HIRİSTİYANLIK

GİRİŞ

Hıristiyanlığı ve ortaya çıkışını incelemeye başlamadan önce, Alman Protestan Kilise Komisyonu'nun kontrolünden geçmiş, Eski ve Yeni Ahit çevirisindeki şu cümlelere göz atmak doğru olur sanırım:

"Kutsal Kitap (Eski ve Yeni Ahit) gökten inmiş değildir. Eski Ahit'in 39 kitabıyla dört İncil binlerce yılda yavaş yavaş gelişmiş ve son şeklini almıştır."

Protestanlığın doğum yeri olan Almanya'daki en yüksek dini kurullardan biri tarafından onaylanan bu cümle, bundan yüz yıl önce bile, ancak sayılı kişilerin o da tehlikeyi göze alarak söyleyebilecekleri kadar cüretli sayılırdı. Ama daha 1670 yılında kendisi de bir Yahudi olan filozof Baruch Spinoza, adını vermeden yayınladığı "Tractatus theologica-politicus" adlı kitabında şöyle demişti:

"Kutsal Kitabın, olduğu gibi, bir insana gökten inen Tanrı mektubu olduğuna inanan kişi, hiç şüphesiz beni, Kutsal Ruha karşı günah işlemekle suçlandıracaktır. Çünkü ben burada Tanrı kelamının yanlışlarla dolu, bir çok yerleri kesilmiş, değiştirilmiş ve bir çok yerlerinde kendi kendisiyle çelişir hale gelmiş olduğunu ileri sürmekteyim. Ama eğer onlar da düşünecek olurlarsa hiç şüphesiz bağırmaktan vazgeçeceklerdir."

Ölü Deniz Tomarları

Bu sözler büyük bir kızgınlık ve nefret uyandırdı. Hıristiyanlar, özellikle Luther mezhebinin tutucuları, Spinoza'nın "Cehennem direği" olduğu gibi övgüleri(!) sıkça kullandılar. Yahudiler onu topluluklarından attılar. Ama kitabı, pek çok kez, içindekilerle hiç ilgisi olmayan adlar altında ve yazarı belirtilmeden yayınlandı.

İlki 1947 yılında çobanlar tarafından, Lut gölü kıyısındaki Kumran'da, mağaralarda bulunan yazı tomarları, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin bir mezhebinden gelmiş olduğunu inkar edilemez bir açıklıkla ortaya koydu.

1- HIRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU ÖNCESİ FİLİSTİN

Büyük Herodes

M.S. 27 ile 30 yılları arasında, Yahya'nın öğrencilerinden biri olan İsa'nın Filistin'de vaazlar vermesiyle başlattığı hareket, Hıristiyanlığın kaynağını teşkil etmiştir. Bu dönemde Filistin, Roma İmparatorluğunun bir parçasıydı ve bu topraklarda yaygın bir inanış olan Musevilik, tek bir Tanrı'ya inandığından, İmparatorluk içinde özel bir statüye sahipti. Filistin'in o dönemlerde pek de huzur dolu olduğu söylenemez. Ülke Roma işgali altındaydı ve Romalı valinin gücü, yerel krallıkların üstündeydi. Yabancı işgali ülkede şiddetli tepkilere yol açıyordu. Roma İmparatorluğu'nun asimilasyon niyet ve özlemi ve hakim güçle yaptığı dini ve siyasi uzlaşmalar Museviliğin bünyesinde protesto hareketlerine neden oluyordu. Son Yahudi kralı Büyük Herodes'in ölümünden sonra, toprakları Roma tarafından üç oğlu arasında paylaştırılmıştı. Kendisi gibi oğulları da, Roma valisinin kontrolü altındaydı. Vergiler ağırdı. Ülkede Roma, yerel krallıklar ve başkahin tarafından ayrı ayrı vergi toplanmaktaydı. Sosyal ve politik istikrarsızlığın yanı sıra dinsel çalkantılar da yaygındı. Yahudiler tanrı tarafından adalet ve barışı hakim kılmak için gönderilecek bir Mesih bekliyor ve bu bekleyiş onlara dayanma gücü ve moral aşılıyordu.

 Musevilik bir çok tarikata ayrılmıştı ve sinagoglarda farklı tarikatların görüşlerini paylaşanlar arasında şiddetli tartışmalar meydana geliyordu. M.S. I. yüzyılda Filistin'deki Yahudiler arasında hakim durumda bulunan dört büyük tarikat vardı. Bunlar Sadduki, Ferisi, Essen ve Zealot tarikatlarıydı.

Saddukiler, toprak sahibi, zengin aristokrat din adamlarının oluşturduğu bir topluluktu. Musevi Yasası'nın ödün vermeden katı bir biçimde uygulanması ve tapınma törenlerinin sürdürülmesi için mücadele veriyorlardı. Saddukiler, meleklerin varlığına, ruhun ölümsüzlüğüne ve ölümden sonraki hayata inanmamaktaydılar.

Ferisiler ise Saddukilerin tam karşısında yer alıyorlar, Kutsal Yazılar yanında sözlü geleneğe de önem veriyorlardı. Musevi Yasası'nın tartışılabileceğini ve değişik biçimlerde yorumlanabileceğini kabul ediyorlar, ölülerin dirileceğine ve ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorlardı. Yahudilerin büyük bir bölümü bu tarikatı benimsemişlerdi.

Essen tarikatına inananlar, biri Mısır'da Maoris Gölü'nün kıyısında; diğeri Ölü Deniz yakınlarındaki Engedi Çölü'nde manastır benzeri bir örgütlenme oluşturmuşlardı. Bedenin yeniden dirilişine inanıyorlar ve hatta bu inançlarını, Tanrı'nın egemenliğinin çok yakında gerçekleşeceği düşüncesiyle birleştirerek daha da güçlendirmek istiyorlardı.

