Sizce eşcinsellik genetik mi?
Evet Hayır
 
    hikayeler  

BULUŞMA 2 (yazan TROJAN)

Seni beklemek için geldiğim bu Fransız cafesinde belki saatlerdir yalnız oturuyor ve kahve üstüne kahve, sigara üstüne sigara içiyordum. Evet artık ben de sigara içiyorum ve ciğerlerimin dumanlanmasına pek de aldırmıyorum. Belki hücrelerime sızan duman kalbimi acıtan o duyguyu da biraz köreltiyor ya da ben içtiğim her sigara da seninle özdeşleştiriyorum kendimi...

Bilmiyorum... Tek bildiğim acının nicedir içime çöreklendiği ve onun varlığına garip bir şekilde alışmış olmam... Sana Venedik'ten hediye olarak getirdiğim içine kıpkırmızı bir gül hapsedilmiş olan kristal küreyi evirip çeviriyorum ellerimde... Belki birazdan senin ellerine bırakacağım onu... Uzaklara kaçışımın bir işareti olarak...

Sen evlenip balayına çıktığında çoktan bambaşka boyutlara uçmuştum ben... Senden, ailemden, birlikte yürüdüğümüz o sokaklardan, boğazın delici ışıklarından , martıların kanat seslerinden kaçmıştım... Ama aşktan kaçamamıştım... En uzak iklimlerde... En dokunulmamış vadilerde yapayalnız soluklanırken bile yanımdaydın biliyor musun ?... İçimde... Hücrelerimde... Damarlarımdaydın sen... Kanımın akışındaydın... Ben biraz da sen olmuştum galiba... Paris'te senin kokunu izledim güzel ve çekici Fransız kadınlarının ardında... Atina'da heykellerin hüzünlü bakışlarında seni buldum... Katmandu'da saçlarına yaseminler takmış o genç kızın gülüşündeydin sen... Saçlarının o derin kızıllığına saklanmış gölgeler gibiydi aşkım...

Ben sana hep aşkla baktım... Ama sen gözlerini kaçırdın benden... O güne kadar... Sıcacık bir Ağustos akşamında güneşin tatlı okşayışları altında kalabalık bir masada balık yiyorduk... O yaz Çeşme'deki yazlığınızda deliler gibi eğlenmiş çocuklar gibi gülüşmüştük seninle... Sana biraz da o zaman aşık olmuştum belki de... Ya da hep aşıktım ben de o yaz daha bir cüretkardım... Her fırsatta saçlarını okşuyor, kollarımla sarıyordum seni... Sen küçük bir çocuğu idare etmeye çalışan olgun abla havalarına giriveriyordun hemen... Ama eğer yalnızsak işte o zaman kızıl pırıltılı başını yavaşça omzuma bırakırdın... Çekinerek ve belki de etrafı kollayarak...Yanağına dokundurduğum öpücükleri tatlı bir gülüşle kabullenirdin... İşte o zaman dudaklarımı dudaklarına yaklaştırırdım ama hiç öpmemiştim seni... Hep o güzelim dudakların başladığı yerde biterdi benim öpüşlerim... O güne kadar... Balık ziyafetinde öyle güzeldin ki... Gözlerim hayranlıkla seni izledi bütün akşam... Uzun kızıl kumral saçlarını gevşekçe toplamış, siyah çiçekli mini bir elbiseyle hafifçe pembeleşmiş teninin çekiciliğini iyice vurgulamıştın... Opium kokusu geçtiğin her yerde büyülü bir işaret bırakıyordu sanki... Seni görmekle sarhoşluğum başlamıştı aslında ama balık ve rakı ikilisinin de bunda etkisi oldu sanırım...

