.
Main Page
CV
Publications
Online Arts
Yeni Binyil Articles
Photo Gallery
Poems
Links
Contact
Search
Mezopotamya'nın İktisadi Tarihinin Bir Kuşbakışı Görünümü

İKİNCİ BÖLÜM

NİL-AMU DERYA BÖLGESİNİN ÖKÜMENEDEKİ KONUMU VE COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ

 2.1. Giriş

 2.2. Bölgenin coğrafi özellikleri[1]

 2.2.1.  Dağlık bölgeler

Bölgenin dağlık alanları Batı Anadolu'yu kuzeyden ve güneyden çevreleyen dağlar, Doğu Anadolu'dan başlayıp Batı İran'daki Zağros dağları üzerinden İran'ın Güney kıyılarındaki Makran'a bağlanan dağlık bölge, Hazar Denizi'nin güneyindeki Elburz dağları üzerinden Doğu İran'a ve Afganistan'a uzanan bir silsile; İran'ın ortasındaki yayla ve çöl bölgesinin doğusunda kuzey güney eksenindeki dağlar; Güney Doğu Anadolu'daki Anti-torosların Lübnan'a uzanan kolu; Sina Yarımadası'nın 'kutsal' dağları, Arabistan Yarımadası'nın batı kıyılarına paralele olarak kuzey-güney ekseninde uzanan dağ silsilesi ve Umman'daki dağlık bölgeden oluşur.

      Anadolu'nun kuzeyindenki dağ silsilesinin eni 30-40 kilometre arasındadır ve arasında Gerede, Devres, Kelkit ve Çoruh vadileri gibi kesin hatlarla tanımlanmış vadiler vardır. Güneydeki Toros ve Anti-toros silsileleri daha kesintilidir. Hakkari'ye doğru yüksek bir platoya dönüşür. Toros dağ silsilesinin eni 50 ile 100 km arasında değişir. Batı Anadolu'da dar ve derin vadilerle ayrılmış dağ silsileleri Ege kıyılarında orta Anadolu'ya doğru uzanır. Daha içlerdeki dağların arasında Beyşehir, Burdur, Acıgöl, Eğridir gibi göllerin de bulunduğu genişçe düzlük alanlar vardır. Anti-Toros'lar kesintili fakat yüksek zirveli dağlardan oluşur. Aralarında, Fırat ve Dicle ve bunların kollarının aktığı, ulaştırma imkânları açısından büyük güçlükler yaratan yüksek vadiler bulunur. Anti-Toroslar'ın güney-batıya uzantısı Hatay''daki Amanos ve Batı Suriye'deki Ansariye dağları üzerinden Lübnan dağlarına oluşturur Kıbrıs'taki Trodos dağları bu uzantının bir koludur.

      Doğu Anadolu'dan başlayıp İran'ın batısında kuzey-batı güney-doğu ekseninde bugünkü İran-Pakistan sınırına yakın Makran bölgesine varan 1500 kilometre uzunluğundaki bir alanda, bir birine paralelel büyük dağ silsileleri vardır. Bu silsilelerin kapladığı alanların eni, en geniş olduğu yerlerde 340 kilometreyi bulur. Zağros dağlarını, bütün yıl boyunca akan nehirlerin oyduğu birçok vadi çaprazlamasına keser. Bu vadiler çevreye karşı korunmuş taban arazilerdir. Zağros dağlarının bir kolu Hürmüz Boğazı'nın karşı yakasına geçmiştir. Hajar dağ silsilesi olan bu kol Umman'ın coğrafi görünümünü tarif eder. Jabal Akhdar'da 3000 metrelik bir zirveye çıkar. Zağros dağlarının doğusundaki alanlarda, birbirinden kopuk gibi duran daha küçük dağ silsileleri, içerde toplanan su alanları olan Daşt-ı Kavir, Daşt-ı Lût ve Sistan'ı çevreler. İran'ın en kuzeyinde tek dağ silsilesi olarak Elburz dağları, açık denizlerin seviyesinin altındaki Hazar Denizi'ni, bir yay gibi çevreleyerek İran'ın iç alanlarından ayırır.

      Kızıl Deniz'in her iki kıyısında da kıyıya paralel olarak kuzey-güney ekseninde uzanan dağlar vardır. Arabistan kıyısında Medine Aden arasındaki dağ silsilesi bugünkü Yemen'de bir çok yerde 2000 metrenin üzerine çıkar ve 3000 metrenin üzerindeki bazı zirvelere ulaşır. Yemen'deki, dik uçurumlarla çevrili dağ bloklarından oluşan bu yüksek bölge, Aden körfezine bakan kıyıya paralel olarak doğuya doğru uzanır. Hadramut Vadisi'ndeki yarık bu dağlık alan uzantısını ikiye böler. Medine'nin kuzeyindeki daha alçak dağlık bölge, Okyanus seviyesinin altında bir fay hattı olan Ürdün Vadi'sinin her iki kenarındaki, fay hattına paralel dağ silsileleri ile Lübnan, Suriye ve Antakya üzerinden Anti-Toros'lara (Güney Doğu Anadolu Torosları'na bağlanır). Ölü Deniz (Lût Gölü) ve Galile Denizi'ni içeren bu fay hattı, kuzeye doğru yükselerek Bekea Vadisi'ne geçer. Arabistan'ın kuzey-batısı ve kuzeyi ve Suriye'nin güneyindeki dağların çevresinde kara basalt ve lav artıklarından oluşan, tarıma elverişsiz alanlar vardır. Süveyş ve Akaba körfezleri arasında kalan Sina Yarımadası da, 2000 metrenin üzerindeki zirvelere çıkan yüksek ve ıssız bir dağlık bölgedir.

      Bölgedeki dağlık alanlar, iklimleri açısından büyük bir çeşitlilik sergiler.[2] 30° Kuzey enleminin kuzeyindeki dağlar, özellikle kış aylarında, Akdeniz'in üzerinde oluşan siklonların etkisine açık olup yüksek yağış alır. Birçok dağlık alanda yıllık yağış 600 mm'nin üstüne çıkar. Bu miktar, Karadeniz Dağları, Toroslar, Anti-Toroslar ve Elburz Dağları'nın batı bölgelerinde 1500 mm'nin üstündedir. Karadeniz Dağları ve Elburz Dağları'nın batı bölgesi yaz aylarında da yağış alır. 30° Kuzey enleminin kuzeyindeki dağlık alanların büyük bir kısmında kış yağışlarının çok büyük bir bölümü kar yağışı şeklinde olur. Doğu Anadolu'daki dağlık alanlar yılda 80 ile 120 gün arasında karla kaplı kalır. Elburz ve Zağros Dağları'nın yüksek kısımları da her yıl çok uzun bir süre karla kaplıdır. Lübnan, Hermon ve Ulu Dağ gibi daha ılıman bölgelerdeki yüksek dağlar da, tarihte, karla kaplı zirveleriyle ün kazanmıştır.

      Siklonlar 30° Kuzey enleminin güneyinde kalan dağlara çok daha az sızar. Bunun için bu bölgedeki dağlık alanlar çok daha az yıllık yağış alır. Kızıl Deniz'i çevreleyen dağlarda yıllık yağış ortalaması 100 mm'den de azdır. Güney İran ve Umman'daki dağ silsilelerinde yıllık yağış ortalaması, doğuya doğru gidildikçe, 400 mm'den 100 mm'ye düşer.Yıllık yağış bugünkü Kuzey ve Güney Yemen'deki dağlık alanlarda 400 ile 600 mm arasındadır. Ne var ki, bu yağışın büyük bir bölümü, dağların üzerinde yükselen tropik deniz havasının yol açtığı fırtınaların şiddetli sağanakları şeklinde olur.

      Doğu Anadolu'nun büyük bir bölümü ve Karadeniz, Toros ve Elburz Dağları'nın geniş bir kısmında günlük sıcaklık ortalamaları 20° C'ın altındadır. Bölgenin diğer dağlık alanlarında bu ortalama 20 ile 30° C arasındadır. Ocak ayında, kuzeydeki dağlık alanlarda ortalama günlük sıcaklıklar 0° C'ın altındadır. Doğu Anadolu'nun bazı bölgelerinde ve Toroslar'ın yüksek kısımlarında Ocak ayı ortalama sıcaklığı – 10° C'ın altına, ve yer yer daha da aşağıya düşer. Yıl içindeki günlük sıcaklık ortalamaları arasındaki fark Doğu Anadolu'da 25° C'a çıkar. Güney'de ise, Kızıl Deniz çevresindeki ve güney İran'daki dağlık alanlarda Ocak ayı günlük sıcaklık ortalamaları 10 ile 20° C arasındadır. Yemen ve Umman'ın yüksek bölgelerinde ise bu 0 ile 10° C arasındaki düzeylere düşer. Güney'deki dağlık alanlarda, yıl içindeki günlük sıcaklık ortalamaları arasındaki fark Doğu Anadolu'nun dağlık bölgelerindekinden daha.azdır.