Zealotlar ise Yahudi milliyetçiliğine kendilerini adamış bir topluluktu. Roma'ya vergi ödenmemesini ve Roma İmparatoru'nun otoritesinin kabul edilmemesini ileri sürerek siyasal bir mücadele veriyorlardı. Roma'ya karşı o dönemde verilen direniş hareketinin kaynağını da bu tarikata mensup Yahudiler oluşturuyordu.

Yukarıda sözü edilen tarikatların, ölümden sonraki hayat, ruhun ölümsüzlüğü veya meleklerin varlığı konusunda birbiriyle benzeşen ya da farklı düşünceleri olmasına karşılık genelde hemfikir oldukları bir nokta vardı ki, o da "Tanrının İsrail'i kurtarmak için bir mesih göndereceği" inancıydı.

2- İSA'NIN DÜNYAYA GELİŞİ

İsa, gelecek kuşaklara yazılı hiçbir belge bırakmadığından, yaşamı ve öğretisi ile ilgili tanıklıkların büyük bir bölümü İncillerde anlatılanlardan kaynaklanır. Oysa bu kaynaklarda tarihi olaylar ve biyografik göndermeler çok az yer tutar. Yine de bunlardan anlaşıldığı kadarıyla İsa, Roma iktidarınca tanınan Yahudi Kralı Büyük Herodes'in ölümünden kısa bir süre önce, Nasıralı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Matta ve Luka İncilleri, İsa'nın doğumunu, Roma'nın kuruluşunun 750. yılında ölen Büyük Herodes dönemine tarihler. Bu da yaklaşık olarak M.S. 4 yılına tekabül etmektedir.

Meryem ve İsa

İsa'nın ailesinin Nasıra'lı olduğunu yukarıda söylemiştik. Peki kendisi nerede dünyaya gelmişti? Matta İncili'nde İsa'nın doğum yeri olarak, Yahudiye'ye bağlı Beytlehem kasabası gösterilir (MATTA Bab: 2/1-6). Luka'nın İncili ise bu bilgiye bazı küçük ayrıntılar ekler. Buna göre Meryem, Galile'ye bağlı Nasıra kasabasından, Yahudiye'ye bağlı Beytlehem'e kocası Yusuf ile birlikte gitmiş ve doğum burada gerçekleşmiştir (LUKA Bab:2/1-7). Peki İsa'nın babası Yusuf mudur? Kutsal kitaplara göre İsa'nın babası Yusuf değildir. Meryem kimse ile ilişkiye girmemiş, "Tanrı'nın isteğiyle" hamile kalmıştır. Örneğin Kuran-ı Kerim'de bu konu şöyle geçmektedir:

"Meryem: 'Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir?' demişti. Ama Allah dilediğini böyle yaratır. Bir işin olmasını dilerse ona 'ol ' der ve olur." (Ali İmran: 3/47)

"Ey Meryem! Muhakkak ki Allah seni seçti, seni arıttı ve bütün kadınlardan seni üstün kıldı." "Ey Meryem, Rabbine itaat et, secde et, cemaatle birlikte rükuu et." (Ali İmran: 3/43-44)

"Allah katında İsa'nın durumu, kendisini topraktan yaratıp sonra 'ol' demesiyle olan Adem'in durumu gibidir." ( Ali İmran: 3/59)

O yıllarda, Ölü Deniz'in batı kıyısında yer alan Kumran bölgesinde, "Kumranlı Kahinler"ya da "Esseniler" olarak adlandırılan bir topluluk yaşamaktaydı.

Meryem'in de Esseniler soyundan gelme Galile'li bir ailenin çocuğu olduğu bilinmektedir. İsa, daha çocukluk yıllarında sinagoglara giderek Yazıcılar (Musa'nın yasasını öğreten ve halka yorumlayan din adamları) ile Ferisiler arasındaki tartışmaları izlemeye başlamıştı. Kelamı özünden koparıp yok edecek ölçüde eğip büken ve kendi çıkarlarına göre yorumlayan bu din adamlarından kısa zamanda tiksinir hale geldi. Bu tartışmalar nedeniyle kafası giderek karışıyor, olup bitenlere bir açıklama getiremiyordu. Yine bir gün eve gelip Sinagog'da geçen tartışmalarla ilgili annesine bir soru sordu. Annesinin verdiği cevap ise şöyleydi:

-"Tanrı'nın kelamı sadece peygamberlerde yaşar, Gün gelecek, senin sorunlarına, Karmel Tepesi'nde ve Ölü Deniz civarında yaşayan münzeviler yani Esseniler cevap verecek."

İsa'nın Yahya ile karşılaşmadan önceki günlerini İnciller hep es geçmişlerdir. İncillere göre İsa görevi Yahya'dan devralmıştır. Hemen bunun ardından da, peygamberlik güveni ve mesihlik şuuru ile donanmış halde, elinde kesin ve sarsılmaz nitelikli bir doktrinle Galile'de ortaya çıkmıştır. Ancak durum hiç de böyle değildir. O'nun ortaya çıkışının bir ön hazırlık dönemi olmuştur. İsa'nın görevine hazırlanmasında Esseniler büyük bir rol oynamışlardır.

İsa'nın öğretisiyle, Essenilerin öğretisi yan yana getirilip incelendiğinde büyük bir yakınlığın hatta tıpa tıp denecek ölçüde benzerliğin olduğu görülür. Ancak ne ilginçtir ki, ne İsa ne de havarileri, bu gizemli toplulukla ilgili tek bir söz bile etmemişlerdir. Onların bu suskunlukları, bazı ünlü din araştırmacılarının da dikkatini çekmiştir. Örneğin; Edouard Schuré, "Les Grands Initiés" (Büyük İnisiyeler) adlı eserinde bu konudan şöyle bahseder:

"Havariler ve İncil yazarları onlardan niçin eni konu söz etmemişlerdir? Essenileri kendilerinden saydıkları, onlara 'sırlar yemini' ile bağlı bulundukları ve onların inanç sistemleriyle kendi sistemleri kaynaşmış olduğu için tabii..."

