Alevilik Müslümanligin disindadir

 
İçindekiler

Alevilik nedir?

Modern Alevilik

Aleviliğin kökleri

Alevi İnançları

Dedelik


Cem

Alevi teorisi Pratigi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ALEVİ FELSEFESİ VE MATERYALİZM

Bugüne kadar gerek batı gerekse de doğu tarih kaynakları Alevilik ve “Dünyadaki Heteredoks Mezhepler” konusuna bakışta tarihsel kültürel ve egemen sınıfsal bir özellik taşımaktadırlar.Türkiye sağ ve “sol Sünni” dini egemen-kültürel bakış açısına sahip olanlar ile Dünyadaki “Katolik,” “Ortodoks”,“Protestan”,”Yahudi-Ortodoks” dini egemen-kültürel bakış açısına sahip değerlendirmeler de aynı minval üzerindedir. Dünyada yürütülmüş olan sınıf mücadelesini egemen-dini ve tarihsel-kültürel zemine dayandırarak onu sınıfsal-kültürel ve felsefi kökünden koparmaktadırlar. Aynı zamanda bu günkü burjuva toplumsal egemenlik biçimi tarihsel ve kültürel egemenlik zemininde genişleyerek egemen tarzda yürütülen sınıf mücadelesinin toplumsal zeminini de daraltmaktadır. Diğer yandan bu tarihsel kültürel ve egemen sınıf anlayışının dayatılmasıyla işçi sınıfının tarihsel ezilen sınıf kültürüyle bireysel ve toplumsal bağları koparılarak ortaya konan bu politik durum fiili olarak egemen sınıfların güçlenmesine hizmet etmektedir. Böylece kozmopolitan burjuva kültürü birleştirici rol oynayarak sınıfın tarihsel ezilen sınıf kültürüyle enternasyonalist sınıfsal bağları kopartılmaktadır.
Tarihi, sınıfların üretim ve üretim tarzı karşısındaki konumlarına göre değil sadece üretim tarzı içindeki iç ve dış toplumsal ilişkilerine göre ele alarak spekülatif bir tarih ortaya koymaktadırlar.Bu yorumlarda ırkçı, milliyetçi ve dincilikten öteye gitmemektedir.Dolayısıyla bu düşünüş tarzı sınıfsal olarak da tarihsel-egemen sınıfların kültürel mirası üzerine oturmaktadır.Bu günkü sınıf ve tabakalar da böyle bir kültürel miras üzerine oturmaktadır.Çünkü işçi sınıfı da bu tarihsel-kültürel ve egemen sınıfsal toplumsal yapılanmanın içindedir.Dolayısıyla işçi sınıfının ideolojik ve politik olarak mayalanması böyle bir kültürel miras içinde oluşturulmuştur.Aydınlarda bu egemen-tarihsel kültürün ajanı konumundadırlar.
Alevilik ve Dünyadaki “heteredoks mezhepleri” anlamak için tarihte yer almış olan ezilen sınıfların üretim ve üretim tarzı karşısındaki toplumsal konumlanışına bakmak gerekmektedir.Bu toplumsal karşıtlık yeni bir felsefenin sınıfsal zeminde şekillenmesine zemin hazırlamıştır. Çünkü üretimin insan ve doğa karşısındaki toplumsal konumlanışı ile sınıfların ve tabakaların üretim biçimi içindeki toplumsal konumlanışı aynı şey değildir.
İlkinde insan kendine tabii olmayan bir toplusal sistem karşısında yer alarak tarihsel ezilen sınıf kültürü yada insanın ortak değeri etrafında ortaya çıkan bireysel ve toplumsal insan değeri varlık kazanmıştır.Bu evrensel bir değerdir.Bunun karşısında toplumsal olarak yer alan egemen-tarihsel sınıf kültürü ise kozmopolitan bir “değerdir.” İnsanın sömürgeleştirilmesi üretimin insan ve doğaya tabii olmaktan çıkartılması ve insanın üretimin toplumsal bir nesnesi haline getirilmesi ile başlamıştır.Bu “yeni” bir toplumsal üretimdir. Böyle bir üretimin toplumsal yapılanmasının üzerine köleci üretim biçimi kurulmuştur. Bu durum egemen-tarihsel kültürel ve sınıfsal bir toplumsal üretim biçimini ortaya çıkartmıştır.Bu üretim biçimini de feodal ve kapitalist üretim biçimi takip etmiştir.
İkincisinde ise tarihsel-toplumsal ve egemen-kültürel sınıfların üretim biçimi içindeki toplumsal çıkarları zeminindeki karşıtlıktır.
Yine İlkinde tek tanrılı dinler köleci şehir devletlerinin merkezileştirilmesinde egemen-tarihsel ve kültürel bir sınıfın ideolojisini temsil etmektedir. İnsanın sosyal ilişkileri ile maddi ilişkilerinin birbirinden ayrıştırıldığı bir toplumsal yapılanma ortaya konarak insan düşüncesiyle eylemi arasında ikilik yaratılmıştır.Böyle bir toplumsal yapılanma da insan açısından normal olarak görülmüştür.Bu tarihsel kültürel ve egemen sınıfsal zeminde bir toplumsal razılık yaratılmıştır.Böylece maddi üretim bir fiil insan üzerinde egemenlik ve sömürü aracı olarak yeniden örgütlenmiştir.
Alevilik özellikle Orta-Asya dan gelen göçlerle “üretime” tabii olmayan özgür kır yaşamını Anadolu’ya taşımıştır.Aynı zamanda İslamiyet’le tanışan ve köleci üretim tarzını yaşamayan toplumlar bu üretim tarzı ve yaşam biçiminin yayılmasına karşı toplumsal bir direniş göstermişlerdir. Diğer yandan köleci üretim tarzının hakim olduğu topraklardaki köle isyanlarıyla ortaya çıkan özgürlük ile Anadolu’ya göçlerle gelen ve “üretime” tabii olmayan özgür insan yaşamı birbiriyle buluşmuştur. Tüm bunlar Anadolu da var olan felsefeyle de harmanlanmıştır..
İlk olarak felsefe Batı-Anadolu da ortaya çıkmıştı. Bu dönemdeki felsefeciler yaşadıkları çevreye bakıp nesnelere ilişkin olarak “bu nedir” diye sorduklarında verdikleri yanıtla fizik yapmışlardı. Daha sonra ise felsefe Ege’nin karşı kıyısını etkilemiştir.
Bu felsefe insan değerini öne alarak insanın bölünmesine ve tarihsel olarak sınırlandırılmasına karşı çıkışı anlatır.Aynı zamanda insanın sömürgeleştirilmesine ve sömürülmesine toplumsal bir direniş tavrı olarak Anadolu da görünür hale gelmiştir. Alevilik insanın sosyal ve maddi dürtülerinin bir birinden ayrıştırılmadığı evrensel insan değeri üzerine temellenir. Var olanların birliğini temel alarak maddi bir varlığı öne çıkartır.
Derisi yüzülen Alevi Şair Seyyit Nesimi (1369/70-1404) “İnsanın özü ruh değil maddedir. Ruh maddenin bir niteliği, anlamı durumundadır.” diyordu. Nesimi’nin söylediği sözler tümüyle Kuran’a aykırıydı. Kuran’a göre ise:
“bizzat tanrının sözlerine göre nitelik ve öz, birbirinin aynıdır ve tanrının nitelikleri vardır.”