      Yükseklik, yağışın miktarı ve dağılımı, sıcaklık ve toprak örtüsü özellikleri dağlık bölgelerdeki 'doğal' bitki örtüsünü etkiler. Bu 'doğal' bitki örtüsünün bir çok özelliği ve öğesnin insan etkisiyle zamanla ortadan kaybolmuş olmasına ve iklim tarihi konusundaki bilgilerimizin kısıtlılığına rağmen, yeteri kadar 'doğal' bitki türünün varlığı günümüze değin sürdürdüğü için, bu örtünün neolitik devrim öncesinde nasıl olmuş olabileceği oldukça doğru bir şekilde tasvir edilebilir.[3] Dağlık bölgelerde 3000 metrenin üstünde kalan yükseklikleri, Doğu Karadeniz yaylalarında görülen çimlik alanlardaki Alp bitki örtüsü türleri kaplıyordu. Kızıldeniz çevresindeki dağlar ve Zağros Dağları dışında, 2500 ile 3000 metre arasında ladin, kara çam, kızıl çam ve köknar gibi iğne yapraklılardan oluşan ormanlar vardı. Kızıldeniz ve Zağros çevresinin 2500 ile 3000 metre arasındaki alanlarında ise ormanların yerini ardıç-step oluşumları alıyordu. 2500 metrenin altındaki alanlardaki bitki türleri daha zengin bir çeşitlilik sergiliyordu. 800 metrenin üstünde meşe, ardıç, kara ağaç, kara çam, köknar, sedir gibi dökülen yapraklı ve iğne yapraklı türlerinin karışık olarak bulunduğu seyrek ormanlar vardı. Neolitik devrim öncesinde hakim ağaç türünün, batıdaki Zağros dağlarının zengin bir çeşitliliği barındıran ormanlarında meşe, Karadeniz Dağları ormanlarının büyük bir bölümünde ise kayın ve gürgen olmuş olması muhtemeldir. Doğu Akdeniz'in çevresinde, deniz seviyesi ile 700-800 metre arasında bütün yıl boyunca yeşil kalan ve içindeki hakim ağaç türleri muhtemelen meşe ve kızıl çam olan, ama keçi boynuzu, yabanî (deli) zeytin ve yabanî fıstık ağaçlarını da içeren bir orman örtüsü vardı. Zağros Dağları'nda ise 700-800 metrenin altındaki alanlarda yabanî fıstık ve badem ağaçlarından oluşan bir orman örtüsü olmuş olması ihtimali vardır. Umman'ın güneyinde 'Jabal Qara' dağlarının Hint Okyanusu'na bakan yamaçlarında ise cangıl-varî bir tropik orman vardı. Bu orman daha sonra büyük bir ticarî değer kazanacak olan buhur (incense) ve mür (myrrh) üreten ağaç türlerini (sırasıyla Boswellia sacra ve Commiphora myrrha) içeriyordu.

      Tarımın ve tarım-temelli ve yazı kullanan, şehir merkezli uygarlıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, dağlık alanların, bölgenin çeşitli yerlerinde çeşitli kültürlerin oluşması açısından ne gibi fırsatlar ve kısıtlar ima ettiği, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur.

      Bu alanlardaki ormanlardan sağlanan kereste yerleşik tarım ve daha sonraki şehir kültürlerinde insanların en çok kullandığı malzemelerden biridir. Ağacın odun halinde yakıt olarak kullanılması ise hem ısınma enerjisinin kaynağı olarak insan hayatında hayatî bir rol oynamış, hem de İS 18. yüzyılda maden kömürünün kullanılmaya başlanılmasına kadar, metalürji tekniklerinin geliştirilmesini mümkün kılan enerjiyi sağlamıştır. Ormanlardan sağlanan sakız, reçine, buhur, mür gibi ürünler ve ormanlarda yaşayan av hayvanları, dağlık alanlardaki bakır, obsidyen[4] gibi mineral ve taş kaynakları da özellikle çevre bölgelerde şehir merkezli uygarlıklarda yaşayan insanlar için önemli olmuştur.

      Dağlık bölgelerin çevre alanlar açısından en önemli özelliklerinden biri de çevrelerindeki alanların başlıca su kaynağı olmalarıydı. Yüksek yagış alan dağların su fazlası, nehirler, kanallar ve 'qanat'larla[5] suya aç ovalar ve platolara akıyordu.

      Nil-AmuDerya bölgesindeki dağlık alanlar kara ulaştırması açısından büyük güçlükler yaratır. Dağ silsilelerinin arasında sanki bir yere çıkacakmış gibi görünen vadilerin büyük çoğunluğu, binlerce metrelik dağların yamacında biten çıkmaz sokaklardır. Büyük Zap Nehri'nin vadisi gibi harita üstünde bölgeleri birbirine bağlıyor gibi görünen bazı uzun nehir yatakları ise, nehrin, iki taraftaki kayalar arasında bir taşkın halinde akması nedeniyle ne kara ne de nehir taşımacılığına elverişlidir. Bu coğrafya özellikleri bölgedeki az sayıdaki geçite büyük stratejik önem kazandırır. Ne var ki bu geçitlerin çoğu, Zigana gibi kışın karla kapanan, aşılması zor geçitlerdir.

      Batı Arabistan'ın ünlü Hicaz bölgesinin adının 'Engel' anlamına gelmesi, dağlık alanların, üstlerinde ve çevrelerinde yaşayan insanlara getirdiği en büyük kısıtlamaya işaret eder. Dağ silsileleri insan ve mal hareketini engeller, zorlaştırır, 'pahalı'laştır, kısıtlar. Dağlık alanlarda insan ve mal hareketinin fizikî ve iktisadî güçlüğü, bu bölgelerde yaşayan insanların kültürel adaptasyonlarını etkilemiştir. Nispî olarak bitki tarımına elverişli toprak ve eğim özelliklerine sahip yerlerin azlığı, iklim koşullarının sertliği, bitkisel üretime elverişli mevsimin kısalığı, dağlık bölgelerde toprak kaymaları ve depremlerin sıklığı gibi doğal nedenler, bu alanlarda yerleşik tarım-temelli büyük uygarlıkların gelişmesini sınırlamıştır. Dağlık alanların insan hayatı için başka bazı bölgelere göre daha sınırlı imkânlar sergilemesi nedeniyle, bu alanlardaki nüfus artışları, binlerce yıl boyunca çevredeki daha elverişli alanlara doğru göçlere yol açmıştır.

      Dağlık alanların yayla bölgeleri, göçebe otlatıcıların yıllık hareket devinimlerinde yararlanabilecekleri yüksek otlaklar olduğu ölçüde çevreye bir kültürel adaptasyon biçimi olarak göçebe otlatıcılığı teşvik etmiştir. Öte yanda dağ silsileleri aralarındaki bitki tarımına elverişli taban arazilerine yerleşen insanların tarım-temelli kültürlerinin, dünyanın başka tarım alanlarına göre, büyük kültür alanları halinde birbiriyle bütünleşmemiş, daha çok içine dönük küçük ve birbirinden kopuk kültür cepleri halinde oluşması ve kalmasını büyük ölçüde etkilemiştir. Dağlık bölgeler, farklı dilleri konuşan, farklı etnik, kültürel, dinî özelliklere sahip pek çok insan grubunun, territoryal devletlerin istila hareketlerini imkânsızlaştırmasa bile büyük ölçüde güçleştiren dağlar ve vadilere 'sığınarak', binlerce yıl, ne birbirleriyle ne de çevrelerindeki imparatorlukçu üst kültür gelenekleriyle fazla etkileşmeden, fazla bir değişmeye uğramadan varlıklarını sürdürmeleri açısından 'elverişli' alanlardır. Kafkaslarda birkaç bin kilometre çapındaki bir alan içinde, bazılarını sadece birkaç bin kişinin konuştuğu çok sayıda dilin çağımıza kadar sürmüş olması bunun bir işaretidir. Güney Arabistan'daki Mahra ve Şahra kabilelerinin çok eski semitik dilleri 20. yüzyıla kadar değiştirmeden taşıyabilmeleri, çok sayıda farklı dinî cemaatin Lübnan'ın dünya ölçeğinde fazla büyük sayılamayacak dağlık alanlarında barınmış olması, bunun başka işaretleridir. Dağlık alanlarının yerleşik tarım-temelli kültürleri, zengin bir yazılı üst kültür, kozmopolit bir kültürel kimliğin oluşması ya da evrenselci (universalist) dinî/kültürel hareketlerin ortaya çıkması açısından nispî avantajlara sahip olmayan kültürlerdir.

 

2.2.2.  Ovalar

 

      Bölgenin düzlük alanlarına gelince, bunların en genişlerinden biri Karadeniz ve Toros dağ silsileleri arasında kalan Anadolu platosudur. Bu platonun denizden ortalama yüksekliği 1000 metre kadardı. Bu plato bir dizi içe kapanık göl havzalarından oluşur. Bu göllerin bazıları, çevrelerindeki ya da daha uzaklardaki dağların sularının akıp toplandığı mevsimler dışında kurur. Temmuz ayındaki günlük sıcaklık ortalaması 20° C'ı aşar. Ocak ayındaki günlük sıcaklık ortalaması ise 0° C'ın altındadır. Yıllık yağış platonun bir çok yerinde 400 mm'den azdır. Bunun bir kısmı yılda on gün kadar yerde kalan kar yağışı şeklinde olur. Yıllık yağış miktarları yıldan yıla büyük değişiklikler gösterebilir. Platonun tabiî bitki örtüsünü bazı step çalılarının (Artemisia) oluşturmuş, platonun çeşitli yerlerindeki dağların yüksekçe bölgelerinde ise (Ankara Kırşehir yolundaki Beynam ormanı gibi) seyrek ormanların bulunmuş olması muhtemeldir. İran'ın iç alanlarındaki koşullar da bir ölçüde Anadolu platosunu andırır. İran'ın bu bölgesinde denizden yükseklik 900 ile 1500 metre arasındadır. Ocak ayındaki günlük ortalama sıcaklık 0° C'ın üstündeyse de yazlar da Anadolu platosundan daha sıcaktır. Temmuz ayının günlük ortalama sıcaklığı 30° C'ı aşar. Yıllık yağış toplamları 300 mm'nin ve bir çok yerde 100 mm'nin altındadır. Yıllar arasındaki yağış farkları % 50'yi bulabilir[6] Bir çok yılda kar 80 ile 100 gün yeri kaplayabilir. İran'ın iç bölgelerinin en çarpıcı özellikleri Daşt-ı Kavir ve Daşt-ı Lût'tur. Daşt-ı Kavir'in denizden yüksekliği 100 metre kadardır. Tuzla kaplanmış çamurdan oluşan bir kabuğun ve çevredeki dağlardan sellerle taşınmış büyük çakıl alanlarının kapladığı eski göllerin yataklarından oluşur. Biraz daha alçakta kalan Daşt-ı Lût bölgesinde tuz-çamur tabakaları erozyonla fantastik şekiller almıştır. Adını da bu şekillerin, Tevrat ve Kuran'a göre, Lût Peygamber'in uyarılarına rağmen halkları sapkınlıklarını sürdürdüğü için Tanrı'nın yok ettiğine inanılan Sodom ve Gomorra'nın harabeleri sanılmasından alır. Bu alanlarda doğal bitki örtüsünün tuzlu topraklarda yetişen (halophytic) bazı ağaçlardan oluştuğu sanılmaktadır. Bugünkü İran Afganistan sınırının güney yarısındaki Sîstan havzası da İran'ın içine kapanık bir başka yağmur suyu alanıdır. Bu bölgedeki tatlı su göllünün varlığı çağımıza kadar sürmüştür. İç İran'ın kuzey batısında, Elburz ve Zağros dağ silsileleri arasında kalan üçgenimsi alan ise, denizden ortalama yüksekliği 1000 metre yöresinde değişen bir platodur. Kışları soğuk ve karlı geçen bu bölgede Temmuz ayı günlük ortalama sıcaklığı 20° C'ı aşar. Yıllık yağış 200-400 mm arasındadır.