3- İSA ESSENİLERİN YANINDA

Esseni tarikatı, son İsrail kralı Samuel tarafından organize edilmiş olan peygamberler topluluğunun, İsa zamanına kadar ulaşmış bulunan son kalıntısını oluşturmaktaydı. Yerleşmiş oldukları Kumran Vadisi yakınlarındaki bir mağarada bulunan ve "Ölü Deniz Tomarları" olarak bilinen el yazmaları, Esseniler hakkında önemli bilgiler içeren tek tarihi belgedir. Filistin hükümdarlarının zorbalığı ile aç gözlü ve uşak zihniyetli ruhban takımının Kutsal Tapınağı yönetim biçimi, bu insanların protesto amacıyla Kudüs'ü terk etmelerine ve inzivaya çekilip sessizliğe gömülmelerine neden olmuştu. Onlar artık kendilerinden öncekilerin yolunu izlemekten vazgeçip mücadeleyi bırakmışlar, eski gelenekleri korumak ve sürdürmekle yetinmişlerdir. Özellikle son üç din ve son üç peygamberin bilinmeyen dünyalarını araştırmak isteyen bilim adamlarının başlıca başvuru kaynağını, bu gizemli topluluğun el yazmaları oluşturmuştur. Esseniler günümüzden 2000 yıl önce sözü edilen topraklarda yaşıyorlardı ancak ilk ne zaman ortaya çıktıkları hakkında elde yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ortaya çıkışları gibi kayboluşları da bir muammadır. Bu topluluk Kumran merkezini M.Ö. 31 yılında terk etmiştir. Fakat, neden bu bölgeyi terk ettikleri ve nereye gittikleri konusunda hiç bir bilgi yoktur. Ancak çok ilginçtir ki, İsa'nın doğumundan altı yıl sonra aniden geri dönmüşler; merkezlerini yeniden oluşturmuşlar ve daha geniş toplantı salonları inşa etmişlerdir.

Esseni ismi Sami dilinde tabipler anlamına gelen Asaya sözcüğünden türemiştir. Zira bir görevleri de fiziksel ve ruhsal hastalıkları tedavi etmekti. M.S. 37-95 yılları arasında yaşamış olan Yahudi tarihçi Jozef (Yusuf) "Yahudilerin Savaşı " adlı eserinde, "Bitkilerin ve minerallerin bilinmeyen niteliklerini konu edinmiş olan bazı kitapları, büyük bir titizlikle incelemekteydiler..." demektedir. Bazılarının kehanet yeteneğine de sahip oldukları söylenmektedir. Örneğin; tarikata mensup Ménahem adlı bir kahinin, Herodes'e krallık yapacağını müjdelediği söylenir. M.Ö. I. yüzyılda yaşamış olan Philon ise Essenilerden şöyle söz etmektedir: "Onlar Tanrı'ya büyük bir saygıyla hizmet ederler; bu hizmeti, ona kurbanlar sunarak değil fakat onu ruhen ululayarak yerine getirirler. Onlar şehirden uzakta yaşamakta ve kendilerini barış ve sessizlik sanatına vermektedirler. Aralarında bir tek köleye dahi rastlamak mümkün değildir; hepsi özgürdür ve birbirleri için çalışmaktadırlar." Essenilerde herkesin malı ortaktı. Herkes bir kazandan yemek yer kimseye bir ayrım yapılmazdı. Bu noktada, bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz benzerliklere dikkatinizi çekmek istiyorum. Hıristiyanlık da ilk yıllarında eşitlikçi bir toplum düzenini savunuyordu. Buna göre köle-efendi, zengin-yoksul tüm insanlar eşit yaratılmıştı. "Bütün iman edenler bir arada olup her şeyleri müşterekti; mallarını ve mülklerini satıp onları hepsine, herkesin ihtiyacına göre dağıtıyorlardı. Her gün birlikte mabede devam edip evde ekmek kırarak sevinçle ve yürek sadeliğiyle yemek yiyorlardı" (Yeni Ahit: Resullerin İşleri, 2:44-46)

Tarikat üyelerinin uymak zorunda olduğu çok kesin ve ciddi kurallar vardı. Üye olabilmek için bir yıllık çömezlik dönemini başarıyla sonuçlandırma şartı aranıyordu. Bu dönem içinde itidal ve kanaatkarlığını ispatlamış olan çömez, sadece kirlilikten arınma amaçlı çalışmalara katılabilirdi. Ama tarikatın mürşitleriyle konuşması yasaktı. Asil üye olması için iki yıl daha çalışmak ve pek çok sınavdan başarıyla geçmek zorundaydı. Bu sınavlar ve deneylerden başarıyla geçenler arasında yine bir seçim yapılır; üç yılın sonunda düzenlenen bir törenle Essenilerin "Gizli Sırlar Öğretisi"ne, kabul edilirlerdi. Kabul töreninde yeni üye, tarikatın vereceği görevleri hakkıyla yerine getireceğine ve sırlarını hiç bir şekilde açıklamayacağına dair "ölümüne yemin" ederdi. Bu törenlerden sonra, Essenilerin gizli ayinini oluşturan ortak yemeğe geçilirdi. Daha sonra İsa tarafından oluşturulmuş olan Fısıh yemeğinin (İsa'nın havarileriyle yediği son yemek bir fısıh yemeğidir), ilk şekli olarak kabul edilebilecek bu kardeşler arası şölenler, dua ile başlayıp dua ile bitmekteydi. Artık Esseni rahibi olabilmek için önlerinde uzanan yolda yürümeye hak kazananlar; "Ruhun ezelden beri mevcut olduğu ve bu mevcudiyetini ebediyetler boyunca sürdüreceği" temeline dayanan "Sırlar Öğretisi"ne dahil edilirlerdi.