Nesimi’ye göre ise varlık farklı niteliklere sahipti Bu nitelikte yegane ölçüttü.Dolayısıyla birbirinden farklı nitelikler de bir biriyle eş değerli de değildi. İyi ve kötüler de bir biriyle “eş değerli” kılınamazdı.Bu anlayışa dayalı bir toplumsal yapıda bireyin vicdanı toplumsal ahlakla çeliştiğinde birey rahatsız olur.Böylece bireyin vicdanı toplumsal ahlakla denetim altına alınarak insanın kendini yeniden gözden geçirmesi sağlanır.İnsan kendi aklına dayalı olarak dünyayı değiştirme iradesini pratiğe aktardıkça kendini yeniden var eder. Dolayısıyla burada sömürü düzenine boyun eğmeme, acılara ve kötülüklere direnme, vardır. Buradaki etik bilimi özel mülkiyete ve sömürüye karşı kendi özlemlerini ve ülkülerini savunur.Aynı zamanda özgürlüğü, yürekliliği, dürüstlüğü ve kardeşçe yardımlaşmayı öğütler.
Dinsel etik boyun eğmeyi (tevekkül) ve katlanmayı (sabır), alınyazısına uymayı (kader) ögütler.Bu dünyada çekilen sıkıntıların ölümden sonra gidilecek olan öbür dünyada armağan göreceğini ileri sürerek ezilenleri oyalar. İslam’a göre ise kaza ve kader vardı. İnsanların kaderi önceden belirlenmişti.Kimin günahsız yaşayacağını gene tanrı belirlerdi. Kötüleri de dua ile Tanrı affedebilirdi. Çünkü onun iradesine bağlıydı, affetmek. Burada sorunun bir diğer yanı daha vardı.Birey vicdanı ile egemen-toplumsal ahlak çelişkiye düştüğünde bireyin görünür bir vicdan denetimi yoktu. Nasıl olsa birey olmayan mahşerde hesap verecekti.Burada birey aklıyla birey vicdanının çelişmesiyle oluşan varlaştırılmış ve sınırlandırılmış bir “insan” yaratılır.Yani “üstün iradenin” önünde boyun eğen ve aklı alınmış bir “insan”dır, o. Burada dayatılan toplumsal ahlak insan aklını, iradesini ve vicdanını kendi nesnesi haline getirerek insanı insan olmaktan çıkartarak içi boş bir birey haline getirir. Tanrı iradesine dayanarak aklanan kötüler böylece iyilerle eşitlenebiliyordu. Bu gün Emperyalist-kapitalizm globalizm de serbest piyasa kuralları içindeki arz ve talebe göre iyi ve kötüleri bir biriyle eşitlemek için uğraşmaktadır.Yani farklı niteliklere sahip bireyleri bir biriyle eşitlemektedir.Bu ise içlemi sıfır olan bir bireydir. Bu politikayı da post-modernistler“özgürlükçü bir atılım” diye de yutturmaktadırlar.