      Anti-Toroslar'ın güneyi ve Zağros Dağları'nın batısında denizden yüksekliği 300 ile 400 metre olan taşlık bir lav platosu vardır. Kuzey-batıda Fırat'ın, kuzey-doğuda Dicle'nin kestiği bu platoda yıllık yağış 400-600 mm arasındadır. Temmuz ayının günlük ortalama sıcaklığı 30° C'ı aşar. Ocak ayının günlük ortalama sıcaklığı 5° ise C dir. Platonun güneyinde kuzey Suriye'deki kireçtaşı düzlekleri ve Yukarı Mezopotamya, ya da öteki adıyla, Fırat ve Dicle nehirleri arasında kaldığı için Jezira yani 'Ada' denilen bölge vardır.

      Batıda Gâvur Dağları, Jebel el-Ansariye ve Lübnan'a, güneyde Hauran, El Leja basalt kitlelerine ve Jebel ed-Drûz'a dayanan Suriye 'step'i 200-400 mm arasındaki yılık yağışla oldukça kuraktır. Ama gene de güney-batı kuzey-doğu eksenindeki yüksekçe alanlar, aralarındaki vahaları oluşturacak kadar yağış alır. Klasik dönemin ünlü Palmyra kenti böyle bir vahadadır. Suriye 'step'inin doğal bitki örtüsünün en çok step çalılarından (Artemisia) oluştuğu, seyrek de olsa bazı yerlerde yaban fıstığı ve ardıç ağaçları, bodur akasya ve katırtırnağı fundalıkları bulunduğu, birkaç yerde de seyrek korular olduğu sanılmaktadır. Güney Suriye'deki nispeten daha yüksek yerlerde yıllık yağış 300 mm'nin üzerine çıkar ama yıllar arasındaki yagış farkları kuzey Suriye'dekinden daha fazladır. Step, Suriye'nin güney-doğusundan, önce, Batı Irak'ta ve bugünkü Suudi Arabistan-Irak sınırında, sel suyu yataklarının Fırat'a doğru oluşturduğu vadilerden ötürü Arapça Al Widyân denen bölgeye; sonra güney Irak'ta kayalık al Hijârah platosuna ve en sonunda Bahreyn adasının kuzey-batı yönünde kalan bölgedeki, kıyı şeridi ile iç Arabistan'ı ayıran ve geniş al-Hasa kireçtaşı düzlüğüne uzanır.

      Yukarı Mezopotamya, kuzeydeki taşlık lav platosunun eşiğinden başlayıp yumuşak bir şekilde alçalarak güneye doğru inen bir plato gibidir. Ama güneyde, Fırat ve Dicle'nin birlikte oluşturduğu deltanın yani Aşağı Mezopotamya'nın başladığı yerde bir uçurumlar hattıyla biter. Batıda Suriye stebiyle birleşen, Doğuda ise Zağros Dağları'nın eteklerine dayanan Yukarı Mezopotamya platosunda Ocak ayındaki günlük sıcaklık ortalaması 5° ile 10° C, Temmuz ayındaki sıcaklık ortalaması, yüksek yerlerde daha az olmak üzere, 20° ile 30° C arasındadır. Yıllık yağış 600 mm ile (yüksek yerlerde) 1000 mm arasındadır. Yıllar arasındaki yağış farkları % 30-35 kadardır. Bu bölgedeki doğal bitki örtüsünün büyük bir kısmı, muhtemelen, yaban fıstığı ve ardıç koruları ve güneye doğru step çalılarından (Artemisia) oluşuyordu.

      Mezopotamya'ya damgasını vuran Farıt ve Dicle nehirleridir. Bazı kolları bu nehirlere Yukarı Mezopotamya'da katılır. Büyük Zap Doğu Anadolu'daki, Küçük Zap da Batı İran'daki dağların sularını Dicle'ye akıtır. Belih ve Habur ise Anti-Torosların eteklerindeki suları Fırat'a taşır. Büyük ve Küçük Zap, Belih ve Habur'dan çok daha fazla su taşır ve debileri yıldan yıla büyük ölçüde değişebilir Bu nedenle Dicle hem çok daha bereketlidir hem de, özellikle kış aylarında çok daha korkutucudur. Dicle'deki akıntı en yüksek debisine Mart ve Nisan aylarında çıkar (Küçük Zap'ın birleştiği yerin güneyine düşen Fathah da, 3210 m3/saniyelik bir debi ölçülmüştür[7] ) Bu Fırat'ın akıntısının en yüksek debisine ulaşmasından bir ay önce olur. Dicle'nin bu aylarda dağlık alanların kar sularıyla beslenen debisi Eylül ve Ekim aylarındaki kaynak sularıyla beslenen debisinin dokuz katına çıkabilir. Fırat'ın debisi, buharlaşma azaldığı için, Eylül ayından sonra bir miktar artar. Kış yağmurlarının etkisi Kasım ayından itibaren hissedilmeğe başlar. Doğu Anadolu dağlarındaki karların erimesi, Nisan ve Mayıs aylarında Fırat'ın debisini en yüksek düzeyine çıkarır (Bağdad'ın batısına düşen Hit'te 2380 m3/saniyelik bir debi ölçülmüştür[8]). Fırat'ın bu aylardaki debisi Eylül ayındaki en düşük debisinin dokuz katına çıkabilir.

      Yukarı Mezopotamya'daki vadilerin çok dar ve çevrelerindeki alanların çok dalgalı ve kesintili olması nehir sularının kanallarla çevreye akıtılmasıyla yapılacak sulamayı engeller. Yukarı Mezopotamya'da iki nehrin arasındaki mesafenin çok uzak ve kenarlarındaki arazilerin nehir yataklarından bir hayli yüksek olması, çağdaş motorlu pompaların kullanılmaya başlanmasına kadar, suların nehir seviyelerinin üstüne yükseltilmesiyle yapılabilecek sulamayı büyük ölçüde sınırlamıştır.

      Aşağı Mezopotamya'nın yani nehirlerin deltasının başladığı yerde Fırat Dicle'den 10 metre daha yüksektedir. İki nehrin arasındaki bu tatlı eğim geniş alanların doğal akıntıyla sulanmasına büyük bir imkân sağlar. Bu bölgenin sulamayı kolaylaştıran iki özelliği daha vardır. Bir kere, nehirlerin sık sık yataklarını değiştirmesi, aşağı Mezopotamya'nın zengin ve düzgün alüvyon toprak yüzeyini kesen birçok tabi kanal yatağı oluşturmuştur. İkinci olarak, nehirlerin yatak-yükü, yatakların içinde yatay tabakalar halinde biriktiği için, ovanın bir çok yerinde çöküntü alanları meydana gelmiştir. Aşağı Mezopotamya'daki alüvyon birikiminin her 100 yılda en az 20 santim olduğu tahmin edilmektedir. İki nehir, en güneyde, Zağros Dağları'nın sularını getiren Khârûn'un da katılmasıyla birlikte, büyük bir sazlık ve bataklık alan içinde birbirine karışır. Bu bataklık ve sazlık alanı, 70-80 kilometre uzunluğundaki kıyıya paralel kum setleri arasından geçerek Basra Körfezi'ne bağlayan Şat ül-Arap, çağımızıdaki kanalların yapımından önce, belli belirsiz bir akıntı güzergahıydı. Aşağı Mezopotamya'da yıllık yağış, hemen hemen tamamı kış aylarında olmak üzere, 100-300 mm arasındadır. Yıllık ortalama sıcaklık 20-25° C arasındadır. Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması 10° C'ı, Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması ise 30° C'ı aşar. Yazlar yağışsız ve çok sıcaktır.

      Arabistan'ın düzlük alanlarındaki iklim koşulları Aşağı Mezopotamya'dakine benzer. Yıllık ortalama sıcaklık 15-20° C arasındadır. Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması 10° ile 20° C arasındadır. Temmuz ayındaki sıcaklık ortalaması ise 30° C'ı aşar. Yıllık yağış 100 mm'nin altındadır ve yıllar arasında % 60 bulan yağış farkları görülebilir. Geçmişteki doğal bitki örtüsünün fevkalâde seyrek ve bazı step bitkileriyle sınırlı olduğu kesin gibidir. Arabistan, Kızıl Deniz kıyısındaki dağlık alanlardan Basra Körfezi kıyısındaki düz tuz alanlarına doğru tatlı bir eğimle inen muazzam bir kurak iç alan gibi tanımlanabilir. Ne var ki,ortalama 100 metre kalınlığındaki ve yer yer lav alanlarıyla kesilmiş devasa bir granit kubbe bu alanın yüzeyini yarar. Bu granit kubbenin kuzeyinde ve güneyinde ucsuz bucaksız iki kum çölü vardır. Kuzeydeki Nafûd Çölü, aşılması 7, 8 gün süren, oval biçimli bir çöküntüyü kaplar. Çöldeki kum tepeleri 150-200 metreyi bulur. Güney-doğu kuzey-batı ekseninde esen hakim rüzgarlar, bir yanda Nafûd'un güneyindeki kayalık alanları aşındırıp kumlarını çöle yığar, diğer yanda, çöldeki tepelere, uçları kuzey-batıya dönük at nalı şeklini verir. Dar kum şeritleri Nafûd’u güneydeki Rub' al-Khali Çölüne bağlar. Rub' al-Khali Nafûd'dan çok daha büyük bir 'boşluk' alanıdır. Güneyde Hint Okyanusu, doğuda Basra Körfezi'ne doğru yayılır.

      Mısır'daki Batı Çölü ise, denizden yüksekliği 200 metrenin altında olan alçak bir platodur. Bu Çöl'deki yıllık yağış Arabistan'ın düzlük alanlarındakinden bile daha azdır. Temmuz ayındaki günlük sıcaklık ortalaması 25° C'ın üstündedir ve bazı yerlerde 30° C'ı aşar Ocak ayındaki sıcaklık ortalaması ise 10° C'ın üstündedir. Mısır'ın Batı Çölü platosu bugünkü Libya'nın güneyinde Büyük Sahra'yla birleşir. Birkaç tane, dik kenarlarla çevrili büyük çöküntü bu platonun monotonluğunu bozar. Bunlardan biri olan El Faiyûm'un tabanı, bu çöküntü Nil vadisine açıldığı için Nil'in taşıdığı mille dolmuştur.

