefi), Yevgeny Khaldei, Mark Osipovich Reizen, Lev Leopold Trepper (Kızıl Orkestra adlı Yahudî istihbarat örgütünün şefi, Hitler'in en yakınındaki adamlardan ve Stalin'le bağlantısını sağlayanlardan biri), Zakharovich Mekhlis, Howard Fast, David Dubinsky, Victor Rotschild ve hattâ Rosenberg'ler, daha bir sürü aktör.

İspanyol Anarşistleri'nin 1937-40 yılları arasında yoğun bir biçimde Meksika, Arjantin ve Şili'ye göç etmeleri ve bunların lider kadroları arasında mebzul miktarda da Yahudî bulunması hayli mânidârdır. Bir diğer garib üçlü ilişki de dikkat çekicidir: Nazi Gestapo-Stalin'in gizli siyâsî polisi G.P.U ve A.B.D istihbaratı: Breh, breh, breh...

Nitekim, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın sona ermesinden iki buçuk yıl sonra İsrail Devleti resmen ilân edilmiştir. Artık Stalin temel rolünü oynamış ve Moskova önlerinde âbideleştirilmiştir.

24 Mayıs 1940 tarihinde Trotsky'ye karşı yürütülen 1.Tasfiye Operasyonu'nun başında da bir Yahudî bulunuyordu: David Alfaro Siquieros. O, Meksika'nın ileri gelen ressâmlarından biriydi. Ressâmlar, esthetik ibdâcılığın, siyâsî tutkudan ayrılamayacağına inanırlar. San'ât, toplumun hem yansımasını hem de değişim-dönüşümünü ifâde eder. Ressâmlar birer san'âtçı oldukları kadar birer savaşçıdırlar da! Siquieros aynı zamanda Meksika Maden İşçileri Birliği'nin de lideridir ve İspanyol Savaşı'nda Cumhuriyet'in Albayı'dır. Siquieros önceleri Trotskyst'tir ama sonraları Anti-Trotskyst ve Stalinist cebhede yerini alır ve Meksika Elektrikçiler Birliği'nin binâsının duvarına "Burjuvazi'nin Portresi"ni çizer. Artık sıra eylemlerini taçlandırmaya gelmiştir. "İhânetçi Trotsky" bu "kutsal komünist topraklar"da lânetin ve şeytânın temsilcisidir ve tasfiye edilmesi gerekmektedir. Vaqit "İcrâ-i San'ât" vaqtidir. Bu eyleme giderken David'in taktığı sunî "Hitler Bıyığı" ise oldukça traji-komik bir davranıştır. Şaka yaptığım sanılmasın, David gerçekten de "Hitler Bıyığı" takarak Trotsky'nin evine varır. Yanında Felipe adlı G.P.U ajanıyla birlikte, Pajol kod adlı bir ressâm, emekli subaylar, maden işçileri, san'âtçılar ve işsizler de vardır. Şu tesâdüfe bakın ki, Felipe isimli ajan da aslında bir Yahudî'dir: Leonid Eitigon! Bu operasyon başarısız oldu. Bu arada Trotsky'nin korumalarından olan Sheldon Hurte'in de Stalin'in ajanlarından biri ve yahudî olduğu ortaya çıktı. Bu koruma çatışmada öldürüldü.

21 Ağustos 1940: 2. Tasfiye Operasyonu, ve bu kez başarılı. Trotsky'nin bedeni bir buz baltasıyla parçalandı. Cinâyeti işleyenin kim olduğu hâlâ tartışmalı olduğu için, hiçbir zanlının ismini burada ziqretmiyorum. Ve Trotsky'nin filmini yapmak da yine başka bir Yahudî'ye nasib oldu: Joseph Losey!

Son tahlilde, Trotsky diyalektiğini, Yahudî Güç'ün diyalektiğinin dışında görmenin mümkün olmadığını, bunu sırf bir reformizm-Ortodoxi yahut Stalin-Trotsky veya sınıfların mücâdelesi olarak görmeye çalışmanın asıl vizyonu buharlandıracağını ve bize asla tam ve yeterli bir tarihî perspektif veremeyeceğini düşünüyorum.

www.drhakkiacikalin.up.to

 

DİĞER YAZILARI

-Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- I

- Ma Alladzi Hadatha Fi Hadath 11/9  (11/09 'da Ne Oldu?)

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- II

- Aslında Nükte

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- III

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- IV

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - V

- Sholastik'ten Yola Çıkarak

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VI

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VII

www.yeniakademya.org

www.akademya.up.to