Güneş doğmadan uyanmak ve gündoğumunda çalışmaya başlamak bir başka Esseni geleneğiydi. Esseniler öğle yemeğinden önce bir yıkanma töreni yaparlar, ardından yemek için bembeyaz giysiler giyerlerdi. Yemekte giydikleri bu giysileri kutsal olarak kabul ettikleri için, günlük işlerine başlarken çıkarırlardı. Esseni rahipleri günde üç kez yıkanırlardı. Bu temizlik yalnızca fiziksel açıdan değil, ruhsal açıdan da kirlilikten arınma anlamına gelmekteydi. Daha sonra bu suyu, öğrencilerinin başına sürerek, bir nevi kendi enerjilerini öğrencilerine aktarmış olurlardı. Bu törenlerle, daha sonraları Hıristiyanlıkta karşılaşacağımız "vaftiz törenleri" arasında büyük benzerlikler vardır. Ancak günümüzde Hıristiyan rahipleri, tüm bunlardan habersiz, sadece şeklen vaftiz törenlerini yerine getirmeye çalışmaktadırlar. 1951-1952 yılları arasında, Kumran Vadisi'nde yapılan arkeolojik kazılarda tarihi M.Ö. 110 yıllarına kadar giden bir yapı kalıntısı bulunmuştur. Yapılan araştırmalarda bu yapının, yukarıda bahsettiğimiz törenlerde kullanılan bir mabet olduğu ortaya çıkmıştır. Bu mabet, kanallar sistemiyle birbirine bağlanmış bir dizi havuzdan oluşuyordu. Tarikata girenlere sırlar burada öğretiliyor, vaftiz törenleri burada yapılıyordu.

Birbirlerini kardeş olarak kabul eden Esseni üyeleri, ilişkilerinde her zaman yumuşak başlı ve iyi niyetliydiler. Kendilerini barış ve huzur içinde bir yaşama adamışlardı. Toprağı işleyerek kendi ihtiyaçlarını karşılıyorlar, dokumacılık ve ağaç işleriyle de uğraşıyorlardı. Silah üretimi ve ticaret yapanına rastlamak mümkün değildi. Sözleri yeminden de güçlüydü; işte bu nedenledir ki, günlük hayat içinde edilmiş yemini, gereksiz bir şey ve yalancılık gibi kabul etmekteydiler. Filistin ve Mısır'dan, Horeb tepesine kadar olan geniş alanda küçük gruplar halinde yaşamakta olan Esseniler, birbirlerine karşı büyük bir misafirperverlik gösterirlerdi. İleride göreceğimiz gibi şehirden şehire, eyaletten eyalete yolculuk yapmış olan İsa ve şakirtleri, işte bu nedenle kendilerine her zaman sığınacak güvenli bir yer bulabilmişlerdir.

Yeruşalim inanç sisteminin dış görünüşteki şatafatına kayıtsız kalmış, Sadduki sertliğini, Ferisi gururunu ve Sinagog'un ukalalığını ve yavanlığını reddetmiş olan İsa, Essenilere karşı doğal bir yakınlık duymuştur. Yusuf'un daha genç yaştayken ölümü, İsa'nın erken olgunlaşmasına sebep olmuştu. Kardeşleri, baba mesleği olan marangozluğu devam ettirerek evin geçimini sağlıyorlardı. O nedenle annesi, İsa'nın gizlice Engedi'ye gitmesine izin vermişti. İsa burada bir kardeş gibi karşılanıp Tanrı'nın sevgili bir kulu olarak selamlandı. Esssenilerden peygamberlere ait gizli bilgileri ve bu gelenek aracılığıyla da kendi tarihi ve dini konumunu öğrendi. Resmi Yahudi doktrini ile tarikat müritlerine özgü eski bilgi ve bilgelik arasındaki derin uçurumu fark etmişti. Müritlere öğretilen o bilgi ve bilgelik dinlerin gerçek anasıydı. Kutsal inançlar, hiç bir şarta bağlı olmayan siyasi iktidar ve ruhban takımının yalanlarıyla hırpalanmakta, insanlar büyük bir zulme uğramaktaydı. İlk bakışta çocuk masalından farksızmış gibi görünen Tekvin'in (Tevrat'ın bir bölümü), teogoni (putperestlerde tanrıların oluşu konusu) ve kozmogoniyi (kainatın meydana geliş sistemi) sembolik bir dille anlatan engin anlamlı bir metin olduğunu da burada öğrenmişti. Burada soluduğu ortam, değişim ve gelişim sürecindeki ruhların, birbirini takip eden yaşamlar aracılığıyla (bir başka deyişle Adem'in nesilleri aracılığıyla) önce bedenlenip sonra tekrar Tanrı'ya dönüşlerini adeta kendi iç evreninde yaşatmıştı. Musa peygamberin "Tek Tanrı" esasına dayalı bir din yaratma ve halkı tek bir din çevresinde toparlama gayretlerinden çok etkilenmişti.

"İnsanoğlu'nun ve Tanrıoğlu'nun Sırları" adıyla bilinmekte olan "İlahi Kelam Doktrini"nin tüm sırları kendisine açıklandı. Bu doktrine göre, Tanrı'nın en yüce tezahürü (görüntüsü) İnsan'dı; yani oluşumuyla, biçimiyle, organlarıyla ve zekasıyla Evrensel Varlığın sureti konumunda bulunan ve onun yetenekleriyle donatılmış durumda olan İnsan... Buna karşılık insanlığın yeryüzündeki gelişimi sırasında Tanrı, insan varlıklarının ve insani kusurların oluşturduğu çoklukta adeta dağılmış ve parçalara ayrılmış gibiydi. O İnsanoğluydu. "Kamil İnsan", yani içinde Tanrı'nın en derin ve engin düşüncesini barındıran "Örnek İnsan". Görevi, içine gömüldüğü bataklıktan insanlığı çekip çıkarmak ve ileri doğru atılım yapabilmesi için ona çeki düzen vermekti. Bu doktrine göre; böyle bir durumda, Tanrılık, bu Seçkin Varlık'ta tam anlamıyla görünür hale gelmekte, yani bir anlamda "İnsanoğlu", "Tanrıoğlu" olmaktaydı. . Essenilerin bu inancı, kendilerinden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak olan Mutasavvufların, "Enel Hak" inancıyla büyük oranda benzeşmektedir. Mutasavvuflar, çilehanelerde kendileriyle baş başa kalarak nefsaniyetten sıyrılmakta, tüm günahlarından arındıklarına inandıklarında ise "Enel hak" diyerek ortaya çıkmaktadırlar. Fakat bu inançta, seçilmiş bir kişi yoktur. Tasavvuf felsefesine sadık kalan herkes, tüm günahlarından sıyrıldığında, bu anlamda "Tanrıoğlu" olabilmektedir.

