Sizce eşcinsellik genetik mi?
Evet Hayır
 
    hikayeler  

ÖYKÜ (yazan SECRET)

NİHAL- “şu gezegende başına böyle bir hal gelebilecek son insan kimdir?” diye sorsalar,bir adım öne yürür; “ben” derdim. Soru şu vakitten üç ay önce sorulmuş olsaydı vereceğim yanıt bu olurdu kuşkusuz. Üç ay nedir ki? Aşık olmak için kısa bir süre mi? Hayır. Aşk bir bakışlık süreye de sığabilir kimi zaman. O halde üç ay aşık olmak için en azından yeterli bir zaman.

Peki otuz yıllık bir ömrün kemikleşmiş yargılarını “tarihin çöplüğüne” atmak için de yeterli bir süre mi, üç ay? Bu garip sorunun yanıtı benim durumumda evet. Fizikçiler zamanın göreceliliğini formülleştirirken o vakte sığdırılmış olayları mı esas alırlar acaba? Her şey o kadar kendiliğinden oldu ki,duygularımı sorgulama fırsatım olmadı bile. Hatta bu yönde bir istek de belirmedi içimde. Sadece teslim oldum. Dev bir dalgaya.

Bilincimin üzerindeki kara örtüyü sessizce kaldıran o oldu. Arzu. Acı veriyor, bu isim dudaklarıma değdiğinde canım yanıyor. En yakın arkadaşım. Bana bakışlarımın değiştiğini söylediği o anda ne yanıt vereceğimi bilememiş, sonra toparlanıp “nasıl yani?” diyebilmiştim. “bilemiyorum, daha koyu belki, daha kapalı, daha yabancı. Evet değiştin sen, tanıyamıyorum” Sözlerine yanıtım koyu, karanlık, kapalı ve yabancı bir bakış olmuştu yine. Yalnız ona değil, kendime de yabancılaşmış biriydim artık. Ne söyleyebilirdim ona; bu gün de bilemiyorum. Beni, bulunduğum sıra dışı konuma taşıyan hikayenin başı iki sene öncesine dayanıyor.

O yıl ülkenin bildik krizlerinin birinde bankadaki işimden olmuştum ve ben de işsiz üniversite mezunları istatistiklerinde yerimi almıştım. Annemin işten çıkarılışıma neredeyse sevindiğini hatırlıyorum. “olsun kızım, canın sağ olsun demişti” ilkin. Sonra beklediğim önerisini yaptı:” bu durumda yanımıza taşınman iyi olur. Nasıl idare edeceksin? En azından bir iş buluncaya kadar” oysa ailemden ayrı bir ev tutmak yaşamımın en büyük zaferi olmuştu. Babamın laf çarpmalarına, annemin sessiz protestosuna rağmen –onların kırgın ve kızgın tavırlarını tercihimin ödenmesi gereken bir bedeli sayıp- yapacağımı yapmıştım. Öfkelerinin çok uzamayacağını da umut ederek. Yalnız yaşamaya başladığımda yirmi altı yaşındaydım. İş yerime yakın olmayı bahane ederek bizimkilerden bir hayli uzak bir semte yerleşmiştim. Yaşamımı özgürce sürdüreceksem anne babamla mahalle komşusu da olmamam gerekirdi.

Böyle düşünmüştüm. İlk aylarda annemin bana sağladığı konforu aradıysam da, yine de kendi dünyamla baş başa kalmaktan haz duyuyordum. Eh, iki yıl sonra tasımı tarağımı toplayıp ailemin yanına geri dönmem yakışık alır bir şey değildi artık. Yalnız yaşama ayrıcalığımdan vazgeçmeyecektim. Bu yüzden bir hayli sıkıntı yaşayıp, babamdan borç istemeyi de gururuma yediremediğimden bankadan kredi çekmek zorunda kalmıştım. Günlerimi iş ilanlarına bakarak geçiriyordum; haftada birkaç iş başvurusu yaptığım da oluyordu. Kendime verdiğim sözü tutacak, moralimi bozmayacaktım.