      Nil nehri, Assuvan'ın güneyindeki şelaleler bölgesinden sonra, yaklaşık 10 kilometre eninde ve çok keskin bir şekilde tanımlanmış derin bir geçit içinde akmağa başlar. Bir tarafta Batı Çölü platosu ile sınırlanmıştır. Diğer tarafta, yaklaşık 130 kilometre eninde bir şerit oluşturan Doğu Çölü'nün dağları Nil'i Kızıl Deniz'den ayırır. Dik kenarlı sel yatağı ovası Dicle ve Fırat'ın yataklarının çevresindeki alanların coğrafi özelliklerinden tamamen farklıdır. Nil'in sel ovasının çapraz-profili dış-bükeydir. Ovadaki birikim, Fırat ve Dicle'nin yatak-yüklerinin Aşağı Mezopotamya'da, yeri zaman zaman değişen yataklar içinde, yatay tabakalar halinde üst üste birikmesi şeklinde değil, sel suyunun içinde taşınan mil ve kilin her taşkında, taşkının kapladığı alana çökmesiyle sürekli bir şekilde oluşur. Sel ovasındaki ortalama birikimin her 100 yılda 10 sm kadar olduğu tahmin edilmektedir. Taşkınların kapladığı alanlarda oluşmuş olan doğal setler ova düzeyinin 1 ile 3 metre üstüne çıkar. Nil'in taşmasıyla bu setler arasında doğal olarak sulanan alanlar oluşur. Bu çevresi doğal setlerle çevrilmiş ve taşkınlarda suyla kaplanan alanların genişliğinin, doğal hallerinde 18 km2 ile 318 km2 arasında değiştiği hesaplanmıştır.

      Assuvan Barajı'nın tamamlanmasından önce Nilin çarpıcı özelliği, her yıl öngörülebilen bir zamanlamayla meydana gelen muhteşem taşmasıydı. Ağustos ortalarında nehir güney Mısır'daki doğal setleri aşmaya başlardı. Taşkın kuzeye doğru ilerleyerek 4 ile 6 hafta içinde bütün vadiyi kaplardı. Nilden akan su miktarı Eylül ayında, Mayıs ayındaki en düşük düzeyinin 11, 12 katını bulan bir zirveye ulaşırdı (Assuvan'da Mayıs ayında 698 m3/saniyelik ortalama debi, Eylül ayında ise 8180 m3/saniyelik ortalama debi ölçülmüştür[9]). Hem taşkının akışı hem de yüksekliği yıldan yıla değişirdi. Alçak taşkın yıllarında bazı nispeten daha yüksek alanlara hiç su gitmezdi. Yüksek taşkın yıllarında ise sular kısa bir süre için de olsa en yüksek doğal setleri bile aşardı. Ekimin ilk günlerinde Yukarı Mısır'daki ilk havzalar kurumaya başlardı. Kasım'ın sonunda, kuzeydeki alçak havzalar dışındaki bütün alanlar kururdu. Kamış ve saz gibi bataklık bitkileri kuzeydeki bu alçak alanlarının doğal bitki örtüsünü oluştururdu. Vadinin geri kalan alanlarındaki doğal setlerde ılgın (tamarisk), aspen, zakkum ve akasya gibi bitkilerden oluşan sub-tropik korular vardı.

      Günümüzde Nil deltası, başlangıcıyla deniz arasında 170 km'lik bir derinlik ve Akdeniz'de 220 km'lik bir kıyı çevresinde 22,000 km2'lik bir alan oluşturur. Yapısı bir yaprağın sırtına benzetilebilir. Nehrin belli başlı kolları ve çevrelerindeki doğal setler yaprağın damarları gibidir. Bunların arasında alüvyon düzlükleri ve havzaları vardır. Deltada 100 yılda 3 sm kadar alüvyon birikmektedir. Deltadaki taşkınlar, çok sayıda kolla dağıldığı için vadidekinden çok daha sığ olurdu ve Delta'da bir çok geniş alan taşkın düzeyinin üstünde kalırdı. Kıyıda uzunlukları 100 km'yi bulan kum setleri ve dilleri deltayla deniz arasında kalan lagoon'lar oluşturmuştur.

      Geriye dönüp baktığımızda, Nil Delta'sı ve Vadisi'nin, nehirde, bataklık ve sazlıklardaki zengin balık ve diğer su ürünleri çeşiti, yabanî ve ehlileştirilmiş hayvanların otlayabileceği geniş otlaklar ve sulama potansiyeli, nehrin ve kıyılarının taşımacılığı kolaylaştırması gibi insan yaşamını destekleyen müstesna fırsatlar sunduğu görülür. Bu fırsatların bazıları Aşağı Mezopotamya'da Dicle ve Fırat'ın çevresindeki alçak alanlarda da vardı. Ancak insan hareketini ve taşımacılığı kolaylaştıran düzlük alanlar istilacılar için de kolaylık sağlıyordu. Bu durum, Orta Doğu'nun bu düz alanlarının insan yaşamı için sağladığı avantajlardan yararlanılabilmesini, siyasî ve askeri örgütlenme gücü ve becerisine bağlı kılıyordu. Öte yanda bu alanların coğrafya ve iklim özelliklerinin birçok hoş olmayan yanı da vardı. Düzlük alanlar sert rüzgarlara açıktı. Yüksek sıcaklık ve nem insanı rahatsız eden bir iklim oluşturuyordu. Çekirge istilaları, kum fırtınaları, bazı yıllarda geniş alanlara büyük zarar verebiliyordu. Ölçülü aktığı yıllarda refah getiren nehir suları, felaket getiren sellere dönüşebiliyordu. Yeterli drenajın olmaması toprağın tuzlanarak çoraklaşmasına yol açıyordu. Kurumayan bataklık alanlarının sivrisinekleri nedeniyle bu düzlük alanlar endemik sıtma bölgeleriydi.

 

2.2.2.  Kıyılar ve denizler

 

Nil ve Amu Derya arasındaki alanlar Akdeniz ve Karadeniz'le Kuzey Afrika ve Avrupa dünyalarına, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusuy'la da Batı Afrika ve Asya dünyalarına bağlanır.

      Karadeniz'in güneyindeki kıyı şeridi, Kızıl Irmak ve Yeşil Irmak deltaları dışında, fevkalâde dardır. Kıyıya paralel dağlar, yer yer denizden itibaren hemen hızla yükselir. Dağlar, kıyıyla Anadolu'nun iç alanları arasındaki ulaşımı genel olarak güçleştirir. Sahiller Karadeniz'in şiddetli fırtınalarına açıktır. Doğal Sinop limanı ve Klasik Çağ'da Trabzon'da ve başka birkaç yerde yapılan küçük limanlar deniz taşımacılığının riskini nispeten azaltmıştır. Ocak ayındaki günlük sıcaklık ortalaması 0° C'ın üstünde kalır. Temmuz ayındaki günlük sıcaklık ortalaması ise 22° C'dır. Arkadaki yüksek dağ silsileleri nedeniyle yıllık yağışlar kıyı şeridinin batı bölgelerinde 600 mm'den başlayıp doğuda 1,500 mm'ye ve Rize çevresined 2,500 mm'ye ulaşır.

      Karadeniz'i Ege'ye ve Akdeniz'e bağlayan Karadeniz Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı, çok eski çağlardan beri, Akdeniz dünyasını Karadeniz dünyasına, ve Karadeniz'in kuzeyindeki geniş step alanlarına, Orta Asya'ya ve Orta Asya üzerinden Çine ve Hint dünyalarına bağlayan uzak mesafe ticaretinin en önemli kanallarından biri olmuştur. Marmara'nın güney kıyılarındaki coğrafî ortam iç Anadolu'yla iletişim açısından daha elverişlidir. Mesela, Sakarya vadisinden geçen Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Gerede, Göynük hattı, çok eskiden beri, İç Anadolu'yu Marmara kıyılarına bağlayan önemli bir kervan yolu olmuştur.

      Ege kıyılarında ise, Bakır Çayı, Gediz, Küçük Menderes ve Büyük Menderes'in batı-doğu eksenindeki geniş ve verimli taban arazilerine sahip vadileri, Akdeniz'in hem iklimini hem de kültürünü İç Anadolu'ya sızdıran kanallar gibidir. Ege kıyılarında birçok doğal liman varsa da, nehirlerin taşıdığı mil Efes ve Milet gibi klasik Çağ'ın ünlü liman kentlerinin denizle bağlantısı kesmiş, çevrelerini sıtma nedeniyle insan yaşamını imkânsızlaştıran bataklık alanlarına dönüştürmüştür. Bugünkü Bafa Gölü eski Milet Körfezi'nin kalıntısıdır. Muğla, Denizli ve Antalya arasındaki yüksek dağlar nedeniyle Anadolu'nun güney-batı köşesinin yani Antik ve Klasik çağlar Karya'sı ve Likya'sının kıyıları ise, karadan ulaşılması çok güç olan alanlardır. Bu nedenle, son yirmi yıl içinde yeni yolların yapılmasına kadar bu kıyıların İç Anadolu'yla iktisadi bağlantısı cılız ve kültürel etkileşmeler açısından yüzü Ege-Akdeniz dünyasına dönük kalmıştır.

      Anadolu'nun güney kıyılarında, Seyhan ve Ceyhan'ın deltası ve Antalya çevresinde denizden itibaren üç basamak halinde arkadaki Toroslar'a doğru yükselen Pamfilya düzlüğü dışında, dağlar, güney Karadeniz'deki gibi, denize kadar iner. Kıyı şeridi çok dardır. Ancak deniz taşımacılığı açısından doğal barınak imkânları Karadeniz'dekinden çok daha fazladır. Siklonların etkisine açık olan yüksek dağlar nedeniyle yıllık yağışlar 1000 mm'nin üstündedir. Torosların bir yay gibi çevrelediği Pamfilya bir hayli ılıman bir kış mevsimine sahiptir. Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması 11° C; Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması ise 28° C'dır. Seyhan ve Ceyhan deltasında ise Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması 10° C'ın altına düşer; Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması ise kıyıda 20° C'tan ovanın iç alanlarında 30° C'a çıkar. Yıllık yağışlar 600 ile 1000 mm arasındadır. Kıyı genellikle kum setleri ve dillerden oluşursa da, Yumurtalık gibi birkaç yerde, jeolojik yapılar, gemilerin çekim yeri olmaya elverişlidir ve Klasik Çağ'da iskele ve küçük limanların yapılmasına imkân sağlamıştır.

