Peki otuz yıllık bir ömrün kemikleşmiş yargılarını
“tarihin çöplüğüne” atmak için de yeterli bir
süre mi, üç ay? Bu garip sorunun yanıtı benim
durumumda evet. Fizikçiler zamanın göreceliliğini
formülleştirirken o vakte sığdırılmış olayları
mı esas alırlar acaba? Her şey o kadar kendiliğinden
oldu ki,duygularımı sorgulama fırsatım olmadı
bile. Hatta bu yönde bir istek de belirmedi
içimde. Sadece teslim oldum. Dev bir dalgaya.
Bilincimin üzerindeki kara örtüyü sessizce
kaldıran o oldu. Arzu. Acı veriyor, bu isim
dudaklarıma değdiğinde canım yanıyor. En yakın
arkadaşım. Bana bakışlarımın değiştiğini söylediği
o anda ne yanıt vereceğimi bilememiş, sonra
toparlanıp “nasıl yani?” diyebilmiştim. “bilemiyorum,
daha koyu belki, daha kapalı, daha yabancı.
Evet değiştin sen, tanıyamıyorum” Sözlerine
yanıtım koyu, karanlık, kapalı ve yabancı bir
bakış olmuştu yine. Yalnız ona değil, kendime
de yabancılaşmış biriydim artık. Ne söyleyebilirdim
ona; bu gün de bilemiyorum. Beni, bulunduğum
sıra dışı konuma taşıyan hikayenin başı iki
sene öncesine dayanıyor.
O yıl ülkenin bildik krizlerinin birinde bankadaki
işimden olmuştum ve ben de işsiz üniversite
mezunları istatistiklerinde yerimi almıştım.
Annemin işten çıkarılışıma neredeyse sevindiğini
hatırlıyorum. “olsun kızım, canın sağ olsun
demişti” ilkin. Sonra beklediğim önerisini yaptı:”
bu durumda yanımıza taşınman iyi olur. Nasıl
idare edeceksin? En azından bir iş buluncaya
kadar” oysa ailemden ayrı bir ev tutmak yaşamımın
en büyük zaferi olmuştu. Babamın laf çarpmalarına,
annemin sessiz protestosuna rağmen –onların
kırgın ve kızgın tavırlarını tercihimin ödenmesi
gereken bir bedeli sayıp- yapacağımı yapmıştım.
Öfkelerinin çok uzamayacağını da umut ederek.
Yalnız yaşamaya başladığımda yirmi altı yaşındaydım.
İş yerime yakın olmayı bahane ederek bizimkilerden
bir hayli uzak bir semte yerleşmiştim. Yaşamımı
özgürce sürdüreceksem anne babamla mahalle komşusu
da olmamam gerekirdi.
Böyle düşünmüştüm. İlk aylarda annemin bana
sağladığı konforu aradıysam da, yine de kendi
dünyamla baş başa kalmaktan haz duyuyordum.
Eh, iki yıl sonra tasımı tarağımı toplayıp ailemin
yanına geri dönmem yakışık alır bir şey değildi
artık. Yalnız yaşama ayrıcalığımdan vazgeçmeyecektim.
Bu yüzden bir hayli sıkıntı yaşayıp, babamdan
borç istemeyi de gururuma yediremediğimden bankadan
kredi çekmek zorunda kalmıştım. Günlerimi iş
ilanlarına bakarak geçiriyordum; haftada birkaç
iş başvurusu yaptığım da oluyordu. Kendime verdiğim
sözü tutacak, moralimi bozmayacaktım.
Kararlılığım sayesinde yedinci ayın ortalarında
bir iş buldum. Daha önce çalıştığım bankaya
kıyasla küçük bir işyeriydi, patronun her zaman
yan odada olduğu, duvarın gerisindeki varlığını
havanın her milimetre küpünde hissettirdiği
bir apartman katı. Olsun, ilk günlerdeki mutluluğumu
anlatamam. Sekiz saat bilgisayar ekranının fosforlu
ışığına baktıktan sonra bile neşeyle herkese
“iyi akşamlar” diyebiliyordum. Saatlerce hareketsiz
kalmaktan belim, sırtım tutulsa da, boynum da
eğrilik baş gösterse de umudum beni iyileştiriyordu.