İsa, Essenilerin yanında yıllarca kaldı. Bu süre zarfında onların disiplinine ayak uydurmuş, onlarla birlikte doğanın sırlarını incelemiş ve bilinmeyen tedavi şekillerini öğrenmiştir. Diğer yandan insanlığın çektiği azaplar, açlık, hastalık ve sefalet, gördüğü baskılar karşısındaki çaresizliği ve umutsuzluğu, İsa'nın derin düşüncelere dalmasına neden oluyordu. Daha çocuk yaşlarında iken ailesiyle yaptığı ilk hac ziyareti sırasında, insanların bu sefaleti, çaresizliği ve umutsuzluğuyla yüz yüze gelmişti. İsrail'in gururu olarak kabul edilen Yeruşalim kenti aynı zamanda Yahudi özlemlerinin merkezi konumundaydı. Bu kentin uğradığı felaketler, Yahudilerin ruhunda isyanlar koparmıştır. Onlara göre Rab, Tanrı'nın şehrinin yani Yeruşalim'in yok olmasına asla müsaade etmeyecekti. Ancak ne var ki Yeruşalim, Roma'nın ve onun yardakçısı Herodes'in acımasız kuşatma harekatlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu olaylarda adeta sel gibi kan akmış, Roma lejyonları halkı yollarda kıtır kıtır boğazlamış ve pek çoğu çarmıha gerilmişti. (Bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgileri "Musa ve Yahudilik" bölümünde bulabilirsiniz). Mezar sayısındaki artışa paralel olarak insanlardaki umut da giderek azalmaktaydı. Ama bununla birlikte, Tanrı'nın kendilerini kurtarmak için bir Mesih'i görevlendireceği inancı az da olsa yüreklerine su serpiyordu. Onca zulüm ve aşağılanmanın yanı sıra, bir de büyük rahibi korkak bir köle durumuna getirmiş olan Herodes, mabedi, insanlarla alay edercesine yeniden ve hem de Süleyman'ınkinden daha gösterişli bir şekilde inşa ettirmişti

Herodes Mabedi

Yeruşalim, bunlar başına geldi diye kutsallığını yitirecek değildi tabii. Özellikle Yahudiye bir Roma eyaleti olduktan sonra, Yeruşalim ve Yehova Mabedi Yahudiler için önemini arttırmıştı. Pere'den, Galile'den, İskenderiye'den ve Babil'den gelen Yahudiler, bu kenti tatlı hayallerinin başkenti olarak görüyorlardı. İsa'nın bu ilk hac ziyaretini, Edouard Schuré, "Les Grands Initiés" (Büyük İnisiyeler) adlı eserinde bakın nasıl anlatıyor:

"Sion Tepesi'nin üstüne bir kale gibi oturmuş olan, yüksek duvarlarla çevrili kentin kapılarında, elleri mızraklı Roma lejyon askerlerinin nöbet tuttuğunu gördüğünde İsa'nın içini birden tuhaf bir eziklik duygusu kaplayıvermişti. Herodes ayrıca, Roma tipi bir amfiteatr ve mabede hakim konumda bir kule (Antonia Kulesi) inşa ettirmişti. İsa, mabedin merdivenlerini çıkmış, Ferisilerin gösterişli giysiler içinde gezindikleri, mermerden yapılmış sütunlu revakların haşmetini hayretle seyretmişti. Ardından soylulara ve kadınlara ait avluları geçip, İsrailli hacı adaylarıyla birlikte Nikanor Kapısı'na ve bu kapının iki yanındaki korkuluklara yaklaşmıştı. Korkulukların diğer tarafında; üzerleri altın ve kıymetli taşlarla süslü, menekşe ve lal rengi ruhban giysileri içinde tekeleri ve boğaları boğazlayan ve sonra da onların kanlarını, sunağın önünde toplanmış insanların üzerine, kutsama duası eşliğinde serpen rahipler dikkati çekmekteydi. Bu mabet ne hayalindeki mabede benzemekteydi, ne de gönlündeki cennete... Daha sonra, dar bir merdivenden sarnıç gibi derin bir yerde bulunan Şilo Çeşmesi'ne inmiş orada cüzzamlı ve felçli insanlarla yüz yüze gelmişti. İçinde birden, onların gözlerinin derinliklerine bakma ve onların ıstıraplarını yudum yudum içme arzusu belirmişti. Zavallıların bazıları ondan yardım dilemekteydi... bu insancıklar ne zamandan beri bu haldeydiler acaba?

Bu manzara karşısında İsa'nın kendi kendine, "Bu ıstıraplara deva olamadıktan sonra bu mabet, bu rahipler, bu ilahiler, bu kurbanlar neye yarar ki?" dediği söylenir. Yine söylencelere göre, elemlere ve kaygılara gark olmuş bir halde, Galile tepelerine vardığında yüreğinden şu derin inilti fışkırıvermişti: "Semavi Baba!... Bilmek istiyorum!... Şifa dağıtmak istiyorum!... Kurtarmak istiyorum!..."