Bir ara bir şeyler getirmek için mutfağa gittin ben de yardım bahanesiyle arkandan...Tezgahın önünde ekmek dilimliyorken yaklaştım yanına...Kokun ve saçlarında oynaşan yakamozlar iyice aklımı başımdan almıştı...Uzundum senden ...Kollarımı beline doladım hafifçe aniden döndün irkilmişcesine...Ben olduğumu anlayınca gülümsedin...Gözlerin ilk kez belki de gözlerime sabitlendi...İşte o zaman...İşte o zaman...Yasak meyveyi koparmanın tutkusuyla dudaklarını yakaladı dudaklarım ve istekle... tutkuyla... Özlemle... Hırsla... Aşkla... Öptüm seni...Kendini bütünüyle bırakmıştın...Ne büyülü bir andı o...Bütünüyle benimdin...Kollarımın arasında tuttuğum bedenin ve ruhuma değen ruhunla...Saniyeler sonra ittin beni korkuyla...İttin ve mutfaktan fırlayıp masada gülüşen kalabalığa doğru koştun...

Belki de o akşam karar vermiştin masanın en ucunda oturan ve sürekli sana kur yapan o hiç sevmediğin ve sürekli alay ettiğimiz adamla evlenmeye...O akşam sürekli onun saçma esprilerine gülmüş ve elini tutmasına izin vermiştin... Koyu karanlık bir gölge gibi sessizleştim masada... Günler boyunca soru dolu gözlerle izledim seni...Günler boyu yanına yaklaşmak için uğraştım...aramıza ördüğün o anlaşılmaz duvarı aşmak için umutsuzca çabaladım...Ama olmadı...Hep meşguldün, hep bir işin vardı, hep yorgundun ve yüzün hep soluktu...doğum günün geldiğinde dayanamadım ve saatlerce yağmur altında dolaşıp hediye aradım sana ve sonunda elimde yaldızlı kağıtlarla paketlenen opium şişesiyle kapıya geldim ama zili çalamadım...sular saçlarımdan süzülüyor...İplikleri çıkmış kotumun iyice bedenime yapışıp ağırlaşmasına sebep oluyordu...

"Delisin sen ... Delisin" içeri girdiğimde durmadan söyleniyordun...Islak saçlarıma ve çamurlu postallarıma aldırmadan içeri çektin beni ve annenin en sevdiği ipek kaplı kanepeye oturttun telaşla...Koşa koşa banyoya gitmiş ve bir havlu getirip saçlarımı kurulamaya başlamışken ellerimle tuttum ellerini ve yumuşak bir öpücük kondurdum parmaklarına sonra havluyu çekip aldım ve kollarında tutup seni yanıma oturttum... Şaşkındın... Ne yapacağını bilemeyen bir çocuk gibi masumdu bakışların... Ürkekti... Gülümseyerek yaldızlı paketi avuçlarına bıraktım ve "Doğum günün kutlu olsun" dedim... Ellerin neden titriyordu o zaman anlayamamıştım... Parfüm şişesini uzun süre neden elinde tuttun... Anlayamadım... Başın neden öne eğikti... Neden ayağa kalkıp bilinçsizce pencereye yürüdüğünü ve aniden durup geri döndüğünü... Garip ve anlaşılmaz bir tedirginliğin vardı... Bir şeyler oluyordu... "Bir şeyler var" dedim fısıltıyla...

Tek kelime çıktı ağzından ve o zaman parça parça olduğumu hissettim...Kalbim parçalanıyordu yavaş yavaş... o tek kelime her şeyi değiştirdi... Tek kelime...

"Evleniyorum..."

Eylül ayının hüzünlü ılıklığında cafenin camından yansıyan akşam güneşinde daha bir düşseldi İstanbul... Özlemiş miydim? Kimbilir?... Garip, anlaşılmaz, gizemli, çözülmez bir bilmece gibi önümde duruyordu İstanbul... Ve sen... Bir yudum daha kahveden ve bir enfes daha sigaradan... Bilerek erken gelmiştim bu buluşmaya... Eğer gelirsen içeri girişini görmek için... Ya gelmezsen!... Ya gelmezsen...

 

BULUŞMA'nın ikinci bölümü için tıklayınız.