Bilmiyorum... Tek bildiğim acının nicedir içime
çöreklendiği ve onun varlığına garip bir şekilde
alışmış olmam... Sana Venedik'ten hediye olarak
getirdiğim içine kıpkırmızı bir gül hapsedilmiş
olan kristal küreyi evirip çeviriyorum ellerimde...
Belki birazdan senin ellerine bırakacağım onu...
Uzaklara kaçışımın bir işareti olarak...
Sen evlenip balayına çıktığında çoktan bambaşka
boyutlara uçmuştum ben... Senden, ailemden,
birlikte yürüdüğümüz o sokaklardan, boğazın
delici ışıklarından , martıların kanat seslerinden
kaçmıştım... Ama aşktan kaçamamıştım... En uzak
iklimlerde... En dokunulmamış vadilerde yapayalnız
soluklanırken bile yanımdaydın biliyor musun
?... İçimde... Hücrelerimde... Damarlarımdaydın
sen... Kanımın akışındaydın... Ben biraz da
sen olmuştum galiba... Paris'te senin kokunu
izledim güzel ve çekici Fransız kadınlarının
ardında... Atina'da heykellerin hüzünlü bakışlarında
seni buldum... Katmandu'da saçlarına yaseminler
takmış o genç kızın gülüşündeydin sen... Saçlarının
o derin kızıllığına saklanmış gölgeler gibiydi
aşkım...
Ben sana hep aşkla baktım... Ama sen gözlerini
kaçırdın benden... O güne kadar... Sıcacık bir
Ağustos akşamında güneşin tatlı okşayışları
altında kalabalık bir masada balık yiyorduk...
O yaz Çeşme'deki yazlığınızda deliler gibi eğlenmiş
çocuklar gibi gülüşmüştük seninle... Sana biraz
da o zaman aşık olmuştum belki de... Ya da hep
aşıktım ben de o yaz daha bir cüretkardım...
Her fırsatta saçlarını okşuyor, kollarımla sarıyordum
seni... Sen küçük bir çocuğu idare etmeye çalışan
olgun abla havalarına giriveriyordun hemen...
Ama eğer yalnızsak işte o zaman kızıl pırıltılı
başını yavaşça omzuma bırakırdın... Çekinerek
ve belki de etrafı kollayarak...Yanağına dokundurduğum
öpücükleri tatlı bir gülüşle kabullenirdin...
İşte o zaman dudaklarımı dudaklarına yaklaştırırdım
ama hiç öpmemiştim seni... Hep o güzelim dudakların
başladığı yerde biterdi benim öpüşlerim... O
güne kadar... Balık ziyafetinde öyle güzeldin
ki... Gözlerim hayranlıkla seni izledi bütün
akşam... Uzun kızıl kumral saçlarını gevşekçe
toplamış, siyah çiçekli mini bir elbiseyle hafifçe
pembeleşmiş teninin çekiciliğini iyice vurgulamıştın...
Opium kokusu geçtiğin her yerde büyülü bir işaret
bırakıyordu sanki... Seni görmekle sarhoşluğum
başlamıştı aslında ama balık ve rakı ikilisinin
de bunda etkisi oldu sanırım...
Bir ara bir şeyler getirmek için mutfağa gittin
ben de yardım bahanesiyle arkandan...Tezgahın
önünde ekmek dilimliyorken yaklaştım yanına...Kokun
ve saçlarında oynaşan yakamozlar iyice aklımı
başımdan almıştı...Uzundum senden ...Kollarımı
beline doladım hafifçe aniden döndün irkilmişcesine...Ben
olduğumu anlayınca gülümsedin...Gözlerin ilk
kez belki de gözlerime sabitlendi...İşte o zaman...İşte
o zaman...Yasak meyveyi koparmanın tutkusuyla
dudaklarını yakaladı dudaklarım ve istekle...
tutkuyla... Özlemle... Hırsla... Aşkla... Öptüm
seni...Kendini bütünüyle bırakmıştın...Ne büyülü
bir andı o...Bütünüyle benimdin...Kollarımın
arasında tuttuğum bedenin ve ruhuma değen ruhunla...Saniyeler
sonra ittin beni korkuyla...İttin ve mutfaktan
fırlayıp masada gülüşen kalabalığa doğru koştun...
Belki de o akşam karar vermiştin masanın en
ucunda oturan ve sürekli sana kur yapan o hiç
sevmediğin ve sürekli alay ettiğimiz adamla
evlenmeye...O akşam sürekli onun saçma esprilerine
gülmüş ve elini tutmasına izin vermiştin...
Koyu karanlık bir gölge gibi sessizleştim masada...
Günler boyunca soru dolu gözlerle izledim seni...Günler
boyu yanına yaklaşmak için uğraştım...aramıza
ördüğün o anlaşılmaz duvarı aşmak için umutsuzca
çabaladım...Ama olmadı...Hep meşguldün, hep
bir işin vardı, hep yorgundun ve yüzün hep soluktu...doğum
günün geldiğinde dayanamadım ve saatlerce yağmur
altında dolaşıp hediye aradım sana ve sonunda
elimde yaldızlı kağıtlarla paketlenen opium
şişesiyle kapıya geldim ama zili çalamadım...sular
saçlarımdan süzülüyor...İplikleri çıkmış kotumun
iyice bedenime yapışıp ağırlaşmasına sebep oluyordu...
"Delisin sen ... Delisin" içeri girdiğimde
durmadan söyleniyordun...Islak saçlarıma ve
çamurlu postallarıma aldırmadan içeri çektin
beni ve annenin en sevdiği ipek kaplı kanepeye
oturttun telaşla...Koşa koşa banyoya gitmiş
ve bir havlu getirip saçlarımı kurulamaya başlamışken
ellerimle tuttum ellerini ve yumuşak bir öpücük
kondurdum parmaklarına sonra havluyu çekip aldım
ve kollarında tutup seni yanıma oturttum...
Şaşkındın... Ne yapacağını bilemeyen bir çocuk
gibi masumdu bakışların... Ürkekti... Gülümseyerek
yaldızlı paketi avuçlarına bıraktım ve "Doğum
günün kutlu olsun" dedim... Ellerin neden titriyordu
o zaman anlayamamıştım... Parfüm şişesini uzun
süre neden elinde tuttun... Anlayamadım... Başın
neden öne eğikti... Neden ayağa kalkıp bilinçsizce
pencereye yürüdüğünü ve aniden durup geri döndüğünü...
Garip ve anlaşılmaz bir tedirginliğin vardı...
Bir şeyler oluyordu... "Bir şeyler var" dedim
fısıltıyla...
Tek kelime çıktı ağzından ve o zaman parça
parça olduğumu hissettim...Kalbim parçalanıyordu
yavaş yavaş... o tek kelime her şeyi değiştirdi...
Tek kelime...
"Evleniyorum..."
Eylül ayının hüzünlü ılıklığında cafenin camından
yansıyan akşam güneşinde daha bir düşseldi İstanbul...
Özlemiş miydim? Kimbilir?... Garip, anlaşılmaz,
gizemli, çözülmez bir bilmece gibi önümde duruyordu
İstanbul... Ve sen... Bir yudum daha kahveden
ve bir enfes daha sigaradan... Bilerek erken
gelmiştim bu buluşmaya... Eğer gelirsen içeri
girişini görmek için... Ya gelmezsen!... Ya
gelmezsen...
|