      Akdeniz'in tarihte Levant diye bilinen doğu kıyısında, özellikle bugünkü Hayfa ile İskenderun arasında kalan kısımda birçok yer liman olarak geliştirilmeye elverişlidir. Bu yerler, kıyı şeridini arkada pek yüksek olmayan dağların arasından geçerek Ürdün Vadisi'ne, İç Batı Suriye'ye, Fırat'a ve Mezopotamya'ya bağlayacak potansiyel yolların ucundadır. Bugünkü Port Sait'le Hayfa arasında kalan kıyı ovası sulaktır ve Mısır'la bağlantıyı sağlayacak bir kara yolu için elverişlidir. Yıllık yağış miktarı Levant kıyısında kuzeyden güneye inildikçe azalır. Günlük sıcaklıkların yıllık ortalaması da kuzeyden güneye inildikçe artar. Kış aylarında kıyı şeridi ılıkken, iç alanlar soğuktur ve çok kere karla kaplıdır. Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması bazı yerlerde 27° C'ı bulur.

      Akdeniz, gelgitsiz bir denizdir.[10] Doğu havzasındaki yüzey akıntıları, kuzey-batıdan esen ve yaz aylarında özellikle şiddetli olan başat rüzgarlar nedeniyle, saate ters yöndedir. Ana akıntı Rodos'ün iki yanından dolaşır. Güney'den akan kol Girit'e, güney-batıya yönelirken, adanın kuzeyinden akan kol Anadolu'yla Ege adaların arasına uzanır. Bu akıntı, Sisam ve Sakız adalarının çevresinde Çanakkale Boğazı'ndan gelen akıntıyla karışır. Doğu Akdeniz'deki rüzgarlar ve akıntılar gemicilik için genel olarak elverişli bir ortam sergiler.

      Kızıl Deniz'in uzunluğu 2200 km kadardır. Girişi, 26 km eninde, eski kitaplarda 'Ağıt Kapısı' diye adlandırılmış olan fırtınalı bir boğazdır Akdeniz'in aksine, Kızıl Deniz'in gelgitli olması gemicilik önündeki tehlikeleri arttırır. Mercan kayalıkları da bir başka tehlike kaynağıdır. Kuzey'deki Süveyş ve Akabe körfezlerine giriş de, önlerindeki adalar ve mercan kayalıkları nedeniyle güçlüklerle doludur. Bütün Kızıl Deniz tehlikelerle dolu olduğu için, çok yakın tarihlere kadar, geleneksel teknelerdeki gemiciler, sadece gündüzleri seyahat etmişlerdir. Ekim ve Nisan arasında, 2O°enleme kadar güçlü güney rüzgârları etkili olur. Rüzgârlar çok kere şiddetli fırtınalara dönüşür. Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması 20° C'ı aşar. Mayıs'tan Eylül'e kadar başat rüzgârlar kuzey-batıdan eser. Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması 30° C''ı aşar. Kızıl Deniz'in kuzey kısmında bütün yıl boyunca kuzey-batı rüzgârları eser. Yaz aylarında ise sık sık şiddetli fırtına halini alır. Kızıl Deniz'in Arabistan kıyısı mercan kayalıkları arasındaki boşlukların uzantısı olan derin koylar ve kumlu düzlüklerden oluşur. Hem Arabistan hem de Afrika kıyılarından arkada kalan dağları aşıp iç alanlara erişmek genellikle bir hayli zordur.

      'Sadece Arabistan'ın değil  fakat aynı zamanda bütün [Kızıl Deniz'in] kiliti olan'[11] Aden, Arabistan'ın bütün güney sahilindeki tek iyi limandır. Birkaç yerde de, kıyıyı, uçurumlarla inen dağların arasından iç alanlara bağlayan güzergâhların başlangıç noktasını oluşturan koylar vardır. Kasımla Mart arasında kuzey-doğudan esen mansun, Arabistan yarımadasının doğusuyla Hindistan arasında kalan Umman Denizi'ne hükmeder. Mayısla Eylül ayları arasında ise bunun yerini güney-batıdan esen mansun alır. Yarımadanın doğu köşesinde, Muskat ve Ra's Musandam kıyılarında bulunan derin koylar, gemiler için kusursuz sığınak yerleri sağlar. Ama bu koyların hem kıyının arkasında kalan alanlarla hemen hemen hiç bağlantısı yoktur hem de bunlar yaz aylarında aşırı sıcak ve nemlidir.

      Basra Körfezi'nin uzunluğu 800 km kadardır. 80 km enindeki girişi, Kızıl Deniz'inki gibi, nispeten dardır ve adalarla doludur. Arabistan tarafında körfez yumuşak bir şekilde sığ sahillere dönüşür. Bir çok yerde denizin içinden tatlı su çıkar. Mercan kayalıkları ve kum setleri giriş çıkışı tehlikeli yapsa da, gemicilerin kullanabileceği küçük koylar vardır. İran tarafındaki kıyı düzlükleri ise dardır, büyük ölçüde susuz ve kesintilidir. Tuzlu bataklıklar, çamur volkanları ve kum tepeleri bu kıyıyı insan yaşamına elverişsiz kılar. Kıyıya paralel olarak yükseler Zağros Dağları da İran'ın iç alanlarıyla iletişimi engeller. Hürmüz Boğazı'nın İran tarafında, boğazdan çıktıktan sonraki kıyı şeridiyle karşılaştırıldığında birkaç tane iyi liman olduğu söylenebilir. Yaz aylarında özellikle şiddetlenen kuzey-batı rüzgârı bütün yıl boyunca etkilidir. Yaz rüzgârları Asurluların körfeze 'korkutucu deniz' demelerinin nedeni olmuş olsa da, rüzgârın bütün yıl boyunca aynı yönden esmesi yelkenciliği kolaylaştırır. Yaz sıcaklıkları yüksektir. Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması 30° C'ı aşar. Nem tahammül edilmez bir hal alır. Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması 10° C'tan fazladır. Yıllık yağış Arabistan kıyısında genellikle 100 mm'nin altında kalır, ama arkasında dağların yükseldiği İran kıyısında 200-400 mm arasındadır. Hürmüz Boğazı'nın dışında, Umman Körfezi'nde, rüzgârlar mansunlarla yön değiştirir. Öyle ki, kış aylarında başat olarak kuzeyden ve yaz aylarında, güney-batıdan eser. Belirli bir anda esmekte olan rüzgârın yönü, yelkenli gemilerin S şeklinde kıvrımınlı Hürmüz Boğazı'ndan geçip geçemeyeceklerini belirler. Uygun rüzgârın esmemesi, yelkenlilerin seyahatini uzun süre geciktirebilir. Ama elverişli rüzgârlar estiğinde, yelkenliler Basra Körfezi'nin kuzey uçundan Aden limanına sadece 8 günde varabilir.

      Hazar Denizi bölgenin kuzeyinde çok büyük bir göldür. Saate ters yönde hareket eden bir akıntı, Elburz Dağları'ndan akan suların taşıdıklarını kıyılara yayarak çeşitli dilleri ve iç gölleri oluşturmuştur. Alüvyon ovaları, bütün yıl boyunca süren 600-1500 mm arasındaki yıllık yağışlar ve Hazar Denizi'yle İran platosunun arasını aşağı yukarı tamamen kapatan Elburz Dağları'ndan eriyip gelen karların selleri nedeniyle hep su içindedir. Bu dağlar kış aylarında Hazar kıyılarını İran platosunun soğuğundan korur. Hazar'ın güney kıyılarında Ocak ayı günlük sıcaklık ortalaması, bu nedenle 5 ile 10° C arasında kalır. Temmuz ayı günlük sıcaklık ortalaması ise 20 ile 25° C arasındadır. Bu neredeyse tropik iklim, bataklık ve cangıldan oluşan bir doğal bitki örtüsüne yol açmıştır.

      Bölgedeki adaların en büyüğü Kıbrıs'tır. Anadolu ve Suriye-Lübnan kıyılarından yelkenli gemilerle sadece bir gün bir gecelik bir mesafede, Doğu Akdeniz'de stratejik bir açıyla uzanan 9251 km2'lik bir alana sahiptir. Bu adada zengin bir bitki dokusu çeşidi ve ılıman bir iklim vardır. Ormanları ve bakır madenleri nedeniyle tarihte büyük bir iktisadî önem taşımıştır. Rodos ise, Anadolu'nun güney-batı ucunda, Ege Denizi'ne giriş açısından stratejik konumu nedeniyle, Antik Çağ'ın önemli bir ticaret ve bankacılık merkezi olmuştur. Anadolu'nun batı kıyısını çevreleyen adalar dizisi ise, Avrupa'yla Asya arasındaki kültürel, siyasî, askerî etkileşmelerde sıçrama tahtası olmuştur. Başta Bahreyn olmak üzere Basra Körfezi'ndeki stratejik konuma sahip olan bazı adalar da, benzer bir şekilde, ticaret ilişkilerinde önemli bir rol oynamıştır.

      Adalılar, her zaman ve her yerde olmasa da, çok kere, yaşadıkları yerleri çevreleyen denizin kaynaklarını iyi kullanmışlardır. Ilık sığ sulardaki istridye yatakları nedeniyle Bahreyn, Basra Körfez'deki inci avcılığının tarihî merkezi olmuştur. Başta Dahlak Adaları olmak üzere, Kızıl Deniz'deki bazı adalarda da inci çıkartılır. Akdeniz'in Suriye kıyılarında fakat özellikle Bodrum ve Marmaris çevresindeki zengin sünger yatakları önemli bir iktisadî kaynak oluşturmuştur. Bölgenin denizleri, birçok yerde, balıkçılık açısından da önemli olanaklar sağlamıştır. Kara Deniz'de Trabzon ve Sinop arası, Kara Deniz Boğazı, Batı Anadolu kıyıları, Basra Körfezi, Umman Körfezi'nin kuzey sahilleri, Güney Arabistan'ın kıyı suları zengin balık yataklarına sahipti.