Seyyid Nesimi, ulaştığı son noktada, din örtüsünden sıyrılmış ve tanrıtanımazlığını açıkça ortaya oymuştur. Nesimi bir şiirinde de şöyle sesleniyordu:
Ey beni na-hak diyenler kandedir beş yaradan
Gel getir isbatın et kimdir bu şeyni yaradan
Yel ü su toprak u oddan böyle suret bağlayan
Böyle dükkanı düzen kendi çıkar mı aradan
Gel beru söyle bana kimdir senin nutkundaki
Söyleyen işittiren hem gösteren hem yaradan
Çünkü bir şehrin içinde mescid ü meyhane var
Ehl-i dil farketmedi mescitleri meyhaneden
Aşkımız yolunda akl u din ü dünya mahvolur
Sormagıl eşkın hadisin suf-i biçareden
Çünkü girdim oynarım çengü def ü tambur ile
Bil ki bende şeş cihet var dönmezem çarpareden
Ey Nesimi on sekiz bin alemin mevcudusun
Kimki bu devre irişmez koy gide devvareden
AÇIKLAMASI: Ey bana haksız diyen, yeter, yaratan nerdedir ? / Bu şeyleri yaratanın kim olduğunu ispat et, getir kanıtlarını / Yel, su, toprak ve ateşten böylesine yüz yaratarak, insan yapan ve içinde büyük değerler saklayan / bir dükkan düzen (insan yada dünya yaratan), ne diye gözden kaybolmuş ve aradan çıkıp gitmiş ? / Sana derdini söyleten, her şeyi işittiren ve gösteren kim olabilir ? / Yaklaş bana ve bu konuda aklından geçeni söyle ? / Bir şehrin içinde hem mescid hem meyhane vardır / Biz gönül ehliyiz, ikisi de birdir bize Onları birbirinden ayırmayız / Bizim sevgimiz yolunda akıl, din ve dünya mahvolur / Ama bu aşk olayını benim gibi bir zavallı sufiden öğrenemezsin / Ben çıkmışım meydana def ve tambur ile çengi yaparım / Takmış parmaklarıma zilleri sağa sola, arkaya öne ve alt üst dönerek oynar dururum/ Ey Nesimi, sende on sekiz bin alem mevcuttur / Kim ki ınanç ve düşünce bağlamında bu devre varamamışsa, çıkar at gitsin onu devirden, dönmekten

Seyyid Nesimi bu şiirinde, evrenin ve insanın yaratılışı konusunda kuşkularını dile getiriyor. Açıkça soruyor, "yaradan dediğiniz nerededir, kanıt getiriniz" diye. 0 hem tanrının hem de onsekiz bin alemin kendisinde mevcut olduğunu söylerken, insanın varlığının dışında "mekandan münezzeh" yani yeri yurdu olmayan gorünmeyen bir tanrı kavramını tanımıyordu. 0 maddeci anlayışa sahip. Bir Yaratan'a inanmıyor. Tanrının dünyayı ve insanı "Car Anasır"dan (Dört madde, su, hava, od ve toprak) yarattığını ileri sürenlere "madem ki öyledir, ne diye çekilip çıkıyor aradan' Kalsın aramızda, kurduğu düzeni gelsin yönetsin" diyordu. Bu düşüncelerin din ile bir ilintisi olabilir mi?
Kuran’ı ve Tanrı’nın varlığını sorgulayan Nesimi’nin hakkında fetva verenler Kuranda süre bulmakta gecikmediler. Bu sureler şöyleydi:

23.Eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içindeyseniz, hadi onun benzerinden bir süre getirin! Allah dışındaki destekçilerinizi / tanıdıklarınızı da çağırın. Eğer doğru sözlü kişilerseniz…
24.Eğer yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- korkun o ateşten ki yakıtı insanlarla taşlardır.Küfre sapanlar için hazırlanmıştır,o.