Yeniden İsa'nın Essenilerin yanındaki günlerine dönelim. Yıllarca bir mürit olarak tüm görevlerini yerine getirmiş ve artık büyük gün gelip çatmıştı. Son derece gizli bir oturumda, yüce aydınlanmanın dördüncü derecesine kabul edildiği kendisine açıklandı. Bu seviyedeki bir aydınlanma ancak peygamberlik misyonu gibi özel bir durum söz konusu olduğunda, ve ihtiyarların onayı ile gerçekleşebiliyordu. Bu toplantılar, bir dağın içine geniş bir salon oluşturacak şekilde oyulmuş bir mağarada yapılıyordu. Mağarada bir sunak ve taştan yapılmış oturma yerleri bulunmaktaydı. Tören gecesi 'kahine' ünvanına sahip üç Esseni kadını da yer alıyordu. Ellerinde meşaleler ve hurma dalları tutan bu kadınlar, beyaz keten giysili yeni müridi selamladılar. Daha sonra, tarihçi Josef'in anlattıklarına göre, yüz yaşlarındaki tarikat şeyhi ona yüce aydınlanmanın sembolü olan altından yapılmış bir kupa sundu. Bu kupa İlahi İlham'ı temsil eden 'Tanrı'ya ait asmanın şarabıyla' doluydu. Söylendiğine göre, Musa ve yetmişleri de bu kap ile şarap içmişlerdi. Tevrat'ın Tekvin (Yaratılış) kitabında ise, aynı aydınlamaya, çok tanrılı Melkisedek (Salem kralı ve baş kahini) tarafından İbrahim'in de nail olduğu yazılıdır ama bu kez şarabın yanında ekmek de vardır: "Ve Abraham Kedorlamoer ve beraberinde olan kralları vurup döndükten sonra, Şave vadisinde Sodom kralı onu karşılamaya çıktı. Ve Salem kralı Melkidesek ekmek ve şarap çıkardı; ve o Yüce Tanrı'nın kahini idi." (Tek.14: 17-18)

Tarikat şeyhi bu kupayı, o güne kadar, peygamberlik görevine özgü bir belirti göstermemiş hiç kimseye uzatmamıştı. Bununla birlikte görevinin ne olduğunu İsa'ya anlatan da yoktu. O, bu sırrı tek başına bulmak zorundaydı. Çünkü müritlerin yasası böyleydi. Dıştan bir müdahale yapılması söz konusu değildi, her şeyin onun iç aleminde gerçekleşmesi gerekiyordu. O günden itibaren İsa, tamamen özgürdü. Tarikatın iradesinden sıyrılmış, bağımsız hareket eder olmuş ve kendi kendisinin baş rahibi haline gelmişti. İhtiyarın ilahilerinden, dualarından ve kutsayıcı sözlerinden sonra kupayı eline aldı. Herhalde bu gizli oturuma katılanların hepsi, peygamberlik yolunda İsa'yı bekleyen zorlukların farkındaydılar. O günden sonra, birlikte yıllarını geçirdiği bu topluluktan asla bahsetmeyecekti.

4- İSA VAFTİZCİ YAHYA İLE KARŞILAŞIYOR

O günlerde Erden (Ürdün) ırmağı dolaylarında, halka ateşli vaazlar veren Yahya adında bir ulu kişi vardı. Zekeriya peygamberin oğlu olan Yahya, Yahuda'nın güçlü ırkına mensup bir halk peygamberiydi. Esseni değildi. Önceleri Tevrat'ın şartlarına uygun yaşamış, güçlü bir dindarlık duygusuyla kendini çöllere vurmuş; orada ibadet, oruç ve çile içinde çetin bir hayat sürmüştü. Üzerindeki, çile doldurmak için giyilen at veya deve kılından yapılma elbisesiyle, kendisinin benimsediği ve halkına da benimsetmek istediği tövbe halini simgelemekteydi. Zira İsrail'in içinde bulunduğu feci durumu görmekte ve özgürlük hasretiyle yanıp tutuşmaktaydı. Yahudilere ait görüşten hareket ederek, Mesih'in yakında bir öç alıcı ve adalet dağıtıcı olarak ortaya çıkacağını, Seleukoslar Devleti'ne isyan eden Makabeler gibi, halkı harekete geçirerek Romalıları yurtlarından kovacağını, bütün suçluları cezalandıracağını, İsrail ülkesini barış ve adalet içinde yücelterek diğer uluslardan daha ileri bir konuma ulaştıracağını anlatıp durmaktaydı. Bununla birlikte Mesih'in geliş gününe hazırlanmak üzere, kalben pişmanlık duymanın büyük bir önem ve gereği vardı.

Essenilerin abdest (ablüsyon, yani Hıristiyanlıkta Kuddas ayininden sonra, rahibin parmaklarına döktüğü su ve şarap) adetini kendine özgü bir kılığa sokarak, 'Erden vaftizi' diye yeni bir vaftiz türü icat etmişti. Bu yeni adeti, iç varlığı arındırma olgusunun gözle görülür bir sembolü olarak kabul etmiş ve halk üzerinde uygulamaya başlamıştı. Yahudiye ve Pere'nin yüksek dağları arasındaki çölde bulunan kutsal Erden kaplıcalarının karşısında, oldukça kalabalık halk kitlelerine ateşli vaazlar vermekte ve bu coşku dolu vaazları izleyenlerin sayısı her geçen gün artmaktaydı. Bu vaazlar, eski peygamberlerin o anlı şanlı devirlerini hatırlatmakta ve halk, sinagoglarda duymak istediklerini Vaftizci Yahya'nın toplantılarında bulmaktaydı. Mesih'in gelişini müjdeleyen bu çöl peygamberini dinlemek için insanlar, Filistin'in her yanından ve hatta daha uzaklardan yarış edercesine Erden'e koşuyorlardı. Bir çoğu, silahlarını kuşanıp, onun kumandası altında kutsal savaş başlatmaya dahi hazırdı. Herodes ve Yeruşalim rahipleri bu halk hareketinden çoktan endişe duymaya başlamışlardı. Zira o dönem açısından, dengeler hayli hassastı. Roma'nın Yahudiye'deki valisi Pontuslu Pilatus Yahudiler üzerindeki baskısını gün geçtikçe arttırırken, Yetmiş dört yaşına basmış olan İmparator Tiberius, Capri adasında kendini zevk ve eğlenceye kaptırmıştı. Mısır'da ise rahipler, kutsal Anka kuşunun (Feniks), kendi küllerinden tekrar hayat bulacağını anlatıp durmaktaydılar.