 

2.3.       Ölçek ve ritim

 

Çok yakın tarihlere kadar bölge sakinlerinden çok azına bölgenin ölçeğinin vüsatını kavramak ve bölgeyi tanımak nasip olmuştur. Belirli bazı güzergâhların ne kadar sürede katedilmiş olduğu, bölgenin ölçeğini hissetmemizi kolaylaştırabilir. Çok uzun bir süre en hızlı hareket imkânını yarış devesi ya da posta atı sağlamıştır. 1799 gibi geç bir tarihte, İstanbul'a tayin edilen Britanya elçisi Lord Elgin, İstanbul'la Basra arasında Halep üzerinden gönderilen mektupların yaklaşık 25 günde yerlerine ulaştığını söylemektedir. İstanbul'dan gönderilen bir atlı ulak ki Osmanlı deyimiyle bir tatar'ın, Kahire'ye, 25 günlük bir yolculuktan sonra 2 Aralık 1801'de ulaştığı kayıtlıdır.[12] On dokuzuncu yüzyıl ortalarında, postanın Basra'yla Mekke arasında 25 günde, Bağdat'la İran'ın kuzey-doğusundaki Nişapur arasında ise 43 günde yerine ulaştığına, Kahire'den Şam üstünden Halep'e yapılan yolculuğun 22 gün sürdüğüne dair kayıtlar vardır.

      Öte yanda, kervanlar ve orduların kuryelerden çok daha yavaş hareket ettiğine dikkat edilmelidir. 1595 yılında, maiyetiyle birlikte görev yerine gitmekte olan bir valiyle birlikte seyahat eden John Sanderson İstanbul'dan Halep'e 40 günde varmıştır.[13] On sekizinci yüzyılın ilk yarısında, Halep Basra arasındaki yolu küçük kervanlar 25 günde, ama ağır yüklü büyük kervanlar 45 ile 70 arasında alabilmekteydi. [14] Bu dönemde İstanbul'la Basra arasındaki yolculuğun 85 ile 110 gün arasında değişmesi Herodot'un Sardis'le Hakhamaniş İmparatorluğu'nun taht şehirlerinden Susa arasındaki Kral Yolu'ndaki yolculuk için verdiği 90 günlük süre ve Xenophon ve On Binler'in Anadolu'nun Ege kıyılarından merkezî Mezopotamya'ya 84 günde ulaşmaları ile karşılaştırılabilir. Mezopotamya'ya vardıklarında, Paralı asker olarak emrinde savaşmaya gittikleri Hakhamaniş prensinin yenilmiş olduğunu öğrenince kuzeye doğru çıkarak Kara Deniz'e ulaşmaya çalışan On Binler'in orta Mezopotamya ile Trabzon arasındaki 'ricatları' ise 81 gün sürmüştür.[15] Fransız tacir Tavernier'in kervanlarla yaptığı seyahatlar, Üsküdar'la Tebriz arasındaki Amasya, Erzurum ve Erivan'dan geçen yolun 41 ile 67 gün sürdüğünü göstermektedir.[16] On altıncı yüzyılın başlarında Basra Körfezi'nin ağzında İran kıyısındaki Hormuz'dan deveyle Tebriz'e yapılan yolculukların yaklaşık 50 gün, ve Hazar Denizi'nin güney kıyılarına yapılan yolculukların da iki aydan fazla sürdüğü aktarılmıştır.[17]

      Yelkenli gemilerle belli başlı limanlar arasındaki deniz yolculuklarının süreleri de bölgenin vüsatini kavramamıza yardımcı olabilir. On birinci yüzyılda İskenderiye'den İstanbul'a yapılan bir yolculuk 18 gün,[18] 1585'te ters yönde yapılan bir yolculuk ise 23 gün sürmüştür.[19] 1802 yılında İngiliz subaylarını taşıyan bir gemi İsenderun'dan Rodos'a 10 günde gitmiştir.[20] On altıncı yüzyıl başlarında, elverişli rüzgârlarla Aden'le Cidde arasındaki yolculuğun 10 gün, Hormuz'la Bahreyn arasındaki yolculuğun da 4 ya da 5 gün sürdüğü aktarılmıştır.[21]

      Bölgede iklim koşulları insanların hayatına seçik günlük ve mevsimlik ritimler empoze etmiştir. Soğuk, kar ve kötü hava nedeniyle, hemen hemen her yerde, kış aylarında, zorlayıcı nedenlerle bir yerden bir yere gitmekte olan istisnaî kişiler dışında bütün seyahatler durur, kentler, kasabalar, köyler ve aşiretlerdeki insan toplulukları bu mevsimde kendi içlerine dönük olarak yaşardı. Çok az kervan karlarla kaplı dağları aşmaya kalkardı. Akdeniz'de yelkenliler ve kürekli kalyonlar Ekim sonundan Mayıs başına kadar nadiren denize açılırdı. Göçmen kuşların yanında, ufukta görünen kervanlar ve tekneler de, her yerde yaz mevsimin geldiğini haber verirdi. Yaz aylarının düzgün bir şekilde esen rüzgârları hem gemilerin yelkenlerini şişirirdi hem de, daha sonraları Batı da Orta Çağlar diye adlandırılan dönemde, Ege adalarında, Batı Anadolu kıyılarında ve Sistan'daki yel değirmenlerinin kanatlarını çevirirdi. Yerin enlemine göre 13 ile 15 saate çıkan yaz günleri, hasat ve harman zamanı; yağmurların toprağı yumuşattığı kış ve bahar aylarının 9 ile 11 1/2 saat süren günleri ise toprağı sürmek ve tohumlamak zamanıydı. Su değirmenlerinin çalışma mevsimi de derelerin ve kaynakların kabardığı kış ve bahar aylarıydı. Yaza doğru su kaynaklarının kurumaya başlaması, göçebeleri Arabistan ve Mısır'da daha güvenilir su kaynaklarının olduğu yerlerde, Anadolu ve İran'da da yaylalara yönlendirirdi. Yüksek yerlerdeki köylüler de, kendi ürünlerinin olgunlaşmasından önceki birkaç hafta içinde, ovalarda iş imkânı arardı.

      Özellikle yaz aylarında, sıcaklık ve şiddetli güneş, insanların işten uzak durmalarına yol açar. İnsanlar sabahları erken kalkıp birkaç saat çalıştıktan sonra evlerine çekilir, öğleden sonrayı uyuyarak geçirirler. Çağdaş havalandırma ve elektrikli soğutma olanaklarından önce, sıcak alanlarda yaşayanlar, evlerinin içini rüzgâr kuleleriyle serinletmeğe çok uzak mesafelerden büyük meşakkatle kar taşıyıp yazın baskısını hafifletmeğe çalışmışlardır. Serin hava ve ayın ve yıldızların yeri aydınlattığı açık berrak gök yüzü nedeniyle, kervanlar ve teknelerdekiler, çok kere, özellikle yaz aylarında gece yolculuğunu tercih etmişlerdir.

 

2.4 Nil-Amu Derya bölgesinin Ökümene'deki konumuyla ilgili bazı genel değerlendirmeler

 

Nil-Amu Derya bölgesinin, bu bölgede, diğer uygarlık alanlarındakilerden farklı olması anlamında seçik bir üst-kültürün ortaya çıkmasını etkileyen iki özelliği vardır:

      i)    Bölgenin, ökümenenin diğer büyük uygarlık alanlarının arasında konumlanmış olması, ticaret ilişkileri açısından büyük bir üstünlük sağlıyordu;

      ii)   Bölge'nin, ökümenenin uygarlık bölgeleri arasında en kurak bölge         olması, bu bölgede ortaya çıkan üst-kültürü belirgin bir şekilde                   etkiliyordu.

      Nil-Amu Derya bölgesi, Akdeniz ve Batı Avrupa dünyası, Kara Deniz'in kuzeyindeki geniş step alanları, Afrika, Hint uygarlık alanı, Orta Asya ve Çin uygarlık alanları arasında, binlerce yıl, kara ve deniz ticareti yollarının geçtiği bir kavşak bölgeydi. Halbuki, meselâ Çin uygarlık alanı böyle bir kavşak konumunda değildi. Ökümene'nin sınırındaydı, bittiği yerdeydi.

      Nil-Amu Derya bölgesinin kıtalar arası ticaret yollarının kavşak alanı olması, bu bölgede tacirlerin, bölgede uygarlık ve kültür geleneklerinin değişmesi, üst-kültürün belirli özellikler almasında özel bir rol oynamaları sonucunu getirdi. Tacirler, arazili beylere yani arazi üstünde üretilen tarımsal gelirden pay alarak yaşayanlara ve bu üretimi yapan köylülere göre, kozmopolit ve evrenselci kültürlerin taşıyıcılığını yapmaya, bu kültürleri benimsemeye çok daha yatkın olan bir insan grubu, toplumsal kesim oluştururlar. Çünkü uzak mesafe taciri dolaşır, kıtalar aşar. İşi gereği, değişik kültürlerdeki insanların dillerini öğrenir, meramlarını anlar, onlarla 'anlaşır'. Onların arasına girer, onlarla yaşar. Arazili bey ya da ağa ve köylü, bir anlamda ürettikleri bitkiler gibi, bulundukları yerelliğe kök salmışlardır. Hem coğrafî hem de kültürel olarak hareketsizdirler. Arazili beylerle köylülerin, içinde toplumsallaştıkları kendi kültürleri dışındaki kültürleri 'anormal' sayacak bir kültürel kapalılık, 'muhafazakârlık'ta takılıp kalmaları ne kadar kolaysa, tacirlerin kozmopolit bir kültürel kimlik edinmeleri, evrenselci bakış açılarının tacirler arasında filizlenmesi, yeşermesi de o kadar kolaydır.