Bakara surelerinde “insan ve doğanın yakıt haline getirileceği” hükmü vardı. “Bu sureler onlar için yeterliydi.” “Daha fazlasına da gerek yoktu.” Köleci üretim ve üretim biçimi veya feodal üretim biçimi için insan ve doğa gözden çıkartılmıştı.
İslam dinine göre Kaza ve kadere inanmak dinin temel koşullarındandı.Buna göre de:

“Kaza ve kadere inanmak İslam dininin temel koşullarındandır, her şeyin Tanrı’dan geldiğine ve her şeyin tanrı’nın dilediği gibi olduğuna inanmak demektir.Tanrı tarafından kader’le saptanmış olaylar zamanı geldiğinde gene Tanrı tarafından kaza’yla gerçekleştirilir.” di.

Tanrı tarafından belirlenen bu kadere karşı alevi itikat okullarından biri olan Mütezile (Akliyyun) felsefe okulu da mücadele etmiştir. Bu felsefe okulu akıcılığı ve insan özgürlüğünü savunuyordu. Bu okulun düşünceleri beş ilkede toplanabilir:

1. “İnsan, eylemini kendisi yaratır. Özgürdür ve kadere bağlı değildir.”
2. “Tanrının kendisinden ayrı nitelikleri yoktur. Müntezileciler bu düşünceleriyle de açıkça Kuran’ a karşı çıkmaktadırlar, çünkü bizzat tanrı sözlerine göre nitelik ve öz, birbirinin aynıdır.”
3. “Büyük günah işleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak fasıktırlar. ( kabahatlidir )”
4. “Kötülerin cezalandırılması ve iyilerin armağanlandırılması Tanrı için zorunlu( vacip )’dur.”
5. “İyi şeylerin yapılması ve kötü şeylerin yapılmaması ( Ar. Emr bi’l-maruf va’n-nehy ani’l münker ) zorunluluğunu ileri sürer.” 

Bu okul akılcı bir felsefeye dayalı olarak kendini ortaya koymuştur. Bu okul aynı zamanda iyi ve kötüyü birbirinden ayırmıştır.Diğer yandan insan iradesinin köleci egemen-sınıfın iradesinin üstünde olduğunu ortaya koymuştur. Fiiliyatta topraklar köleci üretim biçiminin hakim sınıfının elindeydi. İrade de onların egemenliğine dayalıydı ve bu sınıf egemenliği de dini kullanarak gerçekleştiriliyordu. Burada tanrı iradesi yerine insan iradesi köleci üretim biçiminde yer alan egemen-sınıfın sınıf iradesinin önüne konmuştur.Bunlara göre kuran bir insan ürünüydü.
Sünnilikte ise Kuran’ın bizzat kendisi tanrıdan gelmişti. Halbuki Sünniliği Köleci Emevi-Arap egemen sınıfları örgütlemişti. Sünnilik böyle bir toplumsal zemine dayanıyordu. Emevi İmparatorluğunun yıkılışı tüm akılcı muhaliflerin desteğiyle gerçekleştirildiği zaman Abbasiler ancak akılcı felsefenin desteğiyle iktidarlarını korumuşlardır.Abbasi İmparatorluğunun güçlenmesiyle birlikte egemen sınıflar tekrar bu akılcı felsefeyse tavır alarak Sünniliği tercih etmişlerdir.Çünkü insan köleci üretim biçiminde hem üretim aracı hem üretimi yapan hem de toprakla birlikte“tanrı mülkiyeti” sayılan bir toplumsal sistemin içine dahildi. Bu da egemen sınıfların sınıf tercihiyle uyuşuyordu..
Mutezile felsefe okulu çıkışından itibaren Sünni itikat okullarından olan Meşaiyye ve Eş’ariyye felsefesine karşı mücadele etmiştir.Tüm bu felsefe okulları Batıyı etkilemiştir. Müntezile akılcılıkla hem Doğu hem de Batı toplumlarının tümünü etkilemiştir.Aynı zamanda Batıda da Ronesansı başlatmıştır.
İnsanın sosyal ve maddi dürtülerinin bir birinden ayrıştırılarak bölünmesi ve İnsanın maddi dürtüleri ile doğa arasındaki ilişkinin tarihsel-kültürel egemen sınıfın iradesi lehine dini izahlar Hıristiyan, Yahudi ve İslam kaynaklarında rastlanmaktadır.Bu kaynaklara göre:

“Yahudi kaynaklarına göre tanrı, dört büyük meleğine yedi kat yerden yedi avuç toprak getirmelerini buyurmuş. Ne var ki yer bu toprağı vermek istememiş. Büyük meleklerden Azrail, insanı yaratmak için Tanrı’nın istediği toprağı dünyadan zorla almış.”¤

Ademle Havva yaratıldıktan sonra ilk günahı işlemişler Fakat Kurana göre Hz.Adem bağışlanmış ve peygamber olarak görevlendirilmiştir.Kuran’ın Bakara süresinin 30-39 ayetleri bunu şöyle anlatır:

“….O gün biz meleklere:Ademe secde edin, dedik.Onlarda secde ettiler.Yalnız İblis bundan kaçındı, büyüklük taslamak istedi, böylece Allah’ı tanımaz oldu.Dedik ki:Ey Adem, sen de eşin de cennette kalın, dilediğiniz yerden dilediğiniz kadar yiyin, yanlı şu ağaca yaklaşmayın, yoksa ikiniz de kıyıcılık etmiş olursunuz. Derken Şeytan her ikisinin de ayağını kaydırdı, her ikisini de yerlerinden etti.Bunu üzerine biz de şöyle buyurduk:Birbirinize düşman olarak buradan gidin. Yeryüzünde yaşadığınız sürece barınacak yer, geçinecek nesne bulacaksınız.O sırada Adem, Allah’ından öğrendiği sözlerle tövbe etti Allah da onun tövbesini onadı.” ©
Yukarıdaki iki alıntıda da görüldüğü gibi İnsanın Sosyal dürtüleriyle maddi dürtüleri bir birinden ayrıştırılarak insan toplumsal olarak sınırlandırılmıştır.Burada insan iradesinden tanrı iradesi üstün tutularak egemen-sınıfların iradesine boyun eğme vaaz edilmiştir.

Çünkü “Tanrıbilimsel törebiliminde (etikte) törebilimin (etiğin) kaynağı tanrıdır.İyi davranışlarla kötü davranışlar, tanrının iradesine uygunluk yada uygunsuzluklarıyla ölçülür.Sömürü düzeninin isteklerine uygun olarak boyun eğme, acılara ve kötülüklere direnmeme, her şeye katlanma ve kaderine razı olma tanrısal erdemlerdir.”@

Dolayısıyla insanın yarattığı maddi zenginlikler ile doğanın zorla özel mülk haline getirilmesi sürecine din eş zamanlı olarak katkıda bulunmuştur. Bu durum insanın hem kendi bedeninden hem de doğadan kopartılmasına egemen-sınıflar ve sömürü sistemi lehine dini-ideolojik ve politik imkanlar verilerek tarihsel-kültürel bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla din tüm dünyada insan üzerinde tarihsel-kültürel bir toplumsal egemenlik biçimi olarak şekillenmiştir.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ortak olarak paylaştıkları bir doğa görüşü ile uyum halindedir.
“ Tekvin’de tanrı insana” denizdeki balıklar, havadaki kuşlar, sığırlar ve hareket eden her canlı şey üzerinde egemenlik vermiştir. O şöyle devam eder: “Sana yeryüzünde bulunulan her tohum veren bitkiyi, her meyve veren ağacı verdim ve sen yiyecek olarak onlara sahip olacaksın.” •

Bu görüşe göre, doğanın bizim yararımız için var olduğu açıktır. Bu görüş içinde yer alan “insanlar” doğanın işleyişini ereksel olarak görür. Bu durum bir dizi itiraza açıktır. İlk olarak doğa sisteminin, özel olarak güzel ve uyumlu olduğu düşüncesini sorgulayabiliriz. Sonuçta çığ düşmeleri, depremler, kasırgalar, kuraklıkları, buzul çağları ve tüm bir türün ortadan kalkma olayları doğal olarak meydana gelmektedir. Jack London’un ünlü cümlesi ile “doğanın dişleri ve pençeleri kan rengindedir” Doğada hiçbir şey akıllı bir planlayıcının her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve ahlaki olarak mükemmel olduğuna kabul etmemizi gerektirecek bir kanıt olmamaktadır.
Yine bu fesle okullarından biri olan Dehhiyyuncular (zamancılar) daha ileri giderek tam bir materyalizmi savunmuşlardır. Bu anlayış felsefi anlayışta eski Anadolu da maddeci doğa felsefecilerinin görüşlerinden etkilenmişlerdi.Aynı zamanda bu felsefi köklerin etkileri Anadolu’da da vardı.Bu savunulan felsefi görüş bilim öncesi bir maddeci anlayıştı.Bu okulların birbiriyle ilişkileri vardı.Bu ilişkiler dini, felsefi ve siyasi temelde olabiliyordu.Bunların birbirleriyle olan ilişkileri belli bir sınıfsal temele dayanıyordu.Bu okulları görüşleri de egemen-sınıflarla ezilen sınıfların arasındaki çelişkilerde taraf tuttukları yere göre şekilleniyordu. Bunlar da:

“Dünyanın yaratılmadığını, ezeli olduğunu, ruhun gövdeden ayrılan bir varlık olmadığını, maddenin temel olduğunu ileri süren felsefe sistemi” Bilginin kaynağı duyumlardır; gerçek olan içinde bulunduğumuz dünyadır. Bu evrenin yoktan var edilmediği gibi yok olacağı da düşünülemez.Tabiatın üstünde başka bir güç yoktur. Ölümden sonra dirilme, cennet, cehennem, tanrı hayali varlıklardır.Bütün olayların yaratıcısı zamandır,değişmeler oluşmalar, zaman etkisiyledir.Zaman hiçbir varlıkla sınırlı değildir. demişlerdir.

Şeyh Bedrettin de bu maddeci felsefe okulunun fikirlerine sahip çıkarak Alevi siyasi direnişi içinde yerini almıştır. Maddeci olan dehriyyunla vücudiyyin arasında anlayış fakları vardır.Fakat ikisi de maddecidir.Vücutcular, batıdaki doğa tanrıcılardan farklı olarak, vahdet-i vücutcu olmaları dolayısıyla bircidirler, evrensel varlıkta saltık bir birlik görürler. Dehricilerse çokçudurlar,evrende bir çok maddesel tözler olduğunu ileri sürerler. Aynı zamanda vücutcular’a göre bu saltık varlık bircidir, dehricilere göre ise böyle bir şey söz konusu değildir. Mutezile ise hayvanla insan arasında bir nitelik farkı bulunduğunu bir eleştiri olarak dehricilere söylemişlerdir.Şeyh Bedrettin de dünyanın oluşmasıyla ilgili zamancı okulun maddeci tezlerini 1420’lerde dile getirmiş ve idam edilmiştir.Şeyh Bedreddin’in savunduğu maddeci felsefe özetle şuydu:

“Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evren kendisini oluşturup, dengeleyen önsüz ve sonsuz bir süreçtir.” @

Dolayısıyla “doğa ve tanrı bir ve ayni şeydir” diyordu. Ona göre mutlak varlık, birlik olarak tanrı, çokluk olarak da doğaydı. Mutlak varlık, madde ve ruh biçiminde ortaya çıkıyordu. Bunlar da birbirinden ayrılamazdı.Bedreddin ruhun maddeden başka bir şey olmadığını ileri sürmüştür:

“Bütün aşamalar, cisimler aleminde toplanmıştır.Cisim ortadan kalkarsa, ne ruhlardan, nede başka soyut varlıklardan bir iz kalır.Öz, süretsiz kalamaz; çünkü onsuz, belirgin bir duruma gelemez.
Şöyle devam etmiştir:
Sebepler varsa, iradenin kendisini göstermesi kaçınılmaz olur;bu da eylemleri kaçınılmaz kılar.Eylemlerin sahibi, yapmayabileceğini sanırsa da buna gücü yetmez.”
Sözleri ile zorunluluğu ortaya koymaktadır.Bu duruma “tanrı da” engel olamaz diyerek, şöyle devam etmektedir:
“Karşıtlar, Hak’tan doğar. Hak, bunların bir kısmından hoşlanır, bir kısmından hoşlanmaz.Doğuşları, özü ve aşamaları gereği olduğu için, oluşu durdurulamaz.”

Burada ise karşıtların aynı anda var olan bir gerçeklik olduğunu dile getirmiştir.Aynı zamanda bu maddeci düşünceleri ile de dinci, ve idealist görüşlerin karşısında yer almıştır.Bu dinci ve idealist görüşlerin de aristokrasi ve burjuvaziye ait bir ideoloji olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.Karşıt gerçeğin bilincinde olarak da aristokrat ve burjuva ideolojinin karşısında yer almıştır. Ezilen sınıfların yanında yer almıştır. Ezilen sınıfların siyasal düşünce ve eylemlerinin temelini oluşturmaya öncülük edenlerden birisi olarak da devrim tarihinde yerini almıştır.
Şeyh Bedreddin mutlak varlık, madde ve ruh biçiminde ortaya çıktığı için bunlar da birbirinden ayrılamazdı, demiştir.Bu yüzden de bunlar eş düzeydeydi. Dolayısıyla “Deccal” ya da “Mehdi” gelmeyecek, kıyamet kopmayacaktı.Cennet ve cehennem de dünyaya ilişkin olgulardı.Bu konuyla ilgili olarak da şöyle devam etmiştir:

“Huri, köşkler,ırmaklar, ağaçlar, meyveler…ve benzerlerinin hepsi hayalde gerçekleşir,duyumlarda değil.Cin de öyledir ve adı da bunu doğrular. Çünkü duyumlardan gizlenmiştir.Onu gören, dışta gördüğünü sanır.Oysa hayal kuvvetiyle görmüştür;gördüğü gerçek değildir.”#

Kuran’ı Kerim ve Kuran’ı Kerim bağlamında yer alan ayetlerde dünyaya ilişkin olgulardı.Yani insanın yazdığı bir şeydi.
O dönemde Meşaiyye, Eş’ariyye ve Mütezile gibi tüm felsefe okulları horasan kaynaklıydı. Sünni felsefe okulları dinle felsefeyi uzlaştırmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla Meşaiyye inanç okulu felsefede Platon ile Aristoteles’i uzlaştırmışlardır.Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak felsefeyle dini uzlaştırmışlardır.Buda idealizmdi. Alevi felsefe okulları ise doğa felsefesini temel alarak ortaya çıkmışlardır.Bu ise maddeciliktir. Bu düzeyde ortaya konan ilk geleneksel tasavvuf (gizemcilik) anlayışını “Vahdet-i Vücut” (Varlık Birliği) temelinde Beyazid-i Bistami ile Hallaç-i Mahsur, ortaya koymuştur. İlk felsefi dergahlar Horasan’da açılmıştır. Bunlar da doğa ve insanın birliği anlayışı hakimdi. Bu felsefe önce bütün varlıkları ayrı ayrı gören gizemi, sonra kendi iradesini tanrılık iradesiyle birleştirmiş ve daha sonra kendi varlığını tek varlığa katarak vahdet-i vücut aşamasına ulaşmıştır. Bu yetkin aşama ise kendinden önceki bütün aşamaları kapsıyordu. Bu aşamada gizemci, artık kendisinin tek varlığın insan biçimindeki belirtisi olduğunu bilmektedir. Bu yüzden Hallacı Mansur “ben Tanrı’yım” (Enelhak) demiştir.
Dolayısıyla Hallac-ı Mansur’un görüşü din kurallarına uymuyordu. Dine göre insanla Tanrı ayrı ayrı varlıklardır. Tanrı, yaratıcı, insan ise “yaratılmıştır.” Alevilik, Hallac-ı Mahsur öğretisinin hattı üzerinden geliştirilerek vahdet-i mevcut halini almıştır. Ezilen sınıfların mücadelesi üzerine dayanan önderlik bu felsefeyi geliştirmiştir.Alevi felsefesi zulme karşı bayraktarlığın ‘birleştirici’ nosyonu olarak rol oynuyordu.Çünkü Aleviler bu topraklarda yaşamış Büyük, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarına ve Emevi-Sünni ve Abbasi hanedanlığına karşı Kur-an’a daha rasyonalist yaklaşımları Sünni ve Harici değil Batıni yorumdu. Bu yorum ekonomi, siyaset ve ideolojiyi de içine alıyordu. Dolayısıyla Alevilik ezilenlerin sınıfsal-kültürel ideolojisiydi. Bu felsefe yorumu Alevileri sadece Sünni’lerden değil Şii veya Şia’dan da farklı kılıyordu.Bu konu da Tarihi, bilim dalı diye, Felsefeye kazandıran İbni Haldun’un söylediklerine bakalım: (Mukaddime’nin kaleme alınış tarihi, 1379) Abbasoğulları’nın ajanı Şamah,
“İdris’in yanında yalnız bulunduğu anlardan birinde ağı sundu ve onunla öldürdü İdris’i. İdris’in öldürüldüğü haberi, Abbasoğuları’na olayların en güzeli biçiminde ulaştı.Neden ki, Batı Afrika da Alevilik akımını oluşturan nedenler zincirinin koptuğu ve karınca yuvasının kökünden sökülüp dağıtıldığı umuduna kapılmışlardı.” …..
Alevi felsefesinde ise “Vahdet-i Mevcut” (Mevcut Birliği) anlayışı hakimdir. Vahdet-i Vücutta ise, hem gövde, hem de var-olan anlamı bulunmaktadır. Bu da bir ikilemi çağrıştırmaktadır. Bunun yerine var-olanı daha net biçimde ifade eden Vahdet-i Mevcut kavramı kullanılmaktadır. Bu da varolanların birliğini ifade eder. Bu yüzden maddesiz bir varlık düşünmek mümkün değildir.Doğal olarak da evrensiz bir tanrı yoktur ve bunu da kabul etmek olanaksızdır. O halde tanrı her zaman maddeyle birlikte vardır. Aynı zamanda varolanlarla birlikte vardır. Yani varlıkla vardır.Bu yüzden alevi felsefesinin çıkış noktası maddeci doğa tanrıcılıktır. Düşünceci materyalizm anlamındaysa varolanların, varolmasını sağlayan ve varolanlardaki ortak olan ilkeler anlamındaki tanrı, soyut değerlerin bağımsızlaşmış bir biçimidir. Bu da maddeye birlikte vardır..
Alevilik tümüyle maddeci ve-zorunlu olarak ütopyasını kendi içinde barındıran Toplumcu bir felsefedir.İnsanlar kardeştir ve bütün malları eşitçe bölüşülmelidir.Evren, maddesel ve zorunlu bir oluştur.Ne yaratan, nede yaratılan vardır. Kutsal kitaplar, tanrının değil peygamberlerin kendi sözleridir.İnsanın kıyameti öldüğü gün kopar, başkaca bir kıyamet yoktur.Cennet ve cehennem bilgisiz insanları ürkütmek için ileri sürülmüş hayali ürünlerdir.Ölülerin yeniden dirilmeleri mümkün değildir, ölen bir daha dirilmez.
Dolayısıyla Alevi Felsefesi, doğanın insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu ileri süren materyalist anlayışla örtüşür . Anadolu tasavvufu, doğa tanrıcılığı yani varlık birliği anlayışıyla yeniden diriltilerek, bunun dışa vurması biçiminde tezahür eden (görünen) insan “tanrıcılığını” felsefesine ekledi. Doğa-insan ilişkisi içinde İnsan-maddeci materyalizm anlamındaysa varolanların, varolmasını sağlayan ve varolanlardaki ortak ilkeler anlamındaki cevher, bir alt birlikte yani birey insan-maddede somutlaşan bir biçimdir.
Aleviliğin ve Dünyadaki “Heteredoks Mezheplerin” tek tanrılı dinlerden doğduğunu söyleyenler.İşçi sınıfı ideolojisinin burjuva ideolojisinden doğduğunu söyleyecek kadar bir mantık sakatlığına sahiptirler.Bu durum hiçbir mantık doğrusuyla uyuşmamaktadır. Çünkü genel toplumsal üretim biçimi çıkarları ters olan iki sınıfı ortaya çıkartır. “Aklın yolu birdir” denir ama onlar “dinin yolu birdir” demeye getiriyorlar.Burada aklın yolu tarihsel kültürel köleci-egemen sınıfın iradesi yönünde tezahür etmektedir.Bu gün ise burjuva egemen sınıfın sınıf iradesi yönünde toplumsal sistemle bütünleşmektedir. Böylece sınıf mücadelesi tarihsel ve kültürel egemen-sınıfın sınırlandırılmış ideolojisiyle yürütülmektedir.
Batı sömürgeciliğinin yerli sağcı ve solcu komprador aydınları ve onun Türk veya Kürt-İslamcı veya laik tarihsel-kültürel ajanları tarihsel-sınıf mücadelesini pragmatik tarzda değerlendirerek onun felsefi-sınıfsal ve kültürel özünü kapitalist kültürle sınırlayarak sosyolojik olaylara indirgemektedirler.Dolayısıyla toplumsal ilerlemeye dayanan üretim biçimlerinin değiştirilmesi rolüne biçilen burjuva devrimcilikle sosyalist devrimcilik arasında her hangi bir fark kalmamaktadır.Bu gün üretimin ve üretim biçiminin değiştirilmesini sağlayacak olan şey işçi sınıfının tarihsel ezilen sınıfların ideolojik, politik ve kültürel mirası üzerine oturtularak sınıfın tarihsel-kültürel sınıf bilinci ve pratiği içine sokulması gerekmektedir. Bu gün ki proletaryanın tarihsel proletarya bilinci ve pratiği ile hareket etmesi gerekmektedir. Dünyadaki ve Türkiye’deki İşçi sınıfın sınıf mücadelesi programı ve stratejisi tarihsel sınıf mecrasına oturtularak ancak insanlığın kurtuluşu sağlanabilir.Bu aynı zamanda yeni bir kültür ve yeni bir toplum demektir. Dünyadaki Emperyalist-kapitalizmi ve kapitalizmi atomlarına kadar parçalayacak olan bu güç, Batı ve ABD yeni sömürgeciliğini de yerle bir edecektir. 9 Nisan 2004 /



 

 

 

 



 

 
Haarlem Ehlibeyt derneği,  Email: ehlibeyt2002@yahoo.com