Gönlündeki, o peygamberlere özgü Tanrı çağrısının her geçen gün biraz daha güçlendiğini hisseden, ama hala yolunu bulmaya çalışan İsa, bir gün, kendisini bir mürşitmişçesine izleyen birkaç Esseni kardeşi ile birlikte Erden bölgesine gitti. O da vaftizci Yahya'yı görmek ve dinlemek istiyordu. Çevresindeki cılız çöl ağaççıklarının arasında koskoca bir kamp dikkatlerini çekmişti. Oraya vardıklarında büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Develeri ile birlikte Araplar, Samiriler, koyun sürülerini güden Edomlular, Yeruşalimli rahipler ve hatta Herodes'in askerleri bile 'aslan gibi kükreyen' Yahya'yı dinlemeye gelmişlerdi. İsa, Yahya'yı ilk kez dallardan ve keçi postundan yapılmış çadırının önündeki kürsüde konuşurken gördü. Saçı sakalı birbirine karışmış halde, o etkili ses tonuyla gürleyerek konuşuyor, Sadduki ve Ferisileri yerden yere vuruyordu. Onlara 'Engerek Irkı' diyerek halka zarar vermekle suçluyordu. Söz Mesih konusuna geldiğinde, sesini iyice yükseltti: "Ben sizi sadece su ile vaftiz ediyorum, ama o ateş ile vaftiz edecek"

İsa ve Vaftizci Yahya

İsa, günbatımına doğru, halk yığınlarının yarış edercesine Erden'deki küçük bir koya doğru akışını; Herodes'in paralı askerleri ile haydutların Vaftizci Yahya tarafından akıtılan suyun altına başlarını eğerek girişlerini seyretmişti. Ardından kendisi de yaklaştı. Yahya, İsa'yı tanımadığı gibi hakkında da bir şey bilmiyordu. O nedenle sırtındaki beyaz ketenden giysisine bakarak onu, herhangi bir Esseni sanmıştı. İsa, kendisini de vaftiz etmesi için, yarı beline kadar suya girdi ve Yahya'nın karşısında durdu. Bir an göz göze geldiler. İşte o zaman Yahya, karşısında duran bu kişinin sıradan bir insan olmadığını anladı. Ağzından şu kelimelerin döküldüğü söylenir: "Sakın Mesih bu olmasın!" Esrarengiz Esseni bu sözlere hiç cevap vermedi. Kollarını göğsünün üzerine çapraz gelecek şekilde yapıştırıp başını eğdikten sonra vaftizciden sadece kendisini vaftiz etmesini rica etti. Yahya, suskunluğun Essenilerin yasası olduğunu biliyordu. Bu nedenle hiç sesini çıkarmadan onu vaftiz etti. Az sonra Nasıralı ve arkadaşları nehrin kıyısındaki sazlıklar arasında gözden kayboldular. Acaba bu insan, gerçekten beklenen Mesih miydi? Artık rolünün sonuna geldiğini anlamıştı, kendisi için susma günü yaklaşıyordu. O günden sonra vaazlarını daha derinden gelen bir sesle ve daha büyük bir heyecanla vermeye başladı. Mesih'in ortaya çıkmasıyla kendi görevinin sona ereceğini bilen Yahya, vaazlarında da bunu açıkça ifade etmekten çekinmiyordu: "Onun gürlemesi, benim de susmam gerek"

Burada bir konuyu daha açıklığa kavuşturmakta yarar vardır. İncillere göre, Yahya, İsa'yı daha ilk görüşte tanımış, onun Mesih olduğunu hemen anlamış ve onu, o anlamda vaftiz etmiştir. Fakat bu konuda kutsal kitaplardaki anlatımlar çelişkilidir. Zira daha sonra, Makeru'da Herodes Antipas'ın elinde esir olan Yahya, İsa'ya şunu sordurmuştur: "Gelecek olan sen misin?, yoksa başkasını mı bekleyelim?" (Matta: 11/3) Bu cümlenin de gösterdiği gibi Yahya, İsa'nın Mesih olduğundan emin olsaydı böyle konuşması mümkün olmazdı.

5- İSA GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR

O Mesih miydi acaba? Yahya'nın bu sorusu İsa'nın da beyninde çınlamaktaydı. Şuurunun açılışından itibaren Tanrı'yı ve göklerin hakimine ait gerçek bilgiyi kendi iç varlığında bulduğunu hissediyordu. Çoktandır gönlüne, insanlığın çektiği ıstırabın o acıklı çığlığı dolmuştu. Bilge Esseniler ona Sırlar İlmi'ni yani dinlerin gizlerini öğretmişler; insanlığın içine düştüğü ruhsal güçsüzlüğü ve beklediği kurtarıcıyı tasvir etmişlerdi. İnsanlığı, düştüğü bu acıklı durumdan kurtarmanın çaresi neydi? Kendisi bir çare olabilir miydi? "O Mesih miydi acaba?" sorusu gönlünde çığlık çığlığa yankılanır olmuştu. Bu soruya ancak, kendi iç evrenine dalıp, en derin köşelerini didik didik ettiği zamanlar bir cevap bulabilmekteydi. Matta'nın, sembolik bir efsane görünümü vererek özetlediği o inzivanın ve kırk günlük orucun asıl nedeni, buydu işte. İsa, kafasını toparlayarak son kararlarını alabilmek ve planları doğrultusunda ortaya çıkacağı günü belirleyebilmek için inzivaya çekilmeye karar verdi.