      Bölgenin daha önceki alt bölümlerde ayrıntılı olarak üzerinde durduğumuz kuraklık özelliğine gelince: Nil-Amu Derya arasındaki bazı alanlarda, bazı alüvyon ovalarında meselâ Aşağı Mezopotamya'da ve Nil Vadisi'nde, bitki tarımı ancak sulamayla mümkündür. Nil Vadisi'nin 'doğal olarak' sulanmasına karşın, Aşağı Mezopotamya'nın sulanması ancak büyük ölçekli mühendislik işlerinin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Çok pahalıya mal olan, büyük ve kollektif çabalarla gerçekleştirilebilen sulama, setleme, drenaj[22] sistemleri Mezopotamya'da çok erken tarihlerde gerçekleştirilmiştir. Ama, bu sistemlerle tarımsal üretimde erişilebilecek olan sınıra çok erken tarihlerde erişilmiştir. Aksiyal Çağ'dan sonra, Mezopotamya'da sulamayla ilgili yatırımlar giderek daha ayrıntılı, daha karmaşık, daha pahalı projeleri gerektirir hale gelmiştir.

      Nil-Amu Derya bölgesinde alüvyon alanları dışında, üretim düzeyi üstünde daha da zorlayıcı sınırlar vardır ve bu sınırlara daha da erken tarihlerde ulaşılmıştır. Zihnimizde bir dünya haritası tasarlayalım. Kuzey Afrika'dan Gobi Çölü'ne kadar uzanan büyük alan, bütün dünyanın en büyük kuraklık alanıdır. Dünyanın bu bölgesi bir çöller bölgesi gibi tasarlanabilir. Çöller, Nil-Amu Derya bölgesinin en önemli özelliğinin, kuraklığının simgesidir.

      Bu bölgede hayatın sürdürülmesinin sınırlayıcı faktörü sudur. Bölgenin alanları kuraklık ya da nemlilik özelliklerine göre dört kategoride tasnif edilebilir.

 

      i)     Ne hayvan ne de bitki yaşamı açısından elverişli olmayan kum,             kaya ve tuz yığınlarından oluşan araziler, çöller;

      ii)   Ancak hayvan otlatmaya, insan nüfusunu hayvan otlatıcılığı ile beslemeye elverişli, bitki tarımının imkânsız olduğu çok kurak alanlar;

      iii)  Her ne kadar bitki tarımına imkân sağlayan bir nemlilik durumu ucu ucuna varsa da, yağmur yağışının bitki gelişimi için gerekli olan aylarda yeteri kadar olmayışı durumunda üretim düzeyinde büyük düşmelerin meydana geldiği kurakça alanlar. Ki İç ve Güneydoğu Anado lu' nun önemli bir kısmı böyleydi;

      iv)   Bitki tarımının ya yer altı suları ya da uzak bölgelerdeki yağışlarla          beslenen nehirlerin suları kullanılarak sürdürüldüğü alanlar. Bunlar            Nil-Amu Derya bölgesinde vahalar şeklinde serpiştirilmiştir. Nil               Vadisi'nin tamamı, ya da Aşağı Mezopotamya birer büyük vaha gibi             tasarlanabilir.

      Diğer üç uygarlık bölgesiyle karşılaştırdığımda, Orta Doğu'da iii) ve iv) kategorideki araziler toplam arazi alanı içinde küçük bir oran ifade eder. Kuraklığın, Nil-Amu Derya arasındaki alanlarda serveti arazide yatanların imkânlarını ve aralarındaki dayanışmayı, daha iyi su imkânlarına sahip diğer üç uygarlık bölgesindekilerinkine göre azalttığı söylenebelir. Orta Doğu'nun kurak alanlarında, yatırım gerektiren sulanan araziler, hem birbirinden kopuk yamalar gibiydi, hem de toplam arazinin ancak küçük bir oranının oluşturuyordu. Bu bölgenin insan nüfusunu barındırma kapasitesi, toplam alanının büyüklüğüne rağmen, diğer bölgelerinkine göre sınırlıydı. Bu durum, bu bölgede tarıma elverişli alanlar üstünde nüfus baskısının bir hayli erken tarihlerde ortaya çıkması sonucunu getirdi. Nüfusa göre bitki tarımına elverişli alanlar, oransal olarak, ökümenenin diğer bölgelerine göre daha azdı.

      Nil-Amu Derya bölgesinde, yerleşik tarım alanlarındaki kültürlerin arasında ve etrafında, bunlarla tarih içinde beraber yaşamış olan göçebe-otlatıcı insan grupları, kültürleri vardı. Gezdirerek ürettiği sürü ile iktisadî-toplumsal-kültürel varlığını, bitki tarımı yapmadan, belirli bir sabit arazi varlığı üzerinde yaşamak mecburiyetini hissetmeden idame ettiren kültürler vardı. Bu göçebe-otlatıcı insan gruplarının bölgedeki toplam nüfus içinde önemli bir paya sahip olmalarının, bölgedeki tarihin gelişme potansiyelleri açasından ima ettiği iki sonuç vardır.

      Bunlardan biri şudur. Göçebe-otlatıcı insanlar hayatlarını düşük bir verimlilik düzeyinde idame ettirdikleri için, göçebe-otlatıcıların yarattıkları iktisadi kültür mütevazi bir kültür olduğu için, bu insan grupları, yerleşik tarıma dayalı, şehir merkezli üst-kültür açısından, kendilerinden önemlice bir iktisadî fazlanın şehirdeki üst-kültür merkezine aktarılması söz konusu olmayan insanlardı. Mesela diyelim ki, bir şehir kültürünün etrafında verimli, nemli ve yüksek verimlilikli bitki tarımına elverişli araziler var. Bu arazilerde yüksek verimlilikle tarımsal üretim yapan insanlar var. Böyle bir durumda tarımsal üretimden okur-yazar üst-kültürü oluşturan şehre aktarılabilecek fazla, düşük bir iktisadî kültür düzeyinde yaşayan göçebe-otlatıcılardan aktarılabilecek olana göre çok daha büyük olabilecektir. İşte bunun içindir ki, Nil-Amu Derya bölgesinde göçebe otlatıcılığın toplam nüfus içinde büyükçe bir oran oluşturması, şehirlerdeki üst-kültürlere aktarılabilecek iktisadî kaynakları sınırlayan bir durumdu. Bu durum, bu bölgede şehir kültürlerinin zenginleşmesi, gelişmesi üstünde olumsuz bir rol oynadı.

      İkinci olarak, göçebe otlatıcıların öyle bir varoluş tarzları vardır ki, okur-yazar şehir kültürlerinin göçebe otlatıcıları 'zapt ü rapt' altına almaları bir hayli güçtür. Göçebe olan şehirden nasıl denetlenecektir ki? Bitki tarımı bunu yapanı belirli bir arazi parçası üstünde yaşamaya mahkûm eder. Eğer buğday üretiyorsa, fndık tarlası varsa, kişinin toplumsal-kültürel varlığının kuşaktan kuşağa aktarılmasında ektiği, biçtiği bitkiler hayati bir rol oynuyorsa, kişi arada bir yaylaya gidip gelse bile, ne zaman nerede olduğu bilinebilecek olan bir kişidir. Ama kişi, hiçbir belirli arazi parçasını denetleme mecburiyeti hissetmeden, üretim olanaklarıyla beraber o dağ senin bu dağ benim diyerek dolaşabiliyorsa, toplumsal varoluşu, onu belirli bir şehirden denetlemek isteyenlerin iktisadî-toplumsal denetimlerinden sıyrılabilmesi açısından özellikle elverişli bir konumdadır. Böyle bir fizikî ve toplumsal varoluş tarzıyla, kültürlerini kuşaktan kuşağa sürdürebilen göçebe-otlatıcı aşiretlerin şehirlere zarar vermeleri, yakıp, yıkıp, yağmalayıp, sonra da etkili bir şekilde takipten kaçmaları binlerce yıl boyunca sürekli olarak görülmüş olan bir paterndir Bir uzlaşmazlık sırasında bir göçebe aşiretin insanları gidip bir bölgedeki köylülerin kuyularını taşla doldurabilir, ekinlerini, harmanlarını yakabilir, sonra da kaçabilir. Modern çağlar öncesinde, köylülerin ya da şehirlilerin bu göçebeleri etkili bir şekilde kovalama, yakalama ve cezalandırma imkânları bir hayli sınırlıydı. Bu nedenle nüfusun önemli bir bölümünün göçebe-otlatıcı olması, Nil-Amu Derya bölgesindeki siyasi yapılaşmalar açısından da önemli sonuçlar getirmiştir.

      Hareketliliklerine rağmen, göçebe otlatıcıların varoluşsal konumları, kozmopolit kültür kimliği kazanmaları, evrenselci akımlardan etkilenmelerini büyük ölçüde engeller. “Hamlet Cengiz Han’ın otağında yazılamaz ya da anlaşılamaz.”[23] Göçebe-otlatıcılar kapalı ekonomiler, kapalı topluluklar oluşturmazlar. Aksine, deri ve yün gibi ürünlerinin önemli bir kısmı, belirli ortam ve dönemlerde önemli bir ticaret konusu olmuştur. Ama göçebe-otlatıcı kültürlerde dışardan mübadeleyle alınanlar, toplam tüketimleri içinde marjinal bir önem taşır. Üstelik, göçebe-otlatıcı kültürler, yerleşik alanlardaki üst-kültürlerle önemlice bir kültürel alış verişe girmeden, şehirlerden önemli kültür unsurları almaya yönelmeden, yüzyıllar boyunca varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Göçebe-otlatıcıların mekânsal hareketlilikleri tacirlerinkinden çok farklıdır. Tacir alıp satmazsa var olamaz. Uzak mesafe ticaretiyle ilgili olanlar, Binbir Gece Masalları'ndaki Sinbad gibi, bambaşka kültürlerle karşılaşır, bunların içinde yaşar. Ökümenenin vüsatını tasarlama imkânı çok daha fazladır. İnsan tecrübesinin ölçeği hakkında zihnindeki resim çok daha büyük bir ölçekli bir resimdir. Göçebe-otlatıcıların insan tecrübesinin çeşitliliği hakkındaki tecrübeleri ise bir hayli sınırlıdır. Sinbad bir tacir-gemicidir, göçebe-otlatıcı değil. Marco Polo'yu düşünelim. İtalya'dan kalkar, ticaret yapmak için Çin'e gider. Göçebe-otlatıcıların hareketliliği, hem hareketin arkasındaki amaçlılık hem de başka kültürlere karşı duyarlılık açısından Sinbad'ın ya da Marco Polo'nun hareketliliğine benzemez. Otlatıcı göçebenin hareketliliği içine dönük bir kültürün hareketliliğidir. Okur-yazarlığı yoktur bu kültürün. Başka kültürlerle anlaşabilmek için onlara karşı açıklık diye bir sorunu da yoktur. Göçebe otlatıcıların merak aralıkları bir hayli sınırlıdır. Anlam dünyaları koyunlarına, keçilerine, çadırlarına, atlarına, develerine dönüktür.