İşyerinde toplam on iki kişiydik.
Önceleri Arzunun da ötekilerden ayrılır bir
yanı yoktu, sıradandı. Mesai arkadaşlığımızın
dışına taşıyamamıştık ilişkimizi. İlk yılım
daha çok kendi düzenimi kurmakla geçmişti. Kredi
borcumu ödemem, eve zevkime uygun eşyalar almam
gerekiyordu. Hafta içiyse eğer bir an önce kendimi
eve atmak isterdim; yorgunluktan.
o nedenle akşamları dışarı çıkma isteğim olmazdı
pek. Hafta sonlarını da ailemle geçirmeyi adet
edinmiştim. Annem benim için en sevdiğim yemeklerden
kurulu şahane bir sofra hazırlardı. İştekilerle
gündüz geçirdiğim vakti yeterli sayıyordum.
Hayatın tümüyle rastlantılara bağlı olduğunu
iddia edenler haklı olabilirler mi? Erhan’ın
bizde işe başlaması ilerde hayatımı yörüngesinden
çıkartacak olayların başlangıcı oldu. Zararsız
iyi birine benziyordu Erhan, komikti. Ve tanışmamızın
ikinci ayında gelip “sana aşığım; beraber olabilir
miyiz?” dedi. Onun teklifine “evet” derken evden
işe, işten eve rutinleşmiş günlerime biraz renk
geleceğini düşünüyordum. Bu yüzden sözü pek
uzatmadan olumlu yanıt verdim. Zaten benim dışımda
işteki herkesin ya sevgilisi vardı ya da evliydiler.
Belki bunun yarattığı ruh hali de Erhan’a “evet”
imi kolaylaştırmış olabilir.
Sevgili oluşumuz bizi kısa bir süre için de
olsa ilginin odağı haline getirmişti. Öyle ya,
on-on beş kişinin -ne yana dönülürse dönülsün-
birbirlerinin suratını gördüğü kapalı bir yerde
aslında çok sıradan şeyler bile heyecan yaratabilir.
Evet, çok iyi hatırlıyorum; sürekli etrafına
bir şeyler anlatan; her zaman kendi havasında
olan Arzu da, masasından kalkıp yanıma gelmiş,
yüzünde ışıl ışıl bir ifadeyle “hayırlı olsun
Nihal hanım, Erhan’ı size kaptırdık galiba”
demişti. Açıkçası bu sözleri beni şaşırtmıştı,
çünkü her akşam iş çıkışında onu almaya gelen
yakışıklı bir adamla el ele çıkarlardı. Onun
garipliklerinden biriydi böyle konuşması da.
O dönemde Arzu’yla ilgili düşüncelerim onun
kendine hiçbir şeyi dert etmeyen, pek az şeyi
ciddiye alan biri olduğu yönündeydi. Bu özellikleri
onu hoş sohbet kılsa da aşırı neşeyi kuşkuyla
karşılayan biri olduğumdan Arzuyu da anlaşılamayacak
insanlar sınıfına sokuvermiştim. Acaba ona bu
neşeyi veren neydi? Dünyada pek çok şeyin yolunda
gitmediğinden haberi var mıydı? Eğer her şeyin
farkında olarak neşesini koruyabiliyorsa ona
saygı duyardım. Çünkü dünyanın kötülüklerine
rağmen neşesini koruması onu değerli kılardı.
Ama onu tanımıyordum. Bu yüzden aslında dünyayla
ilgisiz, yalnız kendi keyfini önemseyen biri
olma ihtimalini de göz ardı edemezdim. Bu kuşku
onunla arkadaşlık etme isteği duymama engel
oluyordu.
|