Kararlılığım sayesinde yedinci ayın ortalarında bir iş buldum. Daha önce çalıştığım bankaya kıyasla küçük bir işyeriydi, patronun her zaman yan odada olduğu, duvarın gerisindeki varlığını havanın her milimetre küpünde hissettirdiği bir apartman katı. Olsun, ilk günlerdeki mutluluğumu anlatamam. Sekiz saat bilgisayar ekranının fosforlu ışığına baktıktan sonra bile neşeyle herkese “iyi akşamlar” diyebiliyordum. Saatlerce hareketsiz kalmaktan belim, sırtım tutulsa da, boynum da eğrilik baş gösterse de umudum beni iyileştiriyordu. İşyerinde toplam on iki kişiydik.

Önceleri Arzunun da ötekilerden ayrılır bir yanı yoktu, sıradandı. Mesai arkadaşlığımızın dışına taşıyamamıştık ilişkimizi. İlk yılım daha çok kendi düzenimi kurmakla geçmişti. Kredi borcumu ödemem, eve zevkime uygun eşyalar almam gerekiyordu. Hafta içiyse eğer bir an önce kendimi eve atmak isterdim; yorgunluktan.
o nedenle akşamları dışarı çıkma isteğim olmazdı pek. Hafta sonlarını da ailemle geçirmeyi adet edinmiştim. Annem benim için en sevdiğim yemeklerden kurulu şahane bir sofra hazırlardı. İştekilerle gündüz geçirdiğim vakti yeterli sayıyordum.

Hayatın tümüyle rastlantılara bağlı olduğunu iddia edenler haklı olabilirler mi? Erhan’ın bizde işe başlaması ilerde hayatımı yörüngesinden çıkartacak olayların başlangıcı oldu. Zararsız iyi birine benziyordu Erhan, komikti. Ve tanışmamızın ikinci ayında gelip “sana aşığım; beraber olabilir miyiz?” dedi. Onun teklifine “evet” derken evden işe, işten eve rutinleşmiş günlerime biraz renk geleceğini düşünüyordum. Bu yüzden sözü pek uzatmadan olumlu yanıt verdim. Zaten benim dışımda işteki herkesin ya sevgilisi vardı ya da evliydiler. Belki bunun yarattığı ruh hali de Erhan’a “evet” imi kolaylaştırmış olabilir.

Sevgili oluşumuz bizi kısa bir süre için de olsa ilginin odağı haline getirmişti. Öyle ya, on-on beş kişinin -ne yana dönülürse dönülsün- birbirlerinin suratını gördüğü kapalı bir yerde aslında çok sıradan şeyler bile heyecan yaratabilir. Evet, çok iyi hatırlıyorum; sürekli etrafına bir şeyler anlatan; her zaman kendi havasında olan Arzu da, masasından kalkıp yanıma gelmiş, yüzünde ışıl ışıl bir ifadeyle “hayırlı olsun Nihal hanım, Erhan’ı size kaptırdık galiba” demişti. Açıkçası bu sözleri beni şaşırtmıştı, çünkü her akşam iş çıkışında onu almaya gelen yakışıklı bir adamla el ele çıkarlardı. Onun garipliklerinden biriydi böyle konuşması da.

O dönemde Arzu’yla ilgili düşüncelerim onun kendine hiçbir şeyi dert etmeyen, pek az şeyi ciddiye alan biri olduğu yönündeydi. Bu özellikleri onu hoş sohbet kılsa da aşırı neşeyi kuşkuyla karşılayan biri olduğumdan Arzuyu da anlaşılamayacak insanlar sınıfına sokuvermiştim. Acaba ona bu neşeyi veren neydi? Dünyada pek çok şeyin yolunda gitmediğinden haberi var mıydı? Eğer her şeyin farkında olarak neşesini koruyabiliyorsa ona saygı duyardım. Çünkü dünyanın kötülüklerine rağmen neşesini koruması onu değerli kılardı. Ama onu tanımıyordum. Bu yüzden aslında dünyayla ilgisiz, yalnız kendi keyfini önemseyen biri olma ihtimalini de göz ardı edemezdim. Bu kuşku onunla arkadaşlık etme isteği duymama engel oluyordu.

 

ikinci bölüm için tıklayınız.