      Nil-Amu Derya bölgesinde tarım kökenli şehirli gelirlerinin genişlemesi üstünde, fizikî, coğrafî, iklimle ilgili ciddi sınırlamalar varken, tacirlerin gelirlerinin genişlemesi üzerinde hiçbir sınır yok gibidir. Verimli Hilal ve çevresindeki alanlar, Ökümenenin başka hiçbir bölgesinde rastlanılmayan bir şekilde, ticari yolların kesiştiği bir bölgeydi. Meselâ bir Basra limanı, aşağı yukarı Ökümenenin bütün bölgeleriyle ticaret yapılan bir limandı. Basra ya doğrudan ya da Akdeniz ve İran üzerinden Ökümenenin bütün bölgeleriyle ilişkiliydi. Çin'den, Hindistan'dan, Avrupa'dan gelip gidenlerin gemilere inip bindiği bir limandı. Ökümenenin başka hiçbir bölgesinde ticaret yollarının böylece kesişmesi, kavşaklar sistemi oluşturması söz konusu değildi. Tacirler başka hiçbir bölgede, buradaki gibi yoğun bir uzak-mesafe yolları kavşağı üstünde servet biriktirme olanağına sahip değillerdi.

      Ökümenedeki ticaret zaman içinde geliştikçe hem ticaretin hacmi genişledi, hem de Ökümenenin sınırlarındaki ülkelerden gelen yeni mallar uzak mesafe ticaretinin konusu olmağa başladı. Ticaretin mal kompozisyonu çeşitlendi. Mesela, belirli bir tarihten sonra, Malezya adalarından gelen baharat ve kokulu otlar ticarette önemli bir yer tutmağa başladı. Baharat daha sonra Avrupa-Asya ticaretinin en önemli kalemi haline geldi. Uzunca bir süre en önemli kalemi olarak kaldı.

      Ancak bunların söylenmesinin bizi yanlış bir takım sanılara götürmemesine de dikkat edilmelidir. Ele aldığımız zaman aralığında tarım, Nil-Amu Derya bölgesinde iktisadî etkinliklerin toplam hacmi içinde en önemli payı oluşturmağa devam etmiştir. Çeşitli alanlarda üretilen tarımsal hasıladan arazili beylere giden pay, tacir gelirlerine göre daha büyük olmuştur. Ama Nil-Amu Derya bölgesi, tacir gelirlerinin arazili beylerin gelirlerine oranla diğer uygarlık alanlarındakinden daha yüksek olduğu bir bölgeydi. Nil-Amu Derya bölgesinde tarım kökenli servetlerin daha az birikmiş olması ve ticaret etkinliklerinin nispeten daha yoğun olması nedeniyle, bu bölgenin birçok ülkesinin tacirleri, Ökümenenin tarımın başat olduğu diğer uygarlık alanlarındaki duruma göre, sivil servetin nispeten daha büyük bir bölümünü elde etmişlerdir. Tacirler, yerel arazili beylere nispeten daha az bağımlı olmuşlardır. Bu bölgede tacirlerin servet biriktirme fırsatları, bir çok dönemde, diğer uygarlık alanlarındaki tacirlerinkine göre daha fazla olmuştur.

      Nil-Amu Derya bölgesinde pazar, toplumsal hayatın şekillenmesini etkileyen önemli bir üst-kültür mekânı haline geldi.

      Bu ticari hareketlililk ve akışkanlık, Nil-Amu Derya bölgesinin tarihindeki bazı çarpıcı olayların anlaşılmasında da önemli açıklayıcı bir rol oynayabilir. İskender'le birlikte, çok kısa bir zaman aralığı içinde, Elen-Helen kültürünün Mısır'dan İndus'a kadar yayılması, İskender'in ölümünden sonra generallerinin Mısır'da, Irak-Suriye-İran'da, Anadolu'da kurduğu devletlerin uzunca bir süre yaşayabilmeleri, bu yayılmadan önce Elen kültürünün bölgede görülen hareketliliği, Elence'nin bölgede evrensel bir üst-kültür dili olarak ortaya çıkması, bu bölgede merkantil etkinliklerin canlılığı, hareketliliği, akışkanlığı ve pazarın bir üst-kültür mekânı olması dikkate alınmadan anlaşılamaz. Merkantil akışkanlık Elence ile taşınan üst-kültürün yayılmasını kolaylaştıran bir rol oynamıştır.

      Ancak bu bölgede ticari etkinliklerin yoğun ve tacirlere, pazara dayalı üst-kültürün diğer bölgelere göre daha güçlü olmasından giderek, Klasik Çağ'daki bağımsız Elen 'polis'lerindeki gibi pazar merkezli şehirlerin ortaya çıktığı sanısına kapılmamak gerekmektedir. Nil-Amu Derya bölgesinde pazar, herne kadar o dönemlerin zamansallığı içinde Çin ve Hindistan'a göre nispî bir toplumsal özerklik ve arazili beylere, arazi gelirleriyle ilişkili siyasî elitlere göre nispî bir bağımsızlık kazanır gibi olduysa da, bu özerklik ve bağımsızlık, klasik Elen 'polis'i benzeri bağımsız şehirlerin ortaya çıkmasına dönüşmedi. Nil-Amu Derya bölgesinin 'insan-tanrı-toplumların yönetilmesi' arasındaki ilişkiyi özgün bir şekilde kuran paradigmatik gelenekleri ve Hak-hamanişlerle birlikte başlayan 'evrensel hakimiyet'çi 'imparatorlukçu devlet'ler, pazar etrafında gelişen bölge şehirlerinin Elen polisi benzeri bağımsız şehir devletleri ve politikaya dayanan bir toplumların yönetilmesi paradigmasının ortaya çıkmasını engelledi. Bölgenin şehirleri imparatorlukçu devletlerin büyük şehirleri haline geldi.



[1]       Bu alt bölümde J. M. Wagstaff (1985) The evolution of Middle Eastern Landscapes: an outline to A.D. 1840 (London: Croom Helm), 9-27; Maurice Lombard (1971) L'Islam dans sa première grandeur (Paris: Flammarion et Cie), İngilizceye çevirisi J. Spencer (1975) The golden age of Islam (Amsterdam: North-Holland Publishing Co.), 15-50; Türkçeye çevirisi Nezih Uzel (1983) İlk zafer yıllarında islâm (İstanbul: Pınar yayıncılık), 25-56 ve The Times atlas of the world: comprehensive edition  (1983 edition) (London: Times Books & John Barthalomew and Sons Co), passim'den yararlanılmıştır.

[2]       Aşağıda yağışlar, sıcaklık ve bitki örtüsüyle ilgili paragraflar, Wagstaff, J.M. (1985) The evolution of Middle Eastern landscapes: an outline to AD 1840 (London: Croom Helm), 12- 15'ten çevrilmiştir.

[3]       Doğal bitki örtüsünün rekonstrüksiyonu için bak. Butzer, K.W. (1970) "Physical conditions in eastern Europe, western Asia and Egypt before the period of agricultural and urban settlement", The Cambridge Ancient History, 3. ed., cilt 1, kısım 1, (Cambridge: CUP), 35-69.

[4]       "Yanardağ'dan çıkan koyu renkli cama benzer çok sert bir taş (eskiden bu taştan ok başı ve bıçak yapılırdı)" Redhouse İngilizce Türkçe Sözlük.

[5]       Yer altı kanalları ki bunlardan daha sonra söz edilecektir.

[6]       Kurak yıldaki yağış yağışlı yıldaki yağışın yarısı kadarına düşebilir.

[7]       P. Beaumont (1981) "Water resources and their management in the Middle East". İçinde olduğu kitap, J. I. Clarke, H. Bowen-Jones, editörler, Change and development in the Middle East: Essays in honour of W. B. Wisher (London), 40-72'den aktaran Wagstaff, 17.

[8]       ibid.

[9]       ibid.

[10]     Daha doğrusu Akdeniz'deki gelgitler adeta farkedilemeyecek kadar zayıftır.

[11]     Cortesâo, A. (1944) The Summa Oriental of Tomé Prise, c.1, (London: Hakluyt Society), s.15'ten alıntı, Wagstaff, s.23.

[12]     Wittman, W. (1803) Travels in Turkey, Asia Minor, Syria and across the desert into Egypt during the years 1799, 1800 and 1801 (London), s. 307, alıntı Wagstaff, s.25.

[13]     Foster, W. (1949) The Red Sea and adjacent countries at the close of the seventeenth century as described by Joseph Pitts, William Daniel and Charles Jacques Poncet  (London: Hakluyt Society), s.62-3, zikreden Wagstaff, s.26.

[14]     Carruthers, D. (1928) The desert route to India, being the Journals of four travellers by the great desert caravan route between Aleppo and Basra 1745-1751 (London: Hakluyt Society), xxiv-xxxv).

[15]     Heredotus, The Histories, v, 52-4; Xenophon, Anabasis, passim.

[16]     Tavernier, J. B. (1684) Collections of travels through Turky into Persia and the East Indies (London), s.3-15; zikreden Wagstaff, s.26.

[17]     Cortesâo, A. (1944), s.20, 23; zikreden Wagstaff, s.26.

[18]     Goiten, S. D. (1967) A Mediterranean society: the Jewish communities of the Arab World as portrayed in the documents of Cairo Geniza, cilt 1 (Berkeley, Cal: Cal. Univ. Press), s.326; zikreden Wagstaff, s.26.

[19]     Foster, W. (1949), s.39.

[20]     Leake, W. M. (1802) Notebook: Cerigo to England 1802, 3. (Cambridge: Museum of Classical Archaeology), zikreden Wagstaff, s.26.

[21]     Cortesâo, A. (1944), s.11, 20; zikreden Wagstaff, s.26.

[22]     Sulama için akıtılan suların, tuzlanmayı ve çoraklaşmayı önlemek için toplanması ve arazinin dışına akatılması.             

[23]         Bak. I. Berlin, Bilimsel tarih anlayışı.

Chapter 1      Home       Chapter 3