Engedi

Essenilerin susam yetiştirdikleri ve bağcılık yaptıkları Engedi bölgesinin yukarı bölümlerinde bulunan sarp bir patika, gizli bir mağaraya ulaşmaktaydı. Bu mağaranın giriş-çıkış ağzı, tepedeki yüksek bir duvara bakıyordu. Burası, adeta bir kartal yuvasıydı. Aşağıya bakıldığında, boğazın dibinde yer alan bağlar, daha uzaklardaysa Ölü Deniz ile Moab Dağlarını görmek mümkündü. Mağarada, daha önceki peygamberlerin keçi derisine yazdıkları tomarlar, bir münzevinin gereksinim duyacağı kuru gıdalar ve kayalardan sızan ince bir su kaynağı bulunmaktaydı. Esseniler bu çilehaneyi, inzivaya çekilmek isteyen kardeşlerine tahsis etmekteydiler. İsa burada öncelikle insanlığın geçmişini gözlerinin önünden geçirdi. Daha sonra da bugünkü durumunu ölçüp biçti. Roma egemenliği, Pers inanışına göre 'Ahriman'ın saltanatı', peygamberler tarafındansa 'Behime'nin sembolü' ve kötülüğün sahibi iblisin (satan) saltanatı olarak adlandırılan şeyden farksızdı. Dünyanın hayat kaynağı değerindeki insanlığı, karanlıklar sarıp sarmalamıştı. Peki insanlığı karanlıktan çıkarmakta kendisinin rolü ne olacaktı? İsrail milleti Musa peygamberden, Arı Ruh'un yani Yahve'nin eril dinini temsil etme, onu diğer uluslara öğretme ve muzaffer kılma misyonunu devralmıştı. Peki bu milletin kralları ve rahipleri bu görevi yerine getirmişler miydi? Bu misyonun şuuruna yalnızca peygamberler varmıştı ve onlar bu görevin yerine getirildiğine inanmıyorlardı. İsrail Roma'nın baskısı altında can çekişmekteydi. Ferisilerin hayal ettiği gibi bir ayaklanmaya ve İsrail'de krallığın yeniden canlandırılmasını hedefleyen bir kaba kuvvet uygulamasına başvurulmalı mıydı? Yoksa Davut'un oğluyum diyen İşaya gibi,"Kavimleri celalimle ezeceğim ve onları öfkemle sarhoş edeceğim ve onların kudretlerini yere çalacağım" diye mi haykırmalıydı? Ya da yeni bir Makabe olarak öne atılıp kral-rahip mi olunmalıydı?

İsa kolaylıkla bunu deneyebilirdi. Nitekim, Yahya'nın bir işaretiyle insan yığınlarının bir anda ayaklanabileceğine yakından tanık olmuştu. Üstelik kendi gücünün eskisine nazaran kat be kat arttığının farkındaydı. Fakat şiddete karşı şiddetle karşı vermek doğru olur muydu? Kılıç saltanatına kılıçla son verilebilir miydi? Ama zafer kimin olacaktı acaba? Yerküreye ait korkunç güçlerle donanmış haldeki kötülük ruhunun mu, yoksa görünmez tanrısal ordulara egemen durumda bulunan ve insanın kalbinde uyumakta olan ilahi ruhun mu? Peki bu tanrısal ordulara sahip ilahi ruh nasıl uyandırılacaktı? Bu amaçla, sunağının hiçliğini ve işe yaramazlığını gözler önüne sermek için Herodes'in mabedinin örtüsünü kaldırmak yeterli olur muydu? Bunu yaparak hem Herodes'e hem de Sezar'a meydan okuyan bir peygamberin sonu ne olurdu acaba? Yine de bunu denemek gerekecekti anlaşılan. İçindeki ses ona, İşaya'ya söylendiği gibi "Eline koca bir cilt al ve üstüne insandan yapılmış bir kalemle yaz" değil, "Kalk ve konuş" demekteydi. Demek ki artık yalnızca yaşamsal bilgiyi, yani dağları yürüten imanı, kaleleri yerle bir eden kudreti bulmaya kalıyordu iş.

Ancak ne olursa olsun kendisine öğretilen gizli sırlar halka doğrudan verilmemeli, fakat dini otoritelerin ve bunların eline geçen mabetlerin hiçliği açıkça gözler önüne serilmeliydi. İsa hararetle dua etmeye koyuldu. İçinde sebebini bir türlü anlayamadığı bir endişe vardı. İncillerin söylediğine göre, iblis ona bu mağarada dünyasal kılığıyla, Sezar olarak görülmüş, bu yolda devam ederse sonunun çarmıha gerilmek olduğunu söylemiştir. İsa'nın cevabının ise "Varsın beni çarmıha gersinler! Yeter ki dünya kurtulsun!" dediği söylenir. İsa mağaradan hayatın bilmecesini çözmüş, barış ve huzuru eline geçirmiş, gönlüne de sağlam bilgi iyice işlemiş olarak çıktı. Köyüne döndüğünde, Vaftizci Yahya'nın Antipas Herodes tarafından tutuklandığını ve Makerus (Machaerus) Kale'sine hapsedildiğini öğrenmişti. İsa bu gelişmeyi, artık harekete geçmesinin zamanı geldiğine dair bir işaret olarak kabul etti. Derhal Esseni kardeşlerine giderek kararını açıkladı: "Halka göklerin melekutunu anlatma vakti geldi" Bunu yalın gerçekliğiyle değil de, halkın anlayabileceği bir sadelikle yapması gerektiğini biliyordu.

Buraya kadar olan satırlarımızda İsa'nın, incillerde karanlıkta bırakılmış ya da bir efsane tülüne sarılmış halde bulunan hayatının ilk bölümünü, bazı din bilginlerinin eserlerinden de yararlanarak aydınlatmaya çalıştık. Bu eserlerin ne olduğunu, son bölümde yer alan 'kaynakça'da bulabilirsiniz. Bundan sonra İsa'nın insanlığa vermek istediği mesajın ne olduğunu birlikte inceleyeceğiz.

 

HIRİSTİYANLIK ANA SAYFASI

PEYGAMBER İSA

ARIUS

İNCİL TANRI KELAMI